BİR FİKİR VE GÖNÜL ADAMI MEMDUH ATALAY ŞİİRLERİ.../ Hasan EJDERHA

Yıllar önce; hem de çok yıllar önce, Kahramanmaraş Öğretmen Evi’nde “BİR VÜCUTTA İKİ BAŞ” kitabındaki şiirlerini okuyoruz Memduh Atalay’ın; Mehmet Narlı getirmişti kitabı. “19 Mayıs Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı’ndan arkadaşım” diyor Narlı. Bize Memduh Atalay’ı ve şiirini anlatıyor uzun uzun…

İki-üç gün geçmeden de Memduh Atalay’ın Kahramanmaraş’a tayin olduğunu öğreniyor ve seviniyoruz. Bir gönüldaş kazanmıştık; şiir, türkü, çile ve dâva yolunda bir yoldaşımız daha olmuştu. Memduh Atalay zaman zaman bizlere, yani bizim nesle yoldaşlık etmiş olsa da, çoğumuz ondan bu yola, muhabbete, türkü’ye sanata, edebiyata; en önemlisi de gönle dair talimler aldık.  O’nun eşya ve hadiseler karşısında duruşuna, bakıp, kendimize çeki-düzen verdik; âdemiyetimizi hatırlayarak halimizi gözden geçirip, ondan adamlıklar talim ettik. İnsanlar arasında alışkanlık ve samimiyet olarak kullanılan “gardaş” ifadesinin, Memduh Atalay tarafından içi dolu olarak kullanıldığını; birine “gardaş” denilince, garındaşın olmadığı halde nasıl gerçek gardaşın olabileceğini belledik Memduh Hoca’dan. Hiç darası olmayan samimiyetin tadını aldık onun samimiyetinden ve gardaşlığından.

Memduh Atalay’ın uzun bir aradan sonra, arkası arkasına yayınlanan iki şiir kitabının müjdesini vermek için bu yazıya başlamıştım. Ancak Üstadın benim hayatımdaki anlatılamaz değerinden, onunla ilk tanışma maceramdan başlamak istedim. Memduh Atalay, nezaket gösterip iki kitabını da imzalayarak göndermiş fakire. Ben de adıma imzalanan kitaplar ile ilgili yazma geleneğimi sürdürerek kitabın sayfalarına daldım heyecanla ve muhabbetle.

“DÜNYA HALİ” ve “HÂLCE” Memduh Atalay’ın bir arada çıkan şiir kitapları…

Kitaplar “Fikir Teknesi Yayınları” arasında çıkmış. Memduh Atalay’ın aynı anda iki şiir kitabı birden yayınlama hızı Aslında Fikir Teknesi Yayınları’nın hızından geliyor. Birkaç cümleyle de olsa Fikir Teknesi Yayınevi’nden bahsetmeliyiz. Yani Av. Haki Demir’den… Yani Fikir Teknesi Yayınları’nın yayın devriminden… Yüze yakın kitabın yayınını bir-kaç aya sığdıran kahramanlardan bahsetmemek olmazdı elbette. Onlarca fikir kitabı: Av. Haki Demir’in elliden fazla, Ahmet Doğan İlbey’in yedi, Nuri Yıldız, Ömer Karayılan gibi birçok kıymetli yazarın kitapları yayınlandı Fikir Teknesi Yayınları’ndan.

DÜNYA HALİ/Memduh ATALAY (Şiirler) :

Kitap; Fikir Teknesi Yayınları’nın 73. Fikir Teknesi Külliyat 70 ve Memduh Atalay Kitapları serisinin ise 1. kitabı olarak yayınlanmış. Kitap 96 sayfa, güzel bir kapak ve kitapta ilk olarak Ali YURTGEZEN Hocam’ın kaleme aldığı (bazı dostlarımızı kıskandıracak olan) “ELDE VAR ŞİİR” yazısı dikkati çekiyor. Ali Yurtgezen Hocamın ifadelerinden nasıl bir şairin ne tür şiirlerini okuyacağınızı anlayıverince daha bir heyecanlanıyorsunuz. Kitapta yer alan 54 şiiri bir solukta okuyuveriyorsunuz. Kitabın sayfalarında daha ilerleyemeden ARASAT şiiri ile karşılıyor sizi Memduh Atalay. Sohbetlerinde olduğu gibi gene sallayıveriyor sizi. Dur! Sirkelen dünyadan! Öbür dünya! Arasat! Cennet! Cehennem! Kendinize geliveriyorsunuz mısraları hazmettikçe. Hayatının her noktasında olduğu gibi, mücadele, mücadele, hep mücadele… Dava, Müslümanlık her noktasında, her zerresinde; güzelim boyası ile sizi de boyayıverir adeta…
 
Ve hep bulunduğunda kaybedilen sır
Açmazlara girdi yürek kervanı
Kim yüreğini geç tutarsa dağların
Hiçliği künyesine yazan yabancı

Kışları başlayan soylu göçlerce
Siyahî bir nurdan ağaran gece
Yersizlikten yer kazanan biz
Çırpındık bir ömür kıyametlerce

Ayrılık gökleri doğuran perde
Bir ağaca kazıdığım ebedilik avuntusu
Dünyaya kefen bulunmaz diye
Ruhumu dağlayan ipeğin uğultusu

Yere ve yöne sığmayan boşluk
İnkarı deviren kırık belli karınca
Aşkı çarpanlara ayıran felsefe
Bir çaresizlik çığlığı donuk

Arasatta giyiniriz sükut ve sonu
Çırpınır sonsuza ayarlı cevher
Serin zamanların zevk şölenleri
Mısır mumyaları ki benimle beraber

Yalın yürek mecnunlarla yarenlik gibi
Huzuru emdiğimiz sevgi memesi
İnsanı temizler aşk yunağında
Arasatta beliren önder gölgesi.

Sonra İç Hazırlı, Kıyamet, Musalla Kardeşler Şiiri Ölüm Provası, Hafız Şiiri, Babamın Bavulu tekrar tekrar okuduğum şiirler oldu. Her şiiri okuyuşta geriye yaslanıp; “Ne kadar bizden, ne kadar yerli ve ne kadar insanımıza dair” demeden kendimi alamadım.

HÂLCE / Memduh ATALAY (Şiirler) :

Hâlce de Fikir Teknesi Yayınlarından çıktı ve Fikir Teknesi Yayınları’nın 74. Fikir Teknesi Külliyat 71 ve Memduh Atalay Kitapları serisinin ise 2. kitabı olarak yayınlanmış. Hâlce 100 sayfa ve yine “DÜNYA HALİ” kitabının aynısı ve başka renk tonunda güzel bir kapak…

HÂLCE Kitabında da 54 şiir yayınlanmış. Dünya Hali kitabında yayınlanan şiirler ile aynı dozda birer Memduh Atalay Şiiri…

Âdem şiiriyle başlayan HÂLCE’nin beni en çok sallayan şiirini sunuyorum.

KEŞKE ŞİİRİ 

Bendim aynalarda kuruyan ırmak
Gözleri namluya çeviren öfke
Ayrılıkta son söz, hazda ilk
Bitmemiş mektuplarım kitaplar arasında
Ruhuma hazlardan bir kemik
Değişmez kelimem: keşke

Hangi ırmağın sesiyim, hangi şiirin
Tih Çölünde dön dur bitmez yolculuk
Saçlarım bir tarih, ölüm tarih
Keşkesiz hayatın sırrı meleklerin
Ben dünya mülkünden geliyorum efendim
yüzler demir kütle, beton korkuluk

Sarışın korku şehir, ayartı panayırı
Eşyadan eşyaya değişen nöbet
Sokak et istifi kurnaz ve kaypak
Yeryüzü savaş alanı, kelimeler ürkek diye
Ki sıfatlar, roller ruhuma kement

Ey aşk kelimeler bıçak gece nöbetlerinde
Gidiyorum yolculuğun vaktidir
Kurşunlar beni buldu, bin bir vuruldum
Kadının saçlarına küsen güneşe
Bir masal bulur belki çocukluğum

Sükutum yağmalandı çokluk içinde
Bana ölmek, bana ikindi serinliği
Aşkın adı kaldı,aşığın resmi kaldı
Beni gören kalabalıklar hüzün görüyor
Çiğnenmiş çiçeklerde dünyayı tanımaktan
Gençlik rüyalarım hep yarım kaldı

Şehrin iskeleti tanık bekliyor
Toprağı öpüyorum gizli bilmediğim
Kelimeler doldur boşalt gece nöbetlerinde
Dağ kaçkını Ferhat'ım kelimelere sığınıp
Kararttığım aynaların arkasında ağlamaklı
Bu kaçıncı düşüş, kaçıncı inlediğim

Memduh Atalay şiirlerini okurken, kendi yüreğindeki kıvrımlardan geçen patikaları, eski ayak izlerine basarak yeniden yürüyormuşsun gibi hissediyorsun. Her şiirde bu ben diyorsunuz. Bir sonraki şiiri okuyunca bu da ben; bu kitap tamamen ben ve Memduh Atalay benim diyorsun şiirlerin sonunda.

ZAMAN TÜRKÜSÜ/Derya BAYTON

Sana zamandan şarkılar söylesem, akrebin kıskacında yelkovanın gece yarısını gösterdiği sularda nağmeler yankılansa göğsümüzden ağrı, bedenden aşırı son adreste buluştursak ruhu. 

Vuslatı saniyelerle vursak, buluşma ertesine çiçeklense baharın.

Daha kaç şarkı tüketsek dilimizin tüyünde.

Yoğursak kelimeleri.

Ezip cümle lapasını, yutsak zamanın çanağından; ermez mi aşk yürek tekkesine.
Ham mıdır? Divaneliğin kapısına erişmiş melül ten; yoksa değil midir sözü telef eden dilin kemiksizliği ve ta kendisi nankörün düdüğünü üfleyen gafil beden.

Bana mıdır gaflet, bu kıyamet?

Acıtmaz mı ahım sızını?

Sen değil miydin yaranla kanayan yerime merhem olan Âdemoğlu?

Nankörlüğün, Kabilin taşı gibi şeytanın fesadından nasibini almış gönül evi, Kâbe’mi döver.  Kutsallığımı çiğnerken kime bu inkârın? İsyan vadisine kurulur mu teslim şöleni çıplak ruhlarımızla. Ait olduğum son satırlar bilesin.

Meyilim sana değil, zamanın efendisine bu türküler.

İnceden nakış işler cümle perileri, ilahiler yükselir göğün maviliğinden ileri. Beyaza boyalı şeffaflığın tülü kaplamış tanrı evini. Aydınlık gecelerim ile tanrı arasında çiğnediğim yollar ile tozlu ayakların kumu dünyamın ta kendisi, tükettiğim bu yollar ise sendin sevgili.  
Yalnızlığın maskesi takıldığında: Mağrur bir kadının, ihanet eden aşığına olan öfkesine eş;  tüm hiddetini yağdırdığı yağmur damlalarının seli, bir de üstüne katilini önüne katmasıyla serseri rüzgâr ile yaptığı kanlı dansı: bir ileri iki geri.

Etrafta ne kadar varlık var ise savrulduğunda varoluşuma felaket kusuyorum.

İnsan uzuvlarını anımsatan karartılardan kendisine sopa yapmış, karanlığın içinde ses, bir inilti belki de insan kanını donduran çığlıklar ile adeta geceyi delerek geçiyorum. 

Tutup yırtıyorum rahminden zamanı, çok öncesine yine sana doğuyorum.

Bakir zamanlardan kalma saflığa eş düğünler kurulsun meclisine.

Mutluluğun adını beyaz güvercin kanadına aşk mührü ateşle yazalım. Yazgılarımız, beyazın teninde al olan kuşun, kurban ayininde kilitleyelim gönül kapımızı nankörden olma muhabbete.

İşlemesin içeri toz zerreciğinde yüklü ayrılığın kum saati.

İşlemesin gönül kapıma adından başkası gayrı.

Gaip olan ses, yitikliğime ses ver ötelerden.

Bu başıboşluk nicedir içimi dolduran yara.

Kördüğümden acılar. Baht mı kara, yoksa haram mıdır aydınlıklar! Saatler yalnızlığımın hangi dakikalarını dövmekte bir bilsen?  Belki beni, belki yalnızlığımı o vakit severdin.


NİHAYET YAHUT SON NOKTA; YANİ HİÇ’TEN BİR ÖNCESİ/Hasan EJDERHA


Tespih; zikrin, sabrın tadıdır, adıdır. Tesbihattır belki de afranın devşirildiği son nokta… Tespih bir yoldaş, tespih sevgilidir kimi zaman. Kimi zaman sabır gerektiren bir şeye birlikte sabır yoldaşlığı, sabır talimi yapılan, hiçbir dert vermeyen dost… Tespih ile ilgili elbette çok söz var söylenecek. “Peki, ‘nihayet’ ifadesi ile tespihin ne alakası var?” diyenleri duyar gibiyim. Belki haklı olabilirler; ama izahını yapacağım elbette. Nihai değil, nihayet. Çünkü nihai müzekker, Nihayet müennestir. (Dil tekniği olarak bakıldığında bu böyle midir bilmiyorum. O dilcilerin işi.) Nihai bey, Nihayet hanım gibi. Dolayısıyla bu tespih modelinin ”Nihayet” olarak adlandırılmasını ustalar daha uygun görülmüştür.

“Nihayet”, bir tespih tarzının, modelinin adı; daha doğrusu delice bir tespih çalışmasından sonra elde edilen zarif bir tespih türü… Tornada bir tespihi çalışırken son nokta; yani “HİÇ”in bir öncesi. (Aman dikkat buradaki “HİÇ” sadece zayî manasınadır.) Genellikle beyzi ve arpa kesim tespih yaparken kullanılması daha uygun olan delice bir tarz...

Daha tornanın başında normal bir tespihi zar zor yapmayı becerebilmişken geçenlerde ben de kuka bir “nihayet” çalıştım. Günlerdir sağ cebimde gezdirdim. Ara sıra elimi cebime sokup kuş tüyü hafifliğini ve zarafetini hissetmeye çalıştım. “Çekmesem de bu tespih cebimde yedek olarak bulunsun; ola ki bir gün ya tespihimin ipi kopar (Gerçi ben o dikkatsizliği asla yapmam.  Çünkü tespihimle sürekli hemhalım ve ipi zedelense fark ederim. Sevgili gibidir tespih. Hemhal olmak ister, ilgi ister. Habbe aralarında hafif bir genişleme olup olmadığını anlamak zorundasındır. Hafif bir değişiklik varsa, incinmiştir; incinmişse zedelenme vardır. İncinmişse kırılır, kırılırsa dağılır; dağılırsa toplayamazsın ve tespihini kaybedersin. Her tespih sahibi bunu bilmek zorundadır.)  ve ya evden kazara tespih almadan çıkarsam sigorta olsun diye cebimde günlerdir taşıdım. Sonra “bu güzel tespihi hediye etsem kime hediye etmeliyim?” diye düşünceler geçmeye başladı kafamdan… O anlarda “Hayır, hayır. Bu tespih cebimde sürekli bulunan sigorta tespihi olsun” diye karar verdim. Sonra da “eğer birine hediye edecek olsam ancak Ali Hocam’a hediye ederdim herhalde” diye düşünmeden de edemedim. Derken bir gün İsmail Göktür, kalabalık bir sosyal ortamdan bir mesaj yazdı “Abi güzelim mercan tespihimi kaybettim!” “İşte dedim, İşte! Bu tespih,  bu zarif adama da hediye edilebilir.” Bu narin, “Nihayet Kuka” tespihi İsmail Göktürk’e hediye ettim. İsmail Göktürk’e “Bunun adı nihayettir” diyince İsmail: “Anladım abi; artık bunu da kaybedersen tespih yapmam demek istiyorsun” dedi ve ona izah etmeye çalıştım. Anlayıp anlamadığından emin olamayınca; ya da anlatmak için çok cümle kurunca bu yazıyı yazmak fikri doğdu. Bu arada İsmail Göktürk’ün her tespih kaybedişinde, (sık sık kaybedişinde) ne kadar çok tespih verdiğimi de burada söylemiş oldum. Yok, dostlara tespih hediye etmekten şikâyetçi değilim. Bilakis en çok zevki dostlara tespih hediye etmekten aldığımı söyleyebilirim. Bir de; otuz üç “Süphanallah” otuz üç “Elhamdülillah” otuz üç “Allahuekber” çekerek hediye ederlerse, değmeyin keyfime…

Yeniden konumuza dönelim: Nihayet “HİÇ” ten çalışılır.

Nedir hiç? Hiç; kuka çekirdeğinden çeşitli ebatlara kesilerek tespih yapıldıktan sonra kalanıdır. Yani hiç olmuş, işe yaramaz ebattaki parçalardır. Bu, hiçbir milimetre tespih kalibresine uymadığı için atılmak üzere olan parçalar alınarak, standardın dışında, beyzi ve arpa kesim tespih yapılır.

Nihayet, son nokta, Hiç’ten bir öncesi nedir peki?

Nihayet, son nokta, Hiç’ten bir öncesi çalışma: Tornada kuka parçası çalışılırken, ortasındaki, tespihin ipe dizileceği delik ile dış çevresinin inceltilerek son noktaya, nihayetine gelinmesidir. İşte bu noktadır Hiç’ten bir önceki nokta. Bir hamle daha yaparsın nihayeti bulmak için, ya ortadaki deliğe çok yaklaşmışsındır, habbe “çıt” diye kırılır “HİÇ” olur; ya da habbe iyice nihai noktaya gelmiştir ve yapacağın son hamle ile zayıflar ve iki ucundan tornaya tutturulduğu için, o minicik baskıya bile dayanamayarak kırılarak “HİÇ” olur. Bu çalışma o kadar zevklidir ki; çalıştığın habbeye bir tur zımpara yaparsın ve “belki bir tur daha zımpara atmalıyım daha son noktaya vardır” diye düşünürsün ki habbe “çıt” diye kırılıverir. Bir tur inceltirsin habbeyi; “belki bir tur daha inceltirsem son noktaya gelirim” deyiverirsin. Bir tur daha inceltsen, habbe kırılmasa bu defa yine aynı hisse kapılacaksın ve “acaba bir tur daha mı inceltsem” diye bir duyguya kapılırsın. Hiçliğe o kadar çok varıp gelirsin ki: Otuz üç tane Nihayet Habbesi yapmışsan, bir o kadar da hiç olan habbelerin olmuştur. Bununla da yetinmeyip, yaptığın habbelere yan yan bakarsın: “Acaba biraz daha inceltebilir miydim” diye.

Fakat sonunda Nihayet habbelerini ipe dizmişsin ve “HİÇ” olmuş parçalardan zarif, zap zarif, incecik ve narin bir tespihin ortaya çıkmasını seyreder ve doyamazsın. Bu tam bir deliliktir ve akıllı bir tespihdar bunu çalışmaz. Akıllı tespihdar, elindeki malzemeleri ölçer biçer; parçalara böler ve kaç tane hangi tür ve hangi ölçüde tespih yapacağını planlar ve belli ölçülerde habbelerini yaparak işini bitirir. Ben akıllı bir tespihdar olmadığımı peşinen kabul ediyorum. Ama şunu da söylemeliyim. O zarafet timsali tespihi cebine koyduğun zaman, elini her cebine atışta aldığın haz anlatılamaz. Hafif, narin; var ile yok arası bir zarif şey hissedersin cebinde. Ona dokundukça, tespihi yaparkenki emeğin, deliliğin, tahammülün, nihai nokta ile hiç’ten bir öncesinde durduğun zar inceliğindeki yer ve zaman dilimi aklına gelir. O anı her habbeye dokunuşta yeniden yaşarsın; yeniden kalbin çarpar ve yeniden heyecanlanırsın.

Kuş tüyü kadar hafif, kuş tüyü kadar zarif “nihayet kuka” tespih cebinde… Aynı zarafette bir dost ile karşılaşırsın ve sunarsın ona bu zarif tespihi. İki zarif ne de yakışmıştır birbirine. Dostunun zarif gönlü ile yoldaştır artık senin “nihayet kuka” dostun. O zarif tespihe sahip olma mutluluğunu yaşayan dostundan daha mutlusundur artık. Çünkü o zarif kuka layık olan ellerde yolculuğuna devam etmektedir.

GAZEL YÜZLÜLER / Halit UĞUR



Sızlayan  yüreklerin,
Mehmet’ini bekleyenlerin,
Gözlerin bererdiği,
Yetimlerin bekleştiği,
Gazel Yüzlülerin,
Yağız erlerin efsanesi,
Yemen.

Emirde tekir kadar uysal,
Tilki kadar kurnaz,
Kaplan kadar cesur,
Kıtmir kadar sadık,
Mukaddes emanet bekçileri,
Yemen’in Kavurası sıcaklığında
Gözleri bir Yemen çölü
Yüreği zemheriyi yaşayan,
Feragati utandıracak kadar sabırlı,
Mehmetçiklerimiz.

Dönüşü olmayan nöbet yeri,
Gül bahçesinin nöbetçileri,
O sıcak gecelerde,
Uyku tutmayan gözler,
Al basmış rüyalar koğuşu,
Dönderir o yana, bu yana erleri,
Su gibi terle, tutulan nöbet yerleri,
Yarınsız günler,
Ah O,Yemen.

Gözlerde yaş bitmişti,
Ağlanmıyordu bu şehitlere,
Günlük hayat telaşesiydi,
Hüseyni karagahı,
Kerbela yüreklerde,
Bir damla suya hasret,
Acılarında dahi gurur saklı,
Zemzem soylu yiğitler,
 Mehmetçikler.

Bir avuç darı kavurgası,
Midenin istihak hakkı,
Alperenlerimizin,
Yüreğimizin acıdığı,
Ah O,  Yemen

Dedelerimizin,  gözü pekliği,
Ocak başlarında dillenmiş,
Dillerde destanlaşmış
Gönüllerde yeşermiş,
Dedelerimizden bize miras,
Alın sizde bunu söyleyin dediği;

Bebeklerin ninnisi,
Dillerin tesbih tanesi,
Yemen Türküsü,


***
İLİMİZDE, KOMŞUMUZ SURİYE’DEN YETİMLER VE ÖKSÜZLER VAR


1915 olayları nedeniyle Suriye ye zorunlu göçe tabii tuttuğumuz Ermenileri, Osmanlı sınırı olarak gösterdiğimiz Suriye’ye zorunlu göçe tabii tuttuk derken, ülkesindeki iç karışıklıklar nedeniyle ülkemize ve ilimize sığınan insanlara da bugün bizim yardımcı olmak, yaralarını sarmak ve öksüz ve yetimine sahip çıkmak gibi bir tarihi zorunluluğumuz vardır.

Ki,  misafir olarak ilimize gelen bu misafirlerin rızıklarıyla geldiğini unutmamalıyız. Hele hele boynu bükük öksüz ve yetimlerinin olduğunu hiç unutmamalıyız. Davranışlarımızı, enaniyetimizi bir tarafa bırakıp ahirette sorulacak olan sorulara yaşarken hazırlıklı olmalıyız.

Bir yetim, bir öksüz sizi öbür dünya da “Allah’a (CC) şikâyet edeceğim derse. Birlikte havayı teneffüs ettiğimiz insanların bu sorusuna yarın ne cevap vereceğiz.

İnsanlığın zararına olan şeylerden insanları sakındırmak; insanlara iyiliği göstermek onlara kanaat önderi olmak insanlara ve nefislere ağır gelen bir hizmettir. Bunda nefsin kendi kendine “Enayi miyim? ”sorusunu da zaman zaman sorgulayabileceği de mutlaktır.

Bu soruyu kendinde aşan insan için artık bu kulda iyilikler artmış, başkalarını da iyiliğe davet başlamışhttp://www.mumsema.org/images/smilies/nokta.gif Herkesçe sevilen ve ibadeti makbul olan makamları en yücesi; kul olma makamına erişmiştir.

Gelin biraz " Ateş denizinde mumdan gemilerle yüzelim”  oradan biraz dersler çıkaralım;
 Yetim kime denir?
 Öksüz kime denir?
Öksüz: Ana ve babası olmayana,
 Yetim; Ana veya babasından biri olmayana denir. Evet bu dış yüzühttp://www.mumsema.org/images/smilies/nokta.gif  Soruyorum :
"En büyük yetim, en büyük öksüz kim?

En büyük öksüz ve yetim Sevgili Peygamberimiz ’dir. Çünkü doğumundan önce babası Abdullah’ı sonra da Âmine annesi ölmüştühttp://www.mumsema.org/images/smilies/nokta.gif Öksüz ve yetimin sıfatlarını bildin artıkhttp://www.mumsema.org/images/smilies/nokta.gifÖksüz ve yetimin “kimin gölgesinde” korunduğunu da öğrendin.

Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v) bakın ne buyuruyor:

"Allah katında evlerin en hayırlısı, içinde ikram ve saygı gören yetimin bulunduğu evdir. En kötüsü de, kendisine iyi davranılmayan, itilip-kakılan yetimin bulunduğu evdir." 

"Kim bir yetimin başını okşarsa elinin değdiği saç telleri sayısınca sevap kazanır." 

Bu hadisleri öğrendin, bir de yetim ve öksüz senin evinde değil, başka evde ise ve sen bunlara, maddi-manevi yardımda bulunursan; aslında kime yardım ettiğinizi lütfen bir düşünün Kahramanmaraşlılar!

***
BİR DERDE TUTULMUŞUZ Kİ...

ABDULKADİR- GEYLANİ (KS) KADAR SÖZLÜ, 
ŞAH-I NAKŞİBEND-İ (KS) KADAR HİMMETLİ, 
MEVLANA CELALETTİN (KS) KADAR HİKMETLİ, 
CÜNEYD-İ BAĞDADİ (KS) KADAR YÜREKLİ 
ŞEYH EBÜ’L VEFA

Şeyh Ebü’l-Vefa,  Konya da doğdu. Doğum tarihi bilinmemektedir. 1490 tarihinde İstanbul’da ismi verilen Vefa semtinde kendi adıyla anılan caminin avlusunda metfun.

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un manevi büyüklerinden birisi olan Ebü’l- Vefa hazretlerini ziyarete gitmek ister. Yanına arkadaşlarını alır ve Ebü’l-Vefa'nın ev ve dergâhının bulunduğu semte gelir. Ebü’l-Vefa'nın evinin önüne gelen Fatih, içeri girmek için kapıların açılmasını bekler. Fakat hiç beklenmeyen bir şey olur. Ebü’l-Vefa'nın evinin kapıları kapanır. Fatih ve etrafındakiler hayret içindedirler. Avludaki talebeler de hayretler içindedirler. Bir şey anlayamazlar. Sultan Fatih'e kapılar kapanır mı? Cihanı titreten koca Fatih, Ebü’l- Vefa'nın kapısında sessizce beklemektedir. Lakin bir anlam da verememektedir. Fatih kapıda, gözlerini göğe doğru çevirir. Gözlerinden akan yaşlar atının yelesini okşar. Dışarıda Fatih, içeride ise Ebü’l- Vefa ağlamaktadırlar

Fatih'in dudaklarından şu cümleler dökülür. "Katillere, canilere, hırsızlara kapanmayan bu kapı bize niye kapanır ki! Zağanos Paşa, bizim suçumuz nedir? Biz canilerden daha mı günahkârız. Vefa sultan niçin bizi kabullenmez?" Fatih bu tavrın sebebini merak etmektedir, Zağanos Paşa bir an hamle yapar. "İçeri girip bunu öğreneceğim" der. Lakin Fatih büyük bir edep içinde; "Hayır, Zaganos" der. "Ebü’l Vefa hazretleri bizi kabul etmiyorsa elbet bir bildiği vardır. Demek ki huzura kabul edilecek duruma gelmedik henüz" der ve atının yularını çekip sarayına döner.

      Fatih’in döndüğünü öğrenen Ebü'l-Vefa hazretleri, akan gözyaşlarını eliyle silerek; Merakla bekleyen talebelerine,“inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyacı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar fazladır. Sonunda dayanamayıp padişahlığı bırakmak isteyecek, Şimdi anladınız mı? Niçin kabul etmediğimi, eğer o tahttan inerse İslam ümmeti çok şey kaybeder. Hâlbuki biz isteriz ki Fatih bütün ümmetin Fatih'i olsun, sadece bu dergâhın değil. İşte onun için biz Sultan Fatih’e dergâhımızın kapısını bunun için açmadık " der.

Yarım asra yakındır biz bir derde tutulmuşuz. Öyle bir nefsanî, maddi hastalığa yakalanmışız ki, doğudan batıya bütün İslam âlemi olarak, fedakârlığı, birbirimize sevgimizi, affediciliğimizi, velhasıl güzel olan bütün alışkanlıklarımızı hoyratça harcamışız. Özü unutmuşuz, unutturmuşlar, temel sarsıntı geçirmekte, zemin kaymaktadır.

 Reçete bizim dine bakışımızda düğümleniyor. Biz, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberimizin  (s.a.v.) anlattığı dini değil, diz çöktüğümüz yerde bize anlatılan dini esas kabul etmişiz.

Onun için; geniş yürekli, her kelime-i tevhidi getireni kucaklayan, tasavvufun mahfiyet damarına yaslanmış, Fatih gibi duranlar,   Ebü’l- Vefa gibi yüreklileri bulamamaktan mahzundurlar.

Biz de, şu cümleyi hiç unutmamalıyız. Hazreti Peygamberimizin  (sav) çok sevdiği kızı Hazreti Fatıma 'ya şöyle fısıldıyordu: "Kızım Fatıma! Muhammed'in kızıyım diye rahat olma. Namazına dikkat et. Vallahi baban Muhammed mahşer gününde senin için hiçbir şey yapamayabilir."


Ne dersiniz, bundan öte bir söz olabilir mi?  Rabbim bize merhamet etsin ve yüreklerimizi Hazreti Peygamberimizin yüreğine benzetsin...



***

LOĞCU EMMİ


Biz çocuklara göre “loğ”cu emmi, dedemin dilinde “Ehmedede“ “Ahmet ede” olarak bilinen yaşlı bir amcamızdı. Kendisinin bildiğimiz kadarıyla belirli sanatı yoktu. Mahallemizde durumu biraz iyi olanların kış mevsiminde odununu kırar, yağmur yağdığında toprak damı loğlar, kar yağdığında damın karını kürelerdi. Bizlerin yaşı 7-8 iken mahallemizdeki bu yaşlı amcaya gönlümüzde oturtacak bir sevgisi vardı. Vakitli vakitsiz yağmur yağdığı zaman sonbahar ve kış aylarında büyükçe şemsiyesiyle eve gelir, kapıyı çalar ve destur ister eve öyle girerdi; hane halkı gibiydi; dama çıkar loğ çekmeye başlardı.
Loğ taşının, sabahın erken saatlerinde tepemizden gelen o sesinin altında uyanırdım. Rahmetli nenemin soba yakma telaşı, dedemin kendisinin duyabileceği kadar okuduğu o Kur’an sedasını yatakta uyanık bir vaziyette seyreylerdim; ta ki okula gitme saatine kadar. Dedem de güvenirdi Ehmet Emmi’ye, gittği yere bir daha loğu çeker derdi.

Loğ taşının işi bittiğinde taşı sağlam,  damdan düşmeyecek yere bırakırdı. Daha sonra nenemin eski, kullanılmayan tohacını alır, damın süyüklerine samanı serper iyi bir tohaç çekerdi. İşinin ehli idi. Bizler de kendisine minnet duyardık. Bazı zamanlar da dedemle sabahları işi bittiğinde kahvaltısını beraber yapar, memleketi konuşurlarıdı. Şikâyet ettiği zamlardan yakınır, tütüne ve gaz yağına gelen zamlardan bahsederdi. Hatta bir gün hafız emminin damının loğladıktan sonra böyle gazyağına zam geldiğinden yakınırken, hâfız emmi gazyağı zammından ötürü, ”gaz yağı zammı bana göre değil” demiş bunu anlatıp gülmüşlerdi.
Bir gün komşu damı loğlamaya gelen, loğcu emmi, bizim loğ ağacını istedi. Şiddetli bir şıvgın yağmur yağıyordu. Rahmetli nenem de işleri görülsün diye vermişti loğ ağacını. Loğcu emmi işi bitince getiririm diye komşudan izin almış, başka bir eve loğ ağacını götürmüş, ihmallik ederek tekrar getirmemişti. Bunun üzerine komşumuz bayağı sıkıntı yaşamıştı bize karşı mahcubiyetinden dolayı. Loğ ağacı için; “iyi hacet” denirdi o yıllarda.

Komşuya verilen loğ ağacı gelmeyince, başka bir komşudan emanet loğ ağacını almıştı Ehmet emmi. Damın tam uç tarafına geldiğinde, loğ ağacının loğ cücüğünün kırılmasıyla, loğ sokağa düşmüştü. Heyecanla bizlere seslenen Ahmet emmi neneme de sokranarak; “Elimin endezesini nedi verin, gördün mü işte, ağacı emanete verdim, beni çürük ağaca muhtaç ettin. Başıma ne geldi.” diye sokranarak damdan indi. Ama şükrederek inmişti.
  
Fakat sokranmasına devam etmişti: “Aşağıda bir de adam olsaydı ne. ok yerdim. Ne olurdu benim halim.” diye iki elini beline dayayarak başını sallamıştı.

Neyse, artık dedeme nasıl haber gitti ise iki hamal ile birlikte eve geldiler. Loğ taşını aşağıda iki taraflı beline kendiri bağladılar ve iki hamal yukarıdan dama loğ taşını çektiler. Dedem de aşağıdan komut veriyordu. Velhasıl taş dama çıkarıldı. Bu olay neneme de us pahası oldu. Dedem hamallara bir ücret ödedi.

Akşam yemeğinde eşgili çorbayı yapmış, çorbayı içerken nenem dedeme;
-”Bir daha ne loğ ağacını, ne kar küreğini ne de tohacı vermem. Ahırda eskileri var beğenirlerse onu alsınlar” diyerek dertlendi.

Dedem ise;

-”Sana kızmadım, sen komşular darda kalırsa gene ver; amma getirmelerini takip et.”dedi

Yine kışın ortasında idik; müthiş bir kar yağmıştı. Dedemin çizmesini giyip sokağa çıkmıştım.  İnsanların gidecekleri kadar yerler açılmış, oralardan evlere gidiliyordu. O kadar kar yağmıştı ki; evimizin penceresi yerden bir buçuk metre yukarda idi, oradan kayak yapıp çocuklarla oynuyorduk.

Karı küreyen Ahmet Emmi’nin kar küreğinden aşağı attığı kar sesi de bir başka güzeldi; her taraf bembeyaz, kar kürüme işi bittiğinde, dama saman serpiştirdiğini, sokaktan gördüm. Görür görmez de direkt olarak süllümden dama çıktım.

-“Ahmet Emmi kolay gelsin” diyerek süyüğün başından seslendim.

Ahmet Emmi: “sağol evlat” dedikten bana dönerek;

-Mektep nasıl gidiyor?” diye sordu

-”İyi iyi ” diye cevap verdim.  Sonra: “Ahmet Emmi neden dama saman ekiyorsun” dediğimde, bana;

-”Bu iş loğculuğun püf noktası oğul” dediğini bu gün gibi hatırlıyorum. Sonra sözlerine devam ederek: “Damın çamuru loğ taşına yapışmasın diye saman serpilir evlat” dedi.

Damın loğ işi bitince aşağıya indi. Dedem, Ahmet emmiyi çaya çağırdı, sağol Abdullah Efendi diyerek geldi, Dedeme: “Geçenlerde adamın biri  evini satmış, kendisi de içer takımdanmış, gece yarısı sattığı evin kapısına çalmış, evi satın alan adam; “Hayırdır, efendi bu kış kıyamette, hele bu saatte neden geldin kapıma” demiş.

Bizimkisi: “Damdaki loğ taşını almaya geldim.”demiş.

Adamcağız:  “Evi ben satın aldım, loğ taşı içinde olmaz mı ya!”

Bizimkisi: “Yahu evi sattıysak damdaki loğ taşını da satmadık ya.”demiş.

Bunun üzerine evi satın alan adam durumu anlamış, birkaç kuruş şarap parası verip, adamı savuşturmuş.

Ahmet Emmi’nin anlattığı bu diyaloga hep birlikte gülmüştük. Ahmet Emmi’nin ise keyfine diyecek yoktu.

İlkbahar yağmurlarıyla damlarımızın süyüklerinde biten yabani papatyaların neşesine diyecek yoktu. Zahirenin sonuna yaklaşıldığı bahar havasında güneşlenmiş tarhananın keyfide başka oluyor.MARAŞ’ta.


KUTLU TOY / Gazi BALCI













Hayat bir yolculuk oldu…
Yürüdüm arkama bile bakmadan,
Yollarım boldu.

Ne yazık! Seferim yarım…
Lakin henüz durmadı zaman,
Ölmedim varım!

Halini düşünme başla.
Eşini dostunu bırakıp küstürmeyi,
Nefsini taşla.

Hesap et, başlasın akın!
Zafer deyip de taçlandıracağın,
Yenilgin yakın!

Yürektir kılıcın okun!
Dur durak bilmeden savaş ancak;
Varlığın yok’un!

Ömrünce tükenmez çile.
Çek çileni kimseye göstermeden ve unutma;
Savaş bir hile…

Meydanda asırlık çınar…
Gölgesinde yaşattığın tüm umutlar,
Kor gibi yanar!

Hedefe varamam uzak.
Ulaşırım diye koştuğum nice yollara,
Kuruldu tuzak!

Galiba hayat bir oyun.
Eğleşecek zaman hiç yok diye üzülme,
Ölümdür toyun!...

TAŞRA RİSALESİ / Mehmet MORTAŞ

"Demek ki bütün şehir bana benzedi...
 O halde muhakkak gitmeliyim." 
/Ahmet Hamdi Tanpınar/

İnsan önce kalbinden hicret etmeli. Sonra ruhundan, ya sonra bütün bedeni ile betondan kelimeler ile dev binalar diktiği devasa kentten gitmeli kendisi için meçhul zannettiği taşra yalnızlığına. Devasa çok katlı betondan mezarlar içinde sanal yaşamlar alışkanlık, tekdüzelik, kendi benliğini boş verme putu ile yaşar hale getirdi bizleri. Evlerimizden çıktığımız her mesai saatlerinde bir karış toprağa hasret ruhumuz ile binler börtü böceğin can çekişmesine neden olan ve onlara hayat hakkı tanımayan betondan sokaklara atıyoruz adımlarımızı. Aslında zannediyoruz bu adımlar gururumuzun böbürlenmemizin, kibirlenmenin adımları değil mi. Her an ruhumuzda hissetmediğimizi tabiata zehir saçan kulaklarımızın hengâmesini bozan arabalar, kerpiç topraktan evlerimize savaş açmış çok katlı betondan mezarlar, mahiyetini anlamadığımız kelime kirliliği yapan yüzleri vitrin ışıklarının rengini almış insanlar. Hangi insan gitmek istemez ruhunu ve kalbini alarak hayatın keşmekeşliğini bırakıp. Hiçbir kitap anlatamıyor içimdekini. Her düşünce her fikir her ideoloji kendi nefsinde olanı hayat standardı olarak sunuyor bana. Hiçbir kelime varlığın sancısını anlatamıyor botanik bahçelerde yaşayan insana. Benliğindeki kelimeleri papaza günah sunar gibi her hafta periyodik olarak ruhunu sunar psikiyatriye betondan mezarlarda yaşayan ailesinin mahremlerini de. Tılsımlı sözcükler hiçbir fayda sağlamaz kalbinde yeşermiş zalimliklerine aç gözlülüğüne, paranoyak hallerine megalomanlıklarına. Büyülü haplar ile rahatlatılır birkaç seans verilerek. Betondan mezarlarda botanik hayat yaşar. Kutsal kelimesi bir elin parmaklarını geçmez veya çok bilgilidir kafasında kafasını patlatacak şekilde doldurduğu demirden kelimelerine toz kondurmaz.

Dokununca
Siyah taşın tılsımına köleler
Çözülür
Zincirleri hasretimin
Özgür olurdum
            /M.Akif Şahin/

Bir dağ ile yemyeşil envai çeşit bir bahçe ile veya gözlerinin içinde uzayıp giden bir bozkır ile kucak kucağa sarmaş dolaş hemhal olduk mu hiç. Kerpiçten evlerin önünden bir rüzgârın sırtına binip hayata baktık mı? Ne kadarda basit geliyor değil mi bir ağaca sırtımızı verip sessizce yaprakların hışırtısını dinlemek. Ya yıldızları bir kalem ile çizmek kadar basit mi. Bir billur gibi dostun ay gibi parlak yüzü gibi sebillerden akan su ile kainatın bütün yorgunluğuyla alnından akan terleri yıkamak, yine hüzün ile geçmiş bir hayatın ortasında bakırcılar çarşısında bakırı ilmek ilmek nakşeden ustanın çekicini vurdukça çıkan o nağmeler, envai çeşit meyveler bitkiler her türden ağaçlar ve ceviz ağaçları, kiraz ağaçları ve üzerlerine her an çıkmak isteyen yaramaz çocuklar. Şadırvanlardan su içen serçenin ürkekliğinde zamanın bedenlerini ince ince erittiği eski zaman yaşamlarından kesitler sunan ihtiyarlar. İnsanın ruh ve kalbini hemhal eden münzevi bir soluk aldıran taşralı olmak her Anadolu insanının gözlerinin buğusunu bir köşesinde durur öylece hüzün dolu ve bir o kadarda vakur. Suskundur yağmurları ince ince düşer çamurdan bedenlerinin üzerine. Şarkılarındaki nağmeleri rüyalardaki yalan aşklar ile değil, gözlerindeki hayatın gerçek sahnesinde verirdi duygusunu hissini Anadolu’nun mağrur insanı.

İliklerinden çıkar
Suskun yağmurun çığlıkları
Kokusuna dokunmak için
Şarkıların nağmelerini zülüflerine sürer
Rüyalarımın sergüzeştini emerken yalan aşkların
Seni hissetmeden kapanmaz
Gözlerim
            /M.Akif Şahin/

Her insanın çocukluğunda bir taşralık vardır. Kimi zaman ninesinden dinlediği bir masal alır götürür onu, kimi zaman sessiz geceyi keskin bir bıçak gibi ikiye bölen puhu kuşunun sesi. Kimi zaman meltem rüzgârının servi ağaçlarına hafifçe dokunmasıyla çıkardığı kadife sesindeki hışırtısı, ya da tanımlayamadığı insanın kendisini hissettiği fakat açıklayamadığı yağmur yüklü duygular alır götürür bir küheylan gibi. Bizler duygu sağanağında yaşayan, bir kırlangıcın kanadı sızlasa ağıtlar yakan, sükût renginde mısralara yas tutan biz taşralılar. Kent soylusu diye üzerimize giydirilen deli gömleğini bir türlü üzerimizden atamadık, atmak istedik ama bizim adımıza düşündüler konuştular sayfa sayfa yazılar yazdılar benliğimiz adına, ninemin sevecen kelimelerinin içini boşalttılar önce sonra cahiller güruhuna gönderdiler kitap yüklü sözcükler ile berzah alemine geçmeden önce.

Eğiliyor
Akşamın üzerine gölgeleri
Yas tutan mısralarla
Suskun dudaklarla
Eylülün
            /M.Akif Şahin/

     Biz taşralılar hangimize kentlerin kurşun gibi kelimeleri ruhumuza isabet etmedi. Nelerden vazgeçirdiler bencilleşen insanlığın uğruna. Bencilleştikçe nankörlüğünün kıyısında talan ettin madde ve mana dünyanı. Bencilleştikçe betondan mezarlar içinde sanal geleneğini kurdun, kentin en mahur ezilmiş, kemiklerinin röntgeninin çeken ayazın iliklerine kadar acıyı işleyen insan hiç umurunda olmadı. Biz taşralılar batının hengâmesine, keşmekeşliğine, her kelimesinin arasına gizlenen şeytanını sahiplendik yaşanmamış hayatlarımızı da ödünç vererek. Ninemizin başımızı okşarken söylediği ninni batıya ve değerlerine karşı bir öykünmeymiş geç öğrendik. Onlar okumayan değil ama yaşayan akıldı yaramazlıklarımızı nazlarken verdiği öğütler. Alınması gerekenler yaşanması gerekenlermiş bir kelimeden bir sözcüğe. Bir kalpten bir kalbe dostluğun resmini hangi ressam çizer. Sadece bizlere sunulmuş yazgı diye özgeçmişimize kader diye sunulmuş yaşamların yamaçlarında eğleniyoruz. Zamansızdır bizim sevdalarımız suyu alınmış çöllerde. Anlamı alınmış kavramlar ile dolaşırız çağın varoşlarında. Hiç duygu yüklü değildir doğrularımız. Bencilleşen sözcüklerle savunur bir çocuğun ağlamasını biz taşralılar.


Zamansız
Konaklayınca kervanlar
Sevdaların çöllerinde
Tanımlar kavramları
Yaşlanan uygarlığın serüveni
Kalıplara
Kravatlara banknotlara
            /M.Akif Şahin/

    

BALYOZ / Hasan KEKLİKÇİ


Çocukluğumda Pazarcık'ta bir demirci dükkanında çalışmıştım. Kalfalardan biri:

"Bana iş vermiyorlar" diyerek bir gün işe gelmemişti.

İkinci gün işe geldiğinde, eline kocaman bir balyoz verdiler. Örsün üzerindeki demire ilk vuruşunda balyozun sapını karnına vurdu. Niye iş vermediklerini o şekilde anladı.

"Bir Hocam"ın olduğu resimlerde yer alamamaktan şikayet etmiştim hep. Bu hafta çağırdılar, resmi çektirdiler: Yunus Abi, Hacı Ahmet, Ferhat ve Dr. Mehmet şahit ki; başka bir dünyadan başka bir şehre gelmiş gibiydim.

Dönüşte arkadaşları bırakacağım yerleri şaşırdığım gibi, evi bulmakta da zorlandım. Uzun lafın kısası; meğerse kaldıramayacağın balyoza sarılmaya-cakmışsın.


PEŞİN FİYATINA AZ FAİZLİ İSLAMİ ŞEYLER(!)


İsmail SAĞIR
Bir karamsarlıktır alıyor insanı bazen fırtınalar arasına. Her şeye güllük gülistanlık bakamıyor insan ama ümidimiz kavi, Allah var. Surat asma hakkımızı hiç yere düşürmeyelim, çünkü o kadar sakatlık, pespayelik, alçaklık, edepsizlik var ki. Görüp de sövmeyen imanını kontrol etmeli. Değiştirmeye güç yetiremiyorsak dahi sövelim. Öyle bir hale geldik ki pisliğin pembeye boyanmış halini o kadar benimsedik bağrımıza bastık ve sonrasında pisliğin pembesi gitti ve necasetle bulaşık adamlar olduk. Kurban bayramlarında kredi kartına makul fiyata aldığımız, üzerine binsen ayağın yere değmeyeceği hayvanlar kurban ettik. Küçük bir nüansla: faiziyle. İslami tatil adı altında muhafazakâr kitleleri sömüren, yiyen firmalar ödeme hususunda da bizlere baya faiz konusunda makul davrandılar.

Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz; insani olarak tanımladığımız ne varsa hepsine bir pislik bulaştı. Müslüman uyutuldu ve hala uykuda, uykudayız. Bunu bir yahudiden duymaksa çok acı, bakınız Golda Meir. Allah Rasulü Aleyhisselatü vesselama hakaret ederler demokrasiden bahsederiz, terörü filan kınarız. Çünkü islamı avrupaya kanıtlama derdi bizi kasmıştır. Ama Asr-ı Saadette peygamberi hicvettiği için yahudi şair ka’b b. eşref öldürülürken sahabe efendilerimiz tarafından, iyi ki onlar demokrasi, ifade özgürlüğü filan diyip yumuşaklık göstermiyorlardı. Tüm bunlar üzerinde Müslüman kimliğinden başka kimlik taşımayanları haddiyle üzüyor, incitiyor. Biz yumuşaklıklarımıza siyeset ve politika kılıflarını eklerken hâlâ ümmet paramparça. Müslüman kadınların ırzına geçilirken, bebelerin karınları yarılırken, sakal bıraktığı ve namaz kıldığı için garip Müslümanlar zulüm görürken biz hâlâ demokrasi der, batının kavramlarıyla kendimizi onlara anlatmaya çalışırız. Tüm bu acı gerçekler bir tarafta cereyan ederken bir yandan da ülke faiz sistemiyle yol almaya çalışan bir yapı kazandı. İşin ilginç tarafı bu yahudi icadı pisliği zengin olma konusunda sorgulamadan kullandık. Herkes faiz oranlarının yüksekliğinden bahsederken ulan Müslüman yurdunda faizin işi ne demeyi unuttuk ve unuttuğumuz için yukarda kısaca ama ağırca bahsettiğimiz gerçekler başımızda çıban gibi türedi. Şu mutlak surette bilinmeli ki islamı esas almadığımız her hareket belki bize kısa vadede güç olarak döner fakat uzun vadede asla ve kat’a bizi bir yere ulaştırmayacaktır, tabi bir yere ulaşmak gibi bir derdimiz varsa. Mevcut durumdan hoşnut olan ve ‘daha ne olsun canım, Allahtan belamızı mı arıyoruz’cuları ise bizle beraber Allah affetsin, istikamet versin.


Düşen her kalemizde biraz daha eksiliyoruz ve o kaleleri savunan yiğitler bizlerin halini görse suratlarımıza tükürmeye dahi imtina ederler. Kabirlerden kalkan atalar töre bozulmuş diyip ilk kılıcı bize savururlar. Akıncılar ilk bizi tepelerler gavurdan evvel, türkün yurdunda bu kaypakların işi ne diye. İstiklal harbinden sonra devletin kendisine bağladığı maaşı uzun yıllar almayan ve alması için ısrar edenlere ise ‘biz vatanı, namusu, islamı parayla savunmadık’ diyen Mehmet amcalar biz bankada faiziyle para tutalım ve sonrada sağda solda caka satalım diye harp etmedi. Bizler bu ülkede islama yabancı ne kadar necaset varsa sorgulamadıkça bizden hiçbir halt olmayacaktır, ister kabul edelim ister etmeyelim. Allah bizlere Müslüman basireti versin.

GÜLLÜ / Hasan EJDERHA


            Ökkeş Emmi at arabasıyla birlikte evin bahçesine girer girmez “hoovvv”  diye attığı bir nara, hem arabaya bağlı atı durdurur, hem de kızı Güllü yukarıdan bu sesi duyarak, bahçeye inmek üzere; terliklerini yere sürüyerek şipir şipir eden bir sesle merdivene yürürdü. “Hoovvv” diyen bu ses sadece, atları durdurup, Güllü’yü bahçeye inmek için uyarmaz; bahçede bulunan kedileri korkutup kaçmalarına, tavukların oradan oraya kaçışmalarına sebep olurdu. Yine bu naranın akabinde bizim evin At Arabacı Ökkeş Emmi’nin bahçesine bakan balkonunda, ev ahalisinden kim oturuyorsa, bakışları bahçeye yönelirdi.
            Ökkeş Emmi at arabasını durdurur durdurmaz eve çıkan merdivenlere yönelirken, Güllü, ya at arabasının yanına inmiş olur, ya da babasıyla merdivende karşılaşıp “Hoş geldin baba” dedikten sonra, duraklamadan at arabasının yanına yürürdü. Atı koşumlarından çıkararak, yaz ise bahçeye dut ağacına, kış ise ahıra bağlardı. Atı yerine bağlar bağlamaz da yemini verir, atın üzerinde temizlenecek bir şey varsa onu temizler ve atın tımarını yapardı. Ökkeş Emmi sadece atı nallatmak için nalbanda götürür, atın diğer bütün tımarını, koşumlarının bakımını, tamirini Güllü yapardı.
            Ufak tefek, çelimsiz; annemin tabiriyle: “Mercimek çalısı gibi bir kız” olan Güllü, ne zaman evlerinin bahçesine inse, kız kardeşlerimle birkaç cümle de olsa sohbet etmeden eve çıkmazdı. Bu sohbetler genellikle, oya, dantelâ, nakış gibi çeyiz konularında olurdu. Çoğu zamanda, yukarıdan annesinin “kız Güllü nerde kaldın kıızzz? Hadi babanın yemeğini hazırla!” diyen çırtlak sesi bu sohbetleri yarıda keserdi. Güllü’nün annesi; yine annemin tabiri ile abdal maması gibi oturur; “Güllü kazanı ocağa koy, güllü kardeşinin bezlerini yıka. Güllü çardağa bir süpürge çal! Güllü koş! Güllü at! Güllü tut” gibi emirler yağdırır dururdu. Annem, Güllü’nün annesine çoğu zaman: “Kız anam abdal maması gibi oturup, şu mercimek çalısı kadar kıza yumuş üstüne yumuş buyuruyorsun. Kalk bir işe de sen koş da eri biraz eri” derdi. Güllü’nün annesi ise: “Aman abla benim bu kilom oturmaktan değil, gizli şeker var bende, gizli şeker!” derdi.
            Zaman bu ya! Nasıl geçtiğini, ne ara geçtiğini bilemez insanoğlu. Duyduk ki, bizim Güllü’yü o akşam istemeye geleceklermiş. “Vay, Güllü büyümüş ha!” dedik hep bir ağızdan. Sonra gene duyduk ki: Güllü’nün nişanı varmış, bir başka hafta sonu. Ve yine bir gün duyduk ki Akşama Güllü’nün düğünü varmış. Güllü’nün arkadaşları olan kız kardeşlerimin tabiriyle: “Güllü gelin oluyormuş!”
            Derken düğün başladı. Perşembe günü kına oldu. Cuma günü Güllü gilin uzaktaki akrabaları geldi. Yer bulunmadığı için düğüne gelen akrabalarının bir kısmına bizim evin bir bölümü tahsis edildi. Babam yeni insanlarla tanıştı ve zevkle misafirler ağırladı. Kardeşimle ben çaydı, yemekti, sofraydı derken koşuşturduk. Kız kardeşlerim Güllü gilin evine gitti geldi, gitti geldi derken, Pazar günü geldi ve güllü evden gelin çıkacak… Güllü’nün başının bağlanmasından, gelinliğini giyene kadar sürekli yanında olan kız kardeşlerim, gene de güllü evden çıkarken: “geline bakalım güzel olmuş mu?” diye balkona, çardak uçlarına yığılan kadın ve kızlarla birlikte onlar da orada başlarının sığacağı bir yer bularak geline bakmaya çalıştılar. Güllü merdivenlerden inip, damadın dayısının çalıştığı fabrikanın muhasebecisinin gelin arabası olarak süslenmiş araya binerek, diğer piyasadan tutulmuş taksiler ve tek tük kendi arabalarıyla gelen misafirlerin korna sesleri arasından gelin olup gitti. Güllü gelin olup gitti gitmesine de, bu defa annesi gerçekten abdal maması gibi oturup kala kaldı. 
            Kahramanmaraş’ta gelenektir: Gelin olan kız, bir sonraki hafta kocası ile birlikte babası evine yemeğe gelir. Baba evine ilk gelişinin de bir kuralı vardır. Gelin olan kızın annesi bir hafta dolunca, yakın akrabalarını alarak kızını görmeye gider. Bu yakın akrabalar genellikle: Hala, teyze, yenge; bazen da akraba olmadığı halde annenin bir arkadaşı, yakın bir komşu, gelin kızın çok yakın arkadaşının annesi de bu topluluğun içinde olur. Gelinin yeni evinde yenilir içilir; ev gezilir, eşyalar incelenir. Aynı günün akşamı da gelin olan kız, damat ile birlikte babası evine gelir ve dede, baba, amca, dayı gibi büyükler ziyaret ederek ellerini öper.
            İşte o akşam. Yani Güllü’nün baba evine el öpmeye geldiği o akşam kardeşlerim heyecan içindeydiler. Ailecek evimizin balkonunda otururken durmadan Güllü gilin bahçesine bakıp duruyorlardı. Nihayet dayanamamış ve Güllü’nün annesine seslenerek Güllü’yü görmek istediklerini çağırıvermişlerdi. Annem: “Kızım ne acele ediyorsunuz, görürsünüz elbet Güllü’yü; kızcağız hele kendi akrabalarını ziyaret etsin önce; akrabalarına ziyareti bitince elbette bize de gelir sabırlı olun” diye kardeşlerimi uyarırken, Güllü’nün evlerinin merdivenlerine doğru indiğini gören küçük kardeşim:
            “Güllü abla geliyor! Güllü gelin abla geliyor!” diye bağırdı.
            Güllü’nün annesi önde Güllü arkada evlerini merdivenlerini inerek, nerdeyse bahçelerinin içine yapılmış bir havuz gibi duran bizim evin balkonuna doğru yürüdüler. Kız kardeşlerim balkondan aşağı ellerini sarkıtmışlar muhabbetle Güllü’yü beklerken, merak edip ben bile heyecanla Güllü ile annesinin geldiği tarafa doğru bakıyordum.
            Güllü’nün babasının arabaya koştuğu atı, bizim balkona doğru geldikleri güzergâhın üzerindeki kocaman dut ağacının köküne bağlanmıştı. Atın yanına yaklaştıklarında, Güllü’nün az bir duraklamasından, kızcağızın her gün yemini verip, tımarını yaptığı atlarını görünce hüzünlendiğini, duygulandığını düşünmüştüm. Sevgi ve muhabbetle Güllü’nün yeni, tafta bordo elbisesi, ilk defa giydiği o ayakkabısına, kocaman bir madalyon gibi sarkan boynundaki zincir ucuna takılmış kolyesine bakarak Güllü’nün gelişini izliyorduk. 
           Güllü'den kahredici bir söz:
“Ay anne! Atınız ısırır mı?”
Güllü’ye dikkat kesilmiş herkeste bomba etkisi yaptı bu söz. Annesi bir an olduğu yerde şaşkınlıkla durakladı. Ellerini balkondan aşağı sarkıtarak Güllü’ye seslenen kardeşlerim gayrı ihtiyari; kimi ellerini çekti, kimisi öylece kalakaldı. Ben ise balkondaki tek kendi halinde olan babama dönüp, olanlardan ilgimi çekerek dudaklarımda asılı kalan bir tebessümle kendi içime oyuklandım.
                       



AŞK TİLAVETİ / Yasin MORTAŞ











I
ben ağrıyan bir bulutun ateşiyim

yüzümü ört öç tutkusuyla
yırt yağmur ağzımı
/s u s da gel gidelim/

kavlin sağanağı
göğertiyle tuttukça toprağı
savaş yüzümde filizlenen bir acıdır benim

saatime şimşekler çarpar da
güney bir deniz çekilmesi gibi ruhumda kurur

çöllere su içiren manam da yok artık
vakarlı ırmaklar devşirip
elim geçitleri seçtiğimden beridir

kalbe
bulut tıkayan
gönlü aktardım kap kap kabınıza
sunmalarımın içi köz doldu
/ateşi tut da gidelim/

II

saatlerden çıkan çıngı
çöl sıçrattıkça kalbin vahalarına
güneş aşkın eşiğinde gölge değil
 vaatler ayarsız
ilkel yağmurlar da geldi kapıma
 artık mana vaktidir
/g e l –de- gidelim /

derimde güneş ağrısı
kimliğim tozlu
çiğneğim çiğ
 tutturdum kör düğüme yüreğimi

toparladım paylaşılmaz acıyı
vaktidir sana gelelim
gelip geçelim çağın cenkli geçitlerinden

eşyam
tinim
aşk tilavetim
/g e l de gidelim/