KUĞUNUN ÖLÜM ÖTÜŞÜ / Memduh ATALAY

BABA ÖLÜR

Baba ölür bol gömlek
Boş koltuk çanak çömlek
Kardeşler bakar içe derine
Mezar bir çocukluk örtüsü
Oğul, baba varken de
Babasızdı yine


Baba ölür
Adalet yaşlı gözlerle
Vicdan titrer
Yüz koyuna değmeyen
Bir taht etmeyen oğul
Ölenle ölünüyor diyor
Şehla gözleriyle


Baba ölür
Bir sılayı rahim ağlar
Bir dışta kalan oğul ağlar
Bıçak gibi sözler kalır babadan geriye
Ekşi bakışlar
Oğul yanlış dalda büyüyen meyve


Baba ölür
Kanuni ölür
Oğul yanlış türküye nakarat
Cihangir yanar Mustafa için
Tahta düşman görülür
Hasretli oğul
Gözünde kalır gençlik ve murat


“Oğul atanın yeteridür,
İki gözinün biridür.
Devletli oğul kopsa
Ocağınun közidür”
Dedem Korkut boy boylar
Soy soylar dinler kâinat
Oğul babadan önce ölür
Yok olsun tarla
Yıkılsın saltanat


Baba ölür
Sökülür ağaç yerinden
Ne kadar hatıra varsa üşüşür
Bulunmaz saklanacak gölge
Acıdan boşluktan ateşten zemheriden
Oğul yanlış dalda kuruyan meyve









***
KUĞUNUN ÖLÜM ÖTÜŞÜ

Keşke varımı verseydim sana buğday tarlasında başakları bir bir
Gece yıldızları ekleseydim gözlerine, ucuna kirpiklerinin
Her söze Allah adıyla başlayıp sonunda seninle bitirseydim
Adı başka olsa da- mesela rose- yine gül kokar gül
Yine aynı soydan inler ve hicran üzere bülbül
Sen akşam yorgunlukları ve sitem yüklü bulutlar arasında
Böyle yağmasaydın kıraç toprağıma
Ben seni bekleyen susuz toprak olmasaydım
Bir şehirlinin törensel hüzünleri gibi
Siyah takım siyah gözlük bir gösterimlik siyah güllerden çelenk
Varsa söylesin derde dermanı olan her şey tören değil
Haykırmaların ve vurup çıkmaların kara çocuklarına
Yakışmıyor bu kekeme hal sessiz ve sonsuz bakış
Onurlu ölümü tercih edeyim susmak buna dâhil şiir hariç olsun
Yoğumu veriyorum sana kabul et vuslat hariç olsun

Yaşamanın en soylu yanı uzanmak bir gözyaşına
Tutup kaldırmak düşmek yazılan kadersizi elinden
Âşıkların gölgesinde yeşeren çiçekleri
Yetimleri, öksüzleri, oğul hasretinde anneleri
“Verin martinimi ben beni vuram
Ölüm hayırlıdır böyle durmadan”
Bir türkü ateşinde içe kazımak
Ve seni sanki tüm acılara adresmiş gibi
Kuyuya ipi sarkıtan eli ve gözlerinde buz tutan güneşi
Kuğunun ölüm ötüşünde
Yeni bir bahara adamak ve göğe uçurmak için
Kalbim seni saklayan mağara
Ve bir çift kanat uçurmak için seni
Kalbimin hizasında tutuyorum kabul et ayrılık dâhil olsun

Ruhu denemeye tutan büyük acıdan
Kuğunun ölüm ötüşlerinden beste yapar ihtiyar zaman
Uzaktan bir şiir gibi güzel görünen aşk
Düşünce ateştir içine insan
Yağmur yağınca bir rüzgâr esince bir karlar yağınca bir
Her hüzünde her ayrılık türküsünde her hasret tüten mezarda
Ölüm ötüşü içime saplanıyor bir kuğunun
Ve seni ve kaderi ve her şeyi alınyazısının söylediğini
Ve kendimi şiir ırmağında yıkayarak
Elimde bir kopuz bir ezgi Orta Asya’dan
Yaraya dikilmiş bir fidan gibi
Yara açtım, çiçeklerim hüzün ve hasret ve korku
Yaralarımı sunuyorum kabul et hasret dâhil olsun

İnsan dediğin bir candır
Severse derdi çok
Sevilirse canandır
Sanma ki üç beş damla kan
Yüreği ummandır
Aşığı hor gören kişi
Kovulmuş şeytandır
Kuğunun ölüm ötüşü mutlaka bundandır!


Oduna Ateş Veren İle Cezbeli Güller’in Yazarı 
ve Bize Dair Hasbihal

Herhangi bir nargile salonunda ya da en basitinden adı Endülüs
Yok, Endülüs kesmez Ashabı Kehf yahut Hıra olan cafelerde
Bilardo ve satranç rüşvetleri arasında
 Az fikir az ümmet şuuru satan derneklerde
Keskin ve katı biz ve onlar ayrımında
Biz, derken katıksız temiz, tavizsiz hak
Onlar derken tarihin bir unutulmuş sayfasından ortaya çıkan
Batılın ta kendisi güruh arasında mutlak
Köle ile efendi gibi
Hasan Abi yol menzilden evladır demiş Cervantes
Bir elveda yaşıyorum
Bilirim yumruklar sıkılı küfürler gırla
Toplum sadece siyaset değildir bir durun demeden daha
Oduna ateş veren kardeşim Ferhat
Mesnevi ve Kara Davut hikmetlerini
Bir slogan beş haykırış yüz miting
Şiir bu atmosferde inan herhangi bir amigonun sloganından küçük!

Herkesin bir çarşambası bir pazarı bir de piknik günü vardır
Hatta köyü vardır köy derken Karadere Harmancık değil
Tatil köyü vardır bizler giremeyiz girsek ağlarız
Ağlasak gülerler bize ağlasak kovarlar bizi
Dört çarpı dörtten daha değerli değil ki
Senin Cezbeli Güllerin senin metafizik aşı yapan dillerin
Şunu derken bile elveda diye
Kim bilir kaç okuyucu bir hafiye gibi
Tevili mümkün olmayan kesin sözlerimden
Kaç ihanet kaç idam çıkaracak!
Gümüş yüzük altına
Çarşaf pardösüye
Osmanlı rozeti Atatürk rozetine
Şubatta başka temmuzda başka eylülde başka
Renkler arasında benim bir sesim bir rengim vardı
El ele tutuşarak karakola değil idama yürümek bile vardı
Savunmalarımız hazır duruşumuz tamdı
Bir hocamız vardı yedi günde sekiz sürgün
Yine de adam gibi adamdı
Adı Muzaffer!
Bir kez gülerek şöyle demişti:
Allah incitmesin seni Memduh
Kör etmesin seni zaferler!

Şimdi bizim hikâyemiz bir nargile salonunda
Ya işe gireceklere
Ya işten çıkacaklara
Ya da en mühimi dönüyor ihaleye
Kendi soyluluğumuza tuzak kurmak gibi
Kurşun yüzgeçlerle yüzmek
Sağımız solumuz taş demir
Korkarak yaşayan bana benzer birinden
Bir saniye Kudüs bir dakika Arakan bir gün kimyasal silah
Her çarşamba Diriliş
Her Pazar piknik
Etkinlik etkinlik kalbe zaman kalmaz
Gündüz en küçük bir müsamahaya yafta
Gece Aliya dizisinden sonra
Sıfır üçlerde bir tivit:
“Biz de zalimlerden olursak zulme karşı savaşmamızın bir anlamı olmaz!”

Elveda Şair dostum Ejderha
Elveda kardeşim Ferhat!
Ahmet abiden bir mazlum yazısı bulabilirsek birlikte okuyalım
Ahmet abi bir yazı yazar mı mesela sonu
“Zulüm bizdense ben bizden değilim!”
Cümlesiyle biten?

Yanmaz kefeni kim buldu dersen
Kesin metafizik ve ruh düşmanı kapitalistin biridir derim
Maket Kâbe tavafı sırasında
Beş bin kişilik iftar sofrasında
“Külüm göğe savuralar” diyen
Yunus’un taşıdığı odunlardır benim kardeşim!
Ne kaldı ücrete tahvil edilmeyen
Yanan kefene sarın beni
Yeşile boyanmış cehalettin pazarında müşteri olmaktansa
Kefenimle yanayım!
Şiir bir hançer yaralı ellerimde!


***
İÇ YENİLGİ SONRASI












Hayır, aforizma döşeli meclislerinizin huzur yastıklarında
Dini törenlerinizin emin sohbetlerinde
Mitinglerinizin yaşa ve kahrol ekseninde de değil
Hiçbir yerinizde ve her köşenizde
Kırık bir cam, kesik elle tutulan bıçak gibi
Var oldum en kuytu köşelerde!
Hâlâ korkuyor şu öksüz çocuk
Hâlâ titriyor bu etnik
Ya da mezhepsel azınlık
Kalbinin nurunu yansıtmayan gözlerinizden!
Allah bu kadar yakın en günahkâra varsa günahsıza
Siz bu kadar bencil bu kadar kösnül arzular sonrasında
Kaplayın cenneti doldurun doldurun
Bir köşede ağlayan Ebubekir hürmetine
Ateşe yakın düştük biz suya hasret yine biz
Diğer kullara yer kalmasın diye belki
Sıddık oldu ve şanı idi Sıddık
-La havle vela  kuvvete –

Kaç disiplin hıçkıran bir çocuktan daha iyi anlatır
Kaç uzman anlar kafası yerde bir babanın toplumsal söylevini
Kaç anketörünüz var kalpleri ve gece yakarışlarını ölçecek
Kaç kale, kaç köprü bir insan eder?
- Elhakümüt tekasür/ Hatta zürtümülmekabir-

Şimdi bir güneşten bir beyaz daha düştü
Çok yağmur, çok İsrafil, çok çoban
Çok koca karı imanı gerek bana
Tutamıyor gökteki öfkeli taşları
Tutamıyor her kanadı bir filodan daha kuvvetli
Öfkeden göğe değiyor kanatları
-Ve ersele aleyhim tayren ebâbîl-

Dünya onların ahret bizim derken
En Emin en Adil’e
Basa basa yürümeyi öğrendik biz
Cesetlerin üstüne
Oğullarımız İngilizce biliyor kızlarımız piyano
Eşlerimiz mutlu aile seminerlerinde başköşede
Aile mi sahi bir kedi, bir köpek, bir araba, bir çocuk
Dedeler, nineler yaşlı bakımevlerinde
- İnnel insane le fi husr-

Takım galip, parti birinci
Yine mağlup dönüyoruz seferden!



***
MÜZMİN AĞRI


Dağdan geldim yanlız geldim
Keşke cepheden döndüm zamanlarında yaşasaydım
Kopan bacağımı kesilen kolumu
Bir de nemli gözlerimi gösterseydim
Belki daha erkek daha trajik
Ama mutlaka daha çok yakışırdı adıma
Belki o vakit
Gözlerin değneğim olurdu
Sesin kolumu tutardı kim bilir
Yetişirdi bir çaresiz aşk
İmdadıma

Bir yalnızlıktan geliyorum
Kırçıl bıyıklarım
Onlarca altı çizili mısra ve cümle
Keşke bir inzivadan geliyorum deseydim
Yani olsaydı yeryüzünde bir inziva imkanı
Saçlarıma bakar ağlardın kim bilir
Tahin pekmez yağ bal dürerdin sıcak ekmeğe
Ye de kendine gel çabasında
Bir ağaç en kuru damarından su alırdı o vakit
Dökerdi kuruyan tüm yaprakları
Yeniden dalgalanırdı kim bilir saçlarım da

Dünyanın tam ortasından geliyorum
Onlarca ses yüzlerce zımbırtı
Bir lokma bir hırkadan gelmek yakışırdı adıma
Yokluğun ve varlığın ötesinde bir ahenkle
Hiçlik makamında mesela
Ya da anne duasındaki
İtin oldum ürüyorum Ya Rabbi makamında
O mahviyet içerisinde
Bilmeden tasavvufi remizleri
Koca karı imanında kalarak
Dünyayı dünyalıkları dünyaya sığmayanlara bırakarak
Bir sepet içinde elma değil çay dolu
Bir yanında sepetin
Rayihalı tütün dolu
Paket mesajlar
Hazır gıdalar
Kiralık roller arasında
Bu hayal ile çalıyorum kapını
Hangi mavilik hür
Hangi belde bir nehri dur ile mahdut bilmem
Bildiğim
Dünyadan geliyorum
Eyvah
Vayh
Vayh
Vayh!


***
İNTİZAR















Öyle bir sev beni ki güvercinler kıskansın
Çiçek açsın en kuru ağaç bile
-Ki kalbimdir kuruyan ağaç-
İster tufan ol ister fırtına
Kadersizim diye severdi annem beni
Ey huzur tekkesi sev beni
Kaderim ol!

Yetim düşlerim göğe uzansın
At beni ateşe
Kerem misali
Ey benim Ötüken ormanım
Sevdanla koru beni
Bazı sürgün gibi sev
Bazı bir sürgünün
_Muhacir derdik eskiden_
Vatanını sevdiği  gibi sev
Ben yalnız adamım!

Balıkta gafleti arayan Hocanın
Dünyaya sığmayan ruhunu
Suda araması gibi ara beni
Olta at yem olmasa da düşerim ağına
Balık bizim Yunus'tan
Karakoç abimizden bu yana
Sırrımıza aşina!

Şimdi işim mi benim
Tarhanalık yoğurt
Yükselen dolar
Bir kalbe sarılmak varken
Bir şiir dinlerim Mehmet Yaşar'dan
Ne kayıp umrumda ne kazanç


Hem şiddet hem şefkat ol
Bağlamı olmasın beni sevmenin
Fırtına gibi zemheri ayazı gibi
Sivas'ın soğuğu gibi
Yak, kavur
Öyle sev işte
Keklikler nasıl ve niçin öterse
Buğday ve alıç nasıl biterse
Öyle sev
Hem himmet
Hem bereket ol!


***

K/öz














Hayır güneşi değil kalbimi istedi o Hintli bilge
Biz olmasak güneş doğmayacaktı  Hint'te bile

Hem Yesevi hem Yunus nefesi eşliğinde 

Dağa yönelen de bizdik

Dağca yalnızlığı sırtında taşıyan da 

Eksik yaşadık yarım kaldık gün oldu yanlış yerde kaldık

Güzel sevdik

İnandık sevginin saf ateşine

Taşa eğildik kendimize atmak için
Ateş çattık kendimizi yakmak için
-Siz günahsızdınız suçlu arıyordunuz-
Sokaklarınızdan geçerken
Ve kaldırımlarda yürürken 
Yapayalnızdık



Şiir sayfalarında altı çizili üç mısra 

Sever gibi öldüm 

Ölür gibi sevdim 

Başkalaşma savaşında değişmedi rengim



Yeni bir kuyu yeni bir kılıç

Belki bin Kasım tuttu çetelemizi Mollasından

Nereye koştumsa kader benden önce

Neyden kaçtımsa kör talih tutmuş yolu

Seni söylemeden şiirini okumadan

Biz yine hüzün açacağız yine ah

Geçmiş zaman her yerde hazır 
Bir hüznün biraz daha hüzün oluşu
Turna bakışlarına vurgunluğumdandır
Aşk varılası menzil değil 
Adı Leyla ise Mevla görülür 
Adı Mevla ise Leyla görülür 
'Gel hâldaş olalım Dost'a gidelim gel'




***
İKİ HOCAMIN BİRİ DÜŞÜNCE PİRİ: ALİ YURTGEZEN 


İlk Tanışma: Şair, yazar Mehmet Narlı ile aynı okulda okumuş olmam hasebiyle Kahramanmaraş’a tayinim çıktığında, 1990 yılının aralık ayında Mehmet Narlı” Seni bazı arkadaşlarla tanıştırayım, onların tarzı sana uyar.” diyerek Hasan Ejderha’dan başlayarak kendi has ve misyon ismiyle “dükkan ehli” ile tanıştırdı beni. O zamanlar Dolunay dergisi ve Türk Ocağı ve Kamu Çalışanları vakfı ekseninde bir araya gelen gönüldaşların oluşturduğu ve hâlâ da devam eden ehli dükkânın o zamanlar buluştuğu yerin adı ise Fotoğrafçı Mehmet Abi’nin Firavun Mezarı adı verilen stüdyosuydu. Kimler yoktu ki: Bahaeddin Karakoç, Muzaffer Gözükara. Ahmet Doğan, Hasan Ejderha, Mehmet Narlı, Savaş Kıyak, Hasan Keklikçi, Merhum Durdu Ergüven, Yunus Barman, Ejder Odunkıran, İsmail Göktürk, Fatin Başkan, Cüneyt Cesur namı diğer Başbuğ, Murat Yücel, İbrahim Arıkmert, Tayfun Göktürk , Engin Tuncay daha onlarca isim gelir giderdi.
İlk dikkatimi çeken şey koyu bir mizah havasının hâkim olmasıydı. Öyle ki saat sıfır üçlere kadar çoğu zaman üşüyerek oturulur ama Muzaffer Hocam üzerinden Ali Hocamın katkıda bulunduğu siyasi mizahlarla vakit erişirdi. Ahmet Doğan ağabey de o vakit daha “demokrat derviş” modunda değil “faşist bir muvakkitti” Geç gelen, erken kalkan hain muamelesine maruz kalırdı.
Sonra çok ciddi meselelerin tahlil ve terkibinin de yapıldığı bir fikir ve düşünce ekseni olduğuna dükkândan geçen herkes şahit olmuştur. Bazen ülke gündemi daha önce dükkânda mizahi olarak ele alınan bir noktaya gelirdi. Ve bu fikir, düşünce, milli ve manevi değerler merkezini, yazar, şair pozundaki insanların kalabalığından koruyan kesinlikle sigara ve çay olmuştur. Yazarlar Birliği unvanı sebebiyle müdavim olmak isteyen” acemi oğlanlar” bir gelir hem Ahmet Abinin faşist muvakkitliği hem sigara ve çay tesiri ile bir daha uğrayamazlardı.
Ali Yurtgezen hocam bu toplulukta ince yazı misali herkesin, ilk girenin hemen fark edemeyeceği bir hususiyete sahipti hâlâ da öyledir. Bendeniz bu toplulukta “Sivas’ın soğuğu” namına erişmiş bir fani olarak önce anlamaya çalışıyordum kim kimdir diye. Bir nesli İsmail vardı tüm kederlerimizin sembolü bir hocam vardı, Molla vardı, Savaş Hocam vardı, Tanrı’nın Türk’ü vardı. Unutulan çayların sahibi Mehmet Narlı vardı. Yani herkes kendi ismi dışında kişilik hususiyetine göre bir isme sahipti ki bu isimler çoğu kez Ahmet Abi tarafından verilirdi. Hâsılı kelam Ali Hocam tüm bu oluşun mimarı, kendini gizleyen bir ince yazıydı.
Öğretmenliği: Yaklaşık bir on beş yıl birlikte çalıştık. Kadriye Çalık Lisesinden Beyza Lisesine hem aynı zümre olarak hem de öğretmen müdür ilişkisi ile eğitim camiasında birlikte olma şerefine sahibim. Şahsen bu fakirin öğretmenliğinin harcında Ali Hocamdan çok iz vardır. Öğretmenin çapını anlar, eksiğini veya iyi yönlerini fark eder. Buraya kadar normal ama arızayı, eksiği giderme tarzı tam bir ahlakilik içerir. Eğer öğretmende eksiklik fark etmişse kendi hazırladığı notları verir ki öğretmen eksiğini gidersin, öğrenci mağdur olmasın. Birlikte çalıştığımız dönemde birkaç istisna isabet etmediği öğrenci olmamıştır. Bir öğretmenden öte bir inşacıdır. Öğrenci yazılı sorularından tut vakit hassasiyetine değin kültür ve medeniyet değerlerimiz bakımından yetiştirilir ama farkında bile olmaz. Ben Ali Hocamdan hareketle stajyerlik meselesinin doğru işletilmediğine çok hayıflanmışımdır. Belki eğitim sendikaları tayin terfi işinden eski öğretmenlerle yeni öğretmenleri bir araya getirip alternatif üniversite olma fonksiyonu üstlenirse bu arzum gerçekleşmiş olur.
Öğretmenliği sadece ders ve öğrenci ile sınırlı bir şey değildir. Yakınında olan herkesin zamanla düşünme, yorumlama, fark etme, farklı açılardan bakma gibi meziyetler kazandığı ise ehline malumdur.
Müdürlüğü: Müdürlüğü üzerine Muzaffer Hocam ile benim söylediklerimin ortasını almak gerekir herhalde. Derse geç girmek, erken çıkmak, hastalanmak, boş ders keyfi yaşamak mümkün değildir. Dersi çok olan bir öğretmenini hastalandığında saat beşten sonra hususen doktora götürdüğüne daha tehlike yokmuş şimdi ameliyata gerek yok diye hastayı rahatlatıp dersin boş geçmesini engellediğine bu satırların yazarı birinci elden şahittir.  Yılsonunda üç beş şiş kebap yedirse de bunun sene içinde hastalanmamak, geç gelmemek, dersi düzgün işlemek için okunmuş etlerden verildiğine hiç şüphe yoktur. Öğrenciyi milli hazine gören anlayışı ile nezaketi birleştirebilmesi bir emri ikinci kez tekrar etmeyi hem kendine hem muhatabına hakaret sayması ayrı bir özelliğidir.
Arkadaşlığı: Dışardan bakan birinin bu kişi ile Ali Bey’in ne ilgisi vardır diye düşündüğü kişilerin tamamında belirgin bir meziyet olduğu aşikârdır. Arkadaşlığı daha çok Savaş Hocam, Muzaffer Hocam, İlker Bey, merhum Durdu Ergüven hoca ile görünür. Onun dışındaki kimselerde Ali Yurtgezen kelimenin tam anlamıyla Hoca’dır! Muzaffer Hocam ve Savaş Hocam ile olan arkadaşlıklarına tanıklığımız nispetince söyleyeceğimiz şeyler var muhakkak. Savaş Kıyak hocam ile Ahmet Doğan abi doğrudur, dürüsttür, cesurdur, samimidir ama mesele Ali Hocam ile Muzaffer Hocamın arasında geçen bir mevzu ise ikisinin de adaleti şaibelidir. Öyle ki Muzaffer Hocam artık çınardan, ardıçtan, demirden kısacası nebat ve cemattan tanıklara mecbur kalmaktadır. Kendine hak bildiği her şeyi önce arkadaşına layık gören tasavvufi bir derinlik içeren bir arkadaşlıktır onlarınki. Ve öyle yakışırlar birbirlerine ki biri olmadan diğerini düşünemeyiz bile.
Öğrencileri: Elbette her yaştan, her meslekten öğrencileri vardır. İlk keşfi Muzaffer Hocama ait olmakla beraber dükkânın bir yerinden geçenler bilir ki Ali Hocamın talebesi İsmail Göktürk ‘tür. Muzaffer Hocamın gerekirse kavgaya koşacak celadeti ile Ali Hocamın her hasma mukabele edecek fikir tarafı İsmail’de tecessüm etmiş gibidir. Muzaffer Hocamın kızarak, huylanarak dairesine aldığı öğrenciler nasibi varsa bir şekilde dükkânda kalır Mehmet Yaşar olur, Fazlı Bayram olur, Ahmet Eralp olur. Tayfun’dan Ahmet Abi ve büyük hocalarımıza değin türküden, çaydan, vatandan, milletten, İslam’dan, Türk’ten öyle bir kimlik inşa eder ki her biri bir uç beyi olup çıkar. Bunun lise ayağında Muzaffer Hocam, üniversite ayağında İsmail Göktürk vardır ki Ali Hocamın Semerkant ve Mostar yazılarının varlığı inkâr edilemez. Diyarbakır’dan Somali’ye, Bosna’dan Trabzon’un Of ilçesine uzanan bir gönül coğrafyası nakışıdır ortaya çıkan uç beyleri!
Fikir Adamlığı: Günlük olanın, siyasal olanın cazibesine takılmayan ender insanlardandır. Tefsir ve hadis okumalarında, sahih kaynakları hatmetmekte önemli bir şahsiyettir. Söz kendine gelinceye kadar ilk bakışta konuşup konuşmayacağı hususunda bile tereddüt uyandıran biri izlenimi bırakırken söze başladığında kendisinden önceki konuşmaları lafu güzaf derecesine düşürüp kendinden sonrakileri de “Ali Bey’in dediğine katılıyorum.”  noktasına getirir. Muhakemesi zaman zaman hocamın sade mizahlarından müstefit ise de Ali Yurtgezen milli, islami edebi kaynaklarımızın yerini, misyonunu, günümüze uzanan kısmını doğru tarif eden sade bir düşünürdür.
Beşeriyeti: Dostlarının, talebelerinin, akrabalarının kederine, sıkıntısına ortak olan biridir ama kendisine ait kederleri saklı tutar. Muzaffer Hocam ile paylaşır mı bilmem ama ben on beş yıllık mesaidaşlığım ve yirmi altı yıllık arkadaşlığımda kendine ait bir problemi dile getirdiğine şahit olmadım. Verdiği zaman rahat eden biridir. Zaman zaman basit ikramlara misliyle mukabele ettiğine şahidim. Bayramlarda Savaş Hocamdan başlayarak gurbette yaşayan arkadaşlarını ziyaret etmek gibi bir inceliğin de sahibidir.
Hasan Ejderha dostumuzun araştırmaları ile folklardan da anladığını biliyoruz. Resim, güzel yazı, mizahi hece şiirleri, karikatür gibi maharetleri usta bir nasir oluşunun yanında gölgede kalsa da yok sayılamayacak seviyededir.
Muzaffer Hocamın Türkiye’nin her sorununa Ali Hocamı bir çare olarak sunması dikkate değer bir husustur. Evet,hocamın dostları ile ilgili bir tutuculuğu vardır ama Ali Hocam hususunda gerçekçi olduğuna Tayfun’u, İsmail’i, Başbuğ’u, Narlı’yı, Keklikçi’yi, Ejderha’yı, Fazlı’yı, Mehmet Yaşar’ı, Murat’ı, Musa Abiyi, Fatin Başkan’ı, Eralp’i, Ferhat’ı, Mustafa Hançer’i, Hacı İbrahim’i, Doktor’u ve ismini anamadığım genç kuşak dükkan ehlini şahit gösteririm. Savaş Hocam ile Ahmet Abi’yi hariçte tutuyorum çünkü onların Ali Hocamla ilgili adalet anlayışlarında şaibe olduğu tevatür derecesinde gerçektir.
Sözü şiire bırakalım:
Ali
Keskin bıçaksın Ali
Biz tutamıyoruz seni
Sen çıbanlarımızı kes!
Harlı ateşsin Ali
Biz yaklaşamıyoruz
Ama sen kuru yanlarımızı yak
Kül et bizi!
Dalgalı denizsin Ali
Biz boğulmaktan korkuyoruz
Sen yıka bizi!
Madem Ali’sin
Sev bizi
Anla bizi
Çoğalt bizi!
Herkese bir Ali düşer
Bakışı derin, kılıcı keskin!
Biz de Ali’ye sayılırız,
Töremiz
Tuğramız,
Hocamız
Sevgimiz Ali!


***
KÖTÜ MATEMATİK


(B.ye muhabbetle)

Koordinat düzlemi sanki kader
Eksi olan eksi, artı olan artı
Zaman bana geç sana erken
Korkusuzca yer alabilirdim eğer
Bilseydim bir taktik
Geçebilseydim üçüncü bölgeden
Hem ben eksideyim
Hem zaman
Halden anlar mı kötü matematik

Dünya uğultusunda
Bankaları, tahvilleri ve kâr paylarını
Eşyanın gölgesinde bırakıp
Aşkı kurtarınca
Yangında kurtarılacak ilk yerine
Şaşakalır matematik
İnsan çıkardıkça kalbini örten giysiyi
Soyundukça dünya kirinden
Daha çok çoğalır.

Bu huzur hali deli ediyor beni
Ne kadar kötücül gidiş varsa dünya üzerinde
Es geçilirken yetimin hıçkıran sesi
Topladıkça yoksullaşanların
Üzerinde bir kılıç gibi
Tekasür suresi

Bin çile, ıstırap, kederin en yücesi
Bölünmüyor şair matematiğinde
Yine çoğu bize düşüyor hüznün
Bölünse de bölünmese de

Bin artı bir
Bin bir
Bin eksi bir
Dokuz yüz doksan dokuz
Verdikçe büyüyor insan
Gönle alçak bile eklense
Olur, alçak gönüllü
Hesaba yenik düşer analiz integrali

Sıfırı aşamıyor felsefe ve şiir bile
Aşk ve hüzün çarpı yoksulluk
Sıfır yazmaktan tükenir uç
Gammaz ve kaypak; hain ve korkak
Toplanırsa parayla
Kahreder şairi sonuç

***
ATEŞİN RENGİ














Düştük eşya telaşına, gönül mülkü talandır,
Senden sonra bize kalan; ahtır, figandır.

Gel demek ne mümkün davetlerin hasıyla,
Hanemiz dağılmış, dilimiz perişandır.

Dedim-dediye düştük, cihanda düşe düşe,
Âleme nizam vermek belli ki gümandır.

Hangi odun, hangi ateş Yunus kıla halimizi,
Geldik bir cihana ki devir ahir zamandır.

Gözlerde dünya tozu, gönüller çöle dönmüş,
Mecnun’lar çölde kayıp Leyla’lar yalandır.

Gözyaşının resmi var, rozetler sıra sıra,
Aşk da hakikat da kâr uğruna talandır.

Bahtına hüzün düşer aşk yolunda olanın,
Arşı tutar feryadı, ahı pek yamandır.

Dünya cefasını devraldım Kerem’den,
Şiir, içimdeki kordan yükselen dumandır.

Memduh, sözü eğri söyle ve dahi büğrü söyle,
Bir pazar kurulmuş ki doğru demek ziyandır.




***
EVE DÖNEN DEĞİL EVDEN AYRILMAYAN ADAMLARIN YAZISI



Hiç tatile gitmedim.

Bulunduğum yerlere daima “mekânlar insanlarla şendir” hükmünden baktım. Ruhum elbette hicretler içerisinde yaşadı. İnsandan insana, mekândan mekâna bir sürgünlük hali peşimi bırakmadı. Mekân salt mekânlığı ile önceliğim olmadı, kutsal beldeler ve farz olan ziyaret yerleri hariç. Etiler’in, Bebek’in ya da Nişantaşı’nın beyazların ve beyazlığa özenen yazarların yazılarına konu olan restoranları ve eğlence yerleri zerrece merakımı uyandırmadı. İstanbul’un seyyar balıkçısını, seyyar çaycısını ve pilavcısını; beyazların, iç turistlerin gözde mekânlarına tercih edeceğim aşikar.

Kuş cennetini görmedim, görme isteği de duymadım. Görmeden yana zayıf, anlama çabasından yana kuvvetli bir yanım beni daima bulunduğum yerde tuttu. Ancak her gece, her seher, her yorgun ikindide yüzlerce, binlerce turna havalandı gönlümde. Ruhumdan havalanan turnaların kıskançlığı mı desem Kuş Cenneti merakımın olmayışı? Belki diye geçeyim bu satırları da.

Ağrı Dağı’nı coğrafyanın söylediği yükseklik bilgisinden öte bilmedim, görmedim. Ama Ahmet Muhip Dıranas’ın şiirinde yaşadım. Zaten her münzevinin kendi içinde yaslandığı bir dağ yok mudur? Şairin bana getirdiği Ağrı Dağı “Bir ucu Allah'ta ve sende bir ucu/Başlıyor serüvenlerin en korkuncu:/Gökyüzüne doğru yürüyen yeryüzü/Barıştıran sınır geceyle gündüzü” camit dağın çok ötesinde duruyor başı dumanlı olarak.

Paris’e ve Roma’ya haritadan bakma zahmetine bile katlanmadım. Ama Balzac dost mesabesinde Umberto Eco tanıdık olarak yakınlarım oldu.

İçimde daima bir Türkistan çağıldadı, ata yurdu özlemi coştu ama Cengiz Dağcı, Cengiz Aytmatov, Bahtiyar Vahapzade gibi millettaşlarım ve Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi üstatlarım ‘Can Ocağında Pişen Aştan’ sundukları ile yine beni bu topraklara bağladı.

Çin mutfağı deyince midem kabardı İtalyan pizzası deyince zerre ilgimi çekmedi. Kuru fasulyenin dostluğu, bulgur pilavının lezzeti, usulünce demlenmiş bir Çaykur çayının lezzeti gavurun spagettisini de suşisini de, neskafesini de solda sıfır bıraktı.

Kendi memleketini turist gibi gezmeyi doğru bulmadım. Kaderin bana yazdığı yol hikayeleri çerçevesinde uğradığım şehirlerde de candan bir dost yoksa yalnızlığı yaşadım iliklerime kadar. Otel ve lokanta kıskacının kendi memleketimde bile ruhuma dokunduğunu hissettim daima. Başka bir ülkenin vatandaşı olmak, başka bir ülkeyi özlemek, düşlemek durumuna çok yabancıyım.

Beethoven ve Mozart hatta adına şiir yazdığım Lorenne Mc Kennit Hanım bile “Taşa verdim yanımı toprak emdi kanımı” veya “ Bilmem tecelli mi yoksa ki kader/Beni bir vefasız yâre yazmışlar” türküsünün bir esintisi kadar yer etmedi yüreği sesle dolu bu satırların yazarına.

Elbette mülk Allah’ındır, elbette insanın seyahat arzusu vardır. Dünyayı bir turist mantığı ile gezmek hele hele şimdilerde bunu dijital bir karnavala çevirmek bana çok uzak. Bir insanın kalbine bakmayı, bir insanın gönül mülkünde fotoğrafsız yer almayı yüzlerce mekana tercih ederim.

Bu bir kedi ciğer meseli olarak da alınabilir, ölünecek yerde yaşama çabasında olanların ölüm saatini unutmak için Eyfel Kulesini ve Roma Tapınağını kendi resmiyle yan yana getirme ve böylece unutuşun sarhoşluğuna; doğum gününden, mezunlar toplantısına, tatilden, pikniğe yeni şaraplar ekleyen turist insan tipine bir reddiye olarak da ele alınabilir.


Ey sevgili, usulüne uygun bir çay demle de geçmeye geldiğimiz yerin kalıcı gezginleri olmamaklığımızın onuru ile içelim!

***
YAKIŞTIM BEN AŞKA















Ben bir yalnızlığa yakışıyorum, bir korkuya
Ben bir türküye yakışıyorum, bir yola
Ben bir küskün ve kırgın ırmağa akıyorum
Ben bir…
Sana.

Ben bir çaresizliğe yakışıyorum bir küsmüşe
Ben umut diyarından kaç kez dönmüşe
Geceye yakışıyorum en çok, kül olan cana
Ben bir…
Kurbana.

Ben bir talana yakışıyorum savaş sonrası
Ben bir ölüme yakışıyorum, bir zindana
Ben bir şehir körebesi, bir itiraz tekkesi
Ben bir…
Dağa.

Ben bir yine mi kız diyen babanın dudağına
Ben bir askerin tabutuna yakışıyorum
Ucu telli mektuplara, saçak altlarına
Ben bir…
Eski zamana.

Ben bir barakaya yakışıyorum, bir gecekonduya
Ben bir sürgüne yakışıyorum bir yokluğa
Trenlere ve kamyon kasalarına
Ben bir…
Tahta bavula.

Ben bir muratsız giden yiğitlere
Babasız bayram eden çocuklara yakışıyorum
Ben bir hüzün bulutuna yakışıyorum, bir dolunaya
Ben bir…
Rüyaya.

Ben bir Maraş’a yakışıyorum, bir Bitlis’te beş minareye
Ben Erzurum’a yakışıyorum, Sivas’ın ayazına
Ben bir gençlik ölümüne yakışıyorum
Ben bir…
Celal Oğlan’a.

Ben bir Kerbela’ya yakışıyorum bir Yemen türküsüne
Ben bir sevdaya yakışıyorum Türk İslam ülküsüne
Hıra Dağı’nın çakıl taşlarına yakışıyorum, Tanrı Dağı’nın eteklerine
Ben bir…
Ölümlerin en önüne.

***
GAZEL















Saat susar, gün susar, gün gelir an konuşur,
Dil susar, göz susar, gün gelir can konuşur.

Ay dolanır, mevsim geçer; çatlar sabrı sükûtun,
Açılır ses vermeyen kapı, şafakta tan konuşur.

Yumuş oğlanları pervane kesilirken erke,
Bir er kopar Oğuz’dan, aslan konuşur.

Yağlı urgan, dilsiz cellât, peşimden koşar iken
Bu ne müthiş duruştur, meydan konuşur.

Kaç kılıç geri tepti, kırıldı kaç kılıç,
Edep eder âşık, kalkan konuşur.

Bir sır ki desem biter esrarı,
Dile gelse kalbim, volkan konuşur.

Bunca hata, bunca günah sayarken zahit
Sönmez umudun ışığı, Rahman konuşur

Sanma ki söz ustasıyım yolunda senin,
Dilsiz bir biçareyim, kurban konuşur.

Senin çağırdığın yokluk sofrasına talibim,
Âşık sözden arınıp üryan konuşur

Seni seven olmak nişandır bana,
Memduh, bu demde unvan konuşur.

***
 ŞİŞMAN KADINLARA ÖVGÜ











Saçlarımızı şişman kadınlar yıkarlardı
Azığımızda yağlı, ballı ekmek kocaman
Ne fitnes bilirlerdi ne bu denli fitne
İyi günlerdi, o günler oğlum Osman

İki dedikodu için toplanıp komşu evlerinde
Sonra “olanı söylüyorum” ile günahtan kaçarlardı
Söyleyemedikleri ne çok sözleri vardı bilseniz
Dökemedikleri ne çok kurtları

İnek, tarla, çocuk, bir de zalim kaynana
Boyalı avratlara gönlü düşen hayın koca
Felek bütün kederleri toplayıp gelse
Karşı koyardı bir yağlı bazlama

Öylesine itaatkâr, öylesine munis
Kelime bilmez içten severlerdi
Herifi göçmüşse ahiret yurduna
Gurbetten dönecek gibi beklerlerdi

Hamamda, düğünde, bazlama şöleninde
Kam alırlardı fani dünyadan
Şişman olmasına şişmandılar ama
Bir çınar serinliği vardı gölgelerinde

Ana gerek hatundan ki bey çıkara çatından
Çok beyler geçti, irfan tüten tezgahlarından
Delisi, hayırsızı, avaresı olurdu amma
Hain çıkmazdı cennet kokan kundaklarından

Şimdi bir fitnes, bir fitlik,bir sıfır beden
Bir gramda dünyasına kahreden
Geçen yazki kıyafetini giyemediği için
Ölümlerden dönen

Meseleyi, türkü senin lehine halletmiş
Hasetle “oy şişman’ım” diye vururken saza
Aldırma ,diyetini hayatımızdan alan diyetisyene
Can boğazdan gelir güzelim şişman Ayşe

Bir derde daha deva olduk oğlum Osman
Bu gece rahat uyusun şişman teyze
Bedenine hapsolan çıtkırıldımla
Nasıl hazırlanırız seferberliğe?



***
ÇAYIN İZZETİNE SELAM OLSUN!


Rivayete göre Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri kendisini talebelere dağ çayı toplatmakla itham eden zahir ehline şöyle bir beddua etmiş: "Kim çayın izzetini inkâr ederse ikram bulmasın!" Elhak bulmasın azizim! Bu rivayetlerde asla değil fasla bakılır hikmetince biz dahi fasla bakalım ve çayın izzetini yâd edelim.

Çay izzeti ile artık sohbetin yerini almış durumda. "Gel bir çay içelim" daveti alınmışsa mutlaka bir dostun, bir arkadaşın gönül kapısını aralamanın vaktine besmelenin vakti erişmiştir. Öyle ki biri dolup biri boşalırken bardakların -her bardak bir gönülden kinaye- aslında gönül dünyamızın dosttan aldıkları ve dosta verdiklerine bir remiz yok mudur?

Gurbette, yalnızlığın koyu demlerinde, kalabalık içerisinde bir nokta iken diğer insanlarla aynı olduğumuzu ya ibadet mahallinde ya da çay molasında ifade etmiş oluruz. Belki çoğu özünden saptırılmış müştereklerimize göre bu memlekette çay da ciddi müştereklerimizden biridir.

Soğuk kış günlerinde buharı üstünde bir çaydan başka bir şey midir ev dediğimiz hususi cennetimiz? Şekerin çayda kaybolması, tütünün çayla yekvücut bir vaziyette dimağı tetiklemesi olmasaydı çoğu şiiri, yazıyı okuma imkânımız olabilir miydi?

Tarikat-ı Nakşî’de gizli zikir evla olduğu için kaşık ses yapmasın diye ihvanların arasından şekeri kıtlamalık hale getirmekle vazifeli dervişlerin olduğu kaynaklarımızda var.

Zindanda uykusuz gecelerin, kahırların, dertli türkülerin eşliğinde "Karıştır çayını zaman erisin/Köpük köpük duman duman erisin" diyen zatın kederi kimsenin meçhulü değil elbet.

Anlama çabasının, oluş cehdinin bir araya getirdiği yoldakilerin manevi yakıtı da çaydır elbet. Sohbet ya da zikir anında uyuyana rastlanır elbet ama çay faslında gözler açılır, uyku ve gevşeklik çayın asker selamına mecbur kılar üşengeçleri ve uykucuları da. Sanki "kalk" borusudur çayın kokusu ve kaşık sesleri.

Her meslek, her meşrep, elbette çayın ele, göze, damağa ve dimağa yayılan iksirinden nasiplidir ama çay şehir olarak İstanbul'da içilirse bilhassa güzeldir, uğraş olarak şair ve yazara, hal olarak da aşk ehline bilhassa münasiptir. Merhum Esat Hoca "Irmağı geçerim, denizi geçerim, çayı geçemem" nüktesiyle çaya ayrıca bir rütbe daha takmıştır.

Çay siteme de eşlik eder kimi zaman. "Bir çay bile ikram etmediler" diye sokrananları duyduğumuz olmuştur. Bu ifadede çayı küçümsemeden ziyade ikramın ilk ve en mühim, en asgari sınırını ihmal etmenin kabalığına bir gönderme olduğunu görmek mümkün.

Çayın nasıl demleneceği, hangi çayın kullanılacağı ustalık meselesidir elbet. Her yiğidin yoğurt yiyişi hesabı çay demleyişi de farklıdır. Ancak yiyecekler, içecekler arasında sıcaklıkla bayatlığını gizleyen ender nimetlerin biridir çay. Terminal çayları gibi kötü demlenmiş ve bayatlamış da olsa sıcak su ayıbını örter çayın.

Çay, uykusuz, yalnız, acılı, yaralı gecelerde insana bir yâr gibi sarılması ve insanın içini ısıtmasıyla cidden sohbete ve dostluğa değen nadir bir nimettir. Ramazan gecelerinde iftarın ve sahurun en nazlı, en güzel iki tadından biri çaysa diğeri hal ehline malumdur, tekrar gerekmez. İngiliz’in soğukluğu bizim sıcaklığımız da çayla ilgilidir dersem mübalağa sayılmasın.

Çay hem sese hem sessizliğe uyum sağlar. Ses ise kaşığın ritmini, sessizse keklik kanı görünümüyle çeker dildaşları efsunlu iklimine. Gecenin, gündüzden taşıdığı bulanık hayat suyunu bir çay içimi süresindeki uzlette temizleyelim. Ve yarına insan olarak çıkma umudunun bitmemesi için, çayların gönüllere hakikat içeren sözlerle, iyiliği emredip kötülükten sakındıran dostların kardeş sıcaklığı ile akmasını dileyim.

Üstünlüğünü başkalarının eksikliği üzere kuranlar dışında herkese benden çay,

Çaylar benden, dostlar, arkadaşlar, kardeşler!





***
BU BİR ÇAĞ DIŞILIK ÖZLEMİ YAZISIDIR!

Sesler, çok karmaşık; sesler, çok korkulu, sesler çok şehvet taşıyor ve ölü kardeş eti çeviren evrâaç misali kararmış, paslanmış ve ürkütücü...

Gel, sükût altın diyen çağa dönelim!

Evrak dolu kucaklar, görüntü budalası olmanın boşluğuna aldırmadan, anneler, nineler, bebekler bile yüzlerce resimle sergilenir, göze nazara bakmadan; mahremiyeti düşünmeden. Her şey gösterilmek için varmışçasına, ya da gösterilmek için yaşanıyormuşçasına bir görüntü fetişizmine duçar durumdayız.

Gel, yarısı yırtık resimlerin üç noktalı mektupların kalbin üstünde taşındığı zamana dönelim!

Felsefesi dünya, hikmeti peşin menfaat olan bir zihniyetin musikisi elbette birtakım seslerin ve aletlerin gürültüsü içerisinde ulvi hüzünleri değil, geçici hazları dillendirir. Kof, kaypak, anlamsız ve hayalsiz bir musikinin gürültüsü, fıtratın iç sesini uyandıran ve bizi saflığa, mistik vicdana çağıran sesin metafizik derinliğine müntakimane saldırıyor.  

Gel, bize hüzün çalan plaklara dönelim! 

Geceyi, gündüzün pahalı şamataları ile kirleten bu doyumsuz hız ve haz çağının ışıkları aslında ruhun ağlamalarını örten bir deccal efsunu. Gece, gündüzden düşen çığ ile, hazzın altında nasıl da ağlıyor bir bilsen. Eller, kadehten, klavyeden, akıllı telefon tuşlarından öylesine bizar ve semaya doğru açılmaya o denli muntazır iken Allah'a açılmaktan uzaklaşmış ve küçük ve ani bir ayartının tahakkümüyle böylesine kapanmışken

Gel, ağlanan, döktüğümüz gözyaşlarından yıldızlar çoğalttığımız, görüntüde karanlık ama içte aydınlık taşıyan gecelere dönelim!

Sevip de diyemeyen, deyip de vuslata eremeyen, her daim yüreğindeki derin mağarada sessiz tufanlar yaşayan bir 'iz’den, böylesi bir 'biz'den; tensel bir koşuya, cazibe yaftalı şehvete dönüşen müşterek sıfatlı hayatların baskısı içerisinde, kahırlı ve kederlisin adaşım.

Gel, çoban çeşmesinin taşına bağlayalım atlarımızı, suyla birlikte akalım dağ tepe demeden! Yalın ayak, atsız pusatsız erlerin ilkelliğine dönelim!

Bu beton binalar, bu soğuk yapılar; kebaptan, piknikten, çocukların okulundan ve inanç ambalajlı kokteylden oluşan apartMAN çıkmazını sunarken senin serazat ruhuna, sen taş yapıların inşadan değil ibadetten mülhem mimarisini minyatürde bile arar durumdasın adaşım.

Gel "evleri balkonsuz yapan mimarların alnından öpmeye" gidelim.

Varlıkta dost, makamda yaren olup da gam ve kederde  "ha o mu ..." diye cümleye başlayıp uzatacağı eli çekmesi bir yana hazır yaftalarla dostunu, arkadaşını, yoldaşını sahipsiz bırakan, paralı ama parasıyla ruhundaki uşaklığı gideremeyen borsacı, arsacı, parsacı ve üstelik bir de hacı zevatın arasında her gün zelil bir örnek daha eklerken hafızaya "Ebubekir'in evinden boş dönmesi uygun olmaz" deyip kafirden ödünç alan ve kardeşini boş çevirmeyen inceliğin hasretinde kahrın belli adaşım.

Gel, onların değer verdiği şeylere Allah bize değer verdirmesin diyen pirlerin dergâhına dönelim!

Evet, bu bir çağ dışılık özlemidir. Reel ve politik olandan, her şeyin yarar ve zarar ekseninde ele alındığı dünya pazarından, piyasadan, siyasadan "SONSUZLUK KERVANI PEŞİNİZDE BEN/ÜÇ ADIMLA GEZEN TOPAL BİR KÖPEĞİM/BASTIĞINIZ YERLERİ TAŞ TAŞ ÖPEYİM" rütbesine eresin be adaşım!

Erelim be adaşım!

ÇAĞDAŞLIĞIN PİAZZASI ONLARIN ÇAĞ DIŞILIĞIN MAĞARASI BİZİM OLSUN!



ÇAĞDAŞLIĞIN SERTİFİKASI ONLARIN ÇAĞ DIŞILIĞIN CAHİLLİĞİ BİZİM OLSUN!





***

KIRIK AYNA ROMANINDAN NOTLAR -1,2,3,4


KIRIK AYNA ROMANINDAN ALINTILAR-1

Romanın başkahramanı Hüsnü Cemal Hoyrat, dostu, kardeşi, talebesi Ali Seyfi ile konuşurlar. Ali Seyfi "Ağabey, her dönemde şimdiki arızalar yok muydu?" Hüsnü Cemal "Elbet vardı Ali'm. İnsanı saptıran duygular her zaman vardı. Babamız Âdem’den beri. Ancak insanın özünden çok uzak düşmediği dönemlerde ayna kırık değildi. Toplumsal arızaların yansıdığı bir ayna vardı ve insanlar bu aynaya bakarak kendini düzeltirdi. Şimdi her grubun, her cemaatin, her teşkilatın aynası var ama kırık. İnsanlar bu kırık ayna ile kusurunu görmeye değil ötekinin kolunu kanadını yaralamaya çalıştığı için hakikatten uzaklaşıyor."dedikten sonra bir yudum daha aldı çayından.

Ali Seyfi yine kalbinin ve kafasının derinlerinde sorudan ziyade kedere dönüşen bir alana daha girdi. Resimleri, isimleri, rozetleri hakikatin ve fikrin önüne koyduğumuzu ve yok ettiğimizi söyledi. "Sezai Karakoç mesela şiirlerini, sözlerini kullanıyoruz ama şikâyetlerini görmüyoruz" dedi. Hüsnü Cemal aslında Ali Seyfi gibi düşündüğü halde Seyfi'nin ötekileştirme tuzağına düşmemesi için Seyfi'ye dönerek  "Kardeşim bir kötü veya kötülük gördüğünde iki tavır vardır: Ya o kötüye ve kötülüğe tahammülsüzlüğün seni nefsini, öfkeni tatmin için sertliğe götürür ya da fenalığın terk edilmesi için adaleti ve merhameti esas alan bir dil kullanırsın; böylece ontolojik olarak merhamet etmenin bereketiyle ıslaha memur olursun. Bak Allah Musa'ya güzellikle tebliğ etmesini öğütlemiyor mu?" dedikten sonra sigarasından bir nefes çekti ve sustu. Ali Seyfi artık hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanmaya başlamıştı. Ne vakit öfke seline kapılsa Hüsnü Cemal daha gönül merkezli bir pencereyi açıyordu ona.

Ali Seyfi bu kez de Hüsnü Cemal'in ismine dair konuşmak istedi. "Ağabey, zıtlar birleşmiş isminde. Hüsnü Cemal Hoyrat çok seçilmiş bir isim değil mi?" Hüsnü Cemal kalbine mukabil kalp bulunca coşardı. Yine öyle oldu."Alim bak sen hem Ali hem Seyfi’sin. Ben de Hüsnü Cemal Hoyratım. Zıtlık sadece adımda değil ki. Yaratılışımızda. Bir yanımız bahar, bir yanımız kış. Bir yanımız Yavuz, bir yanımız Yunus. Bir yanımız öfke, korku, dünyalık; bir yanımız aşk, sevda, dostluk ve gözü karalık."
Hüsnü Cemal şöyle düşündü :"Kim ki yalnız kaldığında iç denetimi, yazıcı melekleri unutuyorsa bu kimse kanunun görmediği yerde her şeyi yapacak bir potansiyel taşıyor demektir."

Hüsnü Cemal çok sert baktı Şule’ye. Çünkü Şule ince yazıyı okuyamıyordu. Kadınlığı sadece dişil bir keyfiyet sanıyordu. "Bak Şuleciğim kadın sadece bir cinsiyet olarak yoktur benim dünyamda. Kalbimin öteki yarısı değilsen bir anlam taşımazsın nazarımda. Öteki yarım olmak ne demek biliyor musun ben demeden anlaman, ben söylemeden duymandır. Yani ben olmandır"

Hüsnü Cemal "Anlamaktan bana ancak ağlamak kaldı" deyince Leyla'nın kalbinin küt küt attığını hissetti.

Hüsnü Cemal artık usanmıştı güzel adam teranelerinden. "Paris'te Nuri Pakdil anması yapılıyorsa bir problem var güzellerinizde efendim. En cahil halkta bile Batı Frenk'tir ve frengi hastalığı Batı'ya nispet edilir. Siz güzelinize Kudüs güzellemesi yaparken yolunuz Paris'e çıkıyorsa sizin olsun güzelliğiniz. Yedi güzelin biri de Dostoyevski hafızı maşallah. Bizim ilkokul mezunu Abdurrahim Karakoç'un şiirleri HAK YOL İSLAM YAZACAĞIZ DERKEN sizin kekemeliklerinize örnekler sıralamayacağım. Haydi, kara siyasadan, klas duruştan vekil ricasına düşmüşseniz Bahri Zengin'den bir özür dileyin de seveyim sizi"


KIRIK AYNA ROMANINDAN ALINTILAR -2

Hüsnü Cemal çok sevdiği Murat Hocanın sözlerini gün boyu tekrarlayıp durdu "BİR SEVDAYA DÜŞMÜŞ OLMAK BAŞKADIR, BİR SEVDAYA DÜŞMÜŞ DEMEK BAMBAŞKA" Bazen çok sıradan bir sözde adeta insanlığın trajedisini yakalar, bu duyguyu karşısındakine aktarmak ister, karşıdan aynı hassasiyeti görmezse "KEDERSİZ İNSANDAN DAHA KADERSİZİ YOKTUR" derdi.

Murat Hoca ne hikmetse kızarsa güzel konuşurdu. Yine kızmıştı emin cephe savaşçılarına "KARDEŞİM, BUNLAR DAVA ÖRTÜSÜYLE ELDE ETTİKLERİ İMKÂNLARI VE GÜCÜ SAVUNUYORLAR. İMAM HATİPTE ATATÜRK ELEŞTİRİSİ, KAHRAMANMARAŞ’TA PKK DÜŞMANLIĞI GİBİ KOLAYCILIK BUNLARIN YAPTIKLARI. HANGİ TELEVİZYONU İZLİYORSA ONUN ETKİSİNDEKİ BU ADAMLARLA MEDENİYET YÜRÜYÜŞÜ YAPILAMAZ. KREDİ KARTLARI VE LÜKS TUTKUNLUĞU DEVRİMCİ RUHU PERDELİYOR."deyince ortalık buz kesmişti.

Leyla gözleri iki çeşme yakarıyordu Kadir Gecesinde. Onun için evlilik bu nimeti bilmeyenlerden çok daha derin anlamlar içeriyordu."ALLAHIM BEN NASİHATÇİ İSTEMİYORUM BANA ELİMİ TUTACAK, YÜREĞİMİ ISITACAK, KURU SİMİTİ BENİMLE PAYLAŞACAK BİR EŞ VER DE DÜĞÜN DAVETİYELERİ VE DAVUL ZURNA SESLERİ YAKMASIN İÇİMİ. BİR ÇOCUK ANNE DESİN YETER ALLAH'IM "

Hüsnü Cemal tam bir kompleks olan yeşil popa tahammül edemiyordu."HER COĞRAFYANIN BİR SESİ BİR SÖZÜ VARDIR ARKADAŞ. TÜRKÜ BİZİM ACIMIZ, KAHRIMIZ, DERDİMİZ, HASRETİMİZDİR. EKİN İDİM OLDUM HARMAN TÜRKÜSÜ KADAR YÜREĞİMİZE DEĞEN NE VAR ARKADAŞLAR. BAK ŞU SÖZLERE.

ekin idim oldum harman
düşürdün aşkın narına
karıştırdın küle beni 
atın yolun kenarına 
yar geçtikçe göre beni 


kırda meleşir kuzular
derdim çok yarem sızılar
gönül sevdiğin arzular 
götürsünler yare beni 


ecel gelir hak'tan ferman 
can çekilir kalmaz derman 
ekin idim oldum harman 
savursunlar yele beni 

ali rıza'm sızlar yara
gülistandım döndüm hara 
çekiverin zülfikar'a 
kılsın pare pare beni

HEPİMİZİN ACISINI TOPLASAN BU TÜRKÜDEKİ ACIYA DENK GELİR Mİ?"


KIRIK AYNA ROMANINDAN ALINTILAR -3

Hüsnü Cemal cami cemaatiyle anlaşamıyordu. Evden zorunlu gidişe tabi tutulan ihtiyarlar heyetinin ılık havalarda bile beş altı klimayı açtırmasına sinir olmuştu bir seferinde."ALLAH AŞKINA EVİNİZDE EN KÜÇÜK BİR LAMBAYI BİLE LÜZUMSUZ DİYE SÖNDÜRÜRKEN CAMİDE BU ISRAF NİYE AMCALAR?" diye çıkışınca Ali Seyit yalvaran gözlerle bakmıştı Hüsnü Cemal'e iş uzamasın, tartışma çıkmasın diye.

..............................................................................................................

Bazen mizaha kaçardı Hüsnü Cemal. Camilerdeki ayakkabı telaşından bile bir yere varabilirdi mizahı. Cuma günü gibi bir bayram vaktinde birbirlerine ayakkabılarını güvenmeyen bir cemaatin yaralarını fark ediyordu."BİZ HASMIMIZ TARAFINDAN EMİN SAYILMIYORSAK TÜM İDDİALARIMIZ BOŞTUR KARDEŞİM. BIRAK HASMI BİZ BİZDEN EMİN DEĞİLİZ. OTURARAK NAMAZ KILANLARA BEN MÜFTÜ OLSAM SİNAV YAPARDIM. YÜZ DOLARI EĞİLİP ALMIYORSA SANDALYEDE NAMAZ KILABİLİRSİN AMA YÜZ DOLARA EĞİLİYORSUN DA RÜKUYA GİTMİYORSAN BASİT BAHANELERLE SANDALYEN BAŞINA ÇALINSIN DERDİM" demişti bir keresinde. Ali Seyit yarı tebessümle "AĞABEY İNSANLARI BEYNİNE MALZEME YAPMIYOR MUSUN " diye damarına basmıştı.

...........................................................................................................

Ev neydi Leyla için? Çocuk sesi, koca merhabası, yeni bir dünyaya adımdı. Komşulara kek, pasta hazırlamak, bayram temizliği, sabun ve naftalin kokan bir hususi cennetti.

...........................................................................................................

Murat Hoca deli bakardı, derin bakardı. Onun gözlerinde bir coğrafyanın kaderi ve kederi görülürdü. İçinde öz ve duygu olan her şeye yer vardı."RUHİ SU'YU BANA DÜŞMAN EDİP DEMİREL'İ SAĞCI YAPAN ANLAYIŞIN TABİ Kİ UZAĞINDAYIM. DEMİREL SENFONİ DİNLERKEN RUHİ SU BAĞLAMA ÇALARDI." Deyince muhafazakâr algı tedirgin olmuştu yine...

..........................................................................................................

Hislerinden korkardı Hüsnü Cemal. Bir seferinde Leyla'ya "KEŞKE İNSANI BİR CÜMLESİNDE, BİR BAKIŞINDA HİSSEDEN, TANIYAN MELEKEM OLMASAYDI. UNUTUŞUN VE ALDANABİLMENİN, KÖRLÜĞÜN BİR NİMET OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM. KALPLER AKREP YUVASI AMA DİLLERDEN BAL AKIYOR. JAN PAUL SATRE İNSANLARI TANIDIKÇA HAYVANLARI DAHA ÇOK SEVİYORUM DEMESİNE ŞAŞMAMAK LAZIM. SADECE SERVET VE MAKAMDAN DOLAYI DEV GİBİ İNSANLARIN BEŞ PARALIK ADAMLAR ÖNÜNDE EL PENÇE DİVAN DURMASI KAHREDİYOR BENİ. ALLAH RASULU KABİLENİN EN HAYIRLISININ BİR OĞLAK KADAR DEĞERİ OLACAK AHİR ZAMANDA DEDİĞİ GÜNLERDEYİZ GALİBA"

...........................................................................................................

Hüsnü Cemal hep zaman sorunu yaşadığını söylerdi."SEVEBİLECEĞİM KADINLARDAN YA GEÇ GELMİŞİM YA ERKEN " demişti bir gün Serap’a. Serap’ın aklına neler gelmişti neler. Yoksa Hüsnü Cemal 'in bana meyli mi var diye günlerce kıvranmıştı.


KIRIK AYNA ROMANINDAN ALINTILAR 4

Hüsnü Camal yanına gelen gençlere duygu dolu gözlerle baktı "GENÇLER İSABETİNİZ OLMASA DA İŞARETİNİZ DOĞRU OLMALI. YA HİSSİYATI TEMİZ OLACAK İNSANIN YA DA FİKRİYATI. İKİSİNDEN BİRİ TEMİZ DEĞİLSE KALEMDEN, KÂĞITTAN, YAZIDAN UZAK DURMALISINIZ. ÇÜNKÜ HAZRETİ ALİ EFENDİMİZ SOYUNU SOPUNU BİLMEDİĞİNİZ KİMSELERE İLİM ÖĞRETMEYİN DERKEN BU MANAYA İŞARET EDİYOR." dedi. Mehmet Akif yarı tereddütle sordu"Abi bunu nasıl anlayacağız? "Hüsnü Cemal. 

İç çekerek "KARDEŞİM SESİN ÖNCE SENİ AĞLATACAK, KALBİNDEN ÇIKACAK. PİYASA VE KAZANÇ İÇİN DEĞİL ANLAM İÇİN VAR OLACAKSIN. OKUR SATAR DEĞİL OKUR YANAR OLACAKSIN. SORU SENİN CEVAP SENİN OLACAK!"diye cevap vermişti.

......................................................................................................

Leyla elindeki örgüyü tamamlamaya çalışırken Hüsnü Cemal'in söylediklerini düşünüyordu. Ne demişti Hüsnü Cemal "YARALARINI GÖSTERDİĞİN KİŞİ SENİ YARALARINDAN VURUYORSA BİL Kİ KUDUZ KÖPEKTEN DAHA AŞAĞIDIR!" İşte Leyla şimdi kaderi haline gelen bu sözün ağırlığından bunalıyor tekrar Hüsnü Cemalle konuşmaya can atıyordu.

......................................................................................................

Murat Hoca, bir gün Hüsnü Cemal'e "CEMAL KARDEŞİM ÖLÜM OLMASA HALİMİZ NİCE OLURDU ?" diye sorunca aynı acıyı yaşayan bir ruhdaşının olduğunu görmekle sevinmişti.

......................................................................................................

Hüsnü Cemal kederli bir bakışla "BENDE MEKÂN FİKRİ YOK NEDENSE. BİR YERE EN AZ BEŞ ALTI KEZ GİTTİĞİM HALDE MEKÂNI HATIRLAYAMADIĞIM OLUYOR. AMA HÂL BİLGİSİ VERİLMİŞ BANA HİLKATTEN. BİR BAKIŞI, BİR TAVRI ASLA UNUTMAM. GERÇEKTEN DÜNYAYI GÖLGELEYEN YOLCU MİSALİ ALGILAMIŞIM. YUNUS’TAN, MEVLANA’DAN EV, ARSA MI KALDI SANKİ DÜŞÜNCESİYLE YILLARCA MÜLK EDİNMEKTEN UZAK KALDIM AMA BİR GÜN BİR ARKADAŞIM BİZİM MEMLEKETTE EVİ OLMAYAN ADAMIN KZINI BİLE ALMAZLAR BEYİM, ÇÜNKÜ ANA BABASI ŞİMDİYE KADAR EV SAHİBİ OLAMAMIŞSA KIZINDAN İYİ EŞ OLMAZ DEDİĞİNİ DUYUNCA TÜM BİLDİKLERİMİN BİR ANDA UÇTUĞUNU HİSSETTİM. ŞOK OLMUŞTUM ADETA" deyince Ali Seyit bir an evi olduğundan utandı...


***


MÜSLÜMANIN İTİNİ BİLE SEVEN ADAM: MUZAFFER GÖZÜKARA!


Tarihe nasıl geçmek istediğini çok merak etmişimdir. Eğer seçenek sunsaydık," iyi hoca, ülkücü hoca, derviş, keramet ehli zat, bir hocam, efendi hoca, balıkçı, ince ironi ustası, eski ülkücü "bütün bu vasıflardan hoşlanmaz,"müslümanın itini bile seven adam" olarak anılmayı ister diye düşünüyorum. Bu sebeple bu yazının ona vereceği tek huzur, bu başlıkla anılmak olacağını bildiğimden yazının başlığı budur: Müslüman’ın itini bile seven adam! Grup, parti, cemaat, meşrep bağnazlığı taşımadan, daire içinde yer alan herkesi sevebilen bir ruh ve gönül genişliği, ayrılıkların fitneye, kavgaya döndüğü günümüzde bize bir işaret olmasın sakın! Elhak öyledir!

Öğretmenlik ve hocalığı ayırmanın yeri tam burası… Yirmi, otuz yıldır branşı her ne ise durmadan, değiştirmeden, yenilenmeden hep aynı şeyi anlatmak öğretmenlikse, ülke adına, millet adına, inanç adına gece gündüz öğrenciye istikamet vermek, hiçbir şeyden haberi olmayan çocukları bu çağda milliyetçi ve ülkü sahibi kılmak er kişinin kârı olsa gerektir ve bu yazıya konu olan Muzaffer Hocam tam da hoca vasfına layık olan zattır! Bediüzzaman'ın yaşayan talebelerinden birisi, üstadın "muallimlik ya minarenin ucunda ya da dibinde olmaktır ortası yoktur."dediğini aktarırlar. Hocamın meşrebi ne olursa olsun herkesi seven, kucaklayan ve talebeye istikamet veren cehdinde minarenin ucunda olduğunu fark etmek zor olmasa gerek.

En çetrefil meseleyi düz ve sade bir şekilde halleden, kırılma ve dağılma noktalarında safça mukavemet alanları kuran, yenilgi psikolojisinin insana galip geldiği durumlarda bir golle muzafferiyet sağlayan, karamsar tablonun hakim olduğu durumlarda ince bir nükte ile yeniden umut aşılayan, korkuyu, kaypaklığı, hileyi, peşin menfaati, 'adam utmayı' memnu ve kerih bir meyveye dönüştüren hocamın hallerine belli konu başlıkları ile bakmak daha doğru olacak.

BALIKÇILIĞI:

Balık onun nazarında bildiğimiz balık değil. Ülke ve millet meselelerinde, âlemi İslam'a gelen her darbeyi ruhunda, kalbinde hisseden bir saf müslümanın, Sezai Karakoç ağabeyin dediği veçhile "Sırrımı söylüyorum vefakâr balıklara/Onlar tutacak bu dünyada yerimi" çerçevesinde, sır tevdi etme ameliyesi olarak tecelli etmektedir. Dünyevi olarak közlenmiş soğan, arada bir Hacı'nın kuru fasulyesi, Ali Hocamın pişirdiği kebaplar beşeriyet muktezasıdır. Yahut tespihte gafleti aradığını söyleyen zişuur dervişin, çağcıl bir yansıması olarak da anlaşılabilir hocamın balıkçılığı. Türk okuryazar tipinin Frenk meşrepliğine bir gönderme olarak da balıkçılık gündeme gelir bazen. Kendi dildaşlarını tenzih ederek aydınlığı bir marka gibi taşıyanlara gönderme olarak "yazarlar ve balıkçılar " ayrımı yaptığı da vakidir. Tabiatın fıtri diline dönmek, şehrin kaypak ve numaracı havasından kaçmak da elbet balıkçılık serüveninin bir başka yönüdür.

İNEKÇİLİĞİ:

Hocamın vatan, millet, sakarya ekseni hiç değişmez. Uykuda, balıkta, uyanıkken, okulda, evde illa da vatan, illa da millet, illa da Sakarya çabası vardır. Bu çaba yoksa hocam kendisi değildir zaten. Bu sebeple ülke anormal, kendi tabiri ile hormonlu gündemlerle boğuşurken, ecnebi meftunu aydınları adam sayıp konuştururlarken hocam da ülke gündemine kendine has, saf ve yerli bakışla katkıda bulunur. Mazisi yirmi yıla dayanan Türk inekçiliği projesi, yine, böyle bir gündeme gönderme olarak tecelli etti ama hocamın kerameti, memlekette bir inek krizi baş gösterdi ve angus nam hayvanlar ülkenin bir numaralı gündemi oldu. Hocam Türk inekçiliği fikri ile liberalizm ve kapitalizmle kafası karışık, kendince ülkeye reçete sunanlara, hormonsuz bir çıkışla ayar vermek istemişti. O günlerde Saçma sapan ABD ve AB eksenli projeleri tercümeden başka bir özelliği olmayan "devletlü" takımına ve şürekâsına halk çıkışıydı. Ve zaman hocamı haklı çıkardı!

YABANCI DİL TUTUMU:

Hocam, Eyropa görmüş adamdır, dünyevi mesleği de kendi tabiri ile "gavurca" hocalığıdır. Kaderin tecellisine bakın ki kimse hocamı yabancı dil hocalığı ile bilmez, anmaz. O,düşünceleri, mefkûresi, sancılarıyla ve bu değerlerin bütünüyle anılan kelimenin tam manasıyla hocadır! Eyropa görmüş biri olarak Batı'yı "Frenk" bilen, pislikten kaynaklanan hastalığa "frengi" adını veren bir kültürün ahfadıdır. Almanya seyahatinde akşam sabah muz yediği yine ona dair tevatür arasındadır. Ülkemizin yıllardır bir ülkeyi geçindirecek kadar para sarf ettiği yabancı dil kompleksi elbette hocamın dikkatinden kaçamazdı. Her yıl milyar dolarların bu uğurda sarf edildiğini gören hocama göre "gavurca" zaman zaman"bonjur" kelimesi ile gündeme gelir ve onun ince nüktesinden nasibini alır. Kendisi Eyropa görmüş bir zat olarak hem Avrupaperestliğe hem de yabancı dil tutumuna "bonjur" la öyle bir tokat vurur ki insanın yabancı hayranlığından, saçma sapan yabancı dil kompleksinden kuduz köpekten kaçar gibi kaçması gerekir.

UYKU, İLİM BİRLEŞKESİ:

Hocamın soğandan önce mi sonra mı tam kestiremediğim sevdiği başka şeyler de var. Bunlardan biri kesin uyku diğeri ise sıcak! Uyku deyince elbette akla ilk gelen Necip Fazıl'ın "Uyku katillerin bile çeşmesi/Yorgan Allahsıza kadar sığınak/ Teselli pınarı sabır memesi/Size şerbet bana kum dolu çanak" dörtlüğüdür elbet. Ancak hem hocamı hem Necip Fazıl'ı dikkatle okuyan biri, hocamın uykusunun son iki mısra ile irtibatlı olduğunu anlar. Hocam, teselli pınarı ve sabır memesinin bile kum dolu çanak olduğu eksende yanıyor diye düşünüyorum. Uykuyu gündeme alması bile onun uyuduğunu, uyuyabildiğini değil tam tersi o teselli ve unutuş pınarından ne denli uzak olduğunun kanıtıdır. Ancak bu satırın yazarı İmam Ali Efendimizin Nehcü'l Belağa adlı eserini okurken "Yakin üzere olan uyku, şüphe üzere olan namazdan daha hayırlıdır."sözünü gördüğümde aklıma dostlarım ve arkadaşlarım arasında ilk hocam geldiyse hocamın uykusunda bir "yakin" kokusu olduğunu ifade etmeliyim!

MODA KAVRAMLARA BAKIŞI: FARKINDALIK

Hocamın, bazı mikroplardan daha zehirli, en ince diplomasiden daha etkili, en etkili silahtan daha öldürücü kelimeleri olduğunu bilenlerdenim: kadın hakları, laiklik, özgürlük, demokrasi... Nereye çeksen, çekilecek; geçtiği ele göre öyle ya da böyle anlam kazanacak kelimelere bilhassa alerjisi olduğu bir vakıa. Bu kavram bombardımanına, kavram kargaşasına hocamın tepkisi "farkındalık" ile sembolize edilebilir. Hocam İslamcı kesimin bu kavram zaafına "farkındalık" ile tepki koyar. Şimdilerde kişisel gelişim teranesinin yerini alan farkındalığın hocamın ironisinden nasiplendiğini belirteyim. Bu adı taşıyan eseri görür görmez ilk tepkisi "Ali bu farkındalık lafından huylanıyorum!"Temel değerleri, adalet duygusunu, vicdanı, okunan ezanı, ağlayan yetimi es geçip de saçma sapan dünyevi şeylere gelince "farkındalık" taşıyanlar, taslayanlar hocama göre GDO'su değişmiş ürün misali tehlikeli ve özünü kaybetmiş zavallıdan başkası değildir!

ÖLÜ YATIRIMLARI:

Hocamın güzel beşeriyeti elbette kâra ayarlı olmaz, olamaz. Maraşlı olmayanlara yemek yedirmesi, siyasete girmeyecek kimselere umut bağlaması, ölü yatırımlar cümlesindendir. Ama yine de daha önce gurbeti yaşayan biri olarak, Çorum yıllarına hürmeten verdiği yemekler ile arkadaşlarında bulduğu cevher hasebiyle yaptığı yatırımlar, kendisine dönmese de ziyanda olduğunu sanmıyorum! Sivaslı biri de hocama Sivas'tan madımak getirerek ikramda bulunur yatırım ölü olmaktan çıkar bir nebzecik de olsa!

ÜLKÜCÜLÜĞÜ:

Hocama göre Türkiye'de hiçbir cemaat ve parti son tahlilde finali oynayamaz. Evet, Müslümanların itini sever, evet, diğer meşrepleri ülkücülerden daha derli toplu, daha intizamlı bulur ama mesele finale gelince hocam -ülkücülerin tüm arızalarına rağmen- finali ancak ülkücülerin oynayacağını bu sebeple de ocakların boş bırakılmaması konusunda değişmez, değiştirilemez bir asabiye taşır. Hocamın ülkücülere karşı hassasiyeti bu final öngörüsü ile alakalıdır! Ülkücüleri daha hesapsız, daha hasbi ve siyaseti ranta çevirme kabiliyeti bakımından diğerlerinden daha temiz bulan anlayışı şimdiye kadar değişmemiştir, şimdiden sonra da değiştirilemez. Hocam için ülkücülük de budur: Millet namına, namsız, şöhretsiz ölebilmek! Hocam bu finalde sizin tezgâhınızdan geçen, feyzinizden bereketlenen ama şimdilerde ülkücülere, ocaklara mesafeli gardaşlarım da oynayacak mı? İsmail, Hacı, Doktor, Ejderha, Fazlı, Ferhat ikinci yarıda mı girecek sahaya yoksa ta başından mı oyunda olacaklar?

"Muzaffer olur Gözükara ordular!"

"Hocam bonjur!"



***
H/ER KİŞİNİN ŞİİRİ

Babam 'haylaz bu oğlan',
Annem 'çocuk hastadır' derdi.
Ben, gözlerim tahta atımda dalgın,
Azarı annem yerdi.

Elinden iş gelmiyor çoban olsun bari
Otlatsın koyunları dağ taş dolaşsın
Sıralardı peş peşe cezalı meslekleri
'Dünyaya sığdıramadın ha' derdi annem şaşkın

Hep korktu babam her baba gibi
Kendince için için üzüldü durdu
Annem her daim dua ikliminde
Benim için güzel hülyalar kurdu

Her kötü huyum dayımdandı şüphesiz
Buydu belki annemi içten içe kahreden
 Varsa testiyi kırmadan su getirmişliğim
Mutlaka bu güzel huy babamgilden

Sonra ilk sevda, ilk tütün, ilk isyan,
Demedim mi makamında anneme sessiz öfke
Taş mı çocuğun kalbi elbet sevecek
Kolum kanadım, yüreğimi emziren anne

Annem ağıt söyler beraber ağlarken biz
Adam olmak neydi sahi, neydi bu sihirli giz
Hâlâ aynı makamda ağlamaktayım
Hâlâ ben dünyaya kırgınım dünya bana gönülsüz

Evet yıllardan sonra yârlerden sonra
Elimden iş gelmedi iğnem dikiş tutmadı
Gönül bir sırça saray diye belledik annemizden
Nereye gitsem hüzün beni bırakmadı

En cezalı mesleği seçtim baba çobandan öte
Elimde bir tomar şiir, sesim içli ağıt dolu
Korkulu bir kalbim yağmur yüklü gözlerim
Yıldızları topladım sıfır üç depreminde

-Hanın çıkış kapısında tek beyaz renk sendin anne! -



***
EVET ÖLÜMDEN ÖNCEKİ HÂL














Biz bir incir çekirdeği idik,
Bir ağustos böceği.
Sıvasız evler gibiydik,
İlk günden beri.
Ne dünyada duracaktık,
Ne dolduracaktık evreni!
Ağaç gölgesinde konaklayıp
Dönecektik geri.
Unuttuk beton yığınlar arasında,
Geldiğimiz yeri.

Kahramanımız Ali,
Kalemiz Hayber'ken,
Derdimiz Hüseyin,
Ay'ımız Muharrem'ken,
Kurdun, kuşun, yetimin,
Hakkına tohum ekerken,
Kalbimiz ülkemizin dağı kadarken,
Dilce susup her daim,
Kalpten severken,
Yaşarken korkulu,
Yaşarken ürkek,
Korkardık karınca yuvasından geçerken!
Evimiz ahşap,
Mabedimiz mermerken,
Her kalpte yerimiz vardı,
Her cana kalbimiz.
Güzeldik yaşatmak için,
Güzel ölürken!

Bir çocuk, pir çocuk,
Elleri düşten güzel!
Sana ölümü değil cenneti getirdi kurşun,
Sana deniz değil Kevser'di dalgalar!

Süte su kattığımızı söyledi ölümün bize,
Çocukları ninelere değil kreşe bıraktığımızı,
Kerbela'ya değil  Washington'a döndüğümüzü,
Muharrem'i değil milenyumu andığımızı,
Ciple cepheyi yer değiştirdiğimizi,
Canlı yayın ölüleri olduğumuzu,
Bülbülü eti için avladığımızı,
Namazın bizi mümin kılmadığını,
Orucun bizi tutmadığını,
Bir tekasür bineğinde doludizgin,
Önce kalbimiz katılaştı,
Sonra sözlerimiz çoğaldı.
Yağmurlar küstü bize,
Turnalar dargın göğümüze!

Hem yaşamaklarımız,
Hem ölümlerimiz,
Leş ve karga meseli,
Öpmeye temiz dudak yok o yumuk elleri!
Yaşadığımız ve var olduğumuza dair rivayetler,
Bir sanrıdan ibaret!
Ne titreyen var ne kendine dönen,
Kopacak tutunduğumuz dal,
Vatan tuttuk dağı taşı,
Kalbi rehin verdik das Kapital'e,
Evet ölümden önceki hâl,
Yazıklar olsun bize!



***
YA TAHAMMÜL YA SEFER'DEN BİZE "İSTİKRAR" DÜŞTÜ!


Herkesin bir hikâyesi bir de hikâyecisi vardır şüphesiz. Benim hikâyem YA TAHAMMÜL YA SEFER'dir hikâyecim de son eserlerindeki çala kalemliği saymazsak Mustafa Kutludur. Aslında "futboldan taharet" anlayışına sahip olan bu satırların yazarı ilk darbeyi hikâyecisinden yedi. Murat Ağabey'i, Dava Delisi Kerim'i bir şaheser kahramanı olarak üretebilen Mustafa Kutlu'nun futbol yazıları yazdığını görünce zaten bir hançer yemiştim ama kader kimine mağlubiyet kime galibiyet yazar ya biz mağluplar safında olarak daha ötesini de görecekmişiz meğer. Gördük elhamdülillah!

Ya Tahammül Ya Sefer'in Murat Ağabey'i elbette hayatta karşılığı olan bir karakterdi. Herkesin Nuri Pakdil'den Sezai Karakoç'a, Gemuhluoğlu'ndan Nurettin Topçu'ya ağabeyleri vardı. Benim dahi bir ağabeyim vardı. Soy kardeşliğinin bittiğini, soy kardeşiyle inançta beraber olmayanların fikir kardeşliğinin asude gölgesinde barındığını bilenlerdenim. Ve dahi bunu özellikle vurgulayan bir beni adem olduğuma cümle ahbap da şahittir.

Ben şimdi ağabeyimin nerden nereye düştüğünü, nasıl "istikrar"a kurban gittiğini söylerken kurban kelimesini bilerek kullandığımı da itiraf etmeliyim: "Can taşıma liyakatini canların canı uğruna..." diye başlayan Necip Fazıl nefesinin üzerimizde tesiri devam ederken ve dahi bu fakirin ağabeyinin akraba adayları olduğunda bile siyasete bigâne kalırken şimdilerde  "ateş dilli kelamcılığı" ile maruf zatın tesiri ile hem taraf olduğu hem de sandıktan "zafer" çıkması için dua ettiği ve dahi seçim sonuçlarını izlemek üzere gecenin bir yarısında kendisini siyasete düşüren zatın evinde konuk olduğunu öğrenmiş bulunmaktayım.

"Ey azizan" hitabını da ağabeyimden ödünç alarak açtığım bu yarayı size göstereyim ve acilen bir buçuk porsiyon cevizli ve fıstıklı baklava siparişi vereyim nasılsa kimse olduğu yerde değil. Hatta evdeki biberleri de dökeyim türkü kasetlerimi de atayım ki maziden ve ağabeyimin eski hâllerinden iz kalmasın da şöyle rahat insana huzur veren müzikleri dinlemeye terfi etmiş olayım. Aslında bunları yazarken bendeniz de "istikrar" kaygısı taşıdığımı belirtmeliyim! Nedir benim ağabeyimi makamından düşüren bu istikrar dedikleri kavram? Lügatler diyor ki:" Arapça’dan geçme. Kelime anlamı aynı kararda, biçimde devam etme, kararlılık demektir. Genel ekonomik faaliyetlerde daralma ve aşırı genişleme gibi ciddi bir dalgalanmanın görülmemesi durumunu ifade eden iç ve dış istikrar diye ikiye ayrılabilir. "Kelime anlamına bakarsak mahvolduğumuzun resmidir. Çünkü mesele hem ekonomik hem de mevcudu muhafazaya çıkıyor ki dayan dayanabilirsen!

 Ah mazi, ah hafıza, ah devrimci söylemler ah ki ne ah! Neydi abim bize söylediğin devrimcilik, neydi acı biber hikâyeleri neydi efendim, Yemen ve Celal Oğlan hüznüne ne oldu de hele! Genel ekonomik faaliyetlerde daralma ve aşırı genişlemeye nasıl düştük! Söylemimizde, eylemimizde hatta seçmenliğimizde ekonomik toz olabilir miydi? Biz çay ve tütünden ateşli fikirden tabanca sıktıran düşünceden başka saiklar taşıyabilir miydik?

Allahın en sevgili kulu, müjdecimiz kurtarıcımız efendimiz ne demişti ve biz nerden başlamıştık efendim, maziden bir levha ile arz edeyim abi eğer sesim istikrar şamatasından zatınıza ulaşabilirse:

"Peygamber efendimiz bir hadisinde Müslüman olmanın elinde kızgın koru tutmak gibi olacağı bir zamanın geleceğini haber veriyordu. Tıpkı yeterli gücü ve imkânı bulunmayan Hz Peygamberin o dönemin iki süper gücü olan Bizans'ı ve Pers’i, Allah’ın hükümranlığının yegâne kanununa göre yaşamaya davet ettiği zamandaki gibi. Bugünkü meydan okumanın da ondan büyüklükte ondan kalır yok. Çünkü dünyanın efendisi ve değer yargılarının tek yaratıcısı olduğundan böylesine emin olan şu Batı’ya, şöyle seslenerek meydan okumak gerekiyor:

-İçinde Allah'ın bulunmadığı ekonominizin vahşi usul ve uygulamalarını artık istemiyoruz!

-İçinde Allah'ın bulunmadığı siyasetlerinizi, milliyetçiliklerinizi, bloklarınızı, terör dengelerinizi de artık istemiyoruz!

-İçinde Allah'ın bulunmadığı, gayelerimizle ilgili sorulara cevap vermekten aciz pozitivist bilimciliğinizi de artık istemiyoruz!"Mazide biz buradaydık abi! İstikrar bizim için kullanmaktan imtina edeceğimiz bir kelimeydi. Hangi "AK kelamcı, AK müdür, AK sosyolog, AK doktor" kanına girdi de istikrar için seçmen kılındın ve dahi seçmen gibi sevinç duydun abi?

Serbest piyasa ekonomisini hürriyet, tabiatı tahrip etmeyi ilerleme, eşitsizliği artıran üretimi kalkınma sayan global dünya düzeninden pay almaktan başka bir icraat görmemişken elimizde kor kalmamışken eklektik bir şekilde evrilmişken derdimize yanacağımıza istikrar kaygılarını kim aşıladı sana abi? Biberimiz, Yemen ve Celal Oğlanımız, tatlıdan koruduğumuz fikrimiz istikrar kaygısının içinde yer alıyor mu? Halinden memnun olan devrimciden daha kötü muhafazakâr olamayacağını senden öğrendik ama görüyorum ki Ya Tahammül Ya Sefer'in Murat Ağabeyi en sonunda yemek kitabı basarak yarama tuz basmıştı Ahmet Abi! Şimdi rivayete göre soyka dolar seni istikrar kaygısına sevk etmiş diye yaramı soğutmam ve cephe arkadaşımı kaybetme acımı dindirmem mümkün mü?

Devrimi kredi kartları yaptı Ahmet Ağabeyim! Biz kaybettik. Önümdeki tatlı tam kıvamında, türkülerin aşıladığı hüzün de yok. Eyvallah abi huzura erdik! Ama bir sorum var abi: Dolar düşünce dinimiz yükselir mi?




***
ÖVÜNMEK GİBİ OLSUN!


Celal Ağyar'a

Savaş zamanı aranan çocuklarız
Ölümlerimiz bir istatistik en fazla 
Celladın kanı kurban kanına karışmış
Biri dökülmeden diğeri dökülmez asla
Ne çok moral bozucuyuz ne çok asi
Huzurunuzu bize borçlu olduğunuz kadar
Tahvillere ve senetlere bile borçlu değilsiniz
Biz özel araba ve şoför bilmeyenler
Dağdan odun taşıyanlar en doğrusundan
Haydi bu yağmur da bizden olsun!
Törensel ahlakınızdan beslenen
Tüm kötülüklere biz koşarız yalın yapıldak
Rozetlerimizi siz takarsınız bir nişan gibi
İbrahim'i seviyoruz Yunus'u anlıyoruz şükür
Sizden ve ahfadınızdan değiliz
Övünmek gibi olsun!

Gözleri nemli olana değil
Namlu olana güvendik
Şu sanki saat sormak için
En uygun ve müşfik olan
Küresel kalpazanlık çağında
Kıyamet aşısı yapan
Diriliş Efendisi
Karakoçların
Sezai'si
Noel ağaçları kahrolsun dediğinde
Âdem'den beri gelen miras neyse
Devraldık ve Hakka güvendik!
Kara ve kızıl rüzgarlara karşı
Ulu hocalardan dua öğrendik
Ne gam son tufan da bizi bulsun
Biz Yafes 'in oğluyuz
Övünmek gibi olsun!

Sayı bilmeyiz her şey Bir' de düğümlenir
Allah bir ,kitap bir,Elçi bir...
Sayılardan piramitlere ulaşan
Tekasürden korkarız!
Yazarsak Mustafa'ya yazarız kasideyi
Yahya Bey misali
"Hayat-ı bâkîye irişdi rûhu ey Yahya
Şefîk-i ruh ı Muhammed refîki zat-ı Hüdâ"
Övünmek gibi olsun!

Meydanlardan flamalarla
Afişlerle geçtiniz
En önde yürüdünüz
Bayrak salladınız
Mezar yeri bile aldınız
Bir ölümü sevmediniz bir aşkı
Ne toprağa ne gönle düşecek  haliniz vardı
Ölümü alamadınız ama provalar yaptınız
Hangi gazete de nasıl ilan olacak
Çelenkler ve alkışlar karışıp birbirine
Törensel bir ölüm düşlediniz
Hayvan haklarına da uzak değilsiniz hani
İnsanlardan esirgenen yardımla
Kermesler düzenlediniz
Biz sizi ve dünyanızı memnu bir meyve bildik
Övünmek gibi olsun!

 Yıllardan sonra
...

Şimdi bir yağmur ,bir gergedan değdiğini deli eden
Sağanak sağanak dünya yağıyor üstümüze
Kâra ve sayıya tahvil edildi seferimiz
Eyvahlar olsun bize!
Ey Karakoçların en yücesi
İslam coğrafyasının Sezai abisi
Yenilgi yenilgi büyüyen zafer hangisi?



***
MARUZ KALANLAR NESLİ 


Giriş :Felsefesiz Sorular Bölümü

En büyük ayakkabıyı kim giyer
En büyük şapka kimin başına
Büyük ayak,'büyük baş' düşünürken
Jandarma dipçiği indi başıma
Dedi: Tüm büyükler 'ulu Öndere ' yakışır,
Köylüyüm affola aklım karışır!

En büyük bilgin, en büyük deha
Yâdında mı en büyük asker
Sezar, Napolyon, Attila
Fısıldanırken kulağıma
İskender diye kopya verirken 'hainin' biri
Karşımda dururken Fatih Sultan
Halit bin Velit ucundayken dilimin
Dipçiğin acısıyla dedim heman:
Atatürk'tür en büyük komutan!

Cumhuriyetten geldi en ağır soru
Sesim titredi yüzüm kızardı
Zihnim sorudaki tuzağı kavradı
Latin çizgileri elife düşman
"On yılda on beş milyon" arasında
Muasır medeniyetin karasevdalıları,
Kurdular demiryolu ağları.
Ellerinde pozitivist bir silah,
Önce sürerek sonra asarak,
Senfoni orkestrası eşliğinde,
Bizi medeniyete taşıdılar,
Cumhuriyet paşaları!
Bildim :"Cumhuriyet fazilet rejimidir
Kahrolsun padişah(!)"

Kurumlarda bir kurum bir kurum
Horoz ötse
İki yumurtlasa çil tavuk
Uzmanlardan açık oturum
Yobazın gölgesi
Sakalın teli düşse
Laiklik temelinden sarsılır
Yobaz, dillerinde bir pelesenk
Beşiktaş gol atsa
Bir ağa takılsa balıklar
Mozoleye çelenk!

Düşüncede suç
İnançta hain bulur
Millete bir üstten bakış
Türbeye kulp takar
Akıl almaz cebir
Akla dayar her şeyi
Profesör nam körebenin
Mekânı Anıtkabir
'Yetiş atam laiklik gidiyor elden!'
İnletir narası yeri göğü

...
Neler geldi başımıza/Ot bitti, su çağladı!

Çok Tevilli Ricat Bölümü:

İstanbul'a besmelesiz ulaşınca,
Boş arsaya gece vakti kondu.
Belediye imar işi,
İmar mimar işi derken,
Site düştü zamanla derme çatma yapıya!
Ashab -ı Kehf yapı ortaklığı ile,
Bizim idealist arkadaş kapitalist oldu!
Paranın dini olur mu, olmaz mı sorularından
Muhafazakâr kapitalizm doğdu!
Müteşebbis ve mümin
Dünyada mekân ahrette iman kavlince
Geride bir eser bırakmak için
Birbirine selam vermeyen sakinlere
Bir site daha kurdu
Ensar konutları ile
Mücahit kardeşimiz
Müteahhit oldu!

Helal kazanç kâr payına,
Kâr eden ar etmezden vardı,
Ar eden piyasa cahilleri
Yaya gidip yolda kaldı!
İki kapılı hanın çıkışında
Kum, çakıl, taş, toprak
Demir, beton
Bunca varlıkla nasıl geçilir tünel?
Ellerinde besmele çeken bardak,
Yedekte pusulalı seccade,
İstiap haddi bir yana,
Aştılar liberal limiti de!
Dillerinde bir akrep, bir engerek
Likidite, likidite!

Her şeyimiz var şükür,
Bir de "davamız" olsun!
Sistemin engeline,
Davamız bir yol bulsun!
Şirkete tuğralı logo
Arada bir fikir
Arada bir nutuk
Arada bir ey Sakarya
Milli kalarak kalkınmadı mı Tokyo
Yunus’u taşısın günümüze
Oratoryo!

Bir yemekte tüketir bir işçi aylığını
'Tekasür' yok ezberinde
Ekran sihirli kutu Ebuzer 'i es geçer
Unvanı imanına dadanan fare
Kalpte kapanmaz kanayan yara
Şöyle esnekçe geçiş davadan iktisada
Elzemdir içtihat yeni hocalar lazım
Şöyle esaslısından vicdana su serpen
Geçmişe saplanıp kalanlara inat
Yaşasın çok tevilli ricat!

...
Neler geldi başımıza/Ot bitti su çağladı!

Aktüalite Kahpeleri Bölümü: 

Dalkavuğa şahsiyet diploması vermeli
Görünce para için yazı yazan hödükleri
Her devirde yazar, her zamanda kese kulu
Erkin hamam çantasını taşır, yüksünmez
Mesela Barlasın oğlu

Dün sayından inmezken aşağı
Bugün düşmandan daha sert çalar bıçağı
Efendim şöyle dedi, hazret buyurdu şunu
Bukalemunu bile kıskandırır bunların huyu

Fikir kumbarayla bile gelebilir yan yana
Bunlardan kaçar mutlak Tur-ı Sina'ya
Şubatta başka gemi Aralıkta başka gemi
Yağmur tarla misali belirsiz yeri
Kalemi havlıyor sanki kalbi kralın çanağı
Kirletirler inanın umman olsa yunağı

Bir mağarada tütün ve çay vuslatı ile uzlet isterim
Nerde bir aktüalite kahpesi görsem
Gördüğüm ilk fahişeden özür dilerim!
...
Neler geldi başımıza/Ot bitti su çağladı!

Sigara Şirketlerine Dava Bölümü:

Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin
Vicdan siyasi,
Aşk magazin,
Efkâr kilodan mülhem!
Tanıklığın yarası ikidir ey şair,
Bir anlamadan bir tanıklıktan!
Otuz yıldır çay ve tütün
Saçlarım felsefe beyazı
Hala çay, hala tütün
Sigaradan evvel beni kahır öldürecek
Ben de sigara şirketlerini dava ediyorum!
—Görüyorsunuz hala ölmedim-
...
Neler geldi başımıza/Ot bitti su çağladı!



***
   "Kış Mevsimi Göç İçinizedir"

Yaz mevsimi insanı şımartır biraz. Her bahçe meyve dolu her ağaç gölgesi barınaktır sanki. Eğer yakıcı sıcak yoksa Cenab-ı Hak "Cemal" ismiyle tecelli eder. Ve biz ünsiyet denen perdeyle nimetlerdeki kudreti görmeyebiliriz. Her nimette olduğu gibi Allah’ı, hesabı, münim-i hakikiyi unutan, nimetleri esbaba veren bir perde iner gözümüze. Yaz sanki zengin sofrası gibidir. Unutturur insana nimetin sahibini. Aynen ziyafeti veren zengini görüp de nimetin asıl sahibini anmamak gibidir halimiz.
            'Kışları göç içinizedir ' buyruluyor. Kış mevsiminde CenabıHak "celal" ismiyle tecelli eder. Yağmur, kar, soğuk hele hele karakış bastırınca insan aczini, fakrını anlar ve Allah'ı daha çok duyumsar. Güneşe, soğuğa, yağmura, kara hükmü geçen yalnızca odur ve ancak O bunların hepsine hükmedebilir. Sanki fakir sofrasıdır kış mevsimi. Allah’ı unutarak nimet azgınlığına düşülmez kolay kolay. Divan Edebiyatında kış ile baharın çekişmesi öyle güzel anlatılır ki "bahariye" ve "şıtaiye"lerde sanki iki rakip, iki ayrı tecellinin güzelliğini sunar insana.
              Şimdi mevsim kışa dönerken, allı yeşilli kurutmalar, acı tatlı kışlık yiyecekler, bulgur, un, tarhana ve daha onlarca zahire tedarikinin sonuna doğru gelirken, köylerde katırlarla çekilen odunlar istif edilirken, bağlardan evlere göç zamanı başlamışken kış daha gelmeden içimde başlayan "göç" ü dile getirmek meramındayım:
Ey kış öyle yağmurlar getir ki her zerremize işleyen kapitalist kiri yıkasın!
Ey kış öyle karlar getir ki kararan yüreğimize lapa lapa yağsın da arınalım!
Ey kış öyle bir göç olsun ki içimize gözkuşağı haline gelen evlatlarımız bir "içleri" olduklarını fark etsin!
Ey kış öyle üşüt ki Uludağ'da kış sefası yapan şömineli zenginleri Suriyelilerin çadırlarına odun taşısınlar!
Ey kış öyle kapla ki Ortadoğu'yu mezar bulamayan "ölülerimize" sen kefen ol!
Ey kış öyle bir gel ki sinendeki baharı hissedelim!
Ey kış öyle bir gel ki
Anne babasız çocuklara,
Suriyeli gariplere,
Yolda kalmışlara
Kimsesizlere, evsizlere,
Yüreği yanıklara,
Âşıklara,
Hasretle bekleyen analara,
Dua yüklü dedelere,
Rahman'dan haber getir, Mikail(as)dan dan selam getir, cennetten iksir getir, maveradan ışık getir, kış elbisesine bürülü bir DİRİLİŞ ruhu getir!
            Zalimlere, merhametsizlere, kesesi kapalı zenginlere, vahşi kapitalistlere, Allah düşmanı kâfirlere "Ebabil"den bir taş getir

Ey kış rahmetin mazlumlara, zahmetin zalimlere olsun! 



***
KABİL GÖMLEĞİ ÜZERİMİZDEYKEN İSMAİL KURBAN'IN NERESİNDE

Bazı kelimeler vardır tadına doyulmaz: kurban, gardaş, gönül, can, dost ve daha nicesi... Ama kurban kelimesi zihnimizde, kalbimizde hem masum Habil'i,hem teslim olmuş İsmail'i taşır ki şuurlu veya şuursuz kullanılsın kurban denildiğinde bir adanmışlık, yakınlık, sözün muhatabına candan yaklaşımı hissettirir. Dini anlamda ise kendisiyle Allah'a yaklaşılan şeyi  özel olarak da Alllah'a yakınlık sağlamak yani ibadet (kurbet) amacıyla belli vakitte  belli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder.

Diriliş Üstadının dediği gibi "Çoraklaşan ruhumuza, kandil geceleri ile Ramazan ile arınamayan alışkanlıkların ve hevesin zincirinden çıkamayan benliğe metafizik bir ışık gibi düşer kurban. Daha bir hafta evvel 'hayvan' olarak adlandırılan mahluk artık kurban sıfatını kazanmıştır ve konuşmaktadır. Der ki kurban : Ey insan ben bir hayvan olduğum halde kusursuzum ve Allah'a kurban adayıyım, ya sen?". Bu soru ile metafizik bir çarpılma yaşar insan eğer tüm damarlarını öldürmemişse. Tüm kutsal aylar boyunca  arınmayan insana çağrı bu kez kurbanla gelmiştir. Ve insan düşünüp ben de kurban adayı olmalıyım diyerek ya  secdeye dönmeyi seçer veya hayvandan aşağı düşmeyi.


Musa'nın kavmi  sarı inek konusunda tereddüt yaşamış en son Musa (a.s) Cenabı Hak'tan tam tarif almış ve kavmine bildirmişti. Bakara suresinde "Ardından ineği boğazladılar az kalsın yapmayacaklardı." Diye bir ayetle insanoğlunun karakterine dair bir hakikati ortaya koyar. Bediüzzaman Hazretleri Mısır'da, Nil civarında bakarperestlik  akidesinin yaygın olduğunu (tarım toplumunun en önemli aracı olan öküzü Rezzak gibi algılama akidesinden bahseder ve Hazreti Musa'nın bu kurbanla bakarperestlik akidesini  ortadan kaldırdığını)söyler. Yüzlerce müfessir yüzlerce farklı anlam yakalamıştır. Ve kıyamete değin yeni anlamlar bulunacaktır.


Biz şimdi nerdeyiz? Rızkı, gücü,hakimiyeti kime atfediyoruz, Habile mi yoksa Kabile mi yakınız? İsmail teslimiyetinden iz taşıyor mu kurbanlarımız? Yahut sözüne sadakatten dönmeyen İbrahim (a.s) 'ın "tek kişilik ümmet" olan muvahhit duruşunun neresindeyiz?


Coğrafyamızda, Efendimiz (sav)'i kabrinde muazzep kılacak işler, nifaklar, düşmanlıklar sürerken, hakimiyeti, rızkı sebeplere ve ABD ve AVRUPA'YA hasrederken bizim kurbanlarımız nerede duruyor?


Kaç kilo kıyma, kaç kilo kemik, kaç kilo et derdindeyken ve sofralara yoksullar konuk edilmezken etin, kanın, derinin bir anlamı var mı? İslam coğrafyasından Avrupa'nın merhametine kaçarken denizde boğulup karaya vuran Aylan bebeğin gölgesi kurbanlarımızın üzerinde durmuyor mu?


Hele hele kurbanı tatil zannederek denize kaçanlar, et, kemik zannederek telaşe düşenler bizlerin bir şekilde tanıdığı, akrabası, eşi dostuyken... Tebliğ yükümlülüğümüz ve güzel örnek olma sorumluluğumuz yakınlarımıza bile değmemişse halimiz nedir, ahvalimiz nicedir?


Fert  fert içimizdeki kini, düşmanlığı, hasedi, hırsı kesmedikçe, Allah' a kurban olma yarışından kula kul olma derekesine düşmüşken deve boğazlasak ne olacak ki?


Suriyeli işçileri düşük ücretle sömürüp hayvanın bile barınmayacağı evleri  yüksek fiyatla kiraya verdikten sonra kesilen kurban bizim yaklaşma aracımız mı yoksa Hak'tan uzaklaşma sebebimiz mi?


Evet ruhlar da bedenler gibidir. Öyle hastalıklar vardır ki ilaç kâr etmez. Ruh da dünyevileşme, Hak'tan sapma hastalığına düşmüşse Ramazan 'da da Kurban'da da ,mübarek gecelerde de takımının kederiyle ölü girer ölü çıkar. Coğrafyamız, duamız değilse; coğrafyamız kederimiz olamamışsa; olan şeylerin olmaması için bir tavır takınmıyorsak, canı, canana kurban veremeyeceksek, din kardeşimize Kabil bıçağı bilemişsek, bıçaksız katillik olan iftiradan beri tutmuyorsak nefsimizi, en fenası kardeşliğimizi Ecnebi oyunlarının malzemesi haline getirmişsek kurban nerede , bayram nerede?


Görmüyor musunuz coğrafyamızda 'İslam dilleri ile ağıtlar yükselirken İbranice, İngilizce, Almanca kahkahaların yükseldiğini?' Bu kurban nefislerimizin, dünyevi kaygılarımızın, çıkar amaçlı kalp virüsü yaymanın sonu Hak'ta birleşmenin bir miladı olsun coğrafyamıza! Son söz olarak derim ki:


Ey İslam paydasında bana kardeş kılınan bir buçuk milyar kardeşlerim,


Ey Türk, Ey Arap, Ey Habeşli Köle, Ey Siyahi, Ey Kafkaslı, Ey ,E  ,Ey  kardeşlerim,


EY GARDAŞ


EY CAN


CANIM  KURBAN!!!


***
NUMARALI BLOKLARIN ÇOCUKLARI

Bizim doğduğumuz evler bilmediğin evdi
Bildiğin evdi diyemem
İnek, koyun, kuzu öldüğünde yas tutulur
Teraziler kurulurdu ve ahbabın komşunun merhameti
Ölenin yerine yenisini koymak için koşardı teraziye
Hane halkı nasıl yiyebilirdi ki Sarıkızın etini
Evler bir namla bilinir
Evler ki Türkmen dergâhıydı
Eve dergâha girilir gibi girilir
Kör Mehmetlerin evinin kapısı açılmadı bugün
Deli Hüseyin sabah sabah telaşla giderken görülürdü
Bir kıymetli aş pişse
Yaşlı, hasta, loğusa, emzikli hesap edilir
Öyle yenirdi
Çocuk dedenin ve ebenin dilinde büyür
Yüreğinden nağmeler devşirilirdi
Oyuncaklar ağaçtan kay kaylar kayadan beri
Şimdi tarihe döndü bizim evler de
Kapitalizm ve postmodernizmden beri

"-Öğretmene varacağım/Karyolada yatacağım/Naylon çorap giyeceğim"
Muallimler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır derken
Reşat Nuri'ler, Yakup Kadri’ler, Onbaşı Halide'ler
Önde imam arkada mahalleli
Ev basmaya giderken zihinlere girdiler
Dinden imandan daha ötesiydi aranan
"Kalbim temiz" rütbesine erdiler
Allı da fistan giyemem aman
Zeytinyağlı da yiyemem aman
Sonra öğretmene vardılar kızlarımız
Naylon çorap giydiler
Karyolada yattılar
Allı fistanları müzeye bile layık görmediler
Şimdi bir ter kokusu
Tenlerden dökülen bir çirkin Eros
Banka kuyruğunda kredili köle
Taksitle evlendiler
Taksitle doğurdular
Taksitle yaşadılar
Yaşadıkları gibi öldüler.

Sen inkıraz sonrası
Kapitalizm ve küresel cinnet çağında
—Gerçekten sayısın sadece sayı-
Numaralı blokların çocukları
Annesinin markası
Babasının futbol kankası
Aklı gözünden eline kaymış
Parmaklar bir sağa bir sola
Şiire yabancı tavşandan korkak
Dünyaya bir tık kadar yakın
Kendine yer gök arası uzak

Ah numaralı blokların çocukları
Size allı fistan giyen anaları
Çocukları zanaata veren babaları
Ev ev dağıtılan "kıymetli" yemekleri
Seneye yine giyilir diye alınan bol elbiseleri
İçine kâğıt basılan ayakkabıları
Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin
Ve yiğit eşkıya öyküleri anlatan dedeleri
Bilmediğin bizim evleri anlatsam
Numaralı bloklardan
Asude bir bahara doğardın
Islanacak yağmur
Yanacak ateş
Ve seni devrimci kılacak fikir arardın

Sizin blokta
Dilencinin  ve seyyar satıcının  giremediği
Korunaklı konutta
Eski bir masal say söylediklerimi
Biraz nostaljik çokça trajik ama
Affola!
    

***
BİZİM HÂLİMİZ

Çocukluk Yılları
Dağca yalnızlığın içinde korku ve keder dolu
Geçit vermez coğrafyanın kara çocuğu
Masalsız ve şarkısızdık elimizde çoban değneği
Sürüye saymışlardı sayanlar bizi de
Kerbela ve Hüseyin güzellemeleri içinde
Öylesine keder doluydu heybemiz
Azığımız üç öğün hüzün ve dedemizden tevarüs eden
Bir ölçüsüz Anadolu öfkesi bir de karasevda türküleri
Rengimizde çizilen tüm resimlerde
Belli belirsiz duran gurbet tortusu
Belimde şarjörsüz tabanca
Bir de düşmanı nasıl vuracağıma dair prova
Eşkıya hikayesi Kör Bayram ve Deli İbrahim
Askerden dönenlerin bitmek bilmez öyküsü
Gurbete gidenlerin arkasından dökülen su
Yezit'ten ve Hüseyin'den başlayan ilk adalet duygusu
Yezitler set olsa da sular önünde
Gönlümüz akardı hep Hüseyin'e doğru
      Gençlik Yılları
Dünyada tek hür bizdik ve esir soydaşlara hürriyet için
Her şeyden geçmeliydik darağacını seçmeliydik
Esir Türk İllerinde Doksan Gün,Volga Kızıl Akarken
Zindan talimi için başeserimiz Kızıl Zindanlar okurduk
Anadolu bir sanattı karşımızda söylenmemiş
Karabağ,Doğu Türkistan sığmıyordu Edirne Kars sınırına
Düşmeden cumhuriyetin "Yurtta sulh cihanda sulh" oyununa
Öylesine, ölesiye sınırlar ötesine dairdi türkülerimiz
Sonra sevdanın ateş çemberinde koyu bir sükut içre
Gözlerine bakamadan ellerini tutamadan
İçimizde çağıldayan ırmağın akışında
Görenler bir hüzünkâr derviş görürdü
Delişmen bakışımda
Yok saymayın abiler benim de bir denizim var her an met cezir
Evet tutamadım ellerinden bakamadım gözlerine
Gizli sevdik
Arada bir varılan menziller gibi
Ateş eklediğimiz yerdi sevdiklerimiz
Türkistan derken Leyla ,Leyla'yı anarken Türkistan açardı kelimelerimiz
Ben ve biz
Hesaplara katılmadık mağrur törenlerinde
Hesaplarını sessizce altüst ettik
      Ölüme Doğru
Sokaklardan geçtim yetimler arasından
Sınavı kaybeden bir genç gibi kederli
Kimi zaman Yunus kimi zaman Rilke arasında
Vücut buldu düşüncemiz
Her ricatta ağlayan iki gözü iki çeşme
Her törende en gerilerde huzursuz
Şimdi kırçıl bıyıklarım felsefe beyazı saçlarıma karışmış
Hala aynı türkü hala aynı aşk üzre
Arabi'den Mevlana'ya uzanan derin çizgide
Beşer mektebinden çıkmayan
Gecelere tütün bulutu ekleyen
Arka sokaklardaki çayhane sohbetlerinde
Devlet kurup sevda şiirleri okuyan
Efendilerin bir iskelet saydığı ben ve biz
Değişmeden ölmek isteyenler
Sessiz ve yağmur yüklü bulutlar arasında
Celal Oğlan ve Yemen Türküsü söylerken ölümü
Eşyalarınızın arasından geçtik mağrur beyler
Markalarınıza basarak
Bu sebeple hayatımız gibi olacak ölümümüz
Kitaplar sevdalar ülküler arasında
Gözlerimiz İstanbul'a bakacak
Anadolu ısıtacak suyumuzu
Kefenimiz ve toprağımız
Biraz Türkistan biraz sevda kokacak
Bir turna havalanacak
Bir gül daha arınacak dikenlerinden
Allah bes baki heves
Ölünecek yerde yaşama çabası idi trajedimiz
Yetim çocuklara ve sevda çeken aşıklara
Bir cemre gibi düşecek ölüm haberimiz
-Geride kalan ahbaba selam olsun-


***
YENİDEN BAŞLAMAK


Her şey bir etkiyle bir araçla geliyor
Sen araçsız, sebepsiz birdenbire geliyorsun
Geliyorsun ve her şeye hâkim oluyorsun
Bilhassa akşam vakitlerinde
Çayı masada unuttuğumda
Kitabın hangi sayfasındaysam geri dönüyorum
Yeniden başlıyorum ama nafile
Kelimeler karışıyor satırlar karışıyor
Elimde sigara varken tekrar yakıyorum
İçimde kabaran bir deniz
Sadece annelerin bileceği bir hüzün dalgası
Ne zaman geleceğin belli olsa sen, sen olmazsın
Ne vakit geleceğini bilsem ben, ben değilim
Bir denkleme de benziyor hani
Çözmek ne mümkün ben beşerim
Yanıp kül olan yıldızlar gibi
Dünyanın dışında söylenir benim hikâyem
Bir gam dağı efsanesi içinde
Erguvanlar şiir saçıyor
Numara ile anılan insanlar arasında
Yine birdenbire sen geldin akşam vakitlerinde
Korkuyorum gelişinden
Gidişin zaten tam korku üzre
-Her daim açık kapıdan giriyorum –
Tövbe!

***
DERVİŞİN HALİ

Her korku zindana düşmekten değil
Her acı tene saplanan bıçaktan değil
Her feryat kaçan fırsattan değil
Her kahır gelmeyen cevaptan değil
Her pişmanlık içilen şaraptan değil

Bilmediğimiz bugünkü modern kafayla anlayamayacağımız korkular, acılar, feryatlar, kahırlar, pişmanlıklar da var.

Dervişin korkusu zindandan değil gözden ve gönülden düşmektir ki bu hali yaşamaktansa bin zindanı tercih eder.

Dervişin acısı tene saplanan bıçaktan değil olamamanın, erememenin, ulaşamamanın acısıdır. 

Dervişin feryadı kaçan dünyevi fırsattan değil gaflette olmaktandır.

Dervişin kahrı cevabın gelmemesinden değil makam sahibinin “Bizim Yunus” dememesindendir.

Dervişin zaten büyük günahla işi olmaz. Onun pişmanlığı daha çok sevememekten, yanamamaktandır.

***
HAYATIN RESMİ OKUMANIN RENGİ












Aklından bir sayı tut
Tuttum
İstediğin sayı ile çarp
Çarptım
İstediğin sayı kadar da Keynes'ten al
Aldım
Bir o kadar da Dostoyevski’den al
Aldım
Şimdi aldığını tekrar çıkar
Çıkardım
-Dostoyevski kaybederdi –
 Kalan sayının elli katı da Marks’tan al
Aldım
Çıkanı
Ahi Evran’dan aldığın sayıya böl
Böldüm
-Ahi Evran paylaşma mimarıydı-
Kalan sayıyı milyonla topla
Topladım
Sıfırla çarp
İşte
Hayatın resmi
İşte okumanın rengi
-Başladığın yere dönersin-
Aslında bir hiçsin abi,
Ekle
Çıkar
Topla çarp böl
Geldiğimiz gibi gideriz!
-İşlem hacmi ücretlendirilmeyecektir!-


***

AMERİKAN SAATİNE GÖRE UYUYAN TÜRK

MÜNEVVERİ: GÖNÜL BEYİMİZ AHMET DOĞAN

Kalbinden her saniye yüzlerce turna havalandığını ve turnaların her birinin bir türküye konu olduğunu bilenlerdenim. Ancak bizi müşküle düşüren onun dünyasında turnadan çaya, dernekten saza, türküden şiire aynı anlamların dışında bir anlam dünyasına sahip olmasıdır. Bu anlam dünyası henüz açıklanamadıysa her an” budur” dediğimizde “bağlam” yardımıyla bambaşka bir yere götürebileceğindendir.

Elbette şifreleri meçhulümüz değil. Fakat sayılarda bile Ahmet Abinin “bağlamı” geçerli olduğu için soyut ve kavramsal düzeyde insan büsbütün zorda kalıyor. Mesela ikiyi bir sayan bir matematiği vardır. “Bir hocam” adlandırmasında Bir’in iki olduğu takipçilerinin meçhulü değil. Zaman olur ki bir hocamızdır kaynağı zaman olur ki öbür hocamızdır. Fikirde “Ali” olunca hâlde de bağlamına göre  “Muzaffer” olabilir. Biz fakir takipçileri Ahmet Abinin hangi kaynağa bağlı olduğunu tam belirleyemeyiz. Ancak yazılarını “ALİ” mahlasıyla yazması bir ipucu verse de mutlaka “bağlamında” ele alındığında farklı bir anlam çıkabilir. “Benim yazılarım Muzaffer bir ruhun yazıları” bağlamıyla hocalarımız karışabilir. Matematiğin bile anlayamayacağı Bir’in iki oluşu veya ikinin bir oluşu mevzu da göstermektedir ki esrarengiz bir insanla karşı karşıyayız.

 Bir şifresi de ”Ateş dilli kelamcı” sıfatıyla maruf İsmail’dir ki burada da müşküllerle karşılaşırız. İsmail imanla irtibatı olan bir öfke taşır ama “Kemalist Cumhuriyet” yazılarından biliriz ki Kemalizm’in Ahmet Abileyin bir hasmı cumhuriyet tarihinde görülmemiştir. Bu ateş dillilik yazılarını takip edenlerce de bilinen inkârı kabil olmayan bir husustur. Hatta bu satırların yazarı ve dahi başka eşhas hayrette kalmaktadır ki beşeri münasebetlerde bu kadar ince ve naif bir adamdan bu satırlar nasıl sudur etmektedir? “Hayat bilgisi” hususunda alabildiğine ince metotlara sahip olan Ahmet Abinin “Bir hocam” düzeyinde ikazlara rağmen dilinin ateşini dinlendirmek bir yana daha da artırdığı ayrı bir vakıa olarak kayda değer. Hatta” bir hocamın” bile artık modası geçen Kemalizm yazılarından başka alanlardaki yazıları beğendiği çoğu dost meclisi yazıları olan “ek yazılara” baktığı da rivayetler arasında. Her hâlükârda Ahmet Abi gibi bir insanın bile hala öfkesi dinmediyse Kemalist Cumhuriyetin kurucu kadrosu da, bugünkü takipçileri de cidden Esfeli Safilinde demek mümkündür. İnsanın zaman zaman şaşırdığı nokta başkaları ile ilgili  adlandırmalarının aslında kendisine bakan bir yönünün olmasıdır.

 Ahmet Abinin bir diğer özelliği” refakçılığı” dır .Hastane ve hekim bilgisi  çok eskilere dayanır.Hastene personeli ile ahbaplık kurmak, çay içilecek yakın bir yer bulmak, aynı zamanda hastayı ihmal etmemek sıradan şeylerdir ama Ahmet Abi bunları kendine has metotları ile yapar ki refakatçılığı sırasında dost olduğu hastalar,hekimler,hasta yakınları, hemşireler  bile hastalıklarına üzülmekten mesai yorgunluğuna hayıflanmaktan ziyade Ahmet Abiyle tanışmanın kazanımı ile sevinirler. Bu satırın yazarı bizzat bir refakat sırasında Erdal Sarı diye şimdi imam olan öğrencimin Ahmet Abiyle tanışıp Ahmet Abiden cumhuriyetin ettikleri ile ilgili mini bir seminer dinlediğine şahidim.   Hekimliği ise ayrı bir bahis konusudur. Ahmet Abiye göre iyi hekim ancak” Haklısınız Ahmet Bey sizin teşhisiniz çerçevesinde izninizle diyebilirim ki…” diye başlayan hekimlerdir. Sevdiği, gönlüne koyduğu her eşya, her varlık, her insan gibi onun hastalığı da bu gönül koruyuculuğundan, Ahmet Abiye özgü olmaktan nasibini alır. Denebilir ki hekimlerin Ahmet Abiden olur almamalarının nedeni hastalığı tıp literatüründeki hastalıkla bir tutup o hastalığı Ahmet Abinin gönül koruyuculuğu çerçevesinde “Ahmet Abinin hastalığı” olarak anlayamamaları ve adlandıramamalarıdır.

  Ahmet Abinin bir diğer özelliği ikram ediş biçimidir. Kahramanmaraş’ın herhangi bir yerleşkesinde ona sigara, çay, yemek, sandalye duruma göre herhangi bir ikram ve jestte bulunma şansınız yok demektir. Ya Ahmet Abinin eski mekânıdır, ya eski mahallesi, ya çocukluğunun ya da gençliğinin geçtiği mekândır dolayısıyla ikram hakkı, gönülleme hakkı ona aittir. İnsanı dili ile nezaketi ile en azından kendine nispet eden sahiplenmesi ile madde üstü ikramın da piridir. Birini severken aynı anda iki kişiyi sevdiği de olur. Sesimiz ve sözümüz olan Mehmet Yaşar’ı İsmail ekolüne katarak toplu açılıştan ilhamla toplu adlandırma ile nispetler ile sevebilir. Bu sebeple “Dut Yetiren ”in yazarı Keklikçi Hasan’ı severken köylüsünü, Mollayı severken Eralp’i, Fazlı’yı severken beni de Fatin başkanı da topluca sevmiş olur.

 Bir diğer özelliği “muarızlar” meselesidir ki bu mevzu Ahmet Abiyi anlamada tarihi ” Boğazlar Meselesi” kadar önemlidir. Bu muarızlardan birisi ile “Ötüken” den seslenen zat ile “paralel” olduğumu söyleyebilirim. Ancak muarızlarından iktidar partisinin eski yöneticilerinden Hunu nam bir zat var ki Ahmet Abinin de bu satırların yazarının da kötü hatıraları ve siyasi baskılara maruz kaldığımız hastane ve dükkân kayıtlarında mevcuttur. Ancak Ahmet Abinin korktuğu fakat dile getiremediği bir muarızı var ki “Annesi Savaş adını verdiği için ölene dek mücadeleden vazgeçmeyecek “ Bir Hocam övgüsüne mazhar zatın muarızlığıdır ki zaman zaman Bir Hocamlardan yana ya da onlardan aldığı ilhamla Ahmet Abiye muarız olduğuna tanıklıkta ifade değiştirerek onu zorda koyduğuna şahidim. Ancak her kelimede, her kişide, her eşyada farklı bir bağlam ile ilgi kuran Ahmet Abinin muarız kelimesinde de “ Sen benim ifadem ve hızımsın/Beyaza kara lazım bana sen lazımsın” anlamı kendini belli eder.

Ahmet Abinin en mühim özelliği “Dükkancılığı” dır ki burada ne satılır, müşteri kimdir, dükkâna kimler girebilir, kimler giremez hâl ehline malumdur. Siyasilerin bir zamanlar özel izinle ve siyaseti dışarda bırakarak dükkâna alındıklarına şahidim. Ancak şimdilerde eski ilkelerin gevşediği, kısmen buharlaştığı çaşıtlarca dillendirilmektedir. Bunun baş aktörü de ecnebi memleketlerine gidip ilim öğreneceği yerde bu yazının başlığına ilham olan ”AHMET ABİ AMERİKAN SAATİNE GÖRE UYUYOR” bilimsel tespiti ile dönen muarızı Hunu ve İktidar Partisi idarecilerinden Hacınam zatın ve ateş dilli kelamcının siyasi tavırları olduğu da söylenmektedir. Ancak Ahmet Abi iktidar partisine yakın dursa da eski ilkelerin hala cari olduğu en azından Bir Hocamın ve dükkânın mollasının şeriatın ana ilkeleri çerçevesinde siyasete kapı aralamayacağı hatta Ahmet Abiye bu anlamda iftara edenlerin bizatihi partici oldukları da tevatürler arasındadır.

Ahmet Abinin de zaman zaman müşkül vaziyette kaldığı cümle ehli dükkânın malumudur. Şairler meselesinde benim şairim dediği Narlı’dan, Sivas’ın soğuğu tesmiyesiyle andığı bu fakirden, Temiz kelimelerle temiz şiir yazan Hasan Ejderha arasında seçimde zorlandığı, Bir Hocam mevzu olduğunda şahitlikten içtinap ettiği, üstadım diye vasfettiği İsmail ile Tanrı’nın Türkleri arasında kalmaktan da sıkıntı duyduğu çünkü bu durumda adil olamadığı da bilinen gerçekler arasındadır.

Ahmet Abinin insanı tebessüme getiren bir vasfı da felaketzede oluşudur. Felaket derken öyle kıtlık, sel, savaş deprem sanılmasın. Ahmet Abinin özel lügatinde mesela arabadan, eşyadan, tarhanalık yoğurt piyasasından, seçim sonuçlarından bahseden biri ile mülaki olması, akademisyen ağırlıklı sempozyumlara katılmak zorunda kalışı mesela arabasının tekerinin patlaması, torununu okula götürürken yağmur yağması da felaket kapsamına girebilir. Apartmanın asansörünün bozulması ise felaketlerin büyükleri arasındadır.

Yine tarih meraklıları ve Ahmet Abi takipçileri onun türkü sevdasının dumanlı ve karanlık mahfillerde Kâh Neşet Ertaş kâh Mahsuni Şerif dinleyerek mest olduğu zamanlardan kaldığına dair izlere rastlamışlarsa da yine bu zamanlar da bile ”vatan kurtarma” çabasını inkâr edememişlerdir. Türkünün onda nerdeyse ilahi bir vecde dönmesinde Bişri Hafi samimiyetinden izler olduğunu mestliğin, kafadaki dumanın derviş imanına döndüğü aşikârsa da bunda hangi hocanın hak sahibi olduğu yıllarca açıklığa kavuşamamıştır. Neticede eski Türklerin haram olmayan bir “mai” ile sarhoş oldukları bilim adamlarının bunu bulması gerektiğine dair bir Ahmet Abi felsefesine yol verdiği de ehlinin malumudur.

Ahmet Abinin en belirgin özelliği ise abiliğidir. Abilik ülkemizde belli simalara nasip olmuştur ki hepsi de belli vasıflara bizden özelliklere sahip kimselerdir. Sezai Karakoç’tan, Muhsin Başkan’a; Fethi Gemuhluoğlu’ndan Bahaettin ve Abdürrahim Karakoç’a ve Ahmet Abiye gelen çizgide Ahmet Abinin şefkat ve merhamet cevheri ile mücehhez olduğuna bu satırların yazarı bin kez tanık olmuştur.

Her güzelin bir kusurunun olması gibi Ahmet Abi de Amerikan saati ile uyuyormuş ey azizan! “Geceleri uykusuz kalanların yolundan çekilin” diyen Nietzsche’ yi bilmeyen bazı iktidar yanlısı eşhas buradan Ahmet Abi aleyhine bir şey çıkarmaya çalışsa da sonuç hüsran olacaktır! Haza insan, haza derviş,haza  abi!

Bu cıvayı kalbimize kimler döktü Ahmet Abi?


***
           
KISA DÜNYA TARİHİ


Anlamanın eşiğinde yüklenirken ağır yükü
Abdestsiz namaz kılan hafız gibi mesela
Kalbimi yıkamadan en derin sularda
Aşktan bahsettiğim için  beni bağışla

Üşüyen bir şehirdi Roma Neron'un ellerinde
Mustafa saltanat kurbanıydı Süleyman mülkünde
Aşk eşya arasında küskün ve kahır dolu
Neron ,ben ,Süleyman  benzedik birbirimize

Şehir kül, Şehzade ölü, aşk kayıp
Celladın gözlerinden geçtik masumane

***
VEL ASR

Güneşi değil kalbimi istedi o Hintli bilge
Hıncını sağaltmak için kalbimi istedi
Ben o bilgeye kalbimi vermeseydim eğer
İnsan kalmayacaktı Hint’te bile
Şafaktan başlayan yolculuklar olmasa
Nehirde külleri toplar mı o Hintli bilge

Bütün kör kuyularda biz, kör bakışlar bize
Bağışlayan biziz tüm günahkârları
Biraz faşist, biraz radikal, biraz kökten
Gibi sevimsiz, gibi korkutucu, gibi bilgisiz
Bir resim gibi çizdiler tüm resmimizi
Ateşi güle çeviren saf bakışlarımız için
Bir de çirkinleşmeyen yüzümüz hatırına
İkindi yağmurları yağar lekesiz

Eksik yanım budur itiraf ediyorum
Camla değişmişsem lütuf kokan rozeti
Plaketleri atmışsam en azgın köpeklere
Kırılıyor çünkü camın kalbi var
Sonra dağlarda türkü söylediğim
Eşkıya öyküleri dinlediğim
Aşktan ölümden yana şiir okuduğum üzre
Ne söylenirse doğrudur
Kimi zaman saklamışsam bir turna hasretini
Tankın altında kalan her müminden sonra
Yakmışsam birer birer kelimeleri
Sarmışsam tütünün en delisini
Çekmişsem içime derin derin
Yağmur yağıyorsa hala gözlerine şairin
Bilin ve bildirin nice mümin var yeryüzünde
Keder o ki hasret o ki sultanım
“İyi adamlar iyi atlara binip gittiler”
İyi atlara binip gelseler dayanamazlar
Bizim de hasretimiz derinleşir ham ervah arasında
Ey zamanın sahibi
Vel asr!


***
ÖZRÜM BİR ASA

Gece birdenbire ruhumu kaplar
Açılır önümde eski hesaplar
Nereye dönsem kıyamet uğultusu
Can telaşında can dostlar
Dünyanın bir çember gibi çevrildiğinde
Özrüm bir asa gibi tutunduğum
Denizi ikiye bölemesem de

Yaşamak ölüm gibi düşer biz neyiz biz
Her denemede aynı hüzün her kuyuda aynı ses
Çarşı pazar bir marka güvencesinde
Niçin üzerinden çekip alamıyoruz
Bu modern etiketi
İster çocuk ister kadın ister anne
Çiçekleri kuponlara değiştiler
Dolar gözlüm diyen genç aşığın
Hangi sureden hangi hatimden sonra
Takılırdı kalbi yerine

Kalbi bir beygir gibi sağa sola
Kadeh değil kalkan kalplerde eşya yükü
Şaraptan kaçtığınca sarhoşa lanet yağdırdığınca
Keşke konuşsaydık aşktan
Belki yazgısına bir vaha düşerdi ömrümüzün
Bir hırka giyerdik üstü nakış nakış
Baştan sona aynı kitaptan
Aynı soruların yer aldığı
Tekasürün ateş çemberinden
İçimizdeki kurumuş ölülerden geçebilirdik
Bir de gül büyütürdük
Anne toprağında burcu burcu
Peygamber terinden





***

MUSTAFA KUTLU ”TAHİR SAMİ BEY’İN“ ÖLÜMÜNDEN  SORUMLUDUR!


Herkesin bir hikâyesi vardır, bir hikâyecisi de… Benim hikâyem “Ya Tahammül Ya Sefer” di. Biz bir fikre sevdalanmış Anadolu çocukları olarak “Dava Delisi Kerim”in samimiyetiyle coşuyor, ”ocağımızdan” yetişip de sıfatlarıyla mağrur, sıfatlarıyla mahkûm olan büyüklerimizin(!) davaya bel vermemelerinden dolayı “Murat Ağabeyin” o ulvi hüznünü yaşıyorduk.

Tahammül mülkünün viran olmaması için “Hem Tahammül Hem Sefer” çağrısıyla mukavemetimize yeni bir yol bulma çabasındaydık. Bulduk aslında yolumuzu: ayrılan, yalnızlaşan, acıları çoğaltan ama sürüden olmamanın gizli gururunu yaşayan zenci çocuklar olarak kaldık. Ta ki “mücahitlerimizin” iflah olmaz müteahhit, alperenlerimizin kara siyasa mağdurları olmalarını görene kadar. Vaktaki bu hezimeti yaşadık, bizim mukavemet alanlarımızda su almaya başladı. ”Hayatımızı Hakk’a uydurmamanın” yenilgisiyle tuzlu su içenlere mahsus susuzluğumuz; çok tevilli ricatlarla cephe gerisine çekilmenin sancısıyla sözden hayata şavkımayan kör ve bereketsiz bir kandilin loş ortamında kurduğumuz vatanların bir yanı istila edilmiş, bir yanında ise Osmanlı tuğrası asılı duruyordu.

Murat Ağabey’in yol arkadaşlarından umudu kesip tıkanıklığı yemek kitabıyla aşmaya çalışmasındaki hüzün, belli bir davası olanların millete ümit ettiği feyzi görmeyince ne denli mahzun, ne denli perişan kaldıklarına tanık olmakla tanıklığın acısına da giriftar olduk ki şairin dediği hale duçar olduk:”her tanığın iki yarası var şair iki yarası/bir anlamanın bir tanıklığın” hesabı bir hesaptı, bizim dürülen dava adamlığı defterimiz!

Şimdi Mustafa Kutlu’nun “Huzursuz Bacak”la geldiği noktada memleket meselelerinden sancılanan kahramanına yine toprağı göstermesi çok manidar. ”Bana rahmet yerden yağar“ diyen şairin hikmetine yol açan bu soyutlama Mustafa Kutlu hikâyeciliğinin ana noktasıdır.

Mustafa Kutlu her hikâyesinde soyutlama içerisinde, sade ve içten bir dille mesajı metne sindirerek okuyucuyu “hayatın içindeki” dile çağırır bu dille baş başa bırakır. Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı yine bu soyutlama başarısı içerisinde bana taşrada yaşayan sanat edebiyat tutkunlarının akıbetine çok uygun geldi. Oluşturduğu kütüphanesinin, bekârlığının, yalnızlığının, dergiciliğinin makes bulmaması kahramanımızın ölümüyle noktalandı. Taşrada nice sanat edebiyat sevdalısı var ki büyük şehirlerin eşiğinde beklediği büyük ve üstad bildiği sanatçılardan biri olmak istediği ve dahi bu istidadı taşıdığı halde yankısını bulmayan sesiyle muzdarip olarak şu fani dünyadan göçen az sanatçı yok herhalde.

Mustafa Kutlu da bir derginin başındadır. Az mektup almamıştır taşralı sanat tutkunlarından. Belki de tek şansızlığı taşralı olmak olan bu sanatçılar az şiir ve yazı göndermemişlerdir büyük dergilere.

Neticede okunmadan, karşılık bulmadan, elinden tutulmadan, yol gösterilmeden “sanatçı enflasyonu” tahkirine mahkûm olarak aynen cevapsız kalan Tahir Sami Bey gibi yalnızlıklarında boğulan, kendi sesini taşıyamaz hale gelen, bahtına küsen, yankısını bulmayan, sesinden bunalan nice taşralı sanatçıların ölümü Kutlu ve emsali dergicilere uzak değil. Bu sebeple benim hikâyecimi ihbar ederek dergi sayfalarının bu sanat tutkunlarının çalışmalarına da yer verir hale gelmesini temenni etmekteyim.



***


ANADOLU İNSANI: HEM SEVİLİR, HEM KIZILIR!


Çocuğuna en cesur isimleri koyar: Ali, Hamza, Ömer, Yavuz, Mert, Cesur, Yiğit... Ancak tedbire boğar. "Aman ha etliye sütlüye karışma, suya sabuna dokunma" öğüdü de onundur. İsmiyle aldığı terbiye arasına sıkışan zavallı çocuk hakkını aramak bir yana hak arayandan bile uzaklaşır!

Çocuklarına gençlik, delikanlılık günlerinde nasıl bıçkın delikanlı olduğunu nasıl ateşin sevdalarda piştiğini anlatır ama çocuğunun sevdadan da delikanlılık raconundan da uzak kalmasını ister!

Gençliğinde ocaklarda, derneklerde, cemiyetlerde nasıl çalıştığını nasıl idealist dava adamı olduğunu, afiş, pankart astığını, nasıl bildiri dağıttığını anlatır ama çocuğuna gelince "aman ha çocuğum bunlar karın doyurmuyor önce iş, önce ekmek" diye öğütler vererek kapitalizmin Keynes'i kesilir!

Namazı en ufak bir bel ağrısında bile oturarak kılar ama piknikte çömelmiş vaziyette kebap yellemekten veya eğilerek göbelek toplamaktan çekinmez!

Hiçbir partiyi geri çevirmez dahası "Başkanım siz rahat olun burası sizin " der ama bir oy bile çıkmaz oradan ki zavallı başkana teselli ikramiyesi olsun ama yine de o başkanla münasebeti kesmemeyi de bilir!

Cuma namazından jet hızıyla çıkar ama maçın uzatmalarında bile ekrana çakılı kalır!

Futboldan, siyasete, eğitimden, ticarete her şeyi bilir ama eşsiz kurtarıcı beklerken ferdi sorumluluğunu ihmalden çekinmez!

Teravihi hızlı kıldıran imamı, cumada hutbeyi kısa tutan hatibi, “güzel" fetva verecek müftüyü bilmekte de ustadır!

Kâh Yaşar Nuri kolaycılığından, kâh Nihat Hatipoğlu romantizminden, kâh Mustafa Karataş hikmetinden nasiplenir ama pratiğini, günlük hayatını esastan değiştirecek ana kaynaklara mesafe koymayı da bilir!

Çocuğuna iyi bir Müslüman olmasını öğütler sürekli ama haliyle, tavrıyla deneme sınavını namazdan daha çok önemsediğini belli ettiğinin farkında değilmiş gibi davranır!

Çocuğun dersi önemli değil diye başlar cümlesi aslolan ahlakı diye devam eder ama ahlakının güzel dersinin kötü olduğunu duyduğunda yüzünün değişen rengini gizlemeye çalışması da vasıflarındandır!

Allah’a hayırlı evlat diye dua eder ama kız ise doğan çocuk yüzündeki gölgeyi gizleme gereği duymaz!

Neyi yaşıyorsa, âleminde ne varsa onunla ilgili ayetler hadisler okur ama kendi arızasını, kamburunu gösteren emirlerden haberi yokmuş gibi davranmayı da bilir!

Ramazanın has müminidir, kurbanın İbrahim mirasçısıdır ama yılbaşında çaktırmadan piyango almayı, çoluğa-çocuğa tatlı, çerez getirmeyi de ihmal etmez!

Kendinden olan memura, âmire daha rahat ama kendinden olmayana ölçülü olmayı yani öğretmene, imama diklenmeyi ama bankaya şapkasını çıkararak girmeyi sorun olarak görmez!

Dünya malı dünyada kalacak, kefenin cebi yok der ama dünya malı için öz kardeşiyle bile bıçaklı silahlı kavga etmekten çekinmez!

Ehli dünyanın gayri meşru ilişkilerini yadırgar ama aynı ilişkileri “gönüldaşım, arkadaşım, dostum” sıfatları ile kendi yaşamaktan çekinmez!

Zor zamanda konuşmaktan, tavır almaktan çekinir ama kalabalığa karışıp hıncını almakta da mahirdir!

Hacdan kıyma makinesi, umreden aklı telefon alması da özelikleri arasındadır!

Evladına, damadına, kardeşine, komşusuna ödünç vermemek için param yok diyebilir ama İhlâs Finansa ya da Albaraka Türk’e kâr payı için parasını yatıracak kadar da serbest piyasa uzmanıdır!

Bir hocayı, bir âlimi iki kez dinlese yüzlerce hata bulabilecek kadar ölçüyü aşar ama Kemal Sunal filmlerini onlarca kez dinlemekten sıkılmamayı her seferinde ilk kez izliyormuş gibi davranabilmeyi de başarabilir!

Bütün bu vasıflar Anadolu insanının her mahalleye bir cami konduran cömertliğini, mesele kutsal değerler olduğunda savaş alanına yeni savaşçılar sürüşünü, din bahsi olduğunda elinde keserle baltayla meydana çıkışını, değneğini bırakarak çoban olarak gittiği Avrupa’nın merkezine Türk mührünü vuruşunu, evladını askere davulla zurnayla gönderişini, cebinde parası olmadığı halde hesap ödemek ister gibi yapan şirinliğini görmeme engel değil! Biz böyleyiz! Ve bu satırların yazarı iki kez denediği Türklükten istifa teşebbüsünden vazgeçtiyse bu milletten daha güzel millet olmadığı içindir!

Rabbim ne güzel ne güzel Rabbim

Müslüman Türk yaratılmak!


***
KÜL




Kül, güzelliğini saklayan prenses kül
Kimin umurunda takvim yaprağı
Bişr-i Hafi ayak izleri belli belirsiz
Bülbülü vuran el uçurtma mı uçuracak
Hüzün çarşısında çekiç sesleri
Her gün toprağımda kök salan fidan
Yeni açan çiçeklerin hakkı için
Bir daha kül
Meyvesini dalında kurutan prenses
Yanmadan yâre varılmaz dediğin
Ateşlerine düşeyim
Değirmenlerinde
Kuyularında
Zindanlarında
Sürgünlerinde
İlk aklına gelen
Kıyas kabul etmeyen benim
Tespihim de ateş kehribarı
Şiir yazar tespih çekerim!
-Bugün günlerden ne?-

Kendi savaşımda
Kendi ölümümle ölmek isterim
-Bir çay içer gibi-
Hiç kimsenin bilmediği
Aşkın söndüğünde sevgilinin gelişi
Kül olmuyorsam ateş dediğimde
Köle gibi satılmıyorsam Yusuf sınavında
Seni sonsuz bir sesle
Ve alevden kelimelerle çağırmıyorsam
Erguvan açmıyorsa gözlerinde
Kül bir daha kül
Hiçbir pazarda müşterisi çıkmayan
Senden başka alıcı beklemeyen
Uslanmaz köleye bak da geç
Rüyamı sen gör
Şiirimi sen yaz
Ünüm senin olsun
Adımı defterine yaz
Üstü silinse de
Hiçbir şey bırakmayacak kadar yoksulum
Dinleniyorum ölümün gölgesinde
-Aşk ölüm değilse ne?-

Gömleğimi Kerem gibi tutuşturamadım
Bir son fasıl çağrısı kaygılı ürkek
Turna gözlerinde karanfil sıra sıra
Yarım bir kalple gidilir mi Mısır’a
Ah külüm göğe savrulası
Ey Kenan illeri
Ey hüzün kulübesi
Eşiğinde nöbetteyim
Yüzümde ölüm gölgesi
İçe işleyen ateş insana
Keşke toprak olaydım
Sevmeyen bir kalptense
Yunus’ta hece
Bende kül bu bilmece
Ey korkudan savrulan kül
Ey ateşin beyazı
Bir daha kül
Kalbimi kalbinle buluşturamadım
İçimdeki Musa bir sussa
Onaracak bu yıkık binayı Hızır
Sonlu koşuda
Kalbimde dünya yükü
Sessiz ve korkulu çıkıyorum sahneden
Keşke toprak olaydım
Keşke toprak olaydım
Keşke toprak olaydım
-Şiir keşke değil de ne?-


***

ŞİİRİN NİÇİNİ
















Bir çocuğun düştüğü yerde
Bir kuşun uçtuğu yerde
Bir annenin göçtüğü yerde
Kelime kelime şiir doğuyor

Denize doğru akarken zaman
Ölüm şarkısında son fasıl bu an
Vefadan yana çalarken keman
Kelime kelime şiir doğuyor

Sabah rüzgârında açarken kapı
Ateşi dilden özge yanan kalmadı
Ustada kalınca bu öksüz yapı
Kelime kelime şiir doğuyor

Bu hüzün bu korku bu sonlu koşu
Ölmezlik derdinde aşkın sarhoşu
Tırmanırken içimdeki yokuşu
Kelime kelime şiir doğuyor

Bahtın kara ise sevdadan yana
Bin darağacı bir garip cana
Kerem misali hep yana yana
Kelime kelime şiir doğuyor

Aşk yunağında ağaran gönül
Geçilmez sınırlar bir ince tül
Düşerken elimden tomurcuk gül
Kelime kelime şiir doğuyor

Nice değirmende nice kuyuda
Eşyadan eşyaya derin uykuda
Varlığıma ışık tutan korkuda
Kelime kelime  şiir doğuyor

Aczim bir sırattır keser dilimi
Senden gizleyemem mücrim hâlimi
Yazıklanma nöbetinde bulunca seni
Kelime kelime şiir doğuyor

Son fasıl son şarkı çalarken hüzün
Gözyaşları meyveye durdu gündüzün
Düşmüşse  yıldızı ömrümüzün
Kelime kelime şiir doğuyor

Ellerim uzanır mavi gecede
Yine yâr derim ölümde bile
Hu canlar hu son hecede
Kelime kelime şiir doğuyor

***
NOSTALJİ




Kerem gibi kül olalım yana yana
Mecnuna dönsün adımız Kays iken
Ferman padişahın diyelim dağlar bizim
Bizi gören markamızdan arabamızdan değil,
Hüznümüzden tanısın.
Son sigarayı son bileti verip ötekine,
Biz yalın ayak çıkalım yollara,
Saçak altından da kovsunlar bizi,
Her yağmurda sırılsıklam,
Her ayrılıkta iki göz iki çeşme,
Tuz basalım her yaraya!

Hozan Beşir ve Neşet Ertaş kardeşimiz olsun;
Biri gelmiş bahar desin Kürtçe,
Neşet Baba Gönül Dağına vursun mızrabı.
Hesapları ödeyemediğimiz için,
Bulaşıkları biz yıkayalım dağca.
Her hain bizi bulsun ihanet için,
Her yolcu bize sorsun adresi,
Halay başı olalım öksüz düğünlerinde,
Bizi arasınlar garip ölümlerinde,
Boş hamal sansınlar kılığımızdan,
Yüklesinler tüm yükleri sırtımıza,
Ne keder ne gam!

Safların en gerisinde yerimiz,
Bazı Veysel'e bazı Emrah'a karışsın sesimiz,
Dünyada hiçbir izimiz olmasın,
Bir siyah beyaz yırtık resmimiz.
Ne rozet ne jüriden nişanımız olsun,
Bu dünyada bir yâr sevdim el aldı misali,
Ayrılıktan köz gibi temiz bir sevda,
Yandıkça kül olsun kalbimiz!
Biz bir tahta bavulla çıkalım şehirden,
Şehir meczup arasın,
Kediler, çocuklar ve turnalar,
Örtsün çaresizliğimizi.
Sevdamız,
Sesimiz,
Kalbimiz,
Karışsın yıldızlara.
Bizden sonra da bize yazılsın hesaplar,
Can dediğin nedir ki,
Karınca da bile var.

***
KARA BAHT ŞİİRİ




Şimdi yokluğunda kederim derin
Ateşler buz kesildi sıcaklar serin
Başka bir çiçeğe değmiş ellerin
Baharı neyleyim yazı neyleyim

Sihirli lambanın söndü ışığı
Hasretle beklenir aşkın eşiği
Kalbimi kaplayan bu sarmaşığı
Cilveyi neyleyim nazı neyleyim

Gözümde ırmaklar deryaya taştı
Mecnun çölleri hasretle aştı
Ham ervah bu yolda  çileyle pişti
Nağmeyi neyleyim sazı neyleyim

Yokluk hırkasında nakış olmuşum
Kalbe saf tutturan bakış olmuşum
Yürekten söze akış olmuşum
İçe işlemeyen sözü neyleyim

Mansur yoldaşımdır Hakkın yolunda
Cemalini aramışım kulunda
Gönlü görmezlerin akıl oyununda
Aşktan taşra düşen özü neyleyim

Ruhu meze yapıp bedene dalan
Sevda bir ateştir bu dünya yalan
Cana varamayıp cesette kalan
Göz izi taşıyan yüzü neyleyim

Aşk yolunda bahtımı  kara yazdılar
Mansur gibi beni dâra yazdılar
Sınavım çetindir zora yazdılar
Dünyaya dalan gözü neyleyim

Sivasî olmadı madalyan ünün
Gamla kederle geçti her günün
Ahirette olacak senin düğünün
Dünyalık düğünü toyu neyleyim



***
SARHOŞLARIN ŞİİRİ











İki sarhoş çarpıştı 
Birinde şarap şişesi kırıldı
Diğerinde eşya
Birinci kalktı yoluna salına salına
Diğeri düşen eşya ile birlikte yok olmuştu

İki sarhoş çarpıştı
Birinin elinde kadeh yarası
Diğeri can evinden vurulmuştu
Birinci tekrar şişeye döndü
Diğeri unvan altında kaybolmuştu

İki sarhoş çarpıştı
Biri karasevda üstüne türkü çağırıyordu
Diğeri ben çıkmazında kaygılı ürkek
Bahtına lanet yağdırıyordu

İki sarhoş çarpıştı 
Biri “ben bir hiçim abi!” diye ağıtlar yakıyordu
Diğeri pay almak için Firavunlardan
Piramitlere mermer taşıyordu



***

BAĞIŞLA BENİ!







Her kuyuya düştüm, her korkuda ben varım
Bu yüzyılın renginde değilim belli
Buğdaya babamdan beri bir kötücül meyil
Cennetten kesmesem de umudu
İçmesem de sofrasında bulundum tüm sarhoşların
Kollarına girdim türkülerini dinledim geceler boyu
Tüm dilencilerin ve yolda kalmışların adres sorduğu
Yakışmıyor bunları söylemek doğrusu
Günahları gösteren lambayı kıstım
Küntü türaba ikliminde gezerim günde beş vakit
Çoğunlukla geçmiş gelecekle düş gibi
Tek kanatlı kuş gibi
Silik bir yazı gibi mesela
Bir yok olan bir kalbime ağan bulut gibi senin yankın
Aşkın okunmaz kıyılarında
Kimi sevdimse senin için sevdim
Sana inandığım için kullarına inandım
Ölümü öğreten o yalansız güneş
Ey sonsuz merhamet
Mürvetini gördüğüm bu kalp senin
Bağışla beni!
Bağışla beni
Baharda naz başlasın
Ölümler düğün olsun
Acılar yavaşlasın

Ellerim uzanırken kadim memnu meyveye
Başa dönen çaresizliğim bin bir sırat
Düştüğüm kuyularda adın muskamdı tutundum ona
Gece nöbetlerinde yarı sayrı yarı deli
Neron değilim ateşim de yok Roma için
Her sevdada kendimi yaktım belli
Uykusuz gecelerden savrulan dumanlardan
Mahzun bırakılan dert ortağım çaydan
Kaçan namazdan –ok saplanır sanki –
Eşya gölgesinden dünya tozundan
Görünme hevesinden teknik putlardan
Dile gelmesi mümkün olmayan susunca anlaşılan
Kederlerimin son durağından
Umutla geldim bağışla beni!
Bağışla beni
Baharda naz başlasın
Ölümler düğün olsun
Acılar yavaşlasın.




***

TÜRKÜLERİMİZ VE ACILARIMIZ BAĞLAMINDA BİZ











Müzik sanatlar içerisinde en milli olanıdır. Şiir başka dile tercümesi zor olan bir sanat olduğu gibi müziğin de coğrafyanın sesine doğduğu /coğrafyanın sesinden doğduğu için ancak kendi dilinde tadına varılabilen bir sanattır. 

Bizim tek sesli müziğimiz “tek Tanrı” inancımızla ilgili olduğu gibi Batı müziğinin çok sesli olması elbette “teslis” inancıyla ilgilidir.

Âşık Veysel “düğünlerde bayramlarda Türk’üz türkü çağırırız” derken bizim iç sesimizin keyifte ve kederde türkü formunda ifade edildiğini söylemektedir.

Dünyanın ortak kelimesi olan “musıc” mesele bize döndüğünde millileşmekte ve karşımıza türkü çıkmaktadır. Sonundaki mensubiyet ilgisini hatırlarsak Türk’e ait olan demektir! Değerlerin hızla aşındığı gövdenin sesten çok önemsendiği vasatta coğrafyanın sesini aramak bir yana ahlaki değerleri yok sayan dil ve düşünce içermeyen sözlerin sanat eseri sayılması garabetini bir yana bıraksak da görümsetme (klip) rezaletinin ayrıca teşhire dönüşmesi tam bir yıkım aracına dönüştürüyor müziği. Bu durumda hasretin, gurbetin, yalnızlığın, yoksulluğun, ölümün insanî atmosferinden çıkıp” bandır bandır ye beni” edepsizliğine,” yakalarsam“ teşhirciliğine ,”kız hepsi senin mi”aymazlığına duçar oluyoruz! “Bizim musikimiz bizim romanımızdır.” Diyen Şair milli öykümüzün sesinde doğan bizim sesimizi anlatmak istemiştir. Bu ses Orta Asya’dan Rumeliye, Anadolu‘dan Yemen’e uzanan hüzünlü bakiyeleri olan Müslüman Türkünün sesidir. Belki de sesimize bize ait olmayan sesler karıştığı için yankımızı bulamıyoruz ve coğrafyamızın çağrısından bihaberiz! “Nedir yezit ne Kızılbaş/Değimliyiz hep bir kardaş/Bizi yakar bizim ataş/Söndürmektir tek çaresi” diyen Veysel Usta’nın Alevilik açılımına çizdiği yol haritasını atlamadan oturmak lazım masaya. “Bitlis’te beş minare beri gel oğlan beri gel/Ciğerim dolu yâre/Beri gel oğlan beri gel” mısraları havasıyla birleştiği zaman ayrılan kardeşlerin acısına bir destan olmaz mı? Mahremiyetin yok sayıldığı teşhirciliğin sanat muamelesi gördüğü bu vasatta” A benim ahtı yârim/Kaderde tahtı yarim/Yüzünde göz izi var/Sana kim baktı yarim” manisi bir edep ayarı vermez mi? Benliğin bir puta dönüştüğü bu çağda yine içimize söylenen sesi bulmak mahviyetin sınırlarına çekilmek için” Gel ha gönül havalanma/Engin ol gönül engin ol/ Dünya malına güvenme/Engin ol gönül engin ol” türküsünün derviş çağrısını duymak zorunda değil miyiz? 

Kendi sesimiz Çanakkale’den Yemen’e, Rumeli’den Asya’ya bu coğrafyanın çağrısında yani yürek sesimizde toplayacaktır bizi. Bu coğrafyanın malı olmayan ithal fikirler nasıl perişan olmamıza neden olduysa bize ait olmayan kutsal hüzünlerimizi ifade etmeyen karışık sesler anaforunda kendi sesimiz sanarak bir uğultuda siyasi kavgalarla ve kamplaşmalarla yem olmak zorunda kalacağız!

Bizim sesimizde hasret var, aşk var, birlik var, ölümlülük düşüncesi var, dostluk var, dil yarasının dinmeyen acısı var, dostun attığı gülün yarası var, Ali var, Muhammet var bin yıllık maceramız ve hüzünlü bakiyemiz var! Coğrafyanın sesi coğrafyanın kaderidir! Sesimize dönelim medeniyet bir yorgan gibi üstümüze örtülmeden!



 ***
 MUHALİF VE YALNIZIM

 


Sen çoğunluktan olmayı haklılık sayarsın
Ben yalnızlığı haklılık bilirim
Sen zor zamanlarda tedbir zırhına bürünürsün
Ben meydanlara çıkarım
Sen Ulucaminin ön safında yer ararsın
Ben en arkada dururum
Sen çocuğuna deneme sınavından düşük aldın diye kızarsın
Ben neden namaz kılmıyorsun diye kızarım
Sen şehirli yerli zade yaltaklanmalarındasın
Ben insana bakarım
Sen atanmışlarla veya halka yalvararak seçilmiş olanlarla tanıdık olmayı yeğlersin
Ben yerli temiz ve duruş sahibi olanlara önem veririm
Sen eteklere kapanırsın taçlara göz dikersin
Ben senin öptüğün eteklere el silerim taçlara tükürür geçerim
sen günahkardan kaçarsın ben günahkardan değil günahtan kaçarım
Sen mutlaka "tekasür" suresinin zemmine müstahaksın
Ben üryan geldim üryan giderim
Sen kazanacak adayın dalkavukluğunu yaparsın
Ben sadece adı ve hatırası için ya DİRİLİŞ partisi ya BÜYÜK BİRLİK derim
Sen gazate ve televizyon izlemeden yorum yapamazsın
Ben efkar odasında narin hislenişler yaşarım
Sen Hasan Mezarcıyı, Bekir Sobacıyı, Salih Mirzabeyoğlunu unutursun
Ben unutmam
sen tüm kasapları indirimli mağazaları bilirsin ben çayevlerini ve kitapçıları bilirim
Sen iktidarın tombul çocuğu olmayı yeğlersin
Ben muhalif duruşun elebaşıyım
Sen seçme cümleler kurarsın ki hasım ve dost içermez cümlelerdir bunlar
Benim hasmım da dostum da duruşum da bellidir
Sen beş paralık bir adaya "şehrimiz için bir şanssın" diye methiyeler düzersin
Ben o adaya selam dahi vermem
Ben kusurumu hatamı ayıbımı bilirim dostlarım da bilir beni öyle sever
Sen hacılığından hocalığından diline pelesenk ettiğin dini argümanlardan dem vurursun
Sen güce yakın olmayı hesap edersin ben güce muhalif olmayı seçerim
sen sayın,sen bay,sen muhterem ,sen efendi,sen zade,sen akil
ben karayağız bir Anadolu çocuğuyum
Sen her döneme uygun kampta yer alırsın
Ben hep aynı saftayım rengim hep aynıdır
Sen kürtle kürt,alevi ile alevi,ermeni ile ermeni olursun
Ben türk'üm
sen mantığa vurursun her şeyi
ben aşkı esas alırım
sen ganimetin en önündesin ben ölümlerin en önündeyim
Sen kalabalığa karışıp söversin kendini gizleyerek
Ben mazlumun yanındayım zalimin düşmanıyım
Sen yeri gelir Atatürk yeri gelir Nazım dersin
Ben Necip Fazıl,Sultan Vahdettin,Ulu Hakan derim
Sen pazarlık ve hesap üzre gidersin
Ben pazarlık bilmem
Hesap bilmem
Tuzak bilmem
Ve en mühümi kalabalığa karışıp kimseye sövmem.





















***

ANNE BABA SİZİ DAVA EDİYORUM

Beni yapmaya karar verip vermediğiniz bir eşya durumuna indirgeyerek varlığımın metafizik boyutunu yok saydığınız için dava ediyorum! Melankolinize bir ek, dalinli günlere bir elaman, kardeşsiz sıkıldığım ,futbol sahası bozması evlerinizin çocuk odalarına bir aksesuar olarak düşündüğünüz için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Okuyacağım temel eseri seçerken bile televizyon ve gazeteyi esas aldığınız için dava ediyorum! Beni nerden geldiğimi, niye geldiğimi söyleyecek eserlerle tanıştırmayıp çocuk nedir bilmeyen seminercilerin hastalıklı kurallarına göre değerlendirdiğiniz için. Damağımı besleyip dimağımı fakir bıraktığınız için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Dizi film ve futbol merakınız kadar hislerimi, düşüncelerimi, itirazlarımı önemsemediğiniz için dava ediyorum! Arabanız ya da beyaz eşyanız bozulduğunda tamirciye koşmanıza rağmen benim ince sitemlerimi, alarm veren aykırılıklarımı anlamadığınız için dava ediyorum.

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Ninemi, dedemi bayramlık bir ziyarete dönüştürüp beni hiç tanımadığım bakıcıların eline bıraktığınız için dava ediyorum! Sınır, model, metrekare tanımayan eşya tutkunuza beni alet edip “bak senin için çalışıyoruz” diyerek tüketim tutkunuza beni alet ettiğiniz için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Anlamsız ve unutulan bilgilerin sınavlarında dereceme göre, sınav başarıma göre beni sevdiğiniz için dava ediyorum! Beynimi ve kalbimi mideme meze yapmakla kalmayıp ilkokuldan üniversiteye kadar beni masa başında sınav mahkûmu yapmanızdan ötürü dava ediyorum! Çocukluğumu çaldınız, beni arkadaşsız bıraktınız! Adres defterimde birçok isim var ama dostum yok! Sizin hastalıklı tutumunuzdan ötürü hep rakibim oldu hiç arkadaşım olmadı. Kendi başarısızlığımı değil komşunun ya da akrabanın çocuğunun başarısını dert edinmeme sebep oldunuz!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Hayatın beş seçenekten ibaret olmadığını ve başarının illa baş olmak olmadığını bilmediğiniz için dava ediyorum! Toplantılarınızda “bizim çocuk da şurada okuyor” diyerek caka satma duygunuzu kendi tercihlerime yeğlediğiniz için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Aman ne derler” i önemsediğiniz kadar “Allah ne der” i önemsemediğiniz; böylece beni kutsalsız bıraktığınız için dava ediyorum! Oyun, eğlence ve ders çalışma toplantılarıma önem verdiğiniz kadar tefekkürüme önem vermediğiniz için dava ediyorum! İnsanların arkasından konuşmayı, olmadan görünmeyi, köşe dönmeyi, uyanık olmayı öğrettiğiniz kadar dürüstlüğü, kanaati, paylaşmayı öğretmediğiniz için dava ediyorum!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!


Reklâmların, rollerin dışında gerçek bir anne baba hüviyetini taşımadığınız için dava ediyorum! Korku hislerimin Allah korkusuyla istikamet bulamayışından ötürü filmlerle başkalaştığından dolayı davacıyım! Babamın takımını, annemin eşyalarını önemsemek zorunda bırakılmışlığım, şimdi kendim olamayışıma neden olduğu için davacıyım! Diploma derecesiyle araba markasıyla, ev metrekaresiyle mutlu olunamayacağını öğretmediğiniz için, bunca varlığıma rağmen hâlâ yoksul kalışıma neden olduğunuz için davacıyım!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Bir saatlik, bir günlük, bir haftalık yolculuklara günler öncesi hazırlık yaptığınız halde mecbur olduğumuz sefere, büyük yolculuğa hazırlık yapmayı öğretmediğiniz için davacıyım! Bütün güvenlik sistemlerine rağmen korkularıma yenik düştüğüm için davacıyım! Misyoner kuşatmasına hedef olduğum için ve dinimden dönsem aslında bir şeyden dönmüş olmayacağım durumuna düştüğüm için davacıyım! Ölümü sadece mezarlıkta hatırlayan ve hemen unutan bir zihinle malul kalışımdan davacıyım!

Anne Baba Sizi Dava Ediyorum!

Amerikan ordusunda paralı asker olup Irakla savaşmayı düşünecek kadar milli ve İslami hislerden uzak olduğum için davacıyım! Kişiliğimi, özgünlüğümü, özgürlüğümü, duygularımı kaybettiğim için davacıyım. Çocukluğumu, içimdeki çocuğu yaraladığınız için davacıyım. Kuduz köpekten korur gibi beni düşünceden, kitaptan uzaklaştırdığınız için davacıyım.

Sizin gibi yetişen savcı ve hâkimler temyiz kabiliyetini kaybettiği için şimdi bu yaşlılık zamanınızda mahkûm sizsiniz, yargıçlık görevi bende. Cezanızı suçun cinsinden veriyorum: Dedem ve ninem gibi bayramlık olacaksınız ve size evlat hakikatini değil, evlat rolünü göstereceğim. Arabamı ve tatilimi düşündüğüm kadar sizi düşünmeyeceğim ve dahi çabuk ölmenizi arzu ederek bu dünyada başınıza bela ahrette davacı olacağım!

***

BABAMIN BAVULU

Önce asker bavuluydu tahtadan küçük
On kuruşluk asker cızgarası ve palaska
Bir de Cüneyt Arkınlı ayna birkaç fanila
Dışından yokluk okunurdu içinden başka

Sonra gurbetçi bavuluydu elinde sımsıkı
Yastık gibi başını koyup yaslandığı
Her istasyonda biraz ağırlaşan
Dünyadan taşıdığı tek varlığı

Ne klasik roman bildi ne yazı
Hep gerisinde durdu yaşamakların
Bir ölüm bekçisiydi tüm zamanlarda
Dağı okuyarak kazanmıştı dağ gibi duruşu

Eli ekmeğe yettiği günden beri
Teriyle suladı toprağın kıracını
Çiçeksiz sevgilerin tutuşan Keremiydi
Sürerdi kanayan yaralarına sabır ilacını

Ölüm bavulunda şimdi babamın
Gül suyuyla yıkanmış bir kefen çıktı
Eskimiş bir menakıb-ı on iki imam
Bir de siyah beyaz resmi yalnızlığın

Dağca yalnızlığı bir bavula doldurup
Koştu sır vermeyen pirlerin izinde
Tahta bavul hala gül kokusu üstünde
Der: her gün Kerbela her ay muharrem

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder