YİRMİBEŞ / Meltem KIZMAZ



Allah bilir ya, haddimi bilme çabalarına yenik düştüğüm çoktur. Daha geçen gün danışmanımın nazik uyarı ve ikazlarına aldırış etmeyip, kendimi altından kalkılması hayli çaba isteyen bir işin içinde buldum. Bereket versin, tevhidle başlayan bir işin ötesinin de berisinin de hayır olacağı bilincindeyim. Dayanağım ise yüzyıllar öncesinde şiirleştirilmiş bir müjde:

 Allah adın zikridelim evvelâ
Vâcib oldur cümle işte her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allah ona

Bir’liğin şüphe ve şekk kabul etmez kesinliği ve ikiliğin kat’i reddiyle başlayıp sonsuza uzanan bir âlemin içindeyim. Ağır ağır fark ediyor ve kavrıyorum ki âlem içinde âlem gizli. Bu âlemlerin önü de sır sonu da. Sır fâş olmaz elbet. Lakin yere göğe sığmayanın sığdığı yerde, yine O’nun izniyle, ilhamlar doğar.

Gönül gözümün görmeye ruhsatı olmasa da görür gözümün şahit olduğu kadarıyla, kâinat muazzam bir düzene tâbi. Dokuz kat merdiveni andıran göklerde on iki burç vardır ve etrafında -eskilerin tabiriyle- şeş cihet. Göklerin altı yedi iklim, yedi deryadır. Bunların da altı yedi kat yerin dibi, cehennem-misal. Yer ve gök arası insanlara bağışlanan güzelliklerle müzeyyen; en önemlisi dört unsur: Hava, su, ateş ve toprak.

Bildiren’in bildirdiği üzere, kâinatı şereflendirmiş yirmi dört bin peygamber, yirmi dört binin eteğine tutunup medet uman yetmiş iki millet, bunlar ve nicelerinin yeri yurdu olsun diye var edilmiş on sekiz bin âlem… Zahir ve batın, yeryüzüne halife olarak gönderilmişlerin şeçilmiş olanlarıyla her daim ma’mur. Nitekim yirmi dört binin göçüp gittiği dünya kırklara emanet edilmiştir. Ve dahi yedilere, üçlere…

Aklın sınırlarında yaşayanlar için zahirin ötesi, gaybdır. Ancak bildirileni bilmek, bildim ve kabul ettim demek iman tekâmülü için şarttır. Nitekim dört melek vardır, dört de kitap. Dördün şerefi melekler ve kitaplardan da ziyade. Bu sayı, âlemlerin sevgilisine sevgili dört mübareği de simgeler: Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali.

Bir artısı ehl-i beyte işaret eder. “Fatma’nın eli” diye bilinir ve kiminin evinin duvarında nazara karşı, kiminin boynunda ziynet olarak asılır. Ancak o parmaklar esasen Fahr-i Alem’dir, Fâtımâ’dır, Ali’dir, Hasan’dır, Hüseyin’dir.

Bu, sevgisi cemalullahı bağışlayan temiz soyun sevenleri için konak olarak yaratılmış, merhamet menbaı olan cennet, sekiz katlıdır. Sekiz ise merhametin timsali. Nitekim yedi kat tamuya karşı heşt behişt yaratılır. Ve Yaradan’ın müjdelerinden bir müjde daha kullarına ulaşır: Rahmetim gazabımı geçti. Böylece cennetin cehenneme üstünlüğü şükür vesilesi kılınır.

Küçük âlem olarak tanımlanan insan da bir ile başlar. Sonra iki gelir, ardından üç… Yedide yetişir, birkaç yıl sonra muhatap kabul edilir. Kırkta olgunlaşır ve sonrasında yetmiş sınırına ulaşır.

Bu âlemler, varlıklar, oluşlar arasında kendimi unutup yaşamı bir savruluşa indirgediğim bir demde gördüm ki; âlemleri yaratan bugünkü takvim yaprağında, şu elinde kalem tutan acize yirmi beşi bağışlamış. Lütfedip Bir’i bilsin istemiş, ikiden sakındırmış.

O halde önce tövbe, sonra mağfiret umuduyla af, acizlik durumunda şükür ve aldığım nefes sayısınca rıza talebi… Ağzıma çalınan bir parmak balda tattım ki sayılar bir tamama ulaşır. Kesret, vahdete gider. Öyleyse bu tamama kavuşmak için sayıları aşarak sonsuza meyledip muhabbet istemek gerek. Bu muhabbet, lütuf ve ihsan hak edilir şeyler değil, amenna. Ancak kul, havf ve reca arası bir duyguya bürünmekle mükellef. Korku ve umut arası bir ince yol ki beşer burada attığı adımdan da, aldığı nefesten de, yan yana sıraladığı kelimelerden de mesul. Bu mesuliyetin altında şu elimde duran kaleme rızaya mugayir bir söz söyletti isem dilim bağlansın.

Estağfirullah…



***
YAĞMUR SONRASI TOPRAK KOKUSU


Birden bire bastıran sağanak, bulutların ardına gizlediği sabahı haber vermek istercesine pencerenin camına vuruyordu. Dışarda yeni yeni dökülmeye başlayan yapraklar ve damlalar, uyuyan tabiatı canlandırmaya niyetliydi belli ki. Nihayetinde odanın içine sızan damlaların pıtırtısı ve yaprakların hışırtısı, muhabbet kuşlarının -çoğu zaman vazgeçilmez kimi zaman çekilmez- ötüşleriyle öylesine harmanlandı ki Fatih bu çağrıya daha fazla kayıtsız kalamadı. Ağırlaşan göz kapaklarını hafifçe araladı. Zaten uzun zamandır çalar saatin hükmü yoktu Fatih’in odasında. Birden bire uyanıyor ve bu uyanış genellikle rutinleşen kalkış saatinin bir hayli öncesine denk geliyordu. Bir hamlede yataktan kalktı. Perdeleri iki yana sıyırıp pencereyi açtı. Bulutların kasvetini, yağmurun serinliğini ve sabahın tazeliğini bir nefeste ciğerlerine doldurdu. 

Sonra adımlarını sürüklercesine banyoya doğru yöneldi. Bir avuç suyla uykudan arta kalan mahmurluğu yüzünden giderdi. Askıdaki havluyu düşürdüğünü bile fark etmeden koridorun diğer ucunda bulunan mutfağa geçti. Tezgahın en uç kısmındaki, dedesinden kalma, eski değil de kadim, bir o kadar da değerli olan radyoyu açtı. Çalan ilk şarkıyı mırıldanmaya başlarken ocağın altını yakıp kahvaltılıkları dolaptan çıkardı ve masaya yerleştirdi. Nihayetinde zeytin, peynir, reçel ve ekmeğin bulunduğu sofrayı yeni demlenmiş bir bardak çayla tamamladı. 

Kahvaltısını bitirdikten sonra hazırlanmak üzere odasına geçti. Kıyafet dolabının karşısında geçirdiği birkaç dakikadan sonra ne giyeceğine karar vermişti. Gömleğini giyindikten sonra kol düğmelerini -Zeynep’in onları kendisinin koluna taktığı ilk günkü titizlikle- gömleğin manşetlerine geçirdi. Yana kaymış kravatını düzelttikten sonra artık hazır sayılabilirdi. 

Gözleri, görünmeyenin eksikliğini hissedince, aynaya yansıyan aksinin yanına Zeynep’in hayalini yerleştirdi. Gülkurusu elbisesi, dalgalı saçları, denizle gökyüzünün bütün mavisini barındıran derin ve sonsuz gözleriyle Zeynep, Fatih’in en yakışıklı yanıydı… 

Zaman, zamanın içinde evrildi ve bu üç beş saniye beraberinde üç beş seneyi getirdi. Fatih Zeynep’i ilk gördüğü anda buluverdi kendini. Kelimenin tam anlamıyla, Fatih, Zeynep’te buldu kendini… Bir hafta önce market reyonları arasında gördüğü, dönüp tekrar tekrar baktığı, bakıp da doyamadığı kızı ikinci kez fakültenin geniş koridorlarında, bir grup arkadaşın arasında görünce dünyalar bağışlandı Fatih’e. Oysa bu sevinç zamansızdı, erkendi. Delikanlının muhabbetine güzelim kız bir kez olsun iltifat etmemişti. Neden sonra, kalpleri elinde bulunduran ‘ol’ deyince, aynı tılsım güzelim kızın gönlünde de parıldadı. En sonunda parlayan, iki gencin sağ ellerinin yüzük parmağına takılı bir çift alyans oldu. 

Soyut olanın sonsuzluğunda geçirdiği dakikalar birbirini ardalarken Fatih, bir an önce gitmesi gerektiğini hatırladı. Alelacele ayakkabılarını giydi ve apartmanın dar merdivenlerinden indi. Sokak kapısından çıktıktan sonra caddenin solundan koşar adım ilerlemeye başladı. Öyle ya, Zeynep’e gitme fikri Fatih’in omuz başlarında iki kanat… 

Bir zaman, başının üstündeki gökten habersiz yürüyen bir yığın insan gibi, kalabalıkları yara yara yürüdü. Neden sonra bozuk bir kaldırım taşının altına birikmiş yağmur damlalarının üzerine sıçramasıyla yavaşladı. Karşı çaprazda bulunan çiçekçiden her zamanki gibi bir buket sarı kasımpatı aldı. Uzun uzun çiçeklere baktı. Zeynep’e aldığı ilk buketin içerisinde beyaz, kırmızı, turuncu, pembe, sarı kasımpatılar vardı. Zeynep şöyle bir baktı çiçeklere, sarı olanı eline alıp kokladı. Bu, dedi. “Diğerlerinin yanına hiç yakışmamış. Renginden hüzün bulaşmış bu çiçeğin kokusuna.” O günden sonra sarı kasımpatıların buket içerisinde bir yeri olmadı. 

Fatih, karşı kaldırıma geçip az ilerdeki duraktan sağa vurdu. Kapıya geldiğinde paçalarının biraz ıslanmasından başka tek sorunu yoktu. Sonrasında bir nefes ve bir adım… 

Bu kapının ardında ‘öteki’ hükmünü yitirir, yalnızca ‘ben’ kalır.
Buradan sonrası dış değil içtir.
Özge değil özdür. 

‘Öteki’nin anlatıları yalnızca görünenden ibaret. Oysa kim görebilir içinde kopan fırtınaları, kim anlatabilir senin ismini bile koyamadığın duygularını, alnında yazanı kim, hangi kalemle kopya edebilir? Hem dışarıdakiler derininde çağlayan denizi bilmezler de gözden akan üç beş damla yaşı görürler. Bunların hangisi hüzün, hangisi umut, hangisi acı, hangisi aşk… Gerçi ben de ayıramıyorum birbirinden. Solumda yaşadığım her duygunun, gözümden akıttığım her damlanın adı, Zeynep… 

Üç kişinin yan yana geçemeyeceği yoldan bir hayli ilerledim. Yürüdükçe uzayan bu yolun sonu hem hasret hem vuslat. Şimdi Zeynep bir adım kadar daha yakın ve her adım kadar uzak. 

Ayaklarım birbirine dolanmaya, aklım bulanmaya, ruhum daralmaya başlayınca Zeynep’e geldiğimi anladım. Yolun ilk kıvrımından geçince karşıma çıkan çeşmenin ardındaki kayadan sonra birkaç adım daha attım. Dizlerimin üzerine çöküp avuçladığım toprağı soludum. Zeynep bugün yağmur sonrası toprak kokusu… 

Her zamanki gibi, Zeynep’e ait en soğuk ve en zevksiz vazonun içine kasımpatıları yerleştirdikten sonra başucundaki fidanın köklerini kontrol ettim. Kenarlara dağılan toprağı düzenledim. Boy vermeye başlayan çiçeklerin dibinde biten otları temizledim. Bir dizi düzenin ardından dizlerimi kırıp ben de eylemsizleştim. Çevremdeki her şey gibi… 

Burada sessizliğe halel getirecek her fiil yasaklanır. Bunca zamandır ne itirazımı bildirebildim göklere ne ahımla avunabildim. Her defasında kafamı kaldırıp bakınca anladım, alın yazımızın son satırı hep ölüm. Kabullendim. 

Ama bu kabulleniş dindiremedi yangınımı. Yanında olmak ama ellerini tutamamak, gözlerinde kaybolamamak ve en kötüsü sıcacık nefesini yüzümde hissedememek kahrediyor beni. İşte, tam acının göğsümü sıkıştırdığı sırada ona ulaşmak için tek bir ümidim olur. Bütün hüznümü nefesime yükleyip imkansızı mümkün kılarcasına, ruhumu onun ruhuna değdiren sesim, Yasinleşir…

****

BİR MUMDUR


Her gece gibi bir gece… Oturma odalarının rutinliği bizim eve de hakimken; ışıklar, televizyon, gürültü derken birdenbire elektrikler kesildi. Suniliğin bütün hükmü geceden kalktı.  Sonra nicedir aksesuar olarak kullanılan bir nesne odanın ortasına kuruldu. Yüzdeki her tebessüm, parmaklarla yapılan her hayvan figürü duvarlara özlediklerini hatırlattı. Ne dizinin başrol oyuncusunun annesinin ölmediğini öğrendiği andaki tepkisi geldi akla ne de bitmemiş bir ödevin savunmasının öğretmen karşısında nasıl yapılacağı. Böylesi bir şamatadan sonra vakit geç olup da gözler uykuya teslim olunca uyanık olarak bir ben kaldım.
Mum karanlığı ne kadar yaktıysa o kadar kelime üşüştü zihnime. Gecenin ve mumun dostluğunun ispatı olanbinlerce eseri düşündüm. Oluşturulan divanları, yakılan türküleri, bir kamışın iniltisinde deriye dökülen ‘Edeb Ya Hu’ları, uçmasın da kalıcı olsun diye kaydedilen duaları… Öyle ya, binlerce satırın sayfalara dizilmesi mumun rehberliğindeydi. Mum, şairlerin omuz başlarındaki ilham perisiydi.
Şimdi mumun kudreti olsa, benim yeteneğim. Ve sayfa sayfa yayılsa anlatmak istediklerim.
Derdi anlatmak için, biraz sayfalara dökülmek için gerekli olan nedir? Önce bir kağıt. Bu öyle bir şey ki, ezelden ebede yazgının kadim taşıyıcısı. Ardından ruz-ı mahşerde görülecek onca hesabın biçare şahidi, kalem. Sonra bir alfabe gerekli. A, b, c ya da elif, be, te… En sonunda bir fail, yani yazıcı.
Ancak yıllardır kağıda tek harflik hükmü geçmeyen kalemim, yazacaklarını ezber bilircesine, sayfalarda dolanacak kadar kuvvetli midir?
Önce bir ‘a’ alsam, sonra ‘k’. Araya ‘ş’ iliştirip ‘aşk’ desem, dünden bugüne her dertliyi şairleştirenbu konuda ne yazabilirim ki? İnsanı hükümsüz kılan böylesi bir duygu hakkında kalem oynatmak kolay değil, bilirim. Evvela bir nöbet gerek. Bu da ‘k’nin yanına önce ‘t’ sonra ‘a’ yerleştirmekle mümkün. Burayı bir süre yurt edinmeliyim. Dertlilerince hem-dert olmalıyım. Yükün altına girmeliyim, çile doldurmalıyım. Ama yok! Ahir zamanda yaşayıp maneviyata bütün kapılarını kapayan, makinelerle makineleşen bir bedenin, en mukaddes duyguları anlatmaya kalkışması haddi değil. İyisi mi kelime sonuna bir ‘n’ ekleyip, yurt edinemediğim sıladan ayrılmalıyım. Bana yakışan gurbet.
Kalem bu zamana kadar en çok ‘baht’ı yazmış. Alfabeyi değiştirsem; kaf, del ve ra’yı bitiştirsem bu kez. Ancak kader Yüceler Yücesi tarafından yazılmış bir kere. Kaf, kef olsun öyleyse. Dünyaya sürgün her can gibi ben de kederden bahsedeyim. Mürekkebim önce isyan olsun, sonra tövbe.
….
Mum… Önce yakıldı, sonra yandı, ardından yaktı. Pervane değilmiş mumda yanan, gönülmüş. Gönül değil de gönlün yüküymüş. Ancak en çok yanan, anlatabilen değil de; elinde kalem, önünde kağıt olsa bile ruhunu yüklerinden soyutlayamayanmış.
Bunca uğraşın, bunca gayretin kıskacında harfler, bir yol ferahlık vermek yerine, karşımda durmuş harp düzeni alır.Demek sığ kaldım kağıtta, az geldim kaleme. Oysa içimde ne kadar çok birikmişim vardı. Gidemediğim yerlere hasretimi dillendirecektim, dünde kalanıma yakacağım ağıtlar vardı, yürek dolusu bir sevginin yüzde bıraktığı tebessümden dem vuracaktım, masumiyeti mücevher gibi gözlerinde taşıyan insanlara övgüler düzecektim, korkusunu içimde, yükünü sırtımda taşıdığım tedirginliklerden bahsedecektim… Ben hislerimi Türkçeye çevirmeyi beceremedim. Ne yazık! İlham perim kağıt-kalemden ölesiye korkar. 
Anladım.
Z’den sonra gelen harflerle kurduğum cümleleri kağıda aktarabilmemin imkanı yok. Olsun! Dilimi damağıma yapıştırıp dudaklarımı kilitlediğimde gönlümden kopan bu cümleleri bir İşiten var, bilirim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder