ANADOLU İNSANI: HEM SEVİLİR, HEM KIZILIR! / Memduh ATALAY













Çocuğuna en cesur isimleri koyar: Ali, Hamza, Ömer, Yavuz, Mert, Cesur, Yiğit... Ancak tedbire boğar. "Aman ha etliye sütlüye karışma, suya sabuna dokunma" öğüdü de onundur. İsmiyle aldığı terbiye arasına sıkışan zavallı çocuk hakkını aramak bir yana hak arayandan bile uzaklaşır!

Çocuklarına gençlik, delikanlılık günlerinde nasıl bıçkın delikanlı olduğunu nasıl ateşin sevdalarda piştiğini anlatır ama çocuğunun sevdadan da delikanlılık raconundan da uzak kalmasını ister!

Gençliğinde ocaklarda, derneklerde, cemiyetlerde nasıl çalıştığını nasıl idealist dava adamı olduğunu, afiş, pankart astığını, nasıl bildiri dağıttığını anlatır ama çocuğuna gelince "aman ha çocuğum bunlar karın doyurmuyor önce iş, önce ekmek" diye öğütler vererek kapitalizmin Keynes'i kesilir!

Namazı en ufak bir bel ağrısında bile oturarak kılar ama piknikte çömelmiş vaziyette kebap yellemekten veya eğilerek göbelek toplamaktan çekinmez!

Hiçbir partiyi geri çevirmez dahası "Başkanım siz rahat olun burası sizin " der ama bir oy bile çıkmaz oradan ki zavallı başkana teselli ikramiyesi olsun ama yine de o başkanla münasebeti kesmemeyi de bilir!

Cuma namazından jet hızıyla çıkar ama maçın uzatmalarında bile ekrana çakılı kalır!

Futboldan, siyasete, eğitimden, ticarete her şeyi bilir ama eşsiz kurtarıcı beklerken ferdi sorumluluğunu ihmalden çekinmez!

Teravihi hızlı kıldıran imamı, cumada hutbeyi kısa tutan hatibi, “güzel" fetva verecek müftüyü bilmekte de ustadır!

Kâh Yaşar Nuri kolaycılığından, kâh Nihat Hatipoğlu romantizminden, kâh Mustafa Karataş hikmetinden nasiplenir ama pratiğini, günlük hayatını esastan değiştirecek ana kaynaklara mesafe koymayı da bilir!

Çocuğuna iyi bir Müslüman olmasını öğütler sürekli ama haliyle, tavrıyla deneme sınavını namazdan daha çok önemsediğini belli ettiğinin farkında değilmiş gibi davranır!

Çocuğun dersi önemli değil diye başlar cümlesi aslolan ahlakı diye devam eder ama ahlakının güzel dersinin kötü olduğunu duyduğunda yüzünün değişen rengini gizlemeye çalışması da vasıflarındandır!

Allah’a hayırlı evlat diye dua eder ama kız ise doğan çocuk yüzündeki gölgeyi gizleme gereği duymaz!

Neyi yaşıyorsa, âleminde ne varsa onunla ilgili ayetler hadisler okur ama kendi arızasını, kamburunu gösteren emirlerden haberi yokmuş gibi davranmayı da bilir!

Ramazanın has müminidir, kurbanın İbrahim mirasçısıdır ama yılbaşında çaktırmadan piyango almayı, çoluğa-çocuğa tatlı, çerez getirmeyi de ihmal etmez!

Kendinden olan memura, âmire daha rahat ama kendinden olmayana ölçülü olmayı yani öğretmene, imama diklenmeyi ama bankaya şapkasını çıkararak girmeyi sorun olarak görmez!

Dünya malı dünyada kalacak, kefenin cebi yok der ama dünya malı için öz kardeşiyle bile bıçaklı silahlı kavga etmekten çekinmez!

Ehli dünyanın gayri meşru ilişkilerini yadırgar ama aynı ilişkileri “gönüldaşım, arkadaşım, dostum” sıfatları ile kendi yaşamaktan çekinmez!

Zor zamanda konuşmaktan, tavır almaktan çekinir ama kalabalığa karışıp hıncını almakta da mahirdir!

Hacdan kıyma makinesi, umreden aklı telefon alması da özelikleri arasındadır!

Evladına, damadına, kardeşine, komşusuna ödünç vermemek için param yok diyebilir ama İhlâs Finansa ya da Albaraka Türk’e kâr payı için parasını yatıracak kadar da serbest piyasa uzmanıdır!

Bir hocayı, bir âlimi iki kez dinlese yüzlerce hata bulabilecek kadar ölçüyü aşar ama Kemal Sunal filmlerini onlarca kez dinlemekten sıkılmamayı her seferinde ilk kez izliyormuş gibi davranabilmeyi de başarabilir!

Bütün bu vasıflar Anadolu insanının her mahalleye bir cami konduran cömertliğini, mesele kutsal değerler olduğunda savaş alanına yeni savaşçılar sürüşünü, din bahsi olduğunda elinde keserle baltayla meydana çıkışını, değneğini bırakarak çoban olarak gittiği Avrupa’nın merkezine Türk mührünü vuruşunu, evladını askere davulla zurnayla gönderişini, cebinde parası olmadığı halde hesap ödemek ister gibi yapan şirinliğini görmeme engel değil! Biz böyleyiz! Ve bu satırların yazarı iki kez denediği Türklükten istifa teşebbüsünden vazgeçtiyse bu milletten daha güzel millet olmadığı içindir!

Rabbim ne güzel ne güzel Rabbim

Müslüman Türk yaratılmak!

ŞAİR ATIŞMASI - IV


/ Faruk Ceren
...Gün Sazak Göktürk









/ Şimdi derin bir nefes çek ve hayallerinin ufukta kaybolmasına izle... Rahat bırakmıyor karamsar düşünceler…

… Bedenin ruhuna dar geliyor ondandır bu inceden sızan efkâr kelimelerine...

 / Talihsiz birisiyim, umutsuz düşüncelerim karaya oturdu ve düşleyen bütün hücreler de gemiyi terk etti.

 ...Geminin karaya oturması aşk denizlerinin suyunun, kalbindeki hardan kurumasındandır... Ümitsizlik aşk gemilerinin kaptanlarına yaraşmaz bilesin...

/ Sevgili beklenti! Ufuktaki mutluluk! Seni şimdikinden daha fazla sevebileceğimi zannetmiyorum çünkü sen her şeyi kapsıyorsun.

/ Seni bilemiyorum, ama ben kabullenemediğim bir hayata alt yazı olmaya çalışıyorum...

 ...Altını çizmeye çalışıyorsun alt yazının sadece... Alt yazı olmaya değil, ölüme düşen dipnotlar, kelimeler başka bir şey değil...

 / biliyormuşsun uçurtmayım ben; derme çatma hayallere gerili, bir çocuğun düşsel oyunuyum ben; şimdi uçsam ne fark eder, düşsem ne fark eder.

/ Ağır bir geceden, ağır bir aşk... Zamanla yavaşlatılmış dört bin nal…

…Asılmış beden de askıda kalan teşkilat…
Gece uzun ve ağır, bizde sizofrenik düşsel avuntularin rüzgarı da bitmez .. Bana eyvallah iki gözüm.




BEN GÖRDÜM/Nurcihan KIZMAZ


Gönül gözüyle baktım şu cihana,
Gelecek zamanda dünleri gördüm.
Aşığın maşukuna uzattığı,
Dikeni batmayan gülleri gördüm.

Diyar diyar yaban elleri gezdim,
Hasret çeke çeke bu candan bezdim,
Baba ocağında bu sırrı çözdüm,
Gurbete çıkmayan yolları gördüm.

Yiğitler yatağı Anadolu'da,
Kars'ta, Ardahan'da, Van'da, Bolu'da,
Ozanlar avutan bağlamalarda,
Mızraba değmeyen telleri gördüm.

Kızma dostun acı söylediğinde,
Ona hak verirsin günün birinde,
Ben doğru anlamak istediğimde,
Yürek acıtmayan dilleri gördüm.

ALDANIŞ / Abdullah ÇELİK


Deniz mavisi gözlerin vardı senin,
Güneşin kızıllığı vurmuştu saçlarına,
Atmıştı sanki beni sonsuzluk kulvarına,
Bitmeyecekmiş gibi can veriyor güzelliğin,

Ölüm mü zor yoksa yaşamak mı?
Gel de benim gibi sor bir  zavallıya,
Halime acıyan biri varsa da,
O sen değilsin boşuna kendini avutma,

Ayrılık rüzgârı çok üşütüyor beni,
Sensiz geçen günler hiç bitmiyor,
Gelecekmişsin gibi havalar esiyor,
Ama nisan yağmuru gibi aldattın beni,


MÜREKKEP / FAZLI BAYRAM

 

sen toprak olsaydın baba
biz ne keremi bilirdik
ne ispirtoyu
ne de
hüznün kulübesinin eşiğinde nöbet tutmayı
hiçbir hafızın rozeti kanatamazdı kalplerimizi.

sen toprak olsaydın
şirine de ferhata da silah çekerdi ellerimiz
aşkı sen öğrettin
tahta kılıçlar yaptın bize zeytin dalından
kalkanlarımız ezberlettiğin sloganlardı
bir yumurtaya sığar mıydı yoksa dört ikiz yürek
sen toprak olsaydın baba iyi ki olmadın.

rüzgarı göğsünde kim eritecekti
bizi toz etmeye azmetmiş rüzgarı
oysa içimize serinlik bahşediyor şimdi.

oh be!
seni toprak etmeyene
hamd olsun
dağlardan yalnız ve yalın
ordu ordu gelen savaşçı.

Editör; bu şiirin Memduh ATALAY'a yazıldığını biliyor...

CANAN OLUR CAN OLUR / Şeyhşamil EJDERHA

 

Derdi canan görse firkati şâyan olur
Cananı can görse cihana hakan olur
Gül geçer, bülbül geçer bu dertli âlemde
Günler, aylar, yıllar geçer perişan olur

Nicedir hasretin gönlüme hüsran olur
Yâri görse dilim tutulur hayran olur
Seher vakti ansızın dertli beni görse
Yârin dermanı bana büyük ihsan olur

Şems-ü Kamer gelse bu aşkla hicran olur
İki ayrı gönül beraber insan olur
Gök gürültüsü zor gelir beni bilse
Her aşk, her gönülde ayrı bir tufan olur

Bülbül gülü görse en güzel mekân olur
Aşığın kulluğu Maşuka iman olur
Gül sandığım hançer bağrımdan beni delse
Ölümüm canan ile yeni bir can olur

İLİMİZDE, KOMŞUMUZ SURİYE’DEN YETİMLER VE ÖKSÜZLER VAR/Halit UĞUR

1915 olayları nedeniyle Suriye ye zorunlu göçe tabii tuttuğumuz Ermenileri, Osmanlı sınırı olarak gösterdiğimiz Suriye’ye zorunlu göçe tabii tuttuk derken, ülkesindeki iç karışıklıklar nedeniyle ülkemize ve ilimize sığınan insanlara da bugün bizim yardımcı olmak, yaralarını sarmak ve öksüz ve yetimine sahip çıkmak gibi bir tarihi zorunluluğumuz vardır.

Ki,  misafir olarak ilimize gelen bu misafirlerin rızıklarıyla geldiğini unutmamalıyız. Hele hele boynu bükük öksüz ve yetimlerinin olduğunu hiç unutmamalıyız. Davranışlarımızı, enaniyetimizi bir tarafa bırakıp ahirette sorulacak olan sorulara yaşarken hazırlıklı olmalıyız.

Bir yetim, bir öksüz sizi öbür dünya da “Allah’a (CC) şikâyet edeceğim derse. Birlikte havayı teneffüs ettiğimiz insanların bu sorusuna yarın ne cevap vereceğiz.

İnsanlığın zararına olan şeylerden insanları sakındırmak; insanlara iyiliği göstermek onlara kanaat önderi olmak insanlara ve nefislere ağır gelen bir hizmettir. Bunda nefsin kendi kendine “Enayi miyim? ”sorusunu da zaman zaman sorgulayabileceği de mutlaktır.

Bu soruyu kendinde aşan insan için artık bu kulda iyilikler artmış, başkalarını da iyiliğe davet başlamışhttp://www.mumsema.org/images/smilies/nokta.gif Herkesçe sevilen ve ibadeti makbul olan makamları en yücesi; kul olma makamına erişmiştir.

Gelin biraz " Ateş denizinde mumdan gemilerle yüzelim”  oradan biraz dersler çıkaralım;
 Yetim kime denir?
 Öksüz kime denir?
Öksüz: Ana ve babası olmayana,
 Yetim; Ana veya babasından biri olmayana denir. Evet bu dış yüzühttp://www.mumsema.org/images/smilies/nokta.gif  Soruyorum :
"En büyük yetim, en büyük öksüz kim?

En büyük öksüz ve yetim Sevgili Peygamberimiz ’dir. Çünkü doğumundan önce babası Abdullah’ı sonra da Âmine annesi ölmüştühttp://www.mumsema.org/images/smilies/nokta.gif Öksüz ve yetimin sıfatlarını bildin artıkhttp://www.mumsema.org/images/smilies/nokta.gifÖksüz ve yetimin “kimin gölgesinde” korunduğunu da öğrendin.

Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v) bakın ne buyuruyor:


"Allah katında evlerin en hayırlısı, içinde ikram ve saygı gören yetimin bulunduğu evdir. En kötüsü de, kendisine iyi davranılmayan, itilip-kakılan yetimin bulunduğu evdir." 

"Kim bir yetimin başını okşarsa elinin değdiği saç telleri sayısınca sevap kazanır." 

Bu hadisleri öğrendin, bir de yetim ve öksüz senin evinde değil, başka evde ise ve sen bunlara, maddi-manevi yardımda bulunursan; aslında kime yardım ettiğinizi lütfen bir düşünün Kahramanmaraşlılar!

SULAR / Muhammet İbrahim Balcı


Bir ses koşar ihtiyarî nefesler içinde
Dalgın taşların serin bakışlarında duyarız
Gökyüzünde canlanır bir sığınak
Gökyüzünde gezinir bulutlar yalın ayak

Zaman durulur bir bahçıvanın ellerinde
Çiçeklerin aşkına kanıp baharı sorarız

Zihinlere örülür tek gözlü bir zehir
Avuçlarımızda doğar serin sular
Kalpler buluştukça ne kin kalır ne kir
Gül yüzlü bakışlar ellerimizi sular.

RÜYAMDAKİ YILKI /İsmail SAĞIR


Yılkılar dolaşıyor rüyalarımda
Yeşilin üzerine doğan güneş
Sönümlüyor zaman sarkacını, kanımda
Paslı çivilere ben batıyorum, heyhat
Elim, içimden ne koparırsa kâr,
Dışarıda şafak yakın
Şafakla akın
İçim zemheri, buza yakın ve kar.

Dökülüyor kelimelerimin kaportası
Ağzımda konuştukça batan, sızlayan aftlar
Cürüm bana yakışan
Sana merhamet ve aflar
Kırarsan zincirimi eğer
Özgürlüğü soluyan o beyaz yılkına
Söz Rabbim, vurmayacağım eğer

Bir öfke körüğü eritince demiri
Tutup hayırla bezediğin perçemi
Vurup çıkacağız karaya batmış şehri
Bilir mi bu deli yılkı
Fırat, Meriç, Nil, Tuna ve nice nehri
Şahlanır belki görürse ummanı, bahri
Yılkın emanetim, peki ya bu süvari

Canına yandığımın dağları, kuytu
Leyleklerin göç yolları, irtifa
Derede boğdurma beni
Daya boğazıma ve yüreğime kirişi
Atacağım ok sadakte garip kalsın

KÜL / Memduh ATALAY


Kül, güzelliğini saklayan prenses kül
Kimin umurunda takvim yaprağı
Bişr-i Hafi ayak izleri belli belirsiz
Bülbülü vuran el uçurtma mı uçuracak
Hüzün çarşısında çekiç sesleri
Her gün toprağımda kök salan fidan
Yeni açan çiçeklerin hakkı için
Bir daha kül
Meyvesini dalında kurutan prenses
Yanmadan yâre varılmaz dediğin
Ateşlerine düşeyim
Değirmenlerinde
Kuyularında
Zindanlarında
Sürgünlerinde
İlk aklına gelen
Kıyas kabul etmeyen benim
Tespihim de ateş kehribarı
Şiir yazar tespih çekerim!
-Bugün günlerden ne?-

Kendi savaşımda
Kendi ölümümle ölmek isterim
-Bir çay içer gibi-
Hiç kimsenin bilmediği
Aşkın söndüğünde sevgilinin gelişi
Kül olmuyorsam ateş dediğimde
Köle gibi satılmıyorsam Yusuf sınavında
Seni sonsuz bir sesle
Ve alevden kelimelerle çağırmıyorsam
Erguvan açmıyorsa gözlerinde
Kül bir daha kül
Hiçbir pazarda müşterisi çıkmayan
Senden başka alıcı beklemeyen
Uslanmaz köleye bak da geç
Rüyamı sen gör
Şiirimi sen yaz
Ünüm senin olsun
Adımı defterine yaz
Üstü silinse de
Hiçbir şey bırakmayacak kadar yoksulum
Dinleniyorum ölümün gölgesinde
-Aşk ölüm değilse ne?-

Gömleğimi Kerem gibi tutuşturamadım
Bir son fasıl çağrısı kaygılı ürkek
Turna gözlerinde karanfil sıra sıra
Yarım bir kalple gidilir mi Mısır’a
Ah külüm göğe savrulası
Ey Kenan illeri
Ey hüzün kulübesi
Eşiğinde nöbetteyim
Yüzümde ölüm gölgesi
İçe işleyen ateş insana
Keşke toprak olaydım
Sevmeyen bir kalptense
Yunus’ta hece
Bende kül bu bilmece
Ey korkudan savrulan kül
Ey ateşin beyazı
Bir daha kül
Kalbimi kalbinle buluşturamadım
İçimdeki Musa bir sussa
Onaracak bu yıkık binayı Hızır
Sonlu koşuda
Kalbimde dünya yükü
Sessiz ve korkulu çıkıyorum sahneden
Keşke toprak olaydım
Keşke toprak olaydım
Keşke toprak olaydım
-Şiir keşke değil de ne?-



KİRLENDİ / Mehmet BUDAK

 

Güzel şiirler için kaleme gittikçe  elimiz
Elimizin değdiği kâğıtlar kirlendi
Sevgiliye iltifatlar için kıpırdadıkça dilimiz
Dilimizin değdiği sevgililer kirlendi

Kulluk için gönderildik  biz bu dünyaya 
Dünyaya kul olduk kulluk kirlendi
Ne cevherler verdik uğruna bir pul için 
Ruhlara pul biçildi pulluk kirlendi

Ne ırmaklar pınarlar serildi de önümüze
Arkasına bakmayan öncekilerden önümüz kirlendi
Gözümüzü diktiğimiz için meçhul yarınlara
Yarını güzel yapacak olan yolumuz kirlendi

Bir yükseklik sevdası aldı gitti başını 
Baş ayak oldu yere değen başımız kirlendi
Elin acısını umursamayıp elin bildikçe
Yılanın başını ezmedik bacımız kirlendi

Hayallere daldık gittik görmeden gerçeği
Dedelerimizin gerçeği hayal oldu adımız kirlendi
Şahitler yalancı yalancılar şahit oldu
Adaletine güvendiğimiz kadımız kirlendi

Evlerimiz boşaldı sokaklar revaçta 
Sokakta kadınlarımız evlatlarımızın ahlaksızlığıyla kirlendi
Gençlerin ağzından çalındı tüm güzellikler
Şimdi bütün ağızlar özgürlük zehriyle kirlendi

Medeniyeti yakaladık otuz yedi ekran televizyonla 
Televizyon için kaldırdığımız vazonun sehpası kirlendi
Gül almayı unuttuk sevdiklerimize 
Dünden kalma vazolardan depolarımız kirlendi

Sevdiğine bakamayan gözlerimizle bakar olduk birbirimizin sevdiğine
Adına medeniyet denilip övülen meretle namussumuz kirlendi
Bir özgürlük türküsü tutturuldu aklı eksiklerimizin diline
Dilimizden aklımıza giden tüm yollar kirlendi

Unuttuk fatihaları ihlâsları çocuklarımıza öğretmeyi
Karnımızı doyurduğumuz nimetler kirlendi
Bir tuttuk helalinide haramınıda lokmanın 
Doymak bilmeyen mideler kirlendi

Şimdi kâğıt kalemden kalem kâğıttan şikayetçi
Bıraktım kalemi elimden kâğıt dillendi
Yazdıklarım öfkemizi utancımıza baskın çıkartıyorsa eğer
Heyhat! Ne yazıktır ki o zaman ar damarımız kirlendi


…BİR BALIK GÜNÜ… SAVAŞ HOCA’NIN AHI TUTMAYA BAŞLADI… İLK KURBAN; DR. HUNU…/Ferhat AĞCA




Kıymetli ağabeyim öncelikle selam eder ellerinizden öperim. Bu mektup; cumartesi günü gidilen balıktan ve Savaş Hocam’a kıpırdamadan yattığı hastane yatağında ettiklerinden dolayı Dr. Hunu’nun başına gelen küçük ama anlayabilenler için büyük havadisleri içermektedir.

Cumartesi günü; tanıdığım ve dost edindiğim için şükrettiğim Yunus ağabey, Tayfun ağabey, Dr. Hunu, Mehmet Yaşar ve adaşınız Ahmet Eralp ile her zaman ki Dükkân yolculuğunda olduğu gibi türküler ve zarflaşmalar eşliğinde balığa gittik. Onların işi balık talimi yapmak, benimki de böcek talimi yapmaktı. Barajın su seviyesi yüksek olduğu için; Mübarek Hocam’ın (beraber gittiğimiz son balıkta gittiğimiz yeri beğenmeyerek) “gene de bizim sadık yârimiz karşı taraf” diyerek işaret ettği, her zamanki gittiğimiz yere gittik, oraya vardığımızda her yer yemyeşil olmuş su seviyesi bizim gördüğümüz en yüksek seviyenin de üzerine çıkmış ve cennet köşesinden bir köşe olmuştu. Uzun zamandır buraya gelmeyen balıkçılar burayı görünce balığı da unutmuş, gurbetten gelen gurbetçi gibi vatanına, Hocam’ın deyişiyle “sadık yârine” kavuşmanın cuş-u huruşu içinde cezbeye kapılıp olta takımlarını bir kenara atarak uzun bir süre manzaranın büyüsüne kapıldılar. Daha sonra aklı başına gelen oltasını attı göle, sezonu yeni açan balıkçılar gibi ‘vira bismillah’ diyerek…

Mübarek Hocam yoktu. Yolculuğun başlamasından dönüşe kadar hep yokluğunu hissettik, bir ara ben Hocam’ın yokluğundan duygulanarak; “Hocam yoksa türküleri de mi yok” diyerek Mübarek Hocam’ın sevdiği türküleri çaldım ama yine de çok bir şey değişmedi.

Ben birkaç tane böcek yakaladım Tayfun abi ve Mehmet Yaşar’ın yardımıyla, ancak onlar hiç balık tutamadılar fakat iki balık oltaya takıldı, sudan çıkmasına rağmen geri kaçtı. İki balıkta Mehmet Yaşar’ın oltasına takıldı. İlkini kendisi çekti ve toprağa doğru fırlattı ama zat-ı âlinizin disklerine iyi gelmeyen yetmiş derecelik eğimi unutmuş balık yuvarlanarak tekrar göle düşmüştü, olta ikinci kez sallandığında Mehmet Yaşar uzakta olduğu için Ahmet Eralp yetişti ve çekmeye başladı oltayı, balık direniyordu, Ahmet direniyordu, birkaç dakika süren bu mücadelede olta bir yay şeklini almış kırılmak üzereydi,  Ahmet heyecanına kapılmış sabredememiş ve balığın yarısından fazlası sudan çıkınca hızla çekmiş ve balık birden oltadan kurtulan balığın boyu yaklaşık yarım metreydi… Olan olmuştu ama uzaktan cezbe ve iştahla koşarak gelen Mehmet Yaşar’ın yüreğine Nemrud’un yaktırdığı gibi kocaman bir ateş düşmüştü, ve onun yüreği artık bir yangın yeriydi. Yangının acısıyla Ahmet’in acemiliğinden ve telaşçılığından dolayı uzun bir süre ona fırça attı, benimle birlikte orada bulunanlar bu duruma gülerken aramızda bulunanlardan birinin bu durum çok işine geliyordu. Yunus ağabey. Kendisi hakkında konuşmak haddim değil ama her zaman olduğu gibi yine balık tutamamıştı. Bu arada kimsenin balık tutamamasına  ve kaçan balıklara çok seviniyordu. Yalnız orada bulunanların; kaçan balıkların neden kaçtığını analiz ederken gözden kaçırdıkları bir durum vardı, suçlu ne Mehmet Yaşar ne de Ahmet Eralp’ti. Benim tahminim Balıklar sudan çıkınca Mübarek Hocam’ı görememiş ve “O’nun olmadığı bir kara parçasında bizim ne işimiz var” diyerek kendilerini kılavuzlunun serin sularına salmışlardı.

Dr. Hunu’ nun başına gelen ibretlik olay…

Türküler, olaylar, közde pişen yemekler derken güneş dağları aşmış bir günün daha sonuna gelinmiş akşam ezanının okunmasına birkaç dakika kalmıştı. Eşyalar toplanmış tek sıra halinde arabaya doğru gidiliyordu… Tam Mübarek Hocam’ın “Dere-i İsmailiyye-i Göktürkiyye” ismini verdiği İsmail Hocam’ın deresinden geçilirken olanlar oldu: Derenin baraja yakın kısmından geçerken Dr. Hunu; herkesin dere ortasındaki taşa basarak geçtiği dereyi bir hamlede geçmeye çalışmasıyla, önce sağ ayağını yaklaşık bir buçuk metre eninde olan derenin öbür tarafına attı, sonra sol ayağını da sağ ayağının yanına getirir getirmez vücudun ağırlık merkezi arkada kaldı ve birden bir ses yükseldi dereden: “Calllpppp!” Dr. Hunu sırtüstü dereye düşmüştü, etrafta akşam yemeği telaşında olan ve durmadan vıraklayan kurbağalar bir anda susmuş olayı çözmeye çalışıyorlardı. Yaklaşık 25 - 30 derece eğim ile yukarıdan aşağı akan İsmail Hocam’ın deresi bir anlık durmuş birkaç santim yukarı akmış tekrar normale dönmüştü. Gölde bir dalga oluşurken balıklar bölgeyi terk etmişti. Yukarıdaki ağaca yuva yapmış bir kuş sesle birlikte, akşam akşam gözü görmemesine rağmen birden uçuvermiş ve büyük hayallerle kurduğu ilk yuvasındaki yumurtaları düşüvermişti.  Bu arada Dr. Hunu’ nun ayak tabanları gökyüzüyle hasret gidermiş ve sırtındaki çantasıyla birlikte arka kısmı komple ıslanmıştı. Şükür ki kendisinde bir şey yoktu. Biz de olayın şokunu atlatmıştık. Bu arada belki de biz gülmeyelim diye Yunus ağabey konuya farklı bir boyut kazandırıp, Dr. Hunu’nun keramet gösterdiğini ve suya batmadığını söyledi. Oysa derenin derinliği zaten bir karıştı, ben de kendimi tutamayıp bir miktar güldüm çaktırmadan. Arabaya binince Dr. Hunu: “ben Halep’teyken kırk arşın atlardım” demesiyle ben daha da gülmeye başladım ve “Halep ordaysa İsmail Hocam’ın deresi burda ağabey” dedim ve herkes güldü. Sonra Dr. Hunu: Kurt kocayınca… Dedi. Buna da en çok gülen yine ben oldum…  En sonunda Dr. Hunu’nun evine gelmiştik arabadan indiğinde koltuk hiç yaş değildi…

Sözü biraz uzattım ama sonuç itibariyle yerinden kımıldamadan yatan Savaş Hocam’ın baş ucuna ananas, Hindistan cevizi, kivi ve muz koyan Dr. Hunu’nun sırtı yere, ayakları havaya gelmişti. Bence Savaş Hocam’ın âhını en hafif şekilde atlatmış ve anlayanlar için de çok büyük ders olmuştu. Ancak ortaya kocaman bir soru işareti çıktı: Şimdi sırada kim var?
 Not: bu olaydan ders çıkaracak kişiler arasında “Bir Hocam” yoktur.


GECELER/ Ahmet Doğan İLBEY














dostsuz, dildaşsız geçen gecelerimi 
teselli etmeye çalışıyorum 
teselli olmuyor geceler...
her gece bir yalnızlık
bir dost hüznü çökünce
bir gönül ağrısı ve dükkân hikâyesi
tâ yüreğime iniyor
bir sancı, bir hasret sarıyor her yanımı 
geceler ah geceler!



***
MODERNİZMİN YALNIZLAŞTIRMASINA KARŞI DOSTLUĞA SARILIN

Modernlerin dostu yoktur, “partner”leri, yâni ruhsuz hayatlarının ortakları vardır. “Tanrılarından” koptuklarından bu yana dostluğu ve dost olmayı unuttular. Ulvî olanı terk ettikleri içindir ki modernler birbirlerine dost değildir. Homoekonomikus, yâni ekonomik insan anlayışıyla bir aradadırlar.               

Modernizm yalnızlaştırıcı, menfaatçi ve bölücüdür. Dostluğu ve yakın olmayı engelliyor ve öldürüyor. Bu sebeptendir ki asrın büyük âfetlerinden biri olan modernizme mağlûp olmamak için dost ve dostluğa sarılın. Dost olamayanlar, dostu olmayanlar kalben malûldür. 
                                                               
Yalnızlaşma, yalnızlaştırılma, yalnızcılık modern bir tehdittir. Modernliğin kıskacına düşen insan yalnızlaştığı gibi, yalnızlaştırıcı bir tavır takınıyor.  Yalnızcılık, fertleri ve toplumu içten çürüten modern-kapitalizmin doğurduğu bir davranış, bir yaşayış biçimi. Aslında bir hastalık. Günümüzde çığ gibi büyüyen modernliğin saldırılarından biri olan yalnızcılık, yalnızlaştırma, ferdiyetçilik sosyal bir tehlike olarak toplumu ve fertleri çürüten bir hayat görüşü olarak hızla yayılıyor.                                                                       

Modernizmin “özgürlük” ve “bireyselliği” bir ideoloji gibi öne çıkarması gelenekli ailevî değerleri tahrip ettiğini izaha gerek yok. Daha kötüsü mesuliyetten kaçan, kendi başına bir hayat yaşamayı arzu eden fertler yaratıyor ve diğerkâm olmayan, bencil fertler üretiyor. Fertlerin yalnızcılığı tercih etmesi gittikçe sosyal yalnızlığa doğru gidiyor. Tüketim ve hazza hitap eden modern-kapitalist sistem, “düşenin dostu olmayacağı”, yâni dostluğun gereksiz bir zaman kaybı olduğu düşüncesini yerleştirdiği gibi dostluğu, arkadaşlığı, akrabalığı anlamsız hâle getiriyor.                                                                        

Dostluk insanı kalbinden tutup diriltiyor
                                                                                                                               
Dost ve dostluk ne sıcak kelime; insanı kalbinden tutup diriltiyor. Dine dayanır, dinden alır gücünü. İnsanlığın kurtuluşu dost ve dostluktadır. Çün­kü kal­bi vardır; bölücülüğe, sevgisizliğe, ayrılığa karşıdır.

Dost ve dostluk derece derecedir; vehbî olanı var, kesbî olanı var. İstikâmet dost olmak ve dostluk akidesine sarılmaksa kesbî de olsa güzeldir. Bunun içindir ki dostluk üstüne tâlim yapmak gerek.  Dostluk, Allah’a kul olmaktır, sonra da kuluna muhabbet. Kendini bilmek ve diğerine gönülden hissedilen ihtiyaçtır. Bu sebepledir ki Müslümanın vasfıdır dostluk. Tasavvuf terbiyesinde dostluk insan olmanın en temel ölçüsüdür.
                                                                                          

Bu ülkenin insanları Yunus Emre Hazretlerinin âhiret vuslatı için söylediği “Düştü özüme hubbü’l-vatan / Gidem hey dost deyu deyu / Anda varan kalır heman / Kalam hey dost deyu deyu” mısralarını gönlüne çeke çeke ve “Gel gidelim dosta doğru türkülerini” dinleye dinleye millet oldular. Dahası bu topraklar bin yıldır dostluk akidesiyle vatan kılındı.                                          
Dostluk akidesine sarılmak                                                                  

Bütün peygamberler ve veliler dost olmayı öğretmek için geldiler. Dostluk akidesini yaşatanlar, insanı kâmillerin öğrettiklerine sâdık kalanlardır. Dostuyla dilleşince sürur ve şifa bulanlar, dostluk akidesine sarılan bahtiyarlardır.   Dostluğun amentüsünü Efendimiz aleyhisselâtüvesselâm buyurmuşlar: “Ruhlar âleminde birbirleriyle tanışmış olanlar, dünyada da birbirleriyle uyuşurlar. Kişi dostunun dîni ve ahlâkı üzerinedir.”  
                                                                       
Hz. Ali Efendimizin “Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir” sözüne inananlar, dünyada ve âhirette rahat etmek istiyorlarsa dostlarını çoğaltmalıdırlar. Dünya imtihanını savuştururken ekmek ve su gibi dostu olan kârdadır. Bundandır ki, üç çeşit dosttan gıda gibi olanı tercih edin, diyor âlimler: “Bir dost vardır; gıda gibidir, insan onu her gün arar. Bir dost vardır; ilaç gibidir, gereğinde aranır. Bir dost vardır; hastalığa benzer, o seni arar.”                                                                                                                                      

Bir nasiptir dostluk, hesaba gelmez                                                 

Hesap yaparak falan kişiyle dost olmak istiyorum derseniz dost olamazsınız. Bir nasiptir dostluk, hesaba kitaba gelmez. Çevrenin, akrabanın, maddî münasebetlerin tayin etmediği kalbî bir emekle, gönül ve meşrep benzerliğiyle neşvünema bulur.
                                                                                                     
Hesapta olmayan biriyle dost olunabileceğini İmam-ı Gazâlî asırlarca önce söylemiş: “Bâzan iki kişi arasında sûret ve ahlâkta güzellik olmadığı halde ülfet ve ünsiyeti gerektiren bâtınî bir münasebet sebebiyle en kuvvetli samimiyet rabıtası da kurulabilir.”  (İhyau Ulumiddin, Cilt:2, s. 404)                                                  

Bir dostlukta ter dökülmüşse o dostluk helâldir               

Dostluk zorla olmaz; kerhen yürünecek bir yol değildir. Hâlini sorduğumuz, her dem yüreğimizi yolladığımız, birbirimizin derûnunu paylaşıp cezbeye kapıldığımız, hasbıhalinden huzur bulduğumuz, olmazsa olmaz dediğimiz, varlığına kalben “râzı” olduğumuz, yâni gönül yoluyla tanış olup gönlümüze ayna olan insan dostumuzdur. Bir dostlukta ter dökülmüşse, o dostluk helâldir, hilesizdir, hak edilmiştir.                                                                                     

“Kâinat dostluk üzere halkedilmiştir”                                               

Dostsuz insan taş misâli kupkuru ve soğuktur. Vaktin de bir eceli var, vakit geçip gidiyor. Vakit geçmeden dostluk ateşini yakmak, hayatı dostluk üzere kurmak istiyorsak, dostluğun pîri Fethi Gemuhluoğlu’nun “Dostluk Üzerine” kitabından dostluk akidesini tâlim etmek gerek:                                                        

“Dost, ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatan, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost, ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağındaki mübârek bir emanet vardır: Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Oradan Ebûbekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır. Önce yoldaş, sonra yol. Ezelde aşk vardı. Demek ki kâinat aşk üzere, dostluk üzere halkedilmiştir. Fikre dost, ağaca dost, komşuya dost, insana dost, dosta dost olunuz.”
                                                                                                                
Yanan yüreğimizle bir daha söyleyelim: Gemuhluoğlu’nun dostluk akidesince yargılananlardan, gönül üstüne kavilleşmiş olduğu dostlarını terk edenlerden olmayın. Dostlarını terkedenler, âhirette dostluk üstüne sual vereceklerdir. Dost ve dostluk sualini veremeyenlerden olmak ne hazin!                                               

Modern hayatın, paranın ve konforun fayda vermeyeceği zamanlar gelmeden önce dost olmak, dostluğu çoğaltmak gerek. Bezm-i elest’te tanış olup dünyada da dostluğunu devam ettirenlerden olmak bahtiyarlıktır. Yunus Emre Hazretlerinin sözüyle “Dost yüzünü göremezsem, bu gözlerim nemdir benim” diyen gönül olmalı. Dosttan gayrı gönle şifa var mıdır?


***
DOSTLUK SUALİNİ VEREMEYENLERDEN OLMAYIN


Dostluk nazdır biraz. Vefadır, hâl hatırdır, arayıp sormaktır. Bir tenhada, bir çayhâne duldasında hasretle çay içmektir, bir gece yarısı bir elektrik direğinin altında buluşup halleşmektir. Dildaşlıktır bunun adı. Birbiriyle dost olanlar dilini konuşanları arar ve özlerler. İnsan aylar geçer de dilini bildiği, dildaşı olduğu dostunu aramaz mı?

Aylardır gönül dostlarını arıyor Refik Hüzünkâr. “Korona var, hele bir geçsin…” diyerek hüzünkâr dostlarını gecenin hüzünlü vakitlerinde aylardır yalnız bırakanlar, aramayanlar rûz-ı mahşerde kurulacak dostluk mahkemesinde sual edileceklerdir. Gönül dostlarını sürekli bir bahaneyle savuşturmanın vebali ağırdır.

Gönle şifa bir dost Yâ Rabbi!

Günler geçmek bilmez. Hele de gece sardı mı etrafı, dostlarını arayan Refik Hüzünkâr’ı düşünün… Telefonla dostlarını bir bir arıyor. Yok, yok, kimse yok…. Gönlüne şifa olacak bir dost Yâ Rabbi diye inliyor sessizce. Caddenin karanlık, sâkin yerlerinde adım adım kıvranarak yürüyor… “Bu mu benim yaşadığım şehir? diye bir “ah” çekiyor ve arıyor… arıyor… Dermân arayan yaralı gönlüne bir dost sesi arıyor…. Yok… Yok… Kimseler çıkmıyor… Dilleri bağlanmış, telefonları kilitlenmiş sanki….

O gün o gece bir dost dilinden şifa bulsa ölmekten kurtulacak. Fakat heyhat! Bir dostu Karadeniz turuna çıkmış, habersiz ve rızâsız… Allah’ım, insanlar bir tuhaf olmuşlar. Yaralı gönlüne şifa olacak ve kaç zamandır bahanelerle görünmeyen “hatip” bir dost, Refik Hüzünkâr’ı ve çoluğunu çocuğunu bırakıp “gezmeye” gitmiş. Vay yalan dünya!

Gecenin koynunda sokaklarda dost dilini arayan Refik Hüzünkâr’ın yüreğini bir dost türküsü yaktı geçti: “Ah o dostun firakına / kalmışam hasret çağına / dost elin hüsnü bağına / bir ömür verdiğim yeter…”

Az gitti uz gitti, caddenin karanlık ve tenha taraflarında “Böyle mi olacaktım âhir ömrümde” dedi. Bir dost aradı nasibine kim düşerse. Hayret! Dedi. Uzaya mı gitti dostlar? Kiminin işleri var, kiminin sokağa çıkmaya cesareti yok… Kiminin telefonu kapalı… Kimi de yatsıyı kılıp üstüne bol tatlı yiyip yatmış… Vay dünya yalan dünya! Böyle mi olacaktı dostluk imtihanı…. Kimi bu tarafa, kimi şu tarafa çekmiş… dar dünyalarına hapsolmuşlar herhalde…

Ah, dostlar! Nerdesiniz, buharlaştınız mı?

Kalbi sıkıştı… Ah, dostlar! Nerdesiniz? Öldünüz mü, gaflet uykusuna mı daldınız? Aylar geçti, korona morona, dediniz… hepsi mazeret… Birinci kuşak, ikinci kuşak dostlar! Evlerinizde çürüdünüz mü? Diliniz şişmedi mi? Gönlünüz yanmadı mı? Türkiye’nin meseleleri ve çözüm yollarını unuttunuz mu? Türk fikir hayatının durumu ne olacak? Mes’uliyet ve dâva şuurunuzu koronavirüs mi vurdu?

Gece ilerledi, “dost dost” diye inleyen hüzünkâr bir köşeye çöktü, bir sarma tütün yaktı ve mâzi bir film şeridi gibi gözünün önünde akmaya başladı. “Hocamgil” dedi, bir “ah! çekti. İki hocası vardı. İlkini gurbet çekti götürdü. İkincisinden râzıyım dedi, fakat o da köyüne gitti, cumaları gelir oldu. Bir de kendisi gibi gecelerin garibi tercümanı Ferhat’tan râzıydı. “Eski Dükkâncı dostlar” dedi bir “ah!” çekti. “Buharlaştınız mı? Öldünüz mü?”

İlk göz ağrısı vardı, tam dört buçuk aydır görmedi. “Hastaya kar lâzım, nerdesiniz?” dedi. Utanmasa nârâ atıp içini boşaltacaktı. Bir ân topladı kendini, “muhit ve gelenek…” dedi. Hocaları aklına düştü. “İtidal… İtidal…” diyorlardı.

Ah, bir dost bir çay olsaydı!

Caddenin bir yanı ışıklı, bir yanı karanlıktı. Karanlık leylî idi, hüzündü. Severdi geceyi, karanlığı hüzünden dolayı… “Ah, bir çay ve bir dost olsaydı! Dilimi bilen, Türkçe konuşan, Dükkân dili, yâni hâl dili bilen biri olsaydı…” dedi, başı döndü, gözleri çakmak çakmak oldu… Başına bir iş gelmeden binanın önündeki kanepeye zar zor oturdu.

Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluk akidesince yargılananlardan, gönül üstüne kavilleşmiş olduğu dostlarını ihmal edenlerden olmayın. Dostlarını ihmal edenler âhirette dostluk üstüne sual vereceklerdir. Dost ve dostluk sualini veremeyenlerden olmak ne hazin!

Bezm-i elest’te tanış olup dünyada da dostluğunu devam ettirenlerden olmak bahtiyarlıktır. Yunus Emre Hazretlerinin sözüyle “Dost yüzünü göremezsem, bu gözlerim nemdir benim” diyen gönül olmalı. Dosttan gayrı gönle şifa var mıdır?



***
Korona Günlerinde Dost Şiirleri Okumak



Zâlim ve insafsız koronavirüs dostlardan ayrı düşürdü. Yüreği ve kalbi yokmuş, dostluk nedir, firak nedir bilmezmiş koronavirüs. Sokakları işgal etti, yasak koydu, eve hapsetti. Dost yüzü ve sesine hasret koydu. Yavaş hayata geçtim ve geceler yârim oldu. Dost hasreti gönlümde demlendi de demlendi, dost hüznü çoğaldı çoğaldı da. Bundandır ki dostların şiirlerini kıraat ederek şifa buluyorum.

“Nefes”

Fikir cephesinin yaman savaşçısı, medeniyet müdafii ve “Ben Bilge Kişi’nin dilencisiyim” diyen İsmail Göktürk’ün meftun olduğum hocasına yazdığı “Nefes” şiiriyle başlıyorum gece yarısı dostluk tâlimime. -Ali Yurtgezen Hocama hürmetle- “Merhamet et hâlime, her şeye agâhım Ali Var mı senden başka söyle, ilticâgâhım Ali” Neyzen Tevfik

“Ehli hâl değilim, esrârı kapalı semânın / Esmâya muhatap âdem olamadım Ali / Pür kusurum hem pişman, şâkisiyim daru’l emânın / Dünyaya yüzüstü düşmüşüm, doğrulamadım Ali / Bunca yıl kapındayım, yine ağyârım Ali / Nâçârım, eşiğinden geçmedi âhu zârım Ali / Rind-i Kerbelâ iken dilencisiyim dergâhının / Ahvâli arza ne hâcet, müşkilim sana âyandır / Meczûbuyum, hayrânıyım ilm-i ledün mâhının / Ahâlî ta’n eylemiş, hâlim ehl-i irfâna tuğyandır / Kuşatılmış sadrım, hem zebunum dermânım Ali / Nedâmetten melâmete kalbet fermânım Ali / Mâsivâ pazarında rüsvâyım, gönül âyinem kırıldı / Azatsız köleni gör, kaç efendiye satılmışım Ali / Unuttum erkânı, sıdk u sıfatım özümden ayrıldı / Yüzgeri etmeden sor, kaç kapıdan atılmışım Al / İkrârımdan hezâran dönmüşüm, arsızım Ali / Aramam senden gayrı melce’, umarsızım Ali.”

“Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlamak”

Seher vakti derûnuma iyice işliyor, tâlime devam… Merhametli yüreğine kuş, çocuk, ağaç, anne, baba, dede ve nineler yuva yapan, onların sevgisini mısralara çeken ilk göz ağrım Hasan Ejderha’nın “Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlamak” şiirini gözyaşlarımı tuta tuta okuyorum:

“Hüznünü dağlara savuran / senin kırılgan ürkekliğin yok mu ceylan / ruhumu kanatlandıran /an be an kaçmaya hazır hâline / ne aşklar susadı / Ah ceylan!/ ürkek aşkların zarif sultanı / karanlıkları silen aydınlığını / saklama dağlardan senin gözlerinden kopan / bir deniz boğulur bende /merhametin ziyası sende parlar / güzellik sende kanat açar göklere / Beni böyle koşturan arkandan / bir avcılık hâlidir sanma n'olur /aşka uçan turnalar içimde kanat vurur /denizler içimde kudurur / okyanuslar içimde durulur /sana âşık her avcı içimde vurulur / İn ovalara ceylan! / bu yürekle sana haykıran / en soylu ağıtları sunmalıyım / Bir tel hıçkırır derinden / gözlerinden kopan bir damla yaş aşkına / bir yiğit ölür pusuda haybeden / yapılar yükselir göğe şehirlerden / ağır yükler altında sokaklar erir / binlerce insan binlerce yalnızlığı emzirir / İn ovalara ceylan! / buralarda yaşanmaz sensiz / şehirler kurmalıyız ceylanlar gezinen / kuşlar uçmalı göklerinde şehrimizin / marallar olmalı sokak başlarında / körpe yavrularını emziren / şaşırıp kalmalı avcılar iz sürerken / Ay ceylan! / Boynumda bir vebaldir çağın insanı / kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı / her şeyin üstünde işgal var / bunalıyorum ay ceylan / içinden çıkamadığım bir hâl var / ya sen balalar balası / yüreğinde ateş, gözlerinde hilâl var / Sen ve ben ceylan / cerenler bizi izlerken yükseklerden / asrın çizgilerini çizmek üzre / hayatı hüzn’olan turnaların / aşkına denk bir aşkla / çeteleler tutmalıyız yine aşklara dair / Ceylan ceylan! hüznünde beni an / senden aldığım yaralardandır / yüreğimden sızan kan / Sen sultansın nazlan ceylan / Yürekler kanatan naz var sende / Kıtalara yayılan yaz var sende / Bir kurşunla hazan olan güz var sende / Her hücremde gezinen iz var sende / Yüreğime sürekli batan biz var sende / Sen sultansın nazlan ceylan / Senden aldığım yaralardandır / Yüreğimden sızan kan”

“Yola Koyulan”

Sahur bereketi, seher vaktinde ince ve ulvî bir sızılarım hâlâ var, seviniyorum. Bu sızıyla, uzak Batı gurbetinde çile çeken şair-i âzamım Mehmet Narlı’nın “Yola Koyulan” şiirini okuyarak devam ediyorum:

“Hıra kadar Müslüman Tanrı Dağı kadar Türk / olduğumu unutarak daha doğrusu unutturarak / bekledim gökte kara yerde haki bulutların dağılmasını / iskambil ve ciğer dürümü ile çocuk bahçesinin oralarda / kırılmış yoksul hançeri fersiz göz harcanmış son para / olarak mı kalacağım dedikten dört mevsim sonra / durdum patlıcan çuvalı yün yorganla kapısında müftü okulunun / kendimce şair herkesçe mahcup ve daima köylü olarak / ışık ne doğudan ne batıdandır dedi öfkesi boyunu aşan kişi / Allah’ın ışığı âlemleredir ve vardır müslümanca ölmenin bir yolu / ablak yüzlünün elinde bir kitap: Atatürk’e göre Kur’an nasıl okunur / su kaynatan bir motoru göreniniz çoktur işte öyle / taşıp koridorlara taşıp caddelerine çiftliğin / bütün bildiklerim dolanarak ayağıma / ne oluyor Ahmet dedim ne çok şey biliyor insanlar / anamın duasını törenin devletini Osman’ın rüyasını / sonradan Maturidî olduğunu öğrendiğim aşklarımı / öyle emin öyle mağrur nasıl küçümsüyorlar / yahu genetik izin vermez dediysem bile / dostum ısrarcı oldu devrimci olalım diye / üç kişilik odada toplanıp on beş kişi ve iki yedek / bastık tütünü bastık türküyü kekremiş dilimize / ‘yaprak döker bir yanımız bir yanımız bahar bahçe’ / daha da konuşmam artık çekildi derler ne güzel / ne güzel küçük ve lüzumsuz dünyamla / dolaşırım ben de şiirin parmak uçlarında / başparmak Sezai ortası ismet küçüğü Attila / ‘başım eğik dilim kapalı gözler kan çanağı’ / geçtim müftü okulundan edebiyat sahanlığına.”

“Tütün ve çay”

Dost deyince gecenin ikinci yarısı, Sivas’ın fikirli soğuğu, yufka yürekli çoban, günde beş vakit şair ve fakîre “anam” diyen Memduh Atalay’ın “Tütün ve Çay” şiirini okuyarak gönül tâlimimi hızlandırıyorum:

“Aşk şiiri yazamazdı Hasan Hüseyin / Çünkü aşk şiirden önce gelirdi / Ben adını ağaca yazdığım günden beri / Bir ileri iki geri ama sen hep şiirden içerisin / Adam aldırma demeden tam ortasında savaşın / Cihadın derdik eskiden eskimeyen dâvalar zamanında / Şimdi yedeğindeyiz karşı çıktığımız das kapital dâvasının / Ve savaşımızın tam ortasında das kapital / Şiirini de yazarız aşkın resmini de çekeriz gözyaşının / Gel merhamet rozeti satın alalım kadın uğultulu bir kermesten / Üzerinde az fikir de olsun eskiyi hatırlatan / Dergilerde adımız protokolde yerimiz sağlamlaşsın / Eskinin anısına / Severken de çocuktuk kavgada muzafferken de / Ağladık hep emellerin boş kalan avuçlarına / Bizi bulutsu gözlerimizden tanıdı tarihin tüm Hüseyinleri / Namlular bizi gösterdiğinde aynı sesin yankısı / Bıçaklar keskinleştiğinde bizdik yine Allah’ın aslanı /Ali’den gelen bir damarımız var ki hep dimdik korkusuz / Ölümü güzelleştirdik ve ismimiz yaşadı çocuklarda / Adam gibi ölmesini bildik şükür / Kâra tahvil etmeden / Şimdi aşktan ayrı görünen yüzümüzü çok katlı bir muska gibi / Ağaran saçlarımız örtüyor hal ehli bilir / Tütün gibi sarıp yaktık dünyayı / Çay gibi ikram ettik tüm dünyalıkları / Neyimiz var boş bardak ve bir içimlik tütünden başka / Belli yerimizi yadırgadık bizi yadırgadı tüm kartviziti olanlar / Biz bir gölge gibi geçtik / vicdanlarınızın ve eşyalarınızın arasından / Ve dünyayı bir katır gibi tutup yularından / Dünyalıkları dünyaya sığmayanlara / Musalla kardeşlerine ve iz süren avcılara /Bıraktık”

“Çöl uyandıran yağmur”

Seher vakti kalbin uyanış saati… En çok tâlim ettiğim ve kendim olduğum ânlar. Bu geceyi dost şiirleriyle yollamak istiyorum. Kelimelerin en nariniyle, en sessiz ve yumuşağıyla şiir yazan şair Yasin Mortaş’ın “Çöl uyandıran yağmur” şiirinin 1. bölümünü okuyup saadet asrına kanatlanıyorum:

“Sıcak su / buza keser mi? / Ey Nebî / bu ne garip bir ateştir / kalbim, kendi çölünde ateş ateştir!... / Kendi kavıyla yanan kibrit / ve suyu çekilmiş sünger gibiyim /40 dereceyle duruyorum hayat ortasında / Saatler ateş aldı yine Ey Nebî!... / Hangi gözümle baksam yüzlere, putperest / Sağımda kâhin panayırları / solumda şeytan kabileleri/iyilik cesetleri / Karaya oturmuş bir deniz gibi kalbim / denize tutunmuş bir dağ gibi ellerim / Bir kandil rüzgârı / büktü de boynumu / gelmedin Ey Nebî!... / Kanımda ateşgede / süvarilerin nal çıngıları / günümü tutuşturur ve üstüme döker gece küllerini / sesimi içer kinim/rengimi tutar çöl / yatsılara yaslanan ay saklar ışığını / Sen, ‘açıl!’ dediğinde açılan ay / ‘kapan!’ dediğinde kapanan ay / şimdi gözlerimde / gece lekeleri / (Yoğun aşk yağmurları özetliyorum sabrıma / rengim yıkandıkça açılıyor Habil yanlarım) / Gel desem / kalbime ışık tut desem /gelir misin Ey Nebî?... / Beni kurtar Ey Resûl! / Gök bir yağmur kasidesi gibi hüzün içiyor / ‘O’ kâinata güneşten bir elbise biçiyor / bir çocuk anne sütünden geçiyor / anne çocuğun aşkından geçiyor / ırmak deniz küskünü / yol kendine uzak bir menzil / güneş üzerine güneş çekiyor / ağaç baharı özlüyor / çöl / Medine kuşuna su oluyor / Mekke / bir hurmanın dalında / Peygamber ağlamaları saklıyor / (Ey kalbimde Hacerü’l Esved dokunmaları büyüten Mekke! / Seherin melek kanatlarından incinmiş yel! / ütülenmiş şafak gibi takıl sızılı tüllerimize / bir Medine tebessümüyle açılsın Ensar pencereleri.) / Sen / İkindi gölgesini tutmadan / ve akşam geceye tutunmadan / niçin gelmiyorsun / Ey Nebî?... / Bir gözümüz diğerine muhalif / aynalarda uzayan yalnızlık gibi elif / Hıra aydınlığında sertliğini unutan taş metaneti / Cibril yağmuruyla telaşlaşan çöl harareti / dağlarda bir peygamber titremesi / bir Hatice sessizliği yağmurlarda / soğumamış azığın ahret çözülmesi / gözlerimizden sağanak bulut terlemesi / kalemlere sonsuz mürekkep çekilmesi / (İçimde taşan hayatı / bir balçık özetiyle kuruttum toprakta / aynada tozlanan bakışları not tuttum / öyle baktım alnıma sıvanmış utançlara) / Sen / Allah’ın elçisi / rüzgârsız yapraklarımız döküldü / neden gelmedin Ey Nebî?... / Bu çağda / mumu kurutmuş ateş, bu ateş nasılsa? / taşa dadanmış bir acı, bu acı nasılsa? / şeytana akan bir kan, bu kan nasılsa? /çıngıya dokunmuş bir bulut, bu bulut nasılsa? / gölgeye tutunmuş ikindi, bu ikindi nasılsa? / kuşa tutulmuş cıvıltı, bu cıvıltı nasılsa? / kelime çağıran bir lügat, bu lügat nasılsa? / kaşıntı tutkunu bir yara, bu yara nasılsa? / harf unutan bir kalem, bu kalem nasılsa? / anne büyüten bir çocuk, bu çocuk nasılsa? / rüzgârı eğen bir başak, bu başak nasılsa? /sesini arayan bir ses, bu ses nasılsa? / kurdu çağıran bir kuzu, bu kuzu nasılsa? / geceye seğirten bir gün, bu gün nasılsa? / olta çağıran bir balık, bu balık nasılsa? / aslana bürünmüş bir ceylan, bu ceylan nasılsa? / akbaba çağıran bir leş, bu leş nasılsa? / bulutu unutan bir yağmur, bu yağmur nasılsa? / Nasıl olursa olsun EY RESÛL!”

Hülâsa-yı kelâm; şiirle gönlünüz âbad oluyor, şifa buluyorsanız, mübarek ramazan ayında korona kâbusuna karşı siz de şiir okumayı bir deneyin, derim.



http://www.yenisoz.com.tr/korona-gunlerinde-dost-siirleri-okumak-makale-46344





***
SÖZÜ OLAN KİTAP: “BEN Mİ? SEN Mİ? BİZ Mİ?”

Kalem ehli, tanbur ve ud çalar, Gönül mesleği udî… Bağlamaya dosttur. Nebatattan hayvanata, topraktan biyolojiye uzanan Gâzi Üniversitesindeki derslerinden din-i mübin ölçülerine göre yepyeni bir düşünce ve bakış ortaya koyan, hâl diliyle yazdığı yazılarını kalp ve dimağımızı cezbeye kaptıran adlarıyla kitap zarfına sokan, tasavvuf mûsikîsi ve türküler söyleyen, şair, bestekâr, hâl ehli ve biyoloji-zooloji-botanik profesörü Prof. Dr. Suat Kıyak hocadan bahsediyoruz.

Âhir ömründe akademisyenliğini teknik, ceberrut ve bürokratik bir titre dönüştürmeden, Halk içinde Hakk’la beraber yaşayan modern zaman dervişidir Suat Hoca… Modernizmin ve kibrin en kesif olduğu Ankara’da Elazizli mertliğini sürdüren bir gönül adamıdır.  

“Ben mi? Sen mi? Biz mi?” adlı son kitabını imzalayarak göndermiş ve fakîri bahtiyar kılmıştır. Daha önce, “Bir Nefes, Bir Kelâm, Bir Kitap…” , “Bir Bak… Bir Gör… Bir Oku..!”,  “Bir Harf… Bir Hece… Bir Kelime...!” ve “Bir An… Bir Gün… Bir Ömür…!” adlarıyla kalp ve dimağa dokunaklı güzide kitaplarını okumuştum. Her biri birbirinin mütemmim cüzü olan bu kitaplarda tabiat, eşya, fen, modern bilim ve hayat tenkidi ve kirlenen dünyâya temenna eden insanın âhreti unutuşuna kadar âfete uğrayan kalbine, gönlüne, îmanına dair her mesele icazlı ve üsluplu kısa nesir ve şiirlerle dile getiriliyor.

Son kitabı “Ben mi? Sen mi? Biz mi?” yi (suat.kiyak@gmail.com) okumaya devam ediyoruz. Kitapları hakkında daha önce söylediğimi, kalbe ve dimağa dokunaklı bu kitabı hakkında da söylemeliyim: Tasavvufî öğütlerden hikmetli sözlere ve kendi yazdığı irfan yüklü şiirlere kadar, kalp ve dimağa faydalı yazılar kitap zarfına girmiş. Suat Kıyak hocanın melâmî ve hasbî bir tarafı daha var ki, modern kapitalizmin ticarî alışkanlıklarına kapılan yazar ve aydınlara hiç mi hiç benzemez. Başucumuzda olan son kitabı da dâhil yayınladığı beş kitabının arka kapağında, yapıştırma değil, baskıyla yazılı “ücretsiz” ibaresi ancak Suat hocadan sâdır olur.

“Ben mi? Sen mi? Biz mi?” kitabı dünyâya bel bağlamış, yüreğini modern hayatın dişlilerine kaptırmış Müslümanlara şiirlerle ve kısa icazlı yazılarla öğütler veren, ikaz eden, düşündüren, gönül dilinden ve mânevî damardan giren yazılarla dolu… Hemen her yazı ve şiirin yanında mevzu ile alâkalı bir resim, figür, işaret mevcut… Ortalama okuyucu mevzua çekmek için anlamlı olabilir.

Diğerleri gibi bu kitabın da mevzuu hayli zengin. Kirli çağın bunalımından kalp ve kafası karışık insanın her meselesine dair yazı ve şiir içiçe… Kitabın arka kapağındaki metin, Suat Kıyak hocanın nefis Türkçesini, üslûbunu ve derin bir tefekkür sonucunda ortaya çıkan yazıların sahibi olduğunu göstermeye yeter kanaatindeyim. Okuyalım:

“Birazcık tefekkür ile ne ufuklar açılır! (…) Evet! Mevzu insan, mevzu dünyâ, kâinat… Okumayı sökme derdindeyiz… Kendinden başlayarak heceleme demindeyiz! (…) Mevzu; çıkar beklentisi içindeyken bir serçe kadar ürkek, şımarıp azgınlaştığı zaman kızgın boğa ikliminde yaşayan ‘ben’ ve ‘öteki’ ile başlayan çetrefilli yolculukta ‘biz’ e erişebilmek. ‘Sen’ ve ‘Ben’in olduğu yerde olmazsa olmaz ötekileştirilmiş ‘sen’… İnsana giden yolun ağır yükü altında, bildiğini zanneden câhil, olgunlaştığını zanneden ham, iblisi ile yarışan kibirli, hükmümü sürdürüyorum zannındaki ahmak, kazandığını zanneden müflisler ikliminde yol almaya çalışırken, yol kesicileri uğrular çok… (…) Ne kaybeder insan azıcık tefekkür ile… Bunalımın menbaı ‘ben’ den akıl ipi yardımıyla gönül iklimindeki huzura, ‘biz’e gitme yolculuğu basamaklarını adımlamaya başlamalı insan! (…) Ya Hû, terakki et, geliştir ‘ben’ini, biz yoluna yürü; zıpçıktı olma, şımarıklık yapma, aşırılığı terke niyet et… Marjinal olmamalı insan demek istiyorum… Yâ’ni teenniye, itidale, orta yola dâvet çağrısı bu! Gün olur devran döner, keser döner sap döner… Yapmam dersin yaptırır, sapmam dersin saptırır, unutma! Acele de, meşguliyetsizlik de şeytan işi…İlerle, hedefin hoşnut olmak ve olunmak ise. Atacağın adım rıza için değilse dur! Hakikatı sarıp sarmalama, örtüp gizleme sakın… Hastalıklılık hâli bu! Nereye sondaj yapacağını iyi hesapla, yoksa su bulamaz da havanı alırsın… ‘Has’ta olan da var, hasta olan da var. ... Sen nerdesin? ‘Ben’ de mi?, ‘Bizde mi?”

Ortalama bir okuyucu yukarıdaki cümlelerin Türkçesinden, mâna ve fikrinden ve dahi mesajından dolayı sarsılmamışsa, içine bir ateş düşmemişse, yüreğinde ulvî bir sızı duymamışsa, o kişiye diyeceğimiz şudur: Önce Türkçe öğren, sonra kalbini ve dimağını tezkiye et ve cilala… Yâni bin yıllık irfanımıza sahip hazret-i insan olmaya çalış…

Kitap okumayanlara, okuduğunu zannedip anlamayanlara, böylesine iksirli kelimelerden cezbeye kapılmayanlara ne diyelim?  Allah taksiratını affetsin!

Ah, kitaplar! Dijital, görsel ve modern-seküler sosyal medyanın ifsad ettiği hayat içinde seni başucuna koyan kaç kişi kaldı?




***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-23


BİR HOCAM’A DÜKKÂNNÂME 

Bir Hocama Dükkânnâme, Peygamber Efendimiz’in “Sevdiklerinize sevginizi izhar ediniz” hadisinden ilhamla, mâsivadan arınmış bir yüreğin hüzün dolu nidâlarını, Bir Hocam’ın yârenlik ve hasbihallerine doymak bilmez bir muhabbeti, ârif ve âlim vasıflarıyla bânisi oldukları Fikir ve Gönül Dükkânı’nı anlatır. Âhir ömrümde yazmak istediğim “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” nin dibâcesi ve dağları eritecek, suları yakacak bir samimiyetin kelimelere dökülmüş dostnâmesidir.

İkinci hayatım Bir Hocam’la başladı. Gençliğini “kırık ayak adamı” olarak yaşamış bir fânî iken, Bir Hocam’ın fikirli ve mânevî sohbetleriyle eski, yâni câhiliye hayatımı terk etmiş, kafası ilme ve irfana susamış iki tarafı kesen bıçak gibi olmuştum. Büyük kalp dostluğumun kahramanları Bir Hocam’la, gönlümde ve zihniyetimde inkılâp yapan hayırlı sohbetlerinde tanışmamış olsaydım kalp âfetlerine uğrar, kötü yollara düşer, bedbaht olurdum. Beyâzid-i Bistâmi Hz.lerinin “Kimin üstadı yoksa şeytan ona üstad olur” sözünü şiar edinerek, Bir Hocam’la ünsiyetimi cezbe ve azimle devam ettirdim.

Amansız kış gecelerinin cam kırığı soğuklarında gönül adamlığı üstüne sohbetlerini dinledim. Nice seher vakitlerine kadar derûnî sohbetlerinden cezbe hâlinde geldim evime. “İçeri” sohbeti ederlerdi ve “İçeri” den uzun müddet çıkamazdım. Fikirli ve bedîi yârenliklerinin neşvesinden mânevî sıkıntılarım yok olur, dünya kirlerinden arınırdım. Meramımı sözle anlatamaz, “Dilâgâh Hocam” diye mektuplar yazardım.

Yürek dostluğumuzun ilk sohbetinde bin yıllık sızı ve fikirler taşıyan sözlerle cezbetmişlerdi. Yüreklerinden sâdır olan sızılar mukaddes bir dâvanın ateşi gibi sarıyordu her yanımı. “Dünyayı duvara asmak” ve mâsivaya eyvallah etmemek tâlimine ulvî sızı ile başlıyorlardı. Hayatı sızı ve saf fikirle değerlendiriyor, bir ömrün başlangıç ve bitişini bu iki mefhuma bağlıyorlardı.

Dükkân bir sızı…

Fikir ve gönül tâliminin esaslarından olan Dükkân bir sızı, fikir bir sızı, yürek bir sızı, türküler bir sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı diyorduk her sohbetin başında. Fikirli sızılarıyla dostlarına tâlim ettirdikleri sızılar birleşince Fikir ve Gönül Dükkânı meydana geldi. Fikir, gönül ve meşrep birliğinin terkib olduğu bir dostluktu bu.

Bir Hocam hem bir hem iki kişidir

Dükkân müdavimleri bu güzel insanlara “Bir Hocam” diye hitap eder. Bu hitapta bid’at sayılabilecek bir yüceltme düşüncesi yok. Onlara duyulan ziyadesiyle bir sevgi ve hürmetin sembolleştirilmesidir. Âlim ve ârif şahsiyetleriyle, sabır ve hasbîlikleriyle bu sıfata lâyıktırlar.

“Bir Hocam” makamı aynı mâna ve hususiyetlere sahip iki hocama aittir. Yâni Bir Hocam hem bir, hem iki kişidir. Sîretleriyle birbirine benzeyen iki hocamın mânevî unvanıdır. Bir mevzuda “Bir Hocam” birincisidir, bir başka mevzuda “Bir Hocam” ikincisidir. Dükkân haricinde “Bir Hocam” bir kişi olarak bilinir. Dükkân müdâvimleri bu makamı hiyerarşik bir düzene oturtmazlar. Edep ve tevazularından dolayı bu makamı kabullenmeseler de şâkirdleri onları böyle yâd edeceklerdir.

Müslüman Türk irfanını hazmetmiş olanlar bilirler ki “Bir Hocam” makamı millet târihimizin her kademesinde var olmuş, cemiyetin bütününe şâmil bir şahsiyet ve bugün de herkese lâzım olan mânevî bir önderdir. Milletimizin irfanî ve kalbî terbiyesinde daima bu hususiyetteki zatların gayretleri var. Günümüzde de ilmî, fikrî ve edebî faaliyetlerin başında bir bilge kişi yahut yaygın ifade ile bir “hocanın” bulunması elzemdir. O muhterem insanlar ki fakirin ve diğer şâkirdlerinin şahsiyetlerinde emekleri ziyadedir.

Bir Hocam’ın birincisi ehl-i maarif, âlim ve de tam mânasıyla ediptir. Cümle Müslümanlar için kalbe ve ilme faydalı kitaplar telif etmiştir. Bir Hocam’ın ikincisi dünyalık kitap okumayan ve hurufatla meşgul olmayan ârif bir kişidir. Şâkirdlerinin seyr u sülûklarını balık tutturarak tabiatla da sulh ve muhabbetlikılar. Dükkân ehli şair ve edipler üstünde tasarruf sahibidir ve üstad şairlerin şiirlerini okutturur. İdarecileri ve aydınları hicvetmek için alaylı, nükteli şiirler kaleme alır ki, Defter-i Dükkân’a kaydedilir ve sohbet üstü olarak Dükkân hatibince okunur. Bu sâyede gönüller coşa gelir, sohbetlerin her ânı cezbe ile geçer.

Bir Hocam makam, mansıb dâvası olmayan ilm ü irfan sahibi ve mütedeyyindirler. Vecd ü hâl sahibi ve kalb-i selim zâtlardır. Nefislerini terbiye etmiş ve evvelinden nefs-i mutmainne makamına ulaşmışlardır. Kalabalığı ve gösterişi sevmez, tenhayı, yâni halvet ve hasbıhâlı severler. Kendi aralarındaki yârenlikleri kalbe ve gönüllere şifa olup, hikmeti içinde gizli bedîi nüktelerine doyulmaz.

Gayeleri gönüller yapmak ve kalbi yanık Dükkâncı yetiştirmektir. Lisanları, yâni Türkçeleri vakarlı ve tefekkürî olduğu kadar, pek nükteli ve şirindir. Cümle Dükkân müdavimlerinin tek tek hâl-hatırını sorar ve gönüllerini alırlar. Sohbet ve irşadda gönülleri gani olduğu gibi yedirip içirmekte ve ikramda da cömerttirler.

Dükkâncıların meşrebi melâmî ve lisanîdir

Dükkânın mânevî tasarrufu Bir Hocam’a ait. Bundandır ki Dükkân dârül-menfaat değil, dârül-gönül ve dârül-aman’dır. Dükkâncıların fikir ve amelleri İslâmca olup, meşrebleri melamî ve lisanîdir. Kirli çağa karşı mütemadiyen dost hâlleşmesiyle sâlih bir insan olmaya, Müslümanca bir yüreği kuşanmaya, nefsi bedenini yâni “dükkânını” yağma etmeye çalışan âcizlerdir. Kaygıları “buğday” değil, “himmet” dir. Cuma günleri Bir Hocam’ı görmek için Kulağı Kutlu Câmiinde saf olurlar. Onlar da câmi çıkışında şâkirdlerine tebessüm ve yârenlik ederek söz ikramında bulunurlar.

Her Dükkâncının gayesi gönlünü biraz daha parlatarak Allah aşkının yer bulmasına çalışmak ve Bir Hocam’ın etrafında dilsaz olmaktır. Onların ilm ü irfanı sâyesinde alınları pak, gönülleri cilalı, niyetleri hâlis ve işlerinde râzıdırlar. Birbiriyle bağları siyasî ikbal ve nüfuz edinme maksatlı değil, kalbî ve hasbîdir. Üç nesil için fikir ve irfan saçan bir ocak olan Bir Hocam Dükkân ehlini hâlen irşad etmektedirler. İkinci ve üçüncü nesil, Bir Hocam’a yakîn olmaktaki marifet ve muhabbetleriyle, Dükkân dilini ve âdâbını yaşatmaktaki azimleriyle daha şahbazdırlar.

Dükkân fikir ve gönül talimgâhıdır

Bir Hocam’dan neşet eden tarzla Dükkân müdavimlerinde dil ve üslûp birliği vardır. Fikir ve gönül tâlimi bu dil üzere yapılır. Modern, akademik ve aydın dili kullanılmaz. İrfan dilimizi ihya etmek gayesi de taşıyan edebî dil ile sohbet edilir. Gönül ve fikir tâliminden maksat, müdavimlerin ete kemiğe bürünmesi ve tefekkür gücünün artırılmasıdır.

Sohbet altı ve sohbet üstü olarak cezbe verici, vecde geçirici tasavvufî türküler dinlemek müdavimlerin baş tâlimlerindendir. Türkülerin vehbî mânada cezbe vermesi, hüzün, gurbet ve ıstırap unsurları taşıması gönül tâlimi için şarttır. Bu sebeptendir ki Dükkân müdavimleri arasında daima bir Türküdar bulunur. Türküleri bazen hafî usul gibi sessiz, bazen de kıyamî, yâni itidalini kaybedip kendinden geçerek dinleyenler var.

Hülâsa-ı kelâm, Bir Hocam gönüldür, fikirdir. Dükkân onların gönül ve fikrinden doğan bir bedendir. Dükkâncılar önce bedene alışma tâlimi yaparlar, sonra gönlüne…





***
HÜZÜN ŞİFADIR DİYEN ÂLİM, 
HÜZÜN HASTALIKTIR DİYEN ÂLİMDEN GÜZELDİR

Bu dost kelimenin İslâm düşüncesindeki mânasını ürkerek araştırdım. Araştırmalarım sathî olsa da endişeye mahal olmadığını anladım. Düz mânasıyla hüzün, kalp üzüntüsü, gam ve keder gibi iç ve dış sıkıntının tesirinden dolayı hissedilen ruhî ve fizikî acılardır. Hüzünden muradımız ise, mânevî kayıp ve eksiklerden dolayı hissedilen ıstırap ve hasretlere istinat eden tasavvufî hâllerden bir “hâl”dir. Tasavvuf ehli hüznü, neşe, sevinç ve sürûr gibi gönlün hallerinden sayar.

Hüzünle ahbap olmak isteyenler lügatimizde hüzünden meydana gelen şu kelimelerle akraba ve hâldaş olması gerek: Hüzn-âlûd: Hüzünlü, kederli, kaygılı. Hüzn-âmiz: Hüzünle, gamla, kederle karışık. Hüzn-âver: Hüzün getiren, hüzün veren. Hüzn-efzâ: Hüzün, gam, keder artıran. Hüzn-engîz: Hüzün koparan. Hüzzâm: Türk mûsikisinde koyu hüzün arz eden bir makam.

Günümüzde Mutezilî anlayışla hüzünden âzade yaşayanlara ve hüznü lüzumsuz görenlere, “Hüzün, iffetin timsâli Hz. Meryem’in kucağındaki bebekle halkın arasına gelişidir, hüzün asildir, üzüntü sefildir” diyen ehl-i irfanın sözleriyle karşılık vermeyi ve İmam Gazâlî’nin, “Kur’an-ı Kerim hüzün ile inmiştir” sözünü hatırlatmayı bir vazife sayıyorum.

Gazâlî, “Kalplerin Keşfi” kitabında “Hüzünlenmenin yolu, Kur’ân’daki tehdit (manevî anlamda korku verme), mîsak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden mahrum olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür” diyerek, hüzün mevzuunda akılcıların ve mutasavvıfların nerede duracağını işaretlemiştir. Böylece imanla bir problemi olmadığına inandığım hüzne tam teslimiyetle sarıldım.

Bu noktadan sonra müracaat ettiğim Hucvirî’nin görüşleri sevindiriciydi. Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” adlı kitabından okuduğum Hucvirî’nin hüzne bakışı hüzün ilgili tereddütlerimi yok etti:

“Hüzün, mâşûkun kaybıdır”

“Vecd ve vücud isim-fiillerdir, bunlardan birincisi hüzün, öbürü ise bulma mânasına gelir. Bu tâbirler sûfiler tarafından sema’ (işitme) sırasında tezahür eden iki hâle işaret etmek üzere kullanılır. Bu hâllerden biri hüzünle, diğeri ise arzu edilen şeyin elde edilmesiyle ilgilidir. Hüznün gerçek mânası Sevilen’nin (ma’şûk veya mahbûb) kaybı ve murad edilen şeyi elde edememe demektir; bulma’nın gerçek mânası ise arzu edilen elde edilmesidir. Hüzn ile vecd arasında şu fark vardır ki hüzn tâbiri bencil keder için kullanılır, hâlbuki vecd, muhabbet yolunda bir başkası için duyulan hüzün demektir; Vecdin mahiyetini izah etmek imkânsızdır. Zîra vecd gerçek görüş (keşf) deki elemdir.”

Gönül huzuruyla ifade etmeliyim ki, yaşadığım hüzün, Hucvirî’nin “muhabbet yolunda bir başkası (Cenab-ı Hakk) için duyulan hüzün” ifadesiyle aynı mânadadır ki, hüznüm bencil bir keder değil, vehbî bir hâldir. Hucvirî’nin hüzne bakışı, kalbimi daha da rahatlattı:

Hucvirî’nin şu sözleri de, bir “hâl” olarak hüznü tercih edişimde bir sakınca olmadığını teyit ediyor: “Vecd, İslâm tasavvufunda gaye olmaktan ziyade vasıta değeri taşır. Hayatın gayesi vecd değildir, vecd’in götürdüğü yerdir.”

“Hüzün hastalıktır” diyen akılcı âlimlerin yanılgısı”

Aklı esas alan bir kısım Kelâmcılar, Selefî ve Mutezilî âlimler hüzne geçit vermiyorlar. Bu anlayışa göre hüzün, insanın fizik ve psikolojik yapısının duyduğu acı, ıstırap ve elem olarak târif edilmiş ve kesbî olup bu “hâl”den geri dönülebilen bir “haz”dır. Bu târifle, hüzne yüklediğim mâna uyuşmamaktadır. İtikadî noktadan “hâl”imin ifsad edici olup olmadığı vuzuha kavuşmamış olarak görünmekte ve tehlikeli bir yola girdiğim ortaya çıkmaktadır.

Hüzne karşı çıkanlar akılcı âlimler, Peygamber Efendimiz’in, “Cübbül hüzünden Allah’a sığının” buyruğunu öne çıkarırlar. Mutasavvıf âlimlere göre Efendimiz Aleyhissalâtüveselâmın “cübbül hüzünden” kastı mânevî hüzün değildir .“Cübbül hüzün nedir ya Resulûllah?” diye sorulduğunda, “Cübbül hüzün cehennemde bir kuyudur. Allah bizleri oraya girmekten muhafaza etsin” buyurmuştur. Cübbül hüzün, hüzün kuyusu demektir.

Necip Fâzıl’ın kelimeleriyle söyleyelim: “Allah Resûlünün en büyük mucizelerinden biri bütün ömrünce bir kere dahi kahkaha ile gülmemiş olmasıdır. Daima güler yüzlü, mütebesssim. Ama bir kere gülmemiş. Daimi tefekkür ve hüzün içinde… Mütemadiyen hüzünlü…” (Batı Tekeffürü ve İslâm Tasavvufu)

Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nin “hüzün” maddelerine göre, birçok İslâm âliminin hüznün nâmı hakkında görüşleri var. Zekeriya er-Râzi, haz ve elemi birlikte değerlendirerek hazzın elemden ayrı bir şey olmadığını, elemin hazdan önce geldiğini, hazzın tekrar eleme dönüşeceğini ve kısır döngünün mutluluk arayışına esas olamayacağını belirtmiş. Yâni haz, acı duyan insanın bu hâlden kurtulup tekrar normale dönmesi sırasında duyduğu bir teessürdür.

Kindî’ye göre, “Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Hüznün iki sebebi var: Mahbubâtı kaybetmek ve matlubâtı elde edememek. Hattâ tedavi edilmesi gereken bir tür hastalıktır.”

Dücane Cündioğlu, Kindî’nin târifine, “Ne büyük yanılgı. Çok yazık, mülkiyetin hakikatini idraki, ancak ölümün idraki kadar uzak insana” diyor. Kindî çizgisinde kanaat belirten İbn-i Sina, Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Teymiyye, İbn Cevziyye gibi âlimler hüznün vehbî hâllerden olmadığını, kuldaki iradeyi aşındırdığını, seyr ü sülûk şevkini kırdığını ve hüzne delil gösterilen âyet ve hadislerin yanlış yorumlandığını, bir ahlâk ve ruh sağlığı problemi olup, kontrolsüz öfke, acı, ihtiras gibi duyguların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin sebep olduğu mutsuzluklar olduğunu söylerler ve hüznü “vehbî” hâllerden saymazlar. Hüznün aleyhinde olan âlimlerin görüşünün özü şudur:

“Sevilen şeylerin elden gitmesinden ve talep edilenin elde edilememesinden doğan nefsânî elemdir. İçinde yaşanılan oluşma ve bozulma (kevn ve fesad) âleminde kayıplardan kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkânlar yerine her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı ve akıl âleminden seçmelidir. Ahlâk, bir bakıma ruh sağlığı olduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların akılla bilinmesi gereklidir.”

El çek hüznümden ey zâhir erbabı!

Tasavvuf ehlinin, “Hüzün hâli Müslümanın huyu ve hâlet-i ruhiyesidir. Soytarı ile derviş ayıran şey, hüzündür” sözünü yabana atan ve “hastalık” deyip hüzne müptelâlığımı horlayanlara büyük hüzün yârânından Fuzûlî’nin “Aşk derdiyle hoşem / El çek ilacımdan tabib” mısralarından ilham alarak, “ Hüzün ile hoşem / el çek hüznümden ey zâhir erbabı!” demek geliyor içimden.

Muradım hüzün olunca her kapıdan hüzün devşiriyor, hüzün soruyorum. Şimdi de Şeyh Gâlib üstadın kapısında fakiri karşılayan hüznü âcizâne anlatmak istiyorum. Onun “Hüsn ü Aşk”ına göre “İlk yaratılmış olan akıl, Allah’ı, kendini ve kendinden sonra yaratılmışları bilmesinden Hüsn, aşk ve hüzün meydana gelir.

Ehli bilir ki, Aşk, Hüsn’ü bulmaya hüzünle birlikte gider. Hüsn’ü bulmak için hüzün, hasret, yalnızlık ve vuslat mevsimlerini yaşaması gerek. Aşk, mumdan bir gemiye binerek ateş denizinden geçerek yola çıkar. Bu yolculukta akılla gönül rekabet hâlindedir. Aşk, Hüsn’ü aklın değil, gayret ve gönlün gücüyle bulur. Gayret ve gönül, hüzünden yanadır, ikisi de gücünü hüzünden alır.

Her ne kadar hüzün ikliminden geçerken evham ve ümitsizlik duygusu yaşansa da, Hüsn’nün diyarına hüzün ikliminden geçerek varılır ki, hüzün aslında Aşk’ın imtihanının en zorlu fakat en vefalı iklimidir. Bu sebeptendir ki, fakir hüzün mevsimindendir ve mevsimde neşv ü nema bulup kendine gelir.

“Hüzün Allah Resûlünün dostudur”

Derûnumdaki hüzün, Hakk’a götüren vasıtalarla hemhâl olmamı sağlayan ve daima “yolda” olmanın aşkınlığını yaşatan bir “hâlin adı olduğu için bahtiyarım. Ehl-i dilin hüzne dair sözlerini meşk ederim her vakit: “Hüzün, Allah Resûlünün dostudur. Mekke, Medine, Hıra, Hicret, Arafat, ne yana baksak hüzün. Bir hüzünkâra bu hüzün yeter. Hüzün su gibidir; azizdir, şerefli ve ehl-i hâldir, hüzün gönlümüzün dostudur...”

“Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara”

“Hüzün taze tutar aşk yarasını. Yaramdan hoşum, yârimden de. Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara. Yandık, yakıldık; ama hüzünden yana asla yakınmadık. Ne de olsa mahzun bir peygamberin ümmeti değil miyiz? Hüzün ki, Mevlâ’mın, Mevlâna’mı özlem özlem içime dokuduğu kamıştır” diyen Şems-i Tebrizî’nin ellerinden öperim.

Bütün hüzünkârlar, modern, yâni ruhsuz ve süflî kahkahaların yükseldiği bir zamanda âdemiyetimize, yâni bezm-i elest’teki hâlimize dönmek için hüzne geçit veren âlimlerden yanadır. Onlar kalbimize ulvî ferahlık veren, dimağımızı maddî dünyadan uzaklaştırıp mânevî hâllere gark’eden hüznü bize sevdiriyorlar


***
Gönül dostlarıyla Somuncu Baba Hazretlerini ziyaret


Gönül dostlarım fakîrin bir şehir münzevisi olduğunu bilirler. Biraz sağlık, biraz mistik mizacım sebebiyle Fikir ve Gönül Dükkânı’ndan, mağaramdan, yâni fildişi kulemden mecbur kalmadıkça çıkmam. Dolayısıyla şehir dışına seyahatim nadirattandır. Mücavir saham mağaramın çevresindeki birkaç mahalledir.

Fakîrin haddi değil Evliya Çelebi üstadın seyahatine imrenmek. Seyahat nasibim o zat gibi açık değil. Ehlinin bildiği hâdisedir. Evliya Çelebi rüyâsında Ahî Çelebi Câmii’nde kalabalık bir cemaat arasında Resûller Resûlü Peygamber Efendimizi görmüş. Huzuruna varınca; “Şefâat yâ Resûlallah!” diyecekken, heyecanla; “Seyâhat yâ Resûlallah!” demiş. Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâmda tebessüm ederek ona hem şefâatini müjdelemiş, hem de seyahat ihsan buyurmuşlar. Orada bulunan Sa’d bin Ebû Vakkas Hazretleri de gezdiği yerleri ve gördüklerini yazmasını tavsiye etmiş. Bunun üzerine cezbeye kapılarak, “Müslümanları kendisine itaat şerefiyle şereflendiren ve bana dünyayı gezip dolaşma kolaylığı veren Allah’a şükürler, şeriatın yapısını kurup peygamberlik temelini sağlamlaştıran Muhammed’e (s.a.v.) selâmlar ve dualar olsun.” diye şükür duası etmiş.

Dostlarım her Cuma günü Fikir ve Gönül Dükkânı’nda küçük büyük seyahatlerinden bahsederler. Bol bol hâtıraları olur ve şapırdatarak anlatırlar. Fakîrin hiç hâtırası olmaz. Dostlarımın dinî ve tarihî mekânlara seyahatlerini melül mahzun bir şekilde dinlerim. Yıllarım böyle geçmiş ve geçmektedir. Senede birkaç kez yurdumuzu doğudan batıya dolaşıp seyahatlerini bir fütuhat eri edasıyla anlatan dostlara imrenmişimdir hep. Seyahat nasibi açık olan dostların yanında sözü olmaz ama birkaç seyahatimi anlatayım:

Vakti zamanında bin miligramlık tasavvuf işi türküler eşliğinde evliyalar diyarı Tillo ve Veysel Karanî beldesi ile her yeri en az bin yıllık sarı taşlardan oluşan eski Mardin ve Hasankeyf ile Diyarbekir, Batman, Siirt ve Urfa olmak üzere yedi gündüz sekiz gece Güneydoğu’yu dolaştım. Amma nasıl dolaştım; yanımda “gak deyince ekmek, guk deyince su” yetiştiren ve bilgileriyle rehberlik eden öğretim görevlileri İsmail Göktürk ve Mehmet Yılmaz adlı iki fikirli dost var.

Yine aynı dostlar vakti zamanında yine bin miligramlık türküler eşliğinde altı ilçe bir vilayet olmak üzere Çukurova’yı bir baştan bir başa dolaştırdılar ve ardından Andırın, Göksun, Afşin ve Elbistan memleketlerini “Anadolu nasıl bir yer?” gezdirip anlattılar.

Üçüncü büyük seyahatim (bu ifademden dolayı fakîre gülmeyin) yine İsmail Göktürk dostumuzun fakîri zar-zor ikna ederek götürdüğü Mevlânâ Hazretlerinin memleketi Konya’dır. Nezdimde çok fikirli bir seyahatti… Anlatmama gerek yok, ehl-i dil bilir nerelere gittiğimi ve neler yaşadığımı… Bin yıllık tarihî ve hüzünlü hülyalara dalıp kendimden geçtiğim Selçuklu başşehrinin bozkırlarını aşıp, yaz sıcağında yamaçlarında kar bulunan meşhur Toros dağlarının zirvelerinden türkü türkü dinleye Akdeniz’in kıyısına eriştik. Bir de baktım önümde masmavi deniz. Deniz görmeyeli belki kırk olmuştu. 

“Ruhumda bir sızı” türküsüyle gönül sultanının mekânına seyahat

Yıllar sonra ömrümün âhirinde aynı dostun rehberliğinde Somuncu Baba’nın, yâni Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin (Miladî1331-1412) tasarrufunda bulunan gönüller ve gâziler diyarı Darende’yi ziyarete gidiyoruz. Bu seyahatimi mânevî cihetten anlamlı ve fikirli kılan iki temel ayağı var: Ârif ve ehl-i dil oluşlarıyla, bediî yârenlik ve lisanlarıyla Ali Hocam ve Muzaffer Hocam… Tabiî ki yine bin miligramlık tasavvuf menşeli türküler eşlik ediyor. Şehr-i Maraş’ın çıkışında başladı hüznüm. Hüzün dediysem, öyle arabesk hüzün değil, vehbî hüzün.

Hüzün meşrebimdir. Muzaffer Hocamla ortak türkümüz  “Ruhumda bir sızı” türküsü kalbimden girip bütün âzâlarımı sarıyor. Bir şehir münzevisi olan fakîr “Ruhunda bir sızı” türküsünü dinleye dinleye gönül sultanının mekânına seyahat ediyor.

“Bu nasıl bir derttir dermanı yoktur / Bedenimde değil ruhumda sızı / Görünmez bir yara acısı çoktur / Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy…” 

Vecde geçmiştim, arkaya dönüp Muzaffer Hocam’a baktım. Sîmasını çizgi çizgi hüzün ve
dert kaplamıştı. “Aman” ı, “efendim”i ve “sızı” sı bol tekke türküleri peş peşe yüreğimin üstünden geçiyor. Uçtuğumu hissediyorum, hissetme değil, basbayağı uçuyorum. Pozitivistler inanmazlar buna. Vasıtamız gönül sultanı Somuncu Baba Hazretlerine vâsıl olmak için asfaltta değil, yerden yüksekte gidiyor. İster inanın, ister inanmayın; fakîr kendini böyle hissediyordu.

Öteden beri vecd ve cezbe fazlası var fakîrde. Vehbî midir, kesbî midir, orasını Allah bilir. Amma o ânı yaşadığım samimidir. Hocamgilin yanında duygularımı pek dışa vuramam. Hâl ehli oldukları içindir, bâzı nâralarımı veya şathiyelerimi, buna bediî nidalar da diyebilirsiniz, hoş görürler, hattâ tasdik edercesine tebessüm ederler. Bir ara, Muzaffer Hocam’a dönüp, “Hocam uçuyorum!...” diye nâra attım. Tebessüm etti.

Yol gidiyor, biz gidiyoruz, yerde değil, semâda gidiyoruz

Bu şehir münzevisi yıllar sonra dağlar, ovalar, tüneller ve vâdilerden geçiyor. Yol gidiyor, biz gidiyoruz, yerde değil, semâda gidiyoruz, sanki uçmağa gidiyoruz. İster inanın, ister inanmayın, fakîr kendini böyle hissediyordu. Dünyâ değişmiş. Kehf ashabı gibi hissettim kendimi. İki Hocamın yârenliği ve lisanı türkülere karışıyor. Türküler türküler! Gönlümüzden tutup havalandırıyor bizi.

“Seherde bir bağa girdim / Ne bağ duydu ne bağbancı / El sundum güllerin derdim /  Ne bağ duydu ne bağbancı / Bağın kapusunu açtım / Sayın ki cennete düştüm / Yar ile tenha buluştum / Ne bağ duydu ne bağbancı”

Vecd ve cezbe fazlasından başım dönüyor, erenlerden şiirler terennüm etmek istiyorum. Hocamgil var, itidalli olmak gerek. Böyle hâllerde itidal tavsiye eden gönül dostum ve tercümanım Ferhat Ağca yanımda yok.   

Somuncu Baba’nın dervişi olan kayalar ve “Hû” çeken sular

Bozkırı andıran ovalardan hâlden hâle geçerek Somunca Baba Hazretlerinin mekânına yaklaştığımız söylendi. Tuhaftır, düz ovada görünen bir yok. Az daha gidince düzlük birdenbire bitiyor. Dört yanı dümdüz bir ovanın ortasında, kuzey ve doğu cephesi gri ve dik kayalarla çevrili bir vâdinin içinde yeraltı şehrini andıran mistik, fikirli ve mânevîyatlı bir beldenin girişindeyiz. Kayalar azametli, fakat debdebeli ve kibirli değil. Koynunda asırların mânevî faaliyetlerine ev sahipliği yapmış, dış çizgilerinde mânevî esrarlar bulunduran yüksek gri kayaların, korkutucu değil, bilakis emniyet verici duruşları vardı. Oraları mekân tutan gönül sultanlarının ünsiyetinden ve dokunuşlarındandı kayaların bu asil duruşları. Kayalar ve sular Somuncu Baba Hazretlerinden el almışlar. Kayalar “kıyam” hâlinde, sular “Hû” çekiyor.

Hülâsa ifadeyle Darende, yâni Somuncu Baba Hazretlerinin mekânı kayalardan ve kayaların her karesinden akan berrak sularla yemyeşil ağaçlardan mürekkep âsûde bir yer. Aşağı doğru inince sarp ama asil duruşlu kayalardan akıp gelen kar rengi şelâle karşılıyor bizi. Şelâlenin havzasındaki ahşaptan yapılma çay bahçesi gelenleri tebessümle bekleyen bir insan gibi hoş geldin diyor. Tabiî ki hâl ehli olan ve fikirli çayda muhabbet bulanlar için böyledir.

İki hocamın bin miligramlık bediî yârenlikleri

İki Hocamın bin miligramlık bediî yârenlikleri gırla gidiyor. Fakire muhabbet zarfı atıyorlar. Ayaklarım yerden kesiliyor, cezbe hâlindeyim. Ali Hocam “Bir çay daha için” diyor ve Muzaffer Hocama “Hocam, kendinizi belli etmeseniz de siz bu zatlarla aynı merkezdensiniz, dolayısıyla bilirsiniz; kayalar ve sularla veli zatların arasındaki rabıta nedir?” diye soruyor. Muzaffer Hocam “Ben düz adamım, bu sualin cevabını sen bilirsin, sen kendini gizliyorsun, kendini gizleme artık…” diye karşılık veriyor. Kayalar ve ağaçlarla çevrili yolun daha aşağısına doğru gide gide Somuncu Baba Hazretleri Külliyesi’nin girişindeki otoparka durduk. Ücretini vermek için üçümüz hamle yaptık. Görevli kişi şöyle bir baktı, Muzaffer Hocamı göstererek “Hocamın parası bereketli olur, onun parasını alacağım” dedi. Biz üçümüz donup kaldık. Anladık ki adamın gözünde perde yok.

Külliyenin kuzey ve doğu cephesi esrarlı sûretleriyle kıyamda duran kayalarla çevrili. Her köşesinden yine berrak sular akıyor. Tohma Çayı’nın yanına halvethânesini kuran Somuncu Baba Hazretleri miladî 1412’de bu mekânda Hakk’a uçar. Cenaze namazını halifesi Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri kıldırır ve halvethânesinin bulunduğu mekâna defnedilir. Türbeye çevrilen bu mekân câmi vazifesi de görüyor. Türbe mekânında halifeliğini sürdüren evlâdı Halil Taybî Hazretlerinin türbesi de burada.

Ali Hocamın rehberliğinde velî zatların silsilesi hakkında çok şey öğreniyoruz. Ehlinin malûmudur; Yıldırım Beyazıt Han’ın Niğbolu Savaşı’nın kazanılmasına “Allah’a şükür nişânesi” olarak yaptırdığı Bursa Ulu Câmii, Osmanlı Devleti’nin ilk selâtin câmiidir. Çilehânesinin yanına yaptığı ekmek fırınında somun pişirerek çarşı pazar dolaşıp “Müminler, Somunlar” diyerek ekmek dağıtan Şeyh Hamid-i Velî Hazretleri Ulu Câmiin inşası sırasında işçilere ve halka somun dağıttığı ve mânevî yönünü gizlediği için halk arasında “Somuncu Baba” lâkabıyla biliniyor.

Sırrı fâş olan Somuncu Baba yolculuğa çıkıyor

Câmiin açılış gününde Yıldırım Beyazıt Han ilk hutbeyi okuması için Bursa’nın tasavvuf büyüklerinden Emir Sultan Hazretlerini vazifelendirir. Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerini Bursa’da ilk keşfeden Emir Sultan Hazretleri; “Padişahım bu beldede benden daha âlim kimseler var. Onlar aramızda iken hutbe okumak bize düşmez” diyerek bu vazife için Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri’ni işaret eder. Padişahın huzurunda bu vazifeyi reddetmeyen Şeyh Hamid-i Velî, yâni Somuncu Baba Hazretleri hutbede “Fâtiha Sûresi’ni yedi farklı şekilde yorumlar. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Somuncu Baba olarak bildikleri Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin mânevî büyüklüğünün farkına varır. Mânevî büyüklüğü ortaya çıkan ve kendi ifadesiyle “sırrı fâş olan” Somuncu Baba Hazretleri talebeleriyle Bursa’dan ayrılır. Ulvî aşkın sırlı yolculuğunda “kendi sırrı nerede ortaya çıktı ise oradan uzaklaşır.”

Çilehâne’de “keyif yapmak”

Âlim ve ârif insan Ali Hocam yanımızda olunca gönlümüz ve dimağımız mutmain ve emin… Nasıl davranılacağını, usul, âdap her şeyi o sessiz ve vakur hâliyle öğretmiş oluyor. Ali Hocam Somuncu Baba Hazretlerinin “Çilehâne” sini ziyaret ediyor ve namaz kılıyor. Muzaffer Hocam “Haydi siz de keyif yapın” diyor İsmail’le fakîre. Dünyânın geçiciliğini hissettiren ve daracık bir mağarayı andıran bu mekânda ulvî cihetiyle “keyif yaptık.” Ehli bilir; çilehâne veya halvethâne dar, kapalı ve karanlık bir mekândır.

Somuncu Baba Müzesi, Çilehâne, Hamidiye Çarşısı gibi her mekânı ziyaret esnasında Ali Hocam nükteli ve bediî lisanıyla Muzaffer Hocama zarf atmayı ihmal etmiyor ve “Hocam mübarek zattan harçlığını aldın mı?” diyor ve fakîri hoşnut etmek için Muzaffer Hocamın mânevî vasıflarını nükteli bir üslûpla anlatıyor. Somuncu Baba Hazretlerinin beyaz mermer üzerine nakşedilen hâlnâmesini okurken, metnin sonunda  “Balıkların yaşatılması…” na dair sözlerini okumamı istedi ve “Muzaffer Hocamın balıklarla ünsiyeti bu mânadadır…” dedi. O ânda cezbeye kapıldım. Muzaffer Hocamın, talebelerini ve dostlarını balığa götürmesindeki mânevîyatı şimdi daha iyi anladım. Ali Hocamın anlattığına göre câmi ve çilehânenin yanındaki balıklı kuyulardan çıkan balıklar Somuncu Baba Hazretlerinden “yâdigâr olarak asırlardır varlığını korumakta ve yaşatılmaktadır.” Dik ve esrarlı kayalarla çevrili Tohma Çayı’nı temaşa etmek pek mâneviyatlıydı. Somuncu Baba ve ahfadının ve dahi talebelerinin bu talihli ve bereketli suya dokunan ayaklarının izlerini görür gibi oldum.

İkindi öncesi Külliyenin doğusundaki tepeyi aşarak Hazret-i Peygamber Efendimiz’in soyundan Seyyid Hüseyin Gâzi’nin kardeşi ve çocukken sarı saman kağıtlı kitaplardan destanını okuduğumuz Seyyid Battal Gâzi’nin amcası ve kayınpederi Seyyid Hasan Gâzi Hazretlerinin türbesini ve Şehitlik Anıtı’nı ziyaret ettik. Külliyeye döndüğümüzde Ali Hocam “Çay içelim” diyerek bizi sevindiriyor. Hamidiye Çarşısı’ndaki çayhânede muhabbetli bir çay içtik. Hocamgil ücretini vermek istediklerinde “Parasız” dediler. Muhabbet kaynağı olan çayın parasız olması çayın dostluğuna büyük bir hürmettir. Muzaffer Hocam çay veren kişiye “Somuncu Baba ekmeği var mı?” diye sordu. Kısmetimizde yokmuş ki o gün ekmek çıkmamış.

“Aşk ateşiyle pişen ekmekler”

Ehlinin malûmudur ama yeri gelmişken anlatalım. Emir Sultan Hazretleri, Bursa’dayken Somuncu Baba Hazretlerinin nâmını duyar ve fırınında onu ziyaret eder. Fırında ateş olmadığını görünce bu işin sırrını sorar. O da: “Aşk ateşiyle pişer” diyor. Çünkü bu fırında “ekmekler gönül ateşiyle pişmektedir.”  Asırlardan bu yana “zengine fakire gönülden hediye” babından herkese parasız dağıtılan ekmekler “hediyeleşmeyi ve karşılık beklemeden ikramda bulunmayı” anlatmaktadır. Çarşıdan ayrılırken Muzaffer Hocam Darende hâtırası olarak hepimize hediye aldı.

Velhâsıl, dördüncü büyük seyahatimin zarf ve mazrufu böyle. Bu mânevî mekândan ayrılırken vehbî bir hüzün çöktü içime. Şehre dönüşümüz başlayınca yüreğime sızı düştü… Ulvî bir sızı değil bu, modern-seküler şehrin verdiği sızı… İçimi burkan şehir de, erdemli şehir değil, câhil şehir... İki Hocamın merhametli ve müsamahakâr sîmasına bakarak “Keşke hep buralarda yaşasaydım!” “Keşke hayatım bu ânları ile sürüp gitse!” diye inleyip nâra attım yine. Türküler gittik, türkülerle döndük vesselâm.


****

“Ben tellâlım pazarbaşım Ali’dir”


Fakîre sorarlar: Bu dükkânda ne alıp satarsın, ne iş işlersin, kimi beklersin yıllardır? Fikir ve gönül tâlimi yapılan ve eşikliğinde yıllardır beklediğim bu dükkânda tellâlım ben, pazarbaşım Ali’dir… Bütün işim Ali isminde bir âlimin, bir irfân sahibinin, bir yârenin gönül ve dimağımıza ektiklerini, yapıp ettiklerini hakiki müşterisine satmak…

Bu abd-i âcizin ilmi ve behresi yok, pazarbaşı’ndan öğrendiklerini alıp satar. Türküde söylendiği gibi eksik alsam artık satsam yine kâr fakîr için… Hesap yapmam, sayı bilmem, çünkü pazarbaşım (bazarbaşım) Ali’dir Ali…

“Bir ulu şehirde tellâllığım var
Ben tellâlım pazarbaşım Ali’dir
Eksik alsam artık satsam gene kâr.
Ben tellâlım pazarbaşım Ali’dir”

Muradım fikir ve gönül alınıp satılan bu dükkânda iyi bir tellâl olmak. Ehli bilir ki pazarbaşı kâmil mertebede ahî, yâni fütüvvet ehlidir. Çarşı pazarın başıdır, müfettişidir. Uyulan, sorulan, danışılan kişisidir. Fikir ve gönül alınıp satılan, dolayısıyla irfân tâlimi yapılan dükkânın başı da o kâmil dosttur. 

Herkes gönlüne sorsun: “Pazarbaşım kim? Eğer aklınıza kâmil bir kişi gelmiyorsa, gönlünüze böyle bir adam (İslâm tasavvufunda adamın târifi bir sayfadır) düşmemişse vay hâlinize!

Pazarbaşı bildiğimiz Ali irfânımızda, edebiyatımızda nasıl anlatılır? Ali kimdir?
Ali’den haberi turna kuşu getirir                                                                     

Turna kuşu tasavvuf şiirinde haberci, fedakâr ve iyiliğe karşılık veren mânasına gelir. “Yeşil başlı turnam şimdi buradan uçtu gitti”, “Turnalar sevdiğim ol”, “Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle” gibi birçok tekke şiirinden olma türkümüzde sıkça kullanılan bir motif olarak turna, gurbet ve sıla arasında gönüllere bâzan müjde, kimiz zaman hüzünlü haberler getirip götüren sadakatli, zarif yürekli, akıllı, her hareketi doğru, mübarek bir kuştur. 

Bu sebeple ki uçuşları dervişler gibi bir istikâmet ve nizam içinde olur. İnsanların yeryüzünde yaptıkları fena hareketlerden üzüntü duyarak, zaman zaman yollarını şaşırırlar.

Anadolu’da bâzı beldelerinde inanılan bir anlayışa göre yere bıçakla bir dâire çizildiğinde ve üç İhlâs, bir Fâtiha okununca yolları açılır ve yeniden “katar bağlarlarmış.” Bir rivayete göre eşi öldürülen turna yere iner, eşinin ölüsünün başından ayrılmaz ve vurulana kadar beklermiş. Sadakat ve aşkın hakikisi böyle olur.

“Ali’nin âvazı turna derler bir kuştadır”

Tasavvuf kültüründe önemli bir sembol olan Turna kuşu Hz. Ali Efendimiz’le aynileştirilir ve sesinin güzelliğini, yardıma koşması gibi faziletlerini ondan aldığına inanılır. Pîr Sultan Abdal’ın mısraları böyle söylüyor: “Hazreti Şah’ın âvazı / Turna derler bir kuştadır / Âsası Nil deryasında / Hırkası bir derviştedir.”

Bu özelliğindendir ki  “Turna Semâhı”nın ilham kaynağıdır. Erbabının ifadesiyle, “Turna, Anadolu insanının, âşıkların, ozanların dert ortağı, gönül nağmesidir.  Sual ona sorulur, haber ondan alınır. Semah dönülürken yapılan figürler turnaların gökyüzündeki devranına benzetilir.” 

“Yemen ellerinden beri gelirim turnalar Ali’mi görmediniz mi?

Tasavvuftaki dostluk şiarını bilmeyenler, aklını ve yüreğini modernizmin dişlilerine kaptıranlar bu mısraları okuyunca kendilerinden geçemezler. Gönlünü tasavvufun aynasına tutanlar, kalbini ehl-i dilin dostluğuyla cilalayanlar, “Yemen ellerinden beri gelirim / turnalar Ali’mi görmediniz mi?” mısraları karısında vecde geçer ve cezbeye kapılırlar.

Yürek dilinizle birkaç kez  “Turnalar Ali’mi görmediniz mi?” diye nâra atın bakalım, gönlünüzde neler olacak? Sonra da kalbinizi kavî tutarak yüreğiniz koparcasına “Turnalar Ali’mi görmediniz mi?” diye bir de turnaya bir seslenin bakalım size ne söyleyecek? Yürek rabıtanızla ne göreceksiniz? Turna mı Ali, Ali mi turna olarak görünecek?

Hiç fark etmez. İkisi de dosttur; ikisi de birdir. Resûller Resûlü Efendimiz’in istikâmetinde Müslümanca gönlünüz “çağdaşlıkla” kirlenmemişse bütün vecdinizle şu mısraları kalbinize çekin: 

“Yemen ellerinden beri gelirim / Turnalar Ali’mi görmediniz mi / Hava üzerinde sema ederken / Turnalar Ali’mi görmediniz mi / Şah’ım Hayber Kalesi’ni yıkarken / (…) Muhammed Mustafa Hacca çıkarken / Turnalar Ali’mi görmediniz mi.”

Mersiye ve firakiyelerde turna mazmunu Hz. Ali Efendimiz’le birlikte kullanılır, mânevî sevgi ve yüceltmenin en cezbeli ve âhenklisi mısralara dökülür. Bunu şöyle de anlayabiliriz:

Gönüllere taht kurmuş âlim ve fâzıl bir gönül dostunun gurbeti iç evinize düşüp yakıp kavurursa vecd hâlinde dilinize gelen kelimeler neler olabilir? Nasıl bir nâra ile dostunuzu ararsınız? Kaç derecelik ateş içinde bir sevgiyle onu gökte uçan ve yerden gezen her yaratılmışa sorarsınız? Sonra da yüreğiniz dost sevdasından titreye titreye en cezbeli türküleri söylemez misiniz? Bu dost Hz. Ali Efendimiz veya bu ahlâk ve güzel ismi taşıyan bir kâmil dosttur, bir yârandır.

“Aman turnam aman, Ali’misin sen”

“Ali sevilmez mi” deyişini kalp kulağıyla dinlediğimizde Turna ve Ali benzetmesi gönlümüzü mâna âleminde dolaştırır:

“Gitme turnam gitme / Dağlar sağımda dağlar solumda / Hakkın selâmını hey dost kesme dilinden / Sevdiceğim kalmış Kenan elinde / Turnalar o şahı görmediniz mi / Aman turnam aman, aman Ali’misin sen.”

Turna evliyalara kılavuzluk yapan bir kuştur. Turna ve Ali benzetmesini Pîr Sultan’dan dinleyelim:  “Seyredelim Horasan'ın ilini / Gördüm iki turna güzel turnalar / Tavaf ettim imamların yerini / Gördüm iki turna güzel turnalar / Muhammet bizimdir Ali bizimdir / Pir Sultan Abdal'ım kendi hâlinde / Kalmadılar evliyanın yolunda / Kalkıştı da gitti Ali gölünde / Gördüm iki turna güzel turnalar.” (Unutulmaz Türküler Antolojisi / Safinaz Yalçın. Bu Kaynağa göre Âşık Bosnavî 19. yüzyılda yaşamış Bektaşî bir ozandır. Asıl adı bilinmiyor)

“Muhabbet kapısını açan da açtıran Ali’dir”

 Muhabbet kapısına nasıl varılır? Kimden sorulur muhabbet kapısının adresi? Hazret-i Ali Efendimizin turna sembolüyle dostluk timsali oluşuna inanıyorsak, muhabbet, yâni dostun kapısı olan Ali kapısına bizi bir turna kuşu götürebilir ancak. Ol vakit kalp kulağınızı Âşık Bosnavî’nin deyişlerine verelim:

“Muhabbet kapısın açayım dersen / Açan da açtıran da Ali’dir Ali / Hakk’ın cemâlini göreyim dersen / Gören de gösteren de Ali’dir Ali / Muhammed Mustafa cihan serveri / Miraçta açıldı bu yolun sırrı / Kimse bilmez idi Ali’den gayrı / Bilen de bildiren Ali’dir Ali / Derviş ol hey kardeş düşme inada / Safi kıl gönlünü olasın sade / Benliği terk edip eriş murada / Eren de erdiren Ali’dir Ali.” (Unutulmaz Türküler Antolojisi)

“Seversen Ali’yi değme yarama”

Turnalar kimi zaman coşkunun ve hüznün, bâzan da mutluluğun habercisidir. Birçok tekke şiirinde ve tekke türkülerinde duyguların ifade vasıtası olarak turnayı görürüz. Turnanın türkülerde bu kadar geniş yer alması, Türklerin gönül dünyasının İslâm tasavvufuyla hemhâl olmasındandır. Turnayı Ali sembolüyle seviyor ve gönüllerin muştucusu olarak kabul ediyorsak, kalp kulağımızı bir daha Pîr Sultan Abdal’a vermemiz gerek: 

“Çeke çeke ben bu dertten ölürüm / Seversen Ali’yi değme yarama / Ali’nin yoluna serim (başım) veririm / Seversen Ali’yi değme yarama / Ali’nin yarası yâr yarasıdır / Buna merhem olmaz dil yarasıdır / Ali’yi sevmeyen Hakk’ın nesidir / Seversen Ali’yi değme yarama…”

İrfânı olmayan kalpsiz modern hayatın zulmü altında gönülleri kuruyan nesiller derya-dil olan tasavvuf edebiyatını okusalar ve gönüllere şifa bu edebiyattan mülhem türkülerimizi dinleseler, turna ve Ali sembolleriyle gönülleri âbâd olur, dostluğun kıymetini öğrenirler. 





***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-18


Ey azizan!

Daha önce anlattım, fakir bir şehir münzevisi olduğu içindir ki çok hâtırası omaz. Nasip oldu, bu hafta gözlerime iyi gelen güneşsiz ve gri bir havada KSÜ Kütüphâne Müdürü, üniversite talabelerinin “Hasan abisi” şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın yayınevine benzeyen bürosunda kitapseverlerin ziyareti için misafir edilen seksen santim uzunluğunda, kırk santim eninde ve 18 kg. ağırlığında “Osmanlı Fotoğraflarıyla Haremeyn” adlı muhteşem kitabı bohçasını çözerek yavaş yavaş açtılar. Önümde Osmanlı cesametinde bir kitap duruyordu, cezbeye kapıldım. Kitabın asaleti karşısında Cumhuriyetin mahvettiği nesle mensup biri olarak mahcup oldum. Hasan Ejderha’nın rehberliğinde kabartma ciltlerine dokunarak ilk kapağı açıldı, sonra ikinci farklı cilt kaplamalı kapağı açıldı, daha sonra üçüncü farklı cilt ve tezhipteki kapağı açıldı. Her kapağın açılışında soluk alıp veriyor, ciltlere dokunuyor, sûertinden sîretini görmeye çalışıyordum. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum, bir rüyadan bir rüyaya geçe geçe nihayet dördüncü kapağından kitabın mündericatına vâsıl olduk. İçinde neler var neler… Anlatmaya ilmim yok,  vecd ve müptelâlığın saikiyle seviyorum kitabı.

İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (Ircıca) tarafından bastırılan bu muhterem kitap Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın albümleriyle Hicaz müdafiî ve kahramanı Fahrettin Paşa (Türkkan)’nın koleksiyonundan seçilmiş fotoğraf albümü ve Haremeyn’le ilgili tanıtım yazılarından müteşekkil olduğunu gördüm. En sonunda bu muhterem ve muhteşem kitabı, ahdettiğim üzere kucaklamaya hamlettim, fakat masadan ancak on santim kadar kaldırabildim. Ah, o bel disklerim ve fıtıklarım! Vakarlı bir Osmanlı âlimine benzeyen kitabı kucaklamama mâni oldu. Fotoğraf çektirmeye düşkünlüğüm yok ama hürmete şayân bu kitapla fotoğraf çektirmeyi unutmuşum.

Bu anlamlı hâtırama ortak olan güzel dost Mehmet Yaşar ile doktor adayı ve şair dost İsmail Sağır’la nükteli ve edebî kısa suhbetler ettik. Şairden doktor, doktordan şair olması ne güzel. Türkiye’nin şair yüreğiyle insanına hizmet edecek doktorlara ihtiyacı var. Geleceği ve her şeyi Allah bilir ki, istikbâlin pırıltılı bir edebiyatçısı olarak gördüğüm genç şair Şeyhşamil Ejderha’yı da görünce sevindim. Hasbıhalimize bir talebe gelip dahil oldu. Sordum ona “Nerede talebesin?”  “Kamu Yönetim’inde okuduğunu” söyledi. “İsmail Göktürk hocanız dersine giriyor mu?” “Evet” deyince, “Senin işin tamam” dedim.

Kütüphânenin âşina olduğum fakat şu an ismini unuttuğum müeddep çaycısının çay sunuşuna ve duruşuna hayranım. Onun çay sunuşuna meftun olduğum için ayağa kalkarak aldım çayımı ve dedim ki: İrfan meclisinde çay yapan ve çay sâkisi olan insan, türküdarlar, şairler ve âlimler mesabesindedir…

Hâsılı, bu hafta fikirli ve bedii bir hâtıra sahibi olarak döndüm mağarama…



***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-16

Ey azizan!

Fakir, postadan gelen zarflı mektupları çok sever. “El yazısıyla yazılmış mektup çağı çoktan kapandı. Elektronik msn’ler, twittir’ler, face’ler zamanındayız artık” dediğinizi duyar gibiyim.

Fakir eski zaman adamıdır. Zarfla gelen el yazılı mektupların ruhu, gönlü ve mahremiyeti var. Yazanın gönül teri ve kalbî emeği sinmiştir. Twitter ve face’ler modern ve seküler resepsiyonlara ve âmâ üstadım Cemil Meriç’in sözleriyle, birbirinin mahremiyetini, bacadan evin içini dikizleyen Batı’nın romanlarına benziyor, mahremiyet yok. Herkes sizi görüyor ve dinliyor. Yetmiş iki buçuk karakter ve zihniyetteki insanlar iki kişinin hâlleşmesini, mektuplaşmasını, bazıları mütecessis, bazıları da sûi ve süfli kulaklarıyla dinliyor.

Hâsılı, içi ve dışı kişinin el yazısıyla yazılmış ve zarfa konmuş mektup geleneği internet ve dijital muhaberat karşısında yenik düştü. Gönlünden damıttığı sözleri kendi kalemiyle yazmanın değerine inananlar buna çok üzülmelidirler.

Sadede geliyorum. Fakir bu hafta, içi dışı el yazısıyla yazılı bir mektubun postacı tarafından kapısına bırakılma saadetini yaşamıştır. Süssüz, solgun ve hüzünlü zarfı elime aldığımda inanınız pek duygulandım. Zarfın üst sol tarafında insan eliyle yazılmış ve gönderen diye başlayan kısma baktım önce. Sonra alt sağ tarafta gönderilen kısma baktım. Üst sağ tarafta bulunan, postanenin gönderme damgasındaki bilgileri okudum. Fakiri yadırgamayın, bu kısmı bile okumaktan bediî bir haz duyarım. Mektup zarfının üzerinde neler olur, kompozisyonu hatırlayanınız var mı? Dost mektubu kokladınız mı yakın yıllarda?

Mektup, “Hapishâne Risâleleri” yazmama vesile olan şair Fazlı Bayram’dan geliyor. Gönderen kısmı şöyle: “Gülhan Kültür Merkezi, Yenişehir Mah. 22. Sok. No: 22 / K. Maraş.

Mektubu, Yemen gurbetlerinde kalan dostun gönderdiği mektup duygularıyla açtım. İçinden, ince hastalığa tutulmuş hüzünlü bir insana benzeyen tütün kağıdına sarılmış bir sigara ve tütün kâğıdı kabuğu ile bir el büyüklüğünde beyaz kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Cezbe hâlinde olduğumdan zamanı karıştırdım. Mektubun, al yeşil bayrakla Yemen Seferleri’ne gidip de dönemeyen Mihrali Bey’in redif’iyle “Zalım Yemen’i” kurtarmaya giden dört kuşak önceki ceddimden geldiğini sandım. Bu hâlet içinde mektubu Yemen Türküsü eşliğinde okumaya başladım:
 
“Değerli ağabey,
Ey hüznü bilmez iken bizi hüzün deryasına salan; türkü bilmez iken bizi türkülerle yoğuran aziz ağabey! Gönderdiğim tütün kâğıdı kabuğu parçacığı bükülüp atılmak üzere iken üç-beş cümlenizle tarihe şahitlik edecek kıymette bir eser olacaktır. Bu yüzden bu nâçiz kâğıda cümlelerinizi yazıp tekrar adresime göndermenizi istirham eder, ellerinizden öperim.”

Ey azizan! Bu mektup üstüne hüzünle dost olmayıp da ne yapayım? Gurbet ve dost türküleri dinlemeyip de öleyim mi?




***
DÜKKÂN MEKTUPLARI - 14


“Ey azizan!

İnsan ki bazen aslî vazifesi olan dost sohbetlerinden, fikrî meselelerin teati edildiği meclislerden âri kalır. Fakir de şu sıralar pek ağır maişet mesaisi dolayısıyla yetişemediği fikir ve gönül dükkânındaki sohbet ve fikir teatilerinden geri kaldığı oluyor. Teşrik-i mesai eylediğim halkım şahittir ki zaman fırsatı tanımayan ağır mesai eylemek icap eden işyerindeki vaziyetim, din gibi sevip inandığım fikir ve irfan sohbetlerine her daim iştirak etmeye mâni teşkil etmektedir. Bendeniz bundan târif edilmez bir dozda mutazarrırım. Ne yapalım; bir dostun ifadesiyle rıza makamı vardır, râzıyız…

Hâl böyleyken, bir kısım kadîm dostlar tarafından aleyh salvolarına tutuluyorum. Aleyhimize atan atana. Güya AVM işletiyor, çok para kazanmak için gecenin ikinci yarılarına kadar müşteri bekliyor, dolayısıyla dostların fikir ve gönül tâlimine katılamıyormuşum.

Dükkânın en fikirlisi İsmail Göktürk ve H. Ahmet Eralp dostlarımız fakir hakkında mükâlemede bulunmuşlar. İsmail Göktürk’e göre devrimci meşrebimden (bu sıfat İslâmî mânadadır) vazgeçmişim, kocamışım, seferlere katılamıyormuşum. Bununla kalmamış, seferlere katılmakta geç kaldığımı, hattâ imtina ettiğimi, dahası yaşlandığımı ima etmiş ve H. Ahmet Eralp dostum da (hocası olmasına rağmen) onu tekzip etmeden fakiri savunup umudunu kesmemiş. İki dostun da canları sağ olsun. Ne dedilerse başımın üstünde yeri var.

Dahası var; edebî hayatımda ilk göz ağrım olan şair ve hikâyeci Hasan Ejderha dostumuz da  ‘Ahmet Çavuş'ta iyisi var...’ başlığıyla aleyhimizde yazıp zarf atmış. Türk fikir hayatından çekilebileceğimi, ehl-i ticaret olmaya doğru kayıp gittiğimi, özgeçmişime ‘avm işletmecisi ve esnaf odaları birliği üyesi” yazılacağını ima etmiş.

Atılan bu aleyhlerin zerresi fakirle uyuşur mu? Fakir ne işletmecidir, ne de çalıştığı yerde Nasranilerin âdeti olan yılbaşı hindileri satılır. Orası gecenin tamamında gariban hastaların ihtiyacını yanıbaşında ucuza bulabileceği bir avm’dir ki, ahî anlayışıyla hizmet verir. Fakirin maişet yeri işte bu ağır şartlarda halkına hizmet eden bir mekândır.  Aşağıdaki aleyhi elinizi vicdanınıza koyup okuyun:

“İsmail Göktürk: Ne yapak karar verin. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir mi diyelim?

Ahmet Eralp: Başka çâre yok gibi hocam, Dostun Davetine Zaman Olmaz
demekten yeğdir.

İsmail Göktürk: Seferim var Gürcistan'a / Benim ile göçen gelsin / İnmesin namert meydana / Candan serden geçen gelsin.

Ahmet Eralp: Ahmet Abisiz sefer mi olur? / Hüzünsüz göçe hazırlık mı olur? / Canımız sefere serimiz göçe feda olur.

İsmail Göktürk: Hani koç Köroğlu hani? / Dost ile düşmanı tanı / Kılıcından akan kanı / Şerbet edip içen gelsin / Aha bunu da Ahmet beye iletesin /
Ahmet Eralp: Tamam hocam.

İsmail Göktürk: Bir gün kocayınca ben devrimciyim diyenlere sesleniriz / Karlı dağların ardından / Yel olup estiğin var mı? / Tek başına bu çöllerde / Ordular bastığın var mı / Kargıyı ucundan salla / Düşman deme eyvallah Her taraftan üç beş kelle / Terkiden astığın var mı / Köroğlu söyle şanından / Kuş uçurmaz divanından / Avuçla düşman kanından / Doldurup içtiğin var mı?
-Ahmet abi koca bey gibi seslenebilir mi sence bize:

Aldı Koca Bey:

Senin o tektirin bize abestir / Bu yiğitlik sana kimden mirastır / Eğer ki kulluğan verirsen destur / İnan üçten beşten senden / Geride kalan değilem oğul oğul / Kavga görmeyince açılmaz aynım / Benimle beraber Mustafa kaynım / Eğer ki kavgada kızarsa beynim / İnan üçten beşten senden / Geride kalan değilem oğul oğul / Koca Bey'em çok diyarlar gezmişem / Nice nice alayları bozmuşam / Bin kelleyi bir cidaya dizmişem / İnan üçten beşten senden / Geride kalan değilem oğul oğul.

Ahmet Eralp: Gönül seslenir demek ister amma.

İsmail Göktürk: Böyle işte. Aslında sonunda diyeceğimuz şudur:

-Acep şu yerde var mı ola / Şöyle garip bencileyin / Bağrı başlı, gözü yaşlı / Şöyle garip bencileyin / Gezdim Rum ile Şam'ı / Yukarı elleri kamu / Çok istedim, bulamadım / Şöyle garip bencileyin / Bendeler garip olmasın /
Firkat oduna yanmasın / Hocam kimseler olmasın / Şöyle garip bencileyin /
Bir garip ölmüş diyeler / üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin / Söyler dilim ağlar gözüm / Gariplere göyner özüm
Meğer ki gökte yıldızım / Ola garip bencileyin / Nice bu dert ile yanam / Ecel ere bir gün ölem / Meğer ki sinimde bulam / Şöyle garip bencileyin / Emrem Yunus biçare / Bulunmaz derdine çare / Var imdi gez şardan şare / İste garip bencileyin / Meğer ki sînimde bulam /  şöyle garip bencileyin.

Ahmet Eralp: Gençliğimi, enerjimi, sıhhatimi ve delikanımı Ahmet abiye
verebileydim de şu mübarek nidalarınızı karşılıksız bırakmaya inşallah.”

    

***
DÜKKAN MEKTUPLARI-2



“Pek aziz tercümanım,
Hasan Ejderha: “Ferhat nergis getirdi. Kütüphâne burcu burcu nergis kokuyor. Ömrüne bereket Ferhat’ım.” Demiş.
Hasan abine mis gibi kokan nergis götürüyorsun, bu fakire, bu abd-i âcize, bu mazlum ve mazrur emekli münzeviye de hocamgilden bin miligramlık aleyh getirsen, sevap kazansan olmaz mı?
selâm ve muhabbetlerimle...”
Ahmet Doğan İlbey

***
 
 “Kıymetli ağabeyim.
Bendeniz tercümanınız olarak Hocamgilin bin miligramlık aleyhlerinin, sizin için ne mânaya geldiğini az çok bilirim. Zat-ı âliniz için bu aleyhlerin mânası bir top nergisten daha derin ve pek kıymetlidir. (Burada belirtmeliyim ki, bir top nergisin mânası da Hasan emmim ve biz Semerkand Türkleri için en az size getirdiğim aleyhler kadar değerlidir.)

Denizler ortasında boğulma tehlikesi geçiren biri için can simidi ne ise sizin içinde bir aleyh o demektir. Fakir de bilir ki; siz günlük telaşlarınız içerisinde boğuşurken bir can simidine ihtiyaç duyarsınız ki o bir aleyhtir ve can çekişen birine can simidi nasıl yetiştirilirse fakir de aleyhleri öyle yetiştirmeye çalışır. Kör kuyulara düşmüş biri için bir ip ya da merdiven ne ise, sizin için de aleyh odur.

Fakir de bilir ki çay ve sigara içilmeyen bir yere düşmüşseniz, bir aleyh sizin için çay ve sigaradır. Uykusunda karabasanlara yakalanan birisi korku içerisinde uyanınca ona su vermek ne manaya gelirse, size de aleyh vermek o manaya gelir. Fakir de bilir ki siz yolda bir 'mayın'a yakalandığınızda size aleyh vermek gerekir.

Kimyasal bomba atılan bir yerde oksijen maskesinin kıymeti ne ise, sizin için de aleyh o kadar kıymetlidir. Fakir de bilir ki birisi size cebir ile hacı yağı sürmüşse, size aleyh getirmek gerekir. Zulmetin ve kargaşanın bol olduğu bir beldeye bir tekke açılmasının tedaileri ne ise, sizin için de aleyhlerin tedaileri odur.

Fakir de bilir ki Dükkânda ziyaretçi görüşleri armış, nahıröğrüleşme temayülü oluşmaya başlamışsa size aleyhleri aktarmak gerekir. Yolda oluşan çamur göletinden hızlı bir şekilde geçen bir arabanın tepeden tırnağa ıslattığı bir adam için, temiz havlu ve temiz elbise ne ise, sizin için de aleyh o dur. Askerlik lafı gibi, tarhanalık yoğurt lafı gibi gereksiz laf konuşan biri dükkâna gelip gitmişse, size aleyh söylemek gerekir.

Hâsıl-ı kelâm, aleyhlerin sizde ne mânaya geldiğini anlatmak 3,5 gün, yazmak 72,5 gün sürer... Aleyhler sizin için; yağmurlu günde bir şemsiye, güneşin bağrında bir çınar gölgesi, çölün ortasında bir sudur... Tercümanınız fakir-i hakir de bu aleyhleri, çobanlık yapan bir çocuğun dağ başında doğan bir kuzuyu abasının altına alıp eve getirişi gibi getirir. Harmanı alevlenen bir köylünün yangına su taşıması gibi taşır. Çocuğu olan bir adamdan şadenlik almak isteyen bir ebenin, çocuğu kucakladığı gibi babasına getirmesi gibi getirir. Sizlere layık olabilirsek biz de aleyh duymuşluğunuz gibi olacağız. Hürmet ve Muhabbetle...”
Ferhat Ağca

***

“Pek aziz tercümanım,
Mektubunuza cevabım gecikti, affola.
Mektubunuz gönlüme cidden şifa verdi.
Haddim değil, ama söylemeliyim. 
İyi yazı açısından da birçok unsuru taşıyor. 
Dolayısıyla arşivime koydum.  
Üdeba, Mehmed Yaşar ve bâzı dostlar sizi kıskanacaklar.
İnşallah sağ çıkarsam, bu mektubu dükkânda çok şapırdatırım 

Ey azizan!
Modern-kapitalist hayattan bunaldıysanız, televizyon, internet, sosyal medya, akıllı cep telefonu ve günün en çok paylaşılan ve ‘fenomen’ videolarını izlemek, face ve twitter sayfaları gönül ve dimağınıza merhem olmaz. Modern ve postmodern bunalımlarınızdan kurtulmak istiyorsanız gönle şifa veren dost mektupları okuyunuz. Tabii ki gönül dostlarınız olmalı önce. 

Bendeniz böyle yapıyorum. Modern-kapitalizmin saldırıyla dermansız kaldığımda hemen bir dost mektubunu açar okurum. İsmail Göktürk’ün ve şair-i âzamım Mehmet Narlı’nın mektupları meşhurdur. ‘Üdeba’ nam Mehmet Raşit Küçükkürtül de arada bir gönderiyor fakat gönle şifası az. Kimse alınmasın yârenlik ediyorum. Hâsılı, tercümanım ve aziz dostum Ferhat Ağca’dan böyle bir mektup geldi dün gece. Hemen şifa buldum.”


Ahmet Doğan İlbey

***
MARAŞ MARAŞ DERLER KAHRAMANLIĞIN ADINA

Asırlardır kâfir ayağı değmemişti İslâmların yurdu Maraş toprağına. Fransız ve ellik gâvurunun şeameti kol geziyordu sokaklarında. Semâlarında kara bulutlar dolaşıyordu. Düşman gelip dayanmıştı şehr-i Maraş’ın kapılarına.

Fransız kâfiriyle ellik gâvurunu kovmak için cümle Maraşlı gazâ aşkına, vatan aşkına tutuldu. İstiklâl Harbi’nin ilk kıvılcımı olacaktı Maraş. Dua etti Şeyh Ali Sezai Efendi.

İlk kutlu müjde Uzunoluk’tan geldi. Sütçü İmam, din ü namus üzere sıkmıştı ilk kurşunu kâfirin küstahlığına karşı.

İşgalci Fransızlar, bin yıldır Maraşlı İslâmlara, yâni Maraşlı Türklere ait olan kaleden ay yıldızlı bayrağı indirince, yüreği cihad aşkıyla yandı Maraşlının, ateş topuna döndü ve Ulu Câmii’de saf oldular.

Rıdvan Hoca'nın “Hürriyeti olmayan bir milletin Cuma Namazı kılması câiz değildir” sözü âyet buyruğu gibi yüreklerinin üstünden geçti. Şerbetçi oğlu Mehmet “Sancağı çıkarın, bayraksız namaz kılınmaz” diye ünledi. Bu ünleyiş câmiin içinde ve dışında sayhalaştı ve Maraş’ın kalbine oturdu. “Bayraksız namaz kılınmaz” diye bir daha haykırdı Maraşlılar.

İman ve cihad aşkından mürekkep birer hilâl ordusu oldular, sancağın altında toplanandılar. Dillerinde “Allahüekber” nidaları, dillerinde “Uy Maraş Maraş da

bu nasıl Maraş / Kara gözlerinde yaş, bağrında ataş” türküsü… Maraş Kalesi’ne uçmağa gittiler.

Celâdetli ve şuurlu duruşundan dolayı her Maraşlının meftûn olduğu gencecik şehit Âşıklıoğlu Hüseyin’in Fransız komutanın karşısına çıkıp:

“Ben anamdan doğdum kalede bayrağımı gördüm. Ölünceye kadar da göreceğim. Biz bütün Türkler (İslâmlar) böyleyiz. Onu görmemek için ya kör olmak ya da ölmek lâzım. Kör değilim. O halde onu görmezsem öldüm demektir. Bayrak için ölmek biz de şehit olmaktır ve en büyük şereftir. Yalnız ben değil, küçük büyük, kadın-erkek bütün Maraşlılar her Cuma sabahı uyanınca ilk önce kaleye bakar, bayrağımızı görürüz…” dedikten sonra bir nâra attı. Bu cihad nârası bütün Maraşlının yüreğini sardı ve alev topuna döndü.

DİNİNİ SEVEN YÜRÜSÜN FRANSIZ KÂFİRİNİN ÜSTÜNE…

Bu kıyamın, bu sönmez ateşin üstünde toplandılar Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde. Başlarında Şeyh Ali Sezai Efendi ve Arslan Bey gibi büyükler:

“Arkadaşlar harp başlamıştır. Allah’ın inayeti, Peygamberin ruhaniyeti, din kardeşlerimizin fedakârlığı ile her şey göze alınmıştır. Vatanımız tek kişi kalana kadar düşmana teslim olunmayacaktır. Gayret bizden yardım Allah'tan.”

Cihad çağrısını duyan Maraşlılar, “Allahüekber!” nidalarıyla cezbeye kapıldılar. Yüreklerindeki millî öfke Uzunoluk’tan Şeyhâdil’e kadar yayıldı. İçtima oldular din ü vatan üzere. Dinini seven, vatanını seven yürüsün Fransız kâfirinin üstüne dediler.

Hocalar, âlimler, zâbitler ve hoyrat delikanlılar yekpâre oldular gâvura karşı. Yürüdüler Fransız kâfirinin üstüne. Maraşlılık neymiş gösterdiler. Şehr-i Maraş’ın şerefini kurtardılar. Târihini ve ulularını utandırmadılar.

Maraş’ta mağrurluk ve öfke var diyenler Maraşlılığı bilmeyenlerdir. Kahramanlık ve yiğitlik şiarındandı Maraşlı Türklerin. Asâleti târihinden geliyordu. Mukaddeslerinin ve imanlarının emrinde oldular hep. Ne İngiliz, ne de Fransız kâfiri Maraşlı İslâmları korkuya ve yeise düşüremedi.

MARAŞLI TÜRKLER FRANSIZ’I KOVUNCA…

Maraş’ın istiklâline Maraş Kalesi’ndeki bayrak sevindi önce. Ulu Câmii sevindi, Uzunoluk sevindi, Göllülü Yusuf, Çuhadar Ali ve bütün Maraşlı şehitlerin ruhu sevindi. Abdal Halil Ağa “din bahsi” üzere bir daha davul çaldı yüreğinden.

11 Şubat1920’nin soğuk gününde Maraş Maraşlılara gülzar, kâfire mezar oldu. Maraşlı Müslümanlar, yâni Maraşlı Türkler Fransız’ı kovunca, Vatan-ı İslâmiye üzerine başlatılan Maraş müdafaası bütün Anadolu’ya yayıldı. Maraş, Anadolu’nun kahramanı oldu. Maraş’ta görülen İstiklâl rüyâsı devlete inkılâp etti.

Şimdiki zamandan sıyrılıp, ruhum ve düşüncelerimle konuk oldum Maraş’ın Kurtuluş (İstiklâl) Bayramı’na. “Maraş Maraş derler de uy amman amman” türküsünün yüreklerden söylendiği 12 Şubat 1920 günü Fransız’ı kovan Maraşlıların arasındayım.

Selçuklu’dan, Dulkadirli’den, Osmanlı’dan bu yana İslâmlaşmış Türk yurdu olan Maraş sokaklarında yürüyorum. Üzerinde Maraş işlemeli ahi hırkası olan bir ehl-i Maraş elimi tutuyor, dolaştırıyor beni.

Târihteki Maraşlıların “Alaüddevle Câmii” dediği Selçuklu mimarisine sahip Ulu Câmiin taşlarında hissettim Maraş Kalesi’ne hücum eden mücâhitlerin ellerini. Giriş cephesindeki mihrabiyelerin içine işlenen bezemeler, kemerler ve içerideki mihrabın çevresindeki kabartmalar İslâm medeniyetinin taşa vurduğu güzelliği yaşattı ruhuma. Taşa ruh verilen, taşın nakış gibi işlendiği, kabartma bileziklerin sardığı üç bölümlü gövdeden oluşan minaresine vecdle dokundum.

Taş Medrese’nin hücrelerinde Maraşlı şeyh efendilerin Maraş müdafaasına katılanlar için hatim indirdiklerini gördüm.

Çarşılarını, hanlarını geziyorum. Harbin üstünden bir gün geçmişti. Bundandır ki, Taşhan’ın, Katiphan’ın daracık meydan ve odaları tenha idi. Selâm alan, selâm veren Maraşlıların hasbıhâl ettikleri Saraçhâne Câmii Çarşısı’nda dinlendi ruhum. Maraş müdafaasının en cesur liderlerinden İbrahim Evliyâ Efendi’nin şehit düştüğü Bedesten’i gezerken hüzünlüydüm.

Asırlardır târih rüzgârlarının estiği, Millî Mücadele’nin şiarı olan, kahramanlığından emin şehir Maraş’ın Kanlıdere Yokuşu’ndaki barut ve duman kokan sokaklarında dolaştım. Maraş müdafaasının önünde yer alan, yaralanıp Alman Hastanesi’nde yatırıldığında zehirlenerek şehit edilen Muallim Hayrullah’ın, avlusunda dut ağacı olan, kapısı kevgirli ahşap evini ziyaret ettim.

Divanlı sokaklarında kesme taş ve ahşabın hâkim olduğu evlerin gönlüme verdiği târihî duygularla dolaşırken, Kuyucak’ta pusu kuran Fransız elbiseli Ermenilerle göğüs göğüse çarpışıp ardından Kümbet Kilisesi’ndeki çarpışmada şehit düşen Maraş kahramanlarının en gözükarası Mıllış Nuri’nin celâdetli sûretini görür gibi oldum.

Sütçü İmam’ın fahrî imamlık yaptığı, Alaüddevle Bey tarafından yaptırılan Bektutiye (Çınarlı) Câmii bahçesinde 1870’de boy veren bir buçuk asırlık ruhaniyetli “Doğu Çınarı” nın altında mütevekkil Maraşlı ecdadımla sohbet ettim.

Evliyâ Çelebi’nin, “Şehrin cümle erbâb-ı ma’ârifi anda cilvelenirler”, yâni sohbet ve muhabbet ederler” dediği Pınarbaşı’na uzandım. Mihmandarım ehl-i Maraş, yönümü Ahır Dağı’na çevirmemi istedi. Sonra elini kulağına atıp “Yörü bre Ahır Dağı / Ne dumanlı başın varmış” türküsünü söylemeye başladı. Uzun hava tarzı bu Maraş türküsünü cezbe hâlinde dinledim.

Ertesi gün 13 Şubat 1920’de mihmandarım ehl-i Maraş, Eski Hükümet Konağı’na, yâni Mutasarrıflık Binası’na doğru yürüyeceğimizi söyledi. Mutasarrıf Vekili Cevdet Bey, güneş ve soğuğun bir arada olduğu öğle üzeri Mutasarrıflığın avlusunda, Erzurum 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa’nın Maraşlılara hitaben gönderdiği kutlama telgrafını okuyordu. Toplanan Maraşlıların arasına karıştım ve vecd ile dinlemeye başladım:

MARAŞ’IN ŞÂNI VAR, MARAŞ’IN YÜREĞİ VAR

“Maraş kahramanlarının Türklüğe (İslâmlara) has olan celâdet ve fedakârlıkları neticesinde sevgili bayraklarımızın yine Maraş üzerinde dalgalandığını haber almakla bütün kolordum en büyük sevinçler duymaktadır. Öldünüz, fakat Türklüğü (İslâmlığı) öldürmediniz. Târih-i millîyemize kanınızla ve hayatınızla emsalsiz bir menkıbe-i celâdet yazdınız. Maraşlıların ve sizin alınlarınızdan öper, kolordumun hissiyat-ı samimesini arz eylerim” diye biten ifadelerden Maraşlı Müslümanlardan, yâni Maraşlı Türklerden biri olarak yüreğim kabardı.

İstiklâline dokunulamayacağını Fransız Harbi’nde gösteren ve kâfire karşı duran Maraş’ın şânı var, Maraş’ın yüreği var. Ah, kahramanlığın ve yiğitliğin şehri! Bu ne saadet böyle?

Maraş’ın ilk İstiklâl Bayramı’ndan ve elimi tutup beni dolaştıran ehl-i Maraş’tan ayrılırken, arkamda gücünü târihinden ve imanından alan bir şehir duruyordu.





***
HAYAT YAVAŞTI YAVAŞ YAŞARDIK ESKİDEN

Hayat yavaştı. Yavaş yaşardık modern olmadan önce.
Hız nedir bilmezdik. Bundandır ki herkes birbiriyle dilleşir huzur bulurdu.
Yavaş yaşamalıydı Müslüman. Çünkü yavaş hayat Müslümanca hayattı.
Dinimiz emrettiği için yavaş yaşardı ceddimiz. Gün doğumundan gün batımına kadar Allah’ın her gününü yavaş yaşadıkları için âsûde ve huzurlu olurlardı.
Yavaş yaşandığı için dünya güzeldi eskiden. Hızlı yaşandığı için modern dünya çirkin ve gürültülü.
Yunus Emre Hazretleri yetmiş iki millete bir göz ile bakmayı ve gönüller yapan dervişliğini yavaşlığın dergâhında kazandı.
Hacı Bayram-ı Veli yavaş hayatın sükûn ikliminde yetiştirdi müridlerini.
Mimar Sinan yavaş yaşadığı için hayâl ve tasavvur etti yavaşlığın ve sükûnetin muhteşem eserlerini.
Bir insan düşünün. İşine yetişmek için hızlıca kalkıyor.
Hızlı bir şekilde def-i hâcet ediyor ve son hızla giyiniyor.
Yemeğini çok hızlı yiyor. Dolayısıyla hıçkırık tutuyor.
Dakikalar bitmek üzere. Asansör her defasında olduğu gibi geç geliyor.
Kalbi tekleye tekleye nihayet iniyor yola. Durak yolun karşı tarafında.
Hızlıca akan arabaların arkası kesilmek bilmiyor. Tükenen dakikalar napalm bombası gibi inmeye başlıyor beynine.
“Ah yavaş hayat!” diyerek inliyor adam. Ve olduğu yere yığılıyor.
Hazret-i insan olarak yemeği yavaş yemek, def-i hâcetimizi yavaş yapmak, abdestimizi yavaş almak, yolda yavaş yürümek ve hayatı yavaş yaşamak istiyoruz. Yavaş hayatı özledik.




***
BATI TANRISIZ BİR MAĞARADIR


Âmâ üstadım Cemil Meriç, Tanzimat’tan günümüze kadar Batı’nın düşüncelerinden gözleri kamaşan “Türk intelijansiyası”nın zihniyetini “Mağara” ya benzetiyor ve bu düşüncelerin müstağriblerine de “Mağaradakiler” diyordu.


“Mağaradakiler” bu ülkeye yüz elli yıldır “Mağaranın” karanlığını, yâni Avrupa’nın düşüncelerini, Allah’a inanmayan filozofların felsefelerini taşıyarak, dört nesil mekteplinin dimağını zehirlediler.

Ona göre, vahiyden kopuk mağaranın içi de dışı da birdir. Maddeleşmiş Avrupa’nın inançsız idea’lar dünyasıdır. Batılılaşmış insanlar için kullandığı “Mağaradakiler”in zihniyetini Platon’un mağara teşbihiyle târif eder:

Bazı insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden itibaren mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkûmdurlar. Başlarını arkaya çeviremeyen bu insanlar mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvardan, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini görmektedirler. İçlerinden biri kurtulur. Dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girerek gördüklerini atlatmaya başlar. Duvara yansıyan gölgelerin gerçek olmadığını içeridekilere inandıramaz. İçeridekiler zincirlere bağlı olduklarını fark edemezler. Gerçeği değil, yansımaları görürler.(Mağaradakiler)

BATI’NIN İDEOLOJİK MAĞARALARI

Bu mânada mağara hakikate ulaşmayı engelleyen ideoloji ve düşünceleri sembolize eder. Mağaraya zincirlenmiş insan bu anlayışın parçasıdır. Bu mânada mağara Allah’ın ahkâmından kopuk dünyâ demektir. Allah’ın varlığını reddeden, maddeci aydınlanma görüşünün dünyâ tasavvurudur. Hakikatlerin ışığını değil, Allah’ın âyetlerine muarız olan sahte hakikatleri yansıtır. Nûrun değil, karanlığın, yâni materyalist düşüncenin ve kendi insanından kopanların mekânıdır.

Din ve insan rabıtası yoktur bu mağarada. Gözlerini hakikate, yâni ışığa kapatan aydınların, âmâ üstadın ifadesiyle Türk intelijansiyasının sığınağıdır. İnkârdan doğan materyalist ve pozitivist aydınlanmacı mağaradır. Descartes’den Marks’a, Sartre’den Camus’a kadar Batının “Tanrısız” filozoflarının mağaralarıdır bunlar.

Böyle olduğunu Sezai Karakoç’un “Mağara” târifinden anlıyoruz. Ona göre “Mağara” Batı’nın Mutlak Hakikat’ten koptuktan sonraki maddî ve metafizik olarak gölgenin ve sahtenin mekânıdır:

“Soluk alır bir nesne bulamadım / Bir gün daha öldü / Ey Batı’daki mağaralar / Beni afyonunuz bağlasaydı da / Uyusaydım / Bu katı bu sert kente gelmeseydim.”

SEKÜLER MAĞARA AYDINLARI

Sözün sadedi; bu ülkenin insanları tanrısız ithal mağara aydınlarından çok çekti. Bir başka mağara da var ki, maddeci ve vahyin muarızı değil, fakat Allah’ın hakikatleriyle irtibatında zayıflık olan benlik ve indî düşünce mağarasıdır bu. Müdâvimleri çokça entelektüeller, sanatçılar ve şairlerdir ki kendi mağaralarında trajiktirler. Mutlak hakikatin önünü kapatan, derûnlarını meşgul eden mağaralarında oyalanıp kıvranırlar ve ulvî mağaraya iltica edemezler.

Bu ülkede nice düşünce adamının, şair ve münevveranın İslâmî tefekkür ve sanatla tevhid olamamış kendi seküler mağaralarında yaşadıkları acı bir gerçek.

Hülâsa; herkesin ulvî ve ulvî olmayan bir mağarası var. Fakat Batı’nın “tanrısız” mağaralarında yaşayanlar bu mağaralardan çıksınlar! Batı’dan ithal ve taklit edilmiş mağaralar bizim tefekkür ve muhayyilemizin neşv ü nema bulacağı mağaraları değildir.




***
MAĞARA YILLARI

Çok severdi Mağara’yı. “Hikmet Mağaramız” diyordu. “Fikir ve Gönül Dükkânı” nın, yani Mekteb-i İrfan” ın mistik adıydı. “Medeniyetimiz ve irfanımız üstüne fikir ve gönül tâlimi yapılan saadetli bir mekân” adını koymuştu.


“Azat kabul etmez kölesiydi” Mağara’nın. Gurbet duygusu yaşatmazdı ona. Mağara dışındaki mekânlar gurbet hissî verir, ağyar kalırdı gönlüne. Aynı sohbet ve fikir tâlimleri yapılsa da Mağara kadar mekân şuuru vermez ve derûnunu sarmazdı. Bunca yıl dergâh ve uzletgâh kokusu veren Mağara gibi bir mekâna rastlamamıştı. Nice sohbet ve fikir mekânlarının hiçbiri Mağara’nın mânevî ve mistik havasını hissettirmemişti.

Mağara münzevîsiydi. Mağara’dan çıkıp modern mekânlara gitmek bir eziyetti ona. “Ancak Ali Hocam için çıkarım Mağara’dan” diyordu. Onun fikir ve gönül vatanıydı Mağara. Bir süre uzak kalması, kalpgâhından kopması gibiydi. “Zor ayrılırım buradan, kalbim buraya bağlı, vaktin oğlu oluyorum Mağara’da” diyordu.

Onun mağara benzetmesi, Platon’un ve aydınlanmacı pozitivist felsefecilerin mağara istiaresine benzemezdi. Duvarlarında gölgeler hareket etmez, sahte ve dünyevî gerçekler bulunmazdı. Batı’nın mağaraları gibi lâdinî düşüncelerle Allah’a olan hürriyet inancı zincirlenmiş mağara değildi. Ruh ve mânaca düşük olan modern mekânların fikirsizliğinden kaçanların dervişâne ve tefekkürâne yaşadığı bir mekânın ismiydi.

Mağara’dan koparılışımız vatandan uzaklaştırılmışcasına elemler yaşattı ona. Son zamanlarda “Ah Mağaram!” diye inliyor ve acı çekiyordu. Şehrin idarecileri modern mekânlarını genişlete genişlete Mağara’ya gelip dayanmışlardı. İstilacı düşman kuvvetleri gibi mağarayı dört tarafından çevirmişler ve “kamu adına” istimlâk ederek modern mekânlarına katmışlardı. Fikirli ve mistik Mağara kum ve moloz yığını hâline gelmiş, Ahır Dağı’nın dibinden silinip gitmişti.

“Hüzünkâr” nâmıyla bilinen o, dostlarına belli etmeden gözyaşlarını içine akıtmıştı. Mağara’daki hâtıraları kare kare yüreğinin üstünden geçtikçe “ah Mağara’mız!” diyerek hasta olmuştu.

Mağara hülyalarına daldığında, bir gönül dostu “Mistikliğin tuttu yine. Mağara! Mağara! Yıllardır Mağara’yı âlemin merkezi olarak nakşettin insanların dimağına. Mağara’dan çıkmalısın artık. Hicret etmelisin, yüreğinin gözleriyle görmelisin medeniyet coğrafyamızı. Bir âlimin sözleriyle ‘Akıl sahipleri bir yerde oturup kalınca rahat edemezler. Öyleyse odunu, ocağını bırak da dışarılara çık; seyahat et.’ Mağara gibi güzel mekânlar bulacaksın ” demişti de içine kapanmıştı bir müddet. Sonra şu hüzünlü yazıyı yazmıştı dostlarına:

Mağara’mızda fikir ve irfan tâlim ettiğimiz onca yıllar bir solukta geçip gitti. Derûnumuzun ve fikrimizin her vakit cezbeye kapıldığı, bediî saadetler içinde zaman mefhumunun olmadığı bir dosthâneydi, darülsaadetimizdi Mağara. Bir Hocam meydana getirmişti Mağara’mızı. Bir Hocam’ın şâkirdlerinin seher vakitlerine kadar hasbıhal ettikleri, tefekkür tâlimi yaptıkları, memleket meselelerimizi ve mukaddeslerimizi konuştukları fikirli ve dost bir mekândı. Kalp ve fikir karanlığı yoktu. İnsanı, hazret-i insan kılacak felâh bir kalbin üstüne her türlü tâlim yapılırdı.

Yıllarca sohbethânemiz oldu Mağara. Nice hüzünlü ve neşveli hasbıhallere, memleket dâvası için en koyu kelâmlara, şairlerin en yakıcı şiirlerine, Bir Hocam’ın (Bir hocam iki kişidir) ilim ve irfan üstüne yaptıkları nükteli ve mânalı sohbetlerine şahitlik etti. Müdavimlerinden bir gün olsun karşılık beklemedi bu mağara, vefalı ve hasbî idi. Lüksü ve israfı olmazdı. Müdavimleri gibi mütevazı ve sade bir yapısı vardı. Dünyevî mekân duygusu vermez, mânevî duygu ve düşünceler ihsas ederdi. Ahır Dağı’nın dibinde nice yağmur boran gördü, karlar içinde kaldı. Yine de “yeter artık, beni kendi başıma bırakın” demedi.

Mağara’mıza duhul ettiğimiz vakit dilimiz, gönlümüz inşirah bulurdu. Safiyetini kaybetmemiş mektep çocuklarının heyecanıyla koşa koşa giderdik her Cuma akşamı. İlk kim varmışsa ona imrenirdik. İlk varan fikirli çayın suyunu koyardı ocağa, sonra gözü Mağara’nın kapısında olurdu. Yemen seferlerinden ve gurbetlerden gelenleri bekler gibi beklerdi dostlarını.

Mağara’mıza girdiğimizde dünyevî düşünceler kapıda bırakılırdı. İlk gelenler sonra gelenleri selâmlardı. Önce sükût edilir, sonra diline bakılırdı gelen dostların. Fikirli ve bediî ilk cümle kimden sâdır olacak diye beklenirdi. Zarf atan ilk dost sohbet sofrasını açmış olurdu. Fikirli zarflar peşpeşe atılmaya başlardı söz meclisinde. “Gök kubbenin altında söylenmedik söz kalmadı” sözü Mağara’mız için söylenmişti sanki.

Fikir ve gönül tâlimi yatsıyı müteakip başlar, sabah ezanı vakti girince biterdi. Vaktin bitmesini istemezdik Mağara sohbetlerinde. Mağara gecelerini çok severdik. Sohbetlerin üstüne hüzün türküleri söylenirdi. Tasavvuf menşeli türküler çalınmaya başladı mı cezbeye kapılır, vecde geçerdik.

Mağara’mızda dostluk ve dost yüzü olurdu yalnızca. Her dost hem sükût eri, hem dildaştı. Her bir Mağara dostu gönlümüze şifa veren, dostluğa güç katan, dostluk terini helâlinden döken ehl-i dildi, yol oğlu’ydu, ilk göz ağrımızdı.

Mağara emzirdi bizi ilk kez ilim ve irfânla. Mağara adam etti bizi. İslâmî aşk iksiri Mağara’da düştü gönlümüze. Cezbeye kapılıp mâveraya kanatlanışımız Mağara’daki gönül tâlimiyle başladı. Mağara’da yankılandı sesimiz dünyaya karşı. Mağara büyüklerinin dizleri dibindeyken çıktı ikinci kuşağın bıyıkları. Çoğumuzun “sökük kalbi” tamir oldu, kalbindeki kirler döküldü. Kalp ve dimağımıza yerleşen modernizmin putlarını burada kırdık.
Ah, Mağara’mız! Seni çok özledik.





***
SİZİN DÜKKÂNINIZ NERESİDİR?

Üstadlar, “sorulunca konuşun” demişler. Gönlüme sürur geldikçe çokça kullandığım “Dükkân” yahut “Cuma Kapısı” ifadelerinin ne mânaya geldiğini soranların sayısı artınca anlatmak vâcib oldu.

“Aşıksızları gördüm ise, yolda kaldı / O sebepten aşk dükkânını kurdum ben işte” diyen Ahmet Yesevi Hazretleri gönül alışverişine çıkanlar için gönlünü ve dergâhını “aşk dükkânı” yapmış. Bu sebeptendir ki dükkân kelimesi nezdimizde muteberdir.

Herkesin gittiği bir dükkân vardır elbette. Alıp satılan şeyler farklı. Her dükkânda cem olunmaz, gönül alınıp satılmaz. Bu dükkân neresidir? Avamın dükkânı bakkal, kasap türündendir. Meselâ, Üsküdar'da bir "Attâr Dükkânı" vardı. Okuyanlar bilir ki orası âriflerin sohbet edip gönüllere şifa dağıttıkları bir dükkândı.

“Her dükkânın ayrı bir sanatı ve kârı vardır. Mesnevî yokluk dükkânıdır oğul. Kunduracıda deri olur. Terzide kumaş olur. Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada tevhidden başka ne görürsen puttur” diyen Hz. Mevlânâ’nın dükkân târifi bizim boyumuzu aşar, fakat dükkân fikrimizin en temel ölçülerinden biridir.

Şiirlerimizde gönül dükkâna da benzetilir. Bu mânada dükkânın merkezinde bir ehl-i dil, yâni bir ârif kişi vardır. Dolayısıyla böyle bir dükkânın mânevî merkezi ârif kişinin gönlüdür, gönlünden sâdır olanlardır. Dükkânı halkın ihtiyacı olan mal ve eşyanın satıldığı bir yer olarak bilenler dükkânı bu mânada bilemezler.

“CEVAHİR BAHŞEDEN DÜKKÂNI BULUN”

Erbabının şerhlerinden öğrendiğimize göre gönül dükkânı nefsi temizlemekle açılır. Kibir ve kin bu dükkânın kilididir. Bu kilidi kırıp açmak gerek.

Ulularımızdan Emir Sultan Hazretlerinin dediği dükkânı açıp bulanlar elbette bahtiyardır. “Açılmış dükkânlar kurulmuş pazar / Canlar mezad olmuş tellalda gezer / Oturmuş ümmetin beratın yazar / Cevahir bahşeden dükkânı buldum.”

Allah dostlarının dediği üzere cevahir bahşeden dükkânı bulmak lâzım. Fakir gibi daha ham olanlara şimdilik fikir ve gönül tâlim ettiren dükkân yetiyor. Anlatmak istediğim bu dükkândır.

Dükkânda birkaç zaman eğleşip sohbetlere dâhil olunca, yüzünüze karşı demezler ama kendiliğinden doğan bir sual içinizde kıvranmaya başlar: Fikir mi, gönül mü, yoksa ikbal mi istemeye geldin?

Dükkân ehlinin diline vâkıf olduysanız “fikir ve gönül” dersiniz. “Fikrin ve gönlün tâlibiyim” dediğinizde dükkânda bahtınız açıktır, seyr ü sülûkunuz devam ediyordur. Fikir ve gönül tâlimine tâlib değilseniz bir müddet sonra kendiliğinizden uzaklaşırsınız.

Müdavimler Bir Hocam’ın tâlipleri, yâni talebeleridir. Bir talebeye, “Dükkâna geleli kaç yıl oldu?” diye sorarsanız, vaktinin dolup mezun edileceği endişesiyle, intisap ettiği günden çok sonraki bir tarihi söyler ki Bir Hocam’ın (Bir Hocam iki kişidir) irşad ve sohbetinden istifadesi kesilmesin. Bundandır ki, Dükkânda mezuniyet yoktur.

Sâdık müdâvim olanların gönül kilidi dükkânda açılmış, kendim de dâhil ham gelip sabredenler dükkânda pişmiştir. Kiminin nasibine ilim ve şiir, kiminin nasibine gurbet ve dükkân bekçiliği düşmüştür bu mekânda.

KÂRDAN ZİYANDAN GEÇİLEN DÜKKÂN

Fikir ve gönül dükkânı müdavimlerinin gayeleri Yunus Emre Hazretlerinin “Canlar canını buldum, bu canım yağma olsun / Assı ziyandan geçtim, dükkânım yağma olsun” sözünün istikâmetinde yürümektir.

Yürüyebilirler mi, muradlarına erebilirler mi? Allah bilir. Elbette bu mânada “Dükkânını yağma etmek” herkesin harcı değil. Çünkü tasavvufta “Dükkân” beden, nefis ve can mânasına gelir. “Dükkânım yağma olsun” sözü nefs-i emarenin, yâni bedenin Allah aşkı yolunda heba olmasını istemenin cezbeli hâlidir.

“Assı ziyandan geçmek” yâni kârdan ziyandan geçmek için bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde tâlim etmek gerek. Tasavvufta kâr-ziyan, dünyada kazandığı her şeyden vazgeçip nefis perdesini kaldırarak Allah aşkına ulaşmak isteyen dervişin bir mürşid-i kâmile biat etmesi, yâni onunla alışverişe girmesi ve nefsî varlığını atarak aşkla dolu gönlünü verip karşılığında mânevî değerler kazanmasıdır.

Gönülden ve muhabbetten vermeden olmaz. Zâhirî mânada nasıl karşılıksız bir şey alınmıyorsa mânevî âlemde de karşılıksız bir şey alınmaz. Yunus Emre Hazretlerinin söylediği mânada kardan-ziyandan geçmek şüphesiz çok derin bir seyr u sülûk ve amel işidir, haddimiz olamaz. “Al gider benden benliği / doldur içime Senliği” demek gerek.

ALIŞVERİŞİ FİKİR VE GÖNÜL OLAN DÜKKÂN

Ali Yurtgezen hocanın “Aşk Olsun!” yazısındaki Şemseddin Sivasî Hz. lerinin “Dükkân-ı anâsırda ettirme sivâ bey’in / Kurtar beni hüsrândan bâzârımı aşk eyle” mısralarının şerhi, dükkân kelimesine yüklediğimiz mânayı anlamamızı kolaylaştırıyor:

“Yâ Rab! (Beden denilen şu) unsurlar dükkânında alışverişimi aşk eyle. (Senin aşkından) başka şeyleri alıp sattırma. (Böylece) beni zarara uğramaktan kurtar.”

Bu şerh, fikir ve gönül tâlimi için bulundukları mekâna “Dükkân” diyenlerin maksadını ve duruşlarını tam tamına ifade ediyor. Dükkânın maksadı makam, mevki ve dünyalık ikbâl değil, muhabbettir. Dükkâncılar birbirine muhabbet eder. Dükkânlarını gönül evine çevirerek kar ve zarar düşünmezler. Her şeylerini yağma ederek varlıklarını Hakk’a vermek, yâni ”bedenden” vazgeçip “ballar balını bulmaktır” gayeleri.

Çünkü, “Bu dükkân’da yalnızca fikir ve gönül alışverişi olur, başka şeyler alınıp satılmaz” diyerek çıkmışlardır yola. Yunus Emre Hazretlerinin sözüyle “Virdi birlikden şarab kıldık dükkânı harab / cümlesini terk ettik assı ziyanımızı” demeye niyet etmişlerdir.

Ehli bilir ki “şarap” tasavvvufta “ ilahî aşk ve âb-ı hayat” mânasındadır. Dükkân ehli haddini bilerek kendisini “âb-ı hayat” mertebesinde görmez, bu seviyeyi menzil bilir ve bu gaye için Allah yolunda fikir ve gönül tâlimi yapar. Dükkân bir beden iken aşka, yâni hakikate götüren “şarap” olmuştur. Bu mânada dükkâna şarap içilen meyhâne de denilebilir. İçilen şarap fikir ve mâna şarabıdır.

Dükkânımıza “Cuma Kapısı” da denildiği için bu suali de sarahate kavuşturalım. Cuma, Kur’an-ı Azimmüşşan’dan hediye bir kelime. Toplanma, bir araya gelme, cem olmadır ki, buna toplu dostluk mânasını da katalım. Dinimizde Cuma gününün bir bayram olduğu buyrulduğundan, Dükkânda Cuma akşamları cem olunduğundan Cuma Kapısı da denilmektedir.

Bir dükkâncı için “Cuma Kapısı bu hafta açıktır…” haberi en sevindirici haberdir. Çünkü gönüllerde dem olmuş dost hasreti o gün vuslata erecektir. Bir dükkâncı için Cuma Kapısı’nın açık olmaması hayra alâmet sayılmaz ve o gün gönüllere zifiri karanlık ve elemlerin düştüğü gündür. Cuma Kapısı maddî mekân olarak kapansa da meşk edilen tâlim gereği gönül kapıları kapanmaz. Cuma Kapısı’nın “sırlanması”, yâni vaktinin dolup kapanması bilgisi dükkânın bâni ve efendisi “Bir Hocam’a” aittir.

HÂSIL-I KELÂM; BİR BÖLÜK DÜKKÂNCIYIZ…

İşte bu dükkânın vasfı ve vazifesi budur. Birinci kuşak için dükkân, fikir ve gönül, türkü ve hüzün, sohbet ve yârenlik arasında geçen bir ömürdür.

Her kim ki fikirli ve gönlü cezbeli değil, bu dükkâna lâyık değildir. Böyle bir dükkâna, “Bir derdim var bin dermana değişmem” diyenler, din ü millet ve fikir sancısı olanlar gelir.

Hâsıl-ı kelâm, bir bölük dükkâncıyız, fikir ve gönül tâlim ederiz. Âliyyülâlâ bir dükkâncı olmak dünyada bir saadet…





***
Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri

Bir Hocam ve Dükkânnâme, Peygamber Efendimiz’in “Sevdiklerinize sevginizi izhar ediniz” hadisinden ilhamla, mâsivadan arınmış bir yüreğin hüzün dolu nidâlarını, Bir Hocam’ın yârenlik ve hasbihallerine doymak bilmez bir muhabbeti, ârif ve âlim vasıflarıyla bânisi oldukları Fikir ve Gönül Dükkânı’nı anlatır.

Dahası, âhir ömrümde yazmak istediğim “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” nin dibâcesi ve dağları eritecek, suları yakacak bir samimiyetin kelimelere dökülmüş dostnâmesidir.

İkinci hayatım Bir Hocam’la başladı. Gençliğini “kırık ayak adamı” olarak yaşamış bir fânî iken, Bir Hocam’ın fikirli ve mânevî sohbetleriyle eski, yâni câhiliye hayatımı terk etmiş, kafası ilme ve irfana susamış iki tarafı kesen bıçak gibi olmuştum.

Büyük kalp dostluğumun kahramanları Bir Hocam’la, gönlümde ve zihniyetimde inkılâp yapan hayırlı sohbetlerinde tanışmamış olsaydım kalp âfetlerine uğrar, kötü yollara düşer, bedbaht olurdum. Beyâzid-i Bistâmi Hz.lerinin “Kimin üstadı yoksa şeytan ona üstad olur” sözünü şiar edinerek, Bir Hocam’la ünsiyetimi cezbe ve azimle devam ettirdim.

Amansız kış gecelerinin cam kırığı soğuklarında gönül adamlığı üstüne sohbetlerini dinledim. Nice seher vakitlerine kadar derûnî sohbetlerinden cezbe hâlinde geldim evime. “İçeri” sohbeti ederlerdi de “İçeri” den uzun müddet çıkamazdım. Fikirli ve bedîi yârenliklerinin neşvesinden mânevî sıkıntılarım yok olur, dünya kirlerinden arınırdım. Meramımı sözle anlatamaz, “Dilâgâh Hocam” diye mektuplar yazardım.

Yürek dostluğumuzun ilk sohbetinde bin yıllık sızı ve fikirler taşıyan sözlerle cezbetmişlerdi. Yüreklerinden sâdır olan sızılar mukaddes bir dâvanın ateşi gibi sarıyordu her yanımı. “Dünyayı duvara asmak” ve mâsivaya eyvallah etmemek tâlimine ulvî sızı ile başlıyorlardı. Hayatı sızı ve saf fikirle değerlendiriyor, bir ömrün başlangıç ve bitişini bu iki mefhuma bağlıyorlardı.

Fikir ve gönül tâliminin esaslarından olan Dükkân bir sızı, fikir bir sızı, yürek bir sızı, türküler bir sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı diyorduk her sohbetin başında. Fikirli sızılarıyla dostlarına tâlim ettirdikleri sızılar birleşince Fikir ve Gönül Dükkânı meydana geldi. Fikir, gönül ve meşrep birliğinin terkib olduğu bir dostluktu bu.

Dükkân müdavimleri bu güzel insanlara “Bir Hocam” diye hitap eder. Bu hitapta bid’at sayılabilecek bir yüceltme düşüncesi yok. Onlara duyulan ziyadesiyle bir sevgi ve hürmetin sembolleştirilmesidir. Âlim ve ârif şahsiyetleriyle, sabır ve hasbîlikleriyle bu sıfata lâyıktırlar.

“Bir Hocam” makamı aynı mâna ve hususiyetlere sahip iki hocama aittir. Yâni Bir Hocam hem bir, hem iki kişidir. Sîretleriyle birbirine benzeyen iki hocamın mânevî unvanıdır. Bir mevzuda “Bir Hocam” birincisidir, bir başka mevzuda “Bir Hocam” ikincisidir. Dükkân haricinde “Bir Hocam” bir kişi olarak bilinir. Dükkân müdâvimleri bu makamı hiyerarşik bir düzene oturtmazlar. Edep ve tevazularından dolayı bu makamı kabullenmeseler de şâkirdleri onları böyle yâd edeceklerdir.

Müslüman Türk irfanını hazmetmiş olanlar bilirler ki “Bir Hocam” makamı millet târihimizin her kademesinde var olmuş, cemiyetin bütününe şâmil bir şahsiyet ve bugün de herkese lâzım olan mânevî bir önderdir.

Milletimizin irfanî ve kalbî terbiyesinde daima bu hususiyetteki zatların gayretleri var. Günümüzde de ilmî, fikrî ve edebî faaliyetlerin başında bir bilge kişi yahut yaygın ifade ile bir “hocanın” bulunması elzemdir. O muhterem insanlar ki fakirin ve diğer şâkirdlerinin şahsiyetlerinde emekleri ziyadedir.

Bir Hocam’ın birincisi ehl-i maarif, âlim ve de tam mânasıyla ediptir. Cümle Müslümanlar için kalbe ve ilme faydalı kitaplar telif etmiştir. Bir Hocam’ın ikincisi dünyalık kitap okumayan ve hurufatla meşgul olmayan ârif bir kişidir. Şâkirdlerinin seyr u sülûklarını balık tutturarak tabiatla da sulh ve muhabbetli kılar. Dükkân ehli şair ve edipler üstünde tasarruf sahibidir ve üstad şairlerin şiirlerini okutturur. İdarecileri ve aydınları hicvetmek için alaylı, nükteli şiirler kaleme alır ki, Defter-i Dükkân’a kaydedilir ve sohbet üstü olarak Dükkân hatibince ara sıra okunur. Bu sâyede gönüller coşa gelir, sohbetlerin her ânı cezbe ile geçer.

Bir Hocam makam, mansıb dâvası olmayan ilim irfan sahibi ve mütedeyyindirler. Vecd ü hâl sahibi ve kalb-i selim zâtlardır. Nefislerini terbiye etmiş ve evvelinden nefs-i mutmainne makamına ulaşmışlardır. Kalabalığı ve gösterişi sevmez, tenhayı, yâni halvet ve hasbıhâlı severler. Kendi aralarındaki yârenlikleri kalbe ve gönüllere şifa olup, hikmeti içinde gizli bedîi nüktelerine doyulmaz.

En temel gayeleri gönüller yapmak ve kalbi yanık Dükkâncı yetiştirmek. Lisanları, yâni Türkçeleri vakarlı ve tefekkürî olduğu kadar, pek nükteli ve şirindir. Cümle Dükkân müdavimlerinin tek tek hâl-hatırını sorar ve gönüllerini alırlar. Sohbet ve irşadda gönülleri gani olduğu gibi yedirip içirmekte ve ikramda da cömerttirler.

Dükkânın mânevî tasarrufu Bir Hocam’a ait. Bundandır ki Dükkân dârül-menfaat değil, dârül-gönül ve dârül-a man’dır. Dükkâncıların fikir ve amelleri İslâmca olup, meşrebleri melamî ve lisanîdir. Kirli çağa karşı mütemadiyen dost hâlleşmesiyle sâlih bir insan olmaya, Müslümanca bir yüreği kuşanmaya, nefsi bedenini yâni “dükkânını” yağma etmeye çalışan âcizlerdir. Kaygıları “buğday” değil, “himmet” dir. Cuma günleri Bir Hocam’ı görmek için Kulağı Kutlu Câmii sokağında saf olurlar. Onlar da şâkirdlerine tebessüm ve yârenlik ederek söz ikramında bulunurlar.

Her Dükkâncının gayesi gönlünü biraz daha parlatarak Allah aşkının yer bulmasına çalışmak ve Bir Hocam’ın etrafında dilsaz olmaktır. Onların ilm ü irfanı sâyesinde alınları pak, gönülleri cilalı, niyetleri hâlis ve işlerinde râzıdırlar. Birbiriyle bağları siyasî ikbal ve nüfuz edinme maksatlı değil, kalbî ve hasbîdir.

İki nesil için de fikir ve irfan saçan bir ocak olan Bir Hocam Dükkân ehlini hâlen irşad etmektedirler. İkinci nesil, Bir Hocam’a yakîn olmaktaki marifet ve muhabbetleriyle, Dükkân dilini ve âdâbını yaşatmaktaki azimleriyle daha şahbazdırlar.

Bir Hocam’dan neşet eden tarzla Dükkân müdavimlerinde dil ve üslûp birliği vardır. Fikir ve gönül tâlimi bu dil üzere yapılır. Modern, akademik ve aydın dili kullanılmaz. İrfan dilimizi ihya etmek gayesi de taşıyan edebî dil ile sohbet edilir. Gönül ve fikir tâliminden maksat, müdavimlerin ete kemiğe bürünmesi ve tefekkür gücünün artırılmasıdır.

Sohbet altı ve sohbet üstü olarak tasavvufî manzumelerden bestelenmiş cezbe verici, vecde geçirici türküler dinlemek, müdavimlerin baş usullerindendir. Türkülerin vehbî mânada cezbe vermesi, hüzün, gurbet ve ıstırap unsurları taşıması gönül tâlimi için şarttır.

Bu sebeptendir ki Dükkân müdavimleri arasında daima bir Türküdar bulunur. Türküleri bazen hafî usul gibi sessiz, bazen de kıyamî, yâni itidalini kaybedip kendinden geçerek dinleyenler var.

Hülâsa-i kelâm, Bir Hocam gönüldür, fikirdir. Dükkân onların gönül ve fikrinden doğan bir bedendir. Dükkâncılar önce bedene alışma tâlimi yaparlar, sonra gönlüne…

“HOCAMIN KAPISI”

Ey azizan!
Ayasofya, BirNokta ve Yoldaki Kalemler gibi edebiyat dergilerinde yazan şair ve Türkçe muallimi, fikir ve gönül dostum Enver Çapar’ın “Hocamın Kapısı” şiiri yukarıda mensur dille anlattığımızı manzum dille anlatıyor. Siz Dükkân ve hocamı bir de bu şiirden gönlünüze koymaya çalışın.

“Kimisine sen yaz dedi
Kimisine sen gez dedi
Önce nefsi bir ez dedi
Biz kapıyı çaladurduk

Kimisine etti nazar
Dükkânına kurdu pazar
Ali alır veli satar
Biz kapıda bekler olduk

İnsanlardan kaçıp durdu
Tabiatta huzur buldu
Dünya onu fazla yordu
Biz kapıda eşik olduk

İncitme der Âdem’i
Yoluna serilen âlemi
Bırak gitsin kalemi
Biz kapıda bir yol bulduk

Hakikat ondan gördük
Rüyamızı erken böldük
Dünyamızı sözden ördük
Şol kapıda bir sır olduk”

DOST MÜJDESİ ALMAK

Ey azizan!

Tercümanım, fikir ve gönül dostum Ferhat Ağca, fakire yazmış:

“İsmail hocam, Hasan abiye yazdığı bir şiirinde ‘Sana baharın geldiğini söylemeliyim’ diyordu abi. Belki biliyorsunuzdur ama ben de size Ali hocamın geldiğini söylemeliyim.”

Zevk ve meşrebim uyuşmasa da (bilirsiniz ki fakir Hazret-i Fuzûlî kolundandır) Dîvân şairi Nedim, “Müjdeler gülşene kim vakt-i çerâgan geldi” (Gül bahçesine müjdeler olsun, Çırağan sefası zamanı geldi)”deyip kendinden geçmiş.

Tercümanım Ferhat’ın müjdesi de dostperest yüreğime can suyu serpip şifa verdi.

Ehli bilir ki, tasavvuf edebiyatında insanlara müjde veren semânın habercisi olarak görülür. Müjde vermek gönül yapmaktır, dolayısıyla sevaptır. Gönlümü sıkan, yüreğimi daraltan ruhsuz ve modern çağa karşı müjde verin dostlar müjde!




***
KÂŞGARLI MAHMUD'UN TÜRKLERİ


Ilık ve lacivert bir geceydi. Yeşil, mavi ve erguvanî renkte çiçeklerin insanlara şifa verip tebessüm ettiği yazlık çay bahçesinde Kâşgarlı aksakalla aynı masada sohbet ediyoruz. Birkaç yıldır mülteci olarak yaşadığı Türkiye Türkçesini iyi konuşuyordu aksakal. Doğu Türkistanlı ve doğma büyüme Kâşgarlı. Yetmiş beş yaşında dinç ve coşkulu biri şair. İlim ve edebiyat çevresi onu çok seviyor, sohbetlere dâvet ediyorlardı.

Kâşgarlı aksakalın çay tiryakiliği çok hoş. Çay semaverinin musluğundan onun çay bardağını doldururken fikirli keyfime diyecek yok. Sektirmeden içiyor çayı. Buğday teni, kavruk ve kemikli yüzü, bembeyaz seyrek sakalı ve başında Uygur Türklerinin millî başlığı “doppa” denilen kare şeklinde el işi işlemeli, renkli takkesiyle sanatlı bir tabloyu andırıyor.

Aksakal elindeki çaya bakarak, “Çay, insana en yakın hayvan at gibi insanın yakın dostlarındandır. Kâşgar’da bir de yeşil çay var. Fakat ben gara çayı tercih ederim” diyerek, bitirdiği çayın tekrar doldurulmasını söyledi.     

Türkiye Türkçesini iyi öğrendiğini kelimelerinden anlıyordum. “Yır” yerine koşma, türkü, manzume, şiir, gazel diyordu. Kent ve balık yerine şehir, tağşut yerine şiir veya manzume, otacı yerine hekim, tenrilig yerine dindar, eçi yerine ağabey, bakşı yerine hoca ve üstad, şastır yerine eser, yağı yerine düşman, ilig yerine hükümdar diyordu. Şairin bizdeki gibi yalnız şiir yazan bir edip değil, meydana çıkıp toplumu siyasî, dinî ve tarihî meselelerle aydınlatan, çok yönlü içtimaî vasıfları olan ulu bir kişi olarak târif ediyordu.

“Kâşgar’ı özlüyor musunuz?” dedim. Hüzünlendi. Ufka ve göklere baktı, altında oturduğumuz çınar ağacının gövdesine dokundu. “Çok hasretliğini çekerim Kâşgar’ın. Tenri Dağları’nın eteklerinde Kâşgar Nehri’nin kenarına kurulmuş, Kızılsu ve Tümen nehirlerinin sularıyla bereketlenen şâd olmuş bir şehirdir. Her gece Iydgâh Câmii düşüme girer.”

Bir şiirini okumasını istedim. Uygur Muhebbet Koşakları (Aşk Şiirleri) adıyla yazdığı şiirlerinden bir şiirini okudu ve şiir bitince gözlerinden yaşlar boşandı:

Kara çırağ altında uçar pervâne / Yârim senin ışkında oldum divâne / Divâne olup inleyip, çalarım rebap / Gözyaşlarım yağmur oldu yüreğim kebap / Ay yüzünü gördüğümde çekinip bakamam / Kaşlarını çattığında güven miydin benden / Sana güvenim tamdır, umut kesmedim senden / Sözünde durur yâr diye başkasına bakmadım / Sevgilim, seni var diye gidip mahallende oynarım / Mahallende gözükmezsen sabaha kadar düşünürüm

“Kâşgarlı Mahmud’ın ilmî mirası ne durumda, Doğu Türkistanlı gençler Divânü Lûgat’ît-Türk”ü okuyor mu?” diye sorduğumda sâkin bir eda ile “Mahmud Kâşgârî atamız benim akrabam olur, hemşehrisiyim onun” deyince, Aksakal benimle alay ediyor galiba, diye düşündüm. Fakat sonra bu düşüncelerim boşa çıktı. Kâşgarlı Mahmud’a uzanan derin köklerinin bulunduğunu, onun mânevî ve ilmî silsilesinin onikinci göbekten şâkirdi ve yazıcısı olduğunu anlattı. Sohbet ilerledikçe aksakalın bir irfan adamı olduğunu anladım.
    
Anlattığına göre, Kâşgarlı Mahmud’un Türkçe dîvânı Dîvânü Lûgat’it-Türk’ü yazıp bütün Horasan, Fars ve Arap illerine göndermesinden ilham alınarak Kâşgar’daki yazıcılar ve aksakallar tarafından soylu bir gelenek oluşturulmuş. Günümüzde yaygınlığı azalmış olsa da bu gelenek yüzyıllardır devam etmiş. Kendisi de bu geleneğin son kuşak yazıcısıymış.

Bu geleneğe göre her yıl Kâşgar’ın birçok beldesindeki yazıcılar Dîvânü Lûgat’it-Türk’den seçtikleri dörtlükleri ve bu dörtlüklere yazdıkları nazireleri bir deftere kaydederek yörelerindeki beldelerin aksakallarına teslim ederlermiş. Defteri alan aksakal kendisinin de hazırladığı defteri gelen kişiye verirmiş. Bu defterlere yazılanlar, bütün safiyetiyle İslâm’ı yaşayan Uygur Türk halkının toplandığı bir şölende defalarca okunurmuş.

Kâşgarlı Mahmud’un Karahanlı sülalesinden bir şehzâde olduğunu, onun zamanında Kâşgar’ın merhametli, adaletli ve ilim sahibi Türklerin yurdu hâline geldiğini, yazmış olduğu Türkçe lügatın yayılmasıyla bu yurtların Türklerin ortak rüya görebildikleri büyük bir yurda dönüştüğünü, bu yurtlarda yaşayanlara Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri dendiğini, bu dîvânın “Türk Dillerini Toplayan Ulu Kitap” olarak yâdedildiğini anlattı. Anlattıklarından cezbeye kapılmıştım. “Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri” ifadesinin anlamını sordum.
    
“Nereden başlasam, hangi faslını anlatsam size Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri menkıbesinin?” diyen aksakalın bakışlarında ve sesinde derin bir hüzün oluştu.  O ân’a kadar neşeli bir dille konuşan aksakal kendi içine çekildi sanki. Yorgun ve yuvasının içinde küçüldükçe küçülen hüzünlü gözleriyle yüzüme baktı ve sâkin bir dille anlatmaya başladı:

Yalçın ve kara dağlardan düze inip şehir kuran, ev, han ve medrese yapan, bitek ovalarda at yetiştirip buğday eken, Kâşgarlı Mahmud atamızın Türkçe’yi yayarak Kâşgar’dan Horasan’a kadar şehirler kurmaya ve medeniyet olmaya dâvet eden sözlerini baştâcı eden, onun merhametli huylarını, adâletli davranışlarını sürdüren boylara Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri, bunların okumuş yazmışına da Kâşgarlı Mahmud’un Yazıcıları denir. Bu adlandırma onun ölümünden birkaç asır sonra yapılmaya başlanmış.

Ceddimiz asırlar evvel kıtlık, kuraklık ve kabilelerin birbirine düşmanlığıyla sebebiyle bozgun yıllar yaşamışlar. Bâzı kabileler talan ve kapkaççılığa başlamış. Uzun yıllar bu topraklarda huzur ve rızık kalmamış. Atalarımızdan anlatılagelen menkıbeye göre Kâşgarlı Mahmud atamızın silsilesinden gelen şair bir bey varmış. O kişi söyledikleriyle bütün kabilelerin kötü huy ve talanlarına son veren yürekli ve ulu bir şairmiş. Aynı zamanda yüzlerce atlıları, sürüleri ve ekinleri olan biriymiş. Öyle kılıç sallayan, ganimet toplayan bir bey değilmiş. Tenri-dem şiirleriyle halkına  er-dem ve yiğitlik aşılayan, gönüllerini âbad eden, rıza ile kendine bağlayan bilge bir bey imiş.

“Kavim kardaşlar birbirinin yurdunu talan etmemeli / Karanlık dağlardan inip aşağı / Kâşgar Suyu’nun kenarlarına yayılmalı / Karındaşlar birbirine bitişik olmalı / Bereketli ovalara inip Kâşgarlı Mahmud atamız gibi ev ve medrese kurmalı / Yüreklerini Kâşgarlı Mahmud atamızın yüreği gibi / Merhametli ve yumuşak kılmalı / Huyları ve töreleri onun gibi âdil olmalı…” 

Bu bey öyle bir beymiş ki, bir gün Kâşgar’ın çok uzağında oturan bir obayı ziyarete gitmiş. Ona at sütü ve koyun eti ikram etmişler. “Benim karındaşlarım da böyle at sütü içip, koyun eti yiyebiliyor mu?” demiş. Obanın ileri geleni “Nerede o bolluk beyim? Buralarda kıran oldu, halkımızın çoğu yoksul” deyince, “Ben karındaşlarımın yemediğini yemem, içmediğini içmem. Götürün bu süt ve etleri obanızın yoksullarına verin! Karındaşları açken tok gezen bey olmak istemem” diyerek oba halkına hediyeler vermiş.

İşte bu bey şiirli nutuklarıyla göçebe kabileleri il kurmaya, medenî olmaya dâvet etmiş. Bütün boyları Kâşgar ovasına toplayıp, ‘Burada yeniden il kuracağız, at, ekin ve koyun yetiştirip paylaşacağız’ demiş ve Kâşgarlı Mahmud’un dâvasını âhir ömrüne kadar sürdürmüş. 

O âsûde gecede Kâşgarlı aksakal kitaplarda okumadığım birçok menkıbeyi tatmadığım bir dil lezzetiyle anlattı. Sohbetinin tesirinden kurtulamadım. Aksakalı evine yolcu ettikten sonra, “bu menkıbeleri bana niçin anlattı?” diye uzun uzun düşünüp tâbir etmeye çalıştım. Evimden, fildişi kulemden, mağaramdan çıkıp güneşin doğduğu yerlere, yâni ceddimizin ilk medeniyet diyarlarına gitmemi istediğine, Kâşgarlı Mahmud’un yazıcılarından biri olmamı ima ettiğine yordum.

Ben değil miydim, merhametli yüreği olan Müslüman Türk ecdadımın her yerde dilini arayan? Ben değil miydim, ceddimizin ve dilimizin damarları nereye kadar uzanıyorsa oraya hicret etmeliyiz, diyen?

Cezbe hâlindeydim. Kafamı büyük düşünceler sarmış, ateş basmıştı.  “Gideceğim işte! Kâşgarlı Mahmud atamızın yurduna hicret edeceğim, Opal’deki türbesine varıp diz vuracağım, Kâşgarlı Mahmud Türklerinin arasına karışacağım” diyerek nâra attığımı, etrafımdaki masalardan bana tuhaf tuhaf bakanların bakışından anladım.   
            

Ey azizan! Okuduğunuz bu yazı gönlümde demlenen ve gerçek olmasını arzu ettiğim bir hayâlin mahsulüdür.



***
CAN KUŞUMUZU AHRETE UÇURACAK 
NEFESİMİZ VAR MI?

Tasavvuf düşüncesinde kuşlar, uçmaları sebebiyle cennetle dünya arasında irtibat kuran varlıkları sembolize eder. “Ruh kuşu” mânasına gelen bir teşbihtir bu. “Ruhu kuş gibi uçmak” misâli bundandır. Bu mânadan dolayıdır ki “can” kuş motifiyle ifade edilir.

Kuş, ruhun ölümsüzlüğüne kinayedir. Vakti geldiğinde can, yâni ruh, kuş gibi ahrete uçup gider. Bir insan vefat ettiğinde “can kuşu uçtu” denir.

Ali Yurtgezen hoca, kuşun “can” mânasına geldiğini, bedene üflenen ilâhî soluk olduğunu yazıyor
                                                                                                                           
“Tasavvufta kuş ile kastedilen muhteliftir. ‘Can’ yahut ‘ruh’ olabilir. Ağaç ‘beden’i, kuş ise bu bedene üflenen ‘ilahî nefha’ yı ifade eder. Nitelenen beden ‘kafes’e, ruhun da bu kafesteki ‘kuş’a teşbihi yaygındır. Cennetin tasvir edildiği bir hadîs-i şerif’te de müminlerin ruhlarının ‘yeşil kuşlar’ şeklinde cennet ağaçlarının dallarında tutundukları beyan buyurulmuştur. ‘Başa kuş konması, Mecnûn’un başına kuşların yuva yapmasına telmih olunabilir. Böylece ‘Senin başına kuş konmamış’ demek, o kişinin aşksızlığına işaret olur. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri kuşun, husûsen de güvercinin ‘kemâl-i efâl’ remzi olduğunun söyler. Yâni ki güvercinler ve turaçlar Sâlih amellerdir, güzel işlerdir, hayır hasenâttır. Nitekim kuşların nasiplenmesi dahi ağaç için bir sadakadır. Ağaca kuş konmaması infaktan imtinadır, bencilliktir, aç gözlülüktür; uzamak, süslenip bezenmek hırsının neticesidir.” (Gider idim ben yol sora, Gülbang dergisi, sayı: 4, 1999)

Niyazî-i Mısrî Hazretlerinin “Can kuşun her zaman ezkârıdır vâridat / Akl u hayâlin hemân efkârıdır vâridât” mısralarını okumadan, canın, kuş gibi bedenden zikir çekerek uçup gideceğini cezbeli bir aşkla idrak edemeyiz. 

Şerhini okuyalım: Vâridât (hatıra gelen, içe doğan şeyler) her zaman can kuşun zikirleridir ve kulun gayreti olmaksızın gaipten (Hak’tan) kalbe gelen mânalardır.

Her şeyden önce, Resûller Resûlü Efendimiz’in, Uhud Savaşı’nda şehit olan Müslümanlar için “Allah’ın onların ruhlarını yeşil kuş sûretinde şekillendirdiğini” buyurması, ruh kuşunu havasız, yâni ilahî aşktan mahrum bırakan biz modern zaman insanlarına bir müjdedir, bir ümittir.

Ol vakit bugünden tezi yok, Hz. Mevlânâ’nın “Ey ruh kuşu! Günahlarından temizlendin, nefsinin kafesinden kurtuldun, mâna kanatların açıldı. Haydi, geldiğin yere, kendi vatanına doğru uç…!” sözünü dinleyip hamlıktan olgunluğa, kuruluktan yaşlığa erişip can kuşumuzu ahrete uçurabilmek için tâlim yapalım.




***
“YOL KESEN DÖRT KUŞUN” BAŞINI KESELİM

Modern zaman insanları olarak nefsimize yenik mi düşüyoruz? Hırs ve makam içimizi mi kemiriyor? Kibir ehli miyiz? Bu suallere samimiyetle “evet” diyorsak, yapacağımız ilk iş “Yol Kesen Dört Kuş” menkıbesini okuyup ders çıkarmak…

Tasavvufî anlayışa göre, yol kesen dört manevi kuş, insanların gönlünü yurt edinmiştir. Allah’a dost olmak isteyen insan evvela onların başını kesmelidir. Böylelikle Hak yolunda engeller kalkmış olur ve ruhun yolu açılır.

Yol kesen bu kuşlar kaz, tavus, karga ve horozdur. Bunlar insanda dört huyu temsil eder. Kaz, hırstır. Horoz, şehvettir. Tavus, makam ve kendini beğenmektir. Karga, insanda bitmek bilmeyen uzun emellerdir.

Dört kuşu birden kesmek her insanın harcı değil elbette. İnsan-ı kâmillerin işidir. Nihayetinde her müminin yapması gereken nefsini tezkiye, temizleme eylemidir.   

Öyleyse er kişi olduğuna inanan herkes gönlünü istilâ eden, kalp ve nefsinde hâkimiyet kuran bu dört manevi kuşu kesmeyi denesin bakalım kaçını kesebilecek?



***
“HASTA ANNELER ÜLKESİ” NİN ŞAİRİ-3

Şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın “Hasta Anneler Ülkesi” adlı şiirinde, Annesiz hayat, annesiz çocuk olmaz. Annesiz çocukların hayatları çok acıklı ve hüzünlüdür. Anneli bir hayat şair için saadet ülkesidir. Annenin dili dillerin en üstünü ve samimisidir. Annenin eli en şefkatli eldir. Annenin kucağı, kalbin sıcaklığını taşıyan en merhametli bir kucaktır. Annenin gözyaşı, Hz. Yakub’un gözyaşına denktir. Anneler gül kokusuna benzer:

“Yüksek servilerin altında anne cenazeleri beklerken devler / Çocuk hıçkırıklarıyla dolar, annesi ölen evler / Annem dönecek diye bekleye dursun çocuklar / Dönmeyen annelere şahittir kabir başındaki serviler / (...) Essalât-ı hayrın minen nevm’i müezzinle söyleyen anneler / Her geceyi gündüze, dipdiri dualarla teslim ederler / O günlere erişecek gelinler eleğini duvara asmış nineler / Bilirler ki birer birer koşacaklar çağrına, erlerine bile danışmadan / Ey dağlar şahidi sizsiniz, hasta annelerin çağlayan kalbinin.”

“Hasta Anneler Ülkesi” şairinin yakıcı mısraları, şaire Ayla Aydemir’in “Ben gidiyorum anne / Toprağını öpeyim / Sen de rüyama gel beni öp / Mutlaka gel anne / Sen rüyama gelmeyince / Sol yanım acıyor anne / İşte tam şurası…” mısralarını kalbine düşürüyor insanın.  Anneyi anlatan mısralar hiç eskimez yüreklerde.

Anneyi anlatan şiirleri sırf sanat için yazılmış şiirler sayamayız. Ölünceye kadar yüreğimizden silinmeyen bir nevi duamız ve mânevî kaynağımızdır anneye yazdığımız mısralar. Şair Mehmet Narlı’nın annelerin kuşatıcı kalplerine dair yazdığı mısralar bu mânada dokunaklıdır:

“Varlığın katıksız fısıltısı / Senden öğrendiğim son büyük aşk / En çok annelerin tanrıyı anladığıdır / Son büyük aşktan öğrendiğimse / Benim ve senin annesiz yaşadığıdır.”

Şair Memduh Atalay da “Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi gibi yaşadığı anne acısını “Anne Deyişi” şiiriyle dile getiriyor önce: “Ellerin bir melek büyüsü gözlerin merhamet / Sesin bülbüllerde ağıtın bitmez anne / Her mevsim açan güllerde ipek yüzün / Her sonbaharda kımıldayan sensin seher yunağında / Kirlendim temizle beni anne temizle beni anne / Anne denen mabedin dışında şimdi ben / Başımı okşayacak ellerine hasretim …”

Ve sonra şair Hasan Ejderha’nın mısralarını iktibas ederek onun derdine ortak oluyor:

“Göz pınarlarımız ebedî vuslat yeri olan elest bezmi’ndeki ayrılığın bir nişanesi olarak dünyadaki firaklarla seller gibi akıyor: ‘Annem hasta değildi o zaman / Şimdi düşünüyor babam / Şimdi üzülüyor babam / Ben de Ağlıyorum babam görmeden…’ Şair Hasan Ejderha dostumuzun dediği gibi göstermeden, görülmeden ağlayarak biraz daha yaklaşıyoruz öteye. Her damla yaş ‘Ne acı kaybetmek için sahiplik!’ diye haykırıyor. Omzunda yılların yükü, verilmemiş hesapların korkusuyla baştan sona bir Fatiha bile okuyamayan baba, melûl mahzun gözlerle, dünyadaki heyulaya buruk bir tebessümle bakarak, ‘Neyleyim, Allah’ın emri…’ diyerek teslimiyet pınarından içerken, oğlun yüreğinde volkanlar patlıyor…”

İşte böyledir anne şiirleri…  “Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi gibi yüreği annesine ayarlı herkes hayırla yâd edilmek isteyen bir şair oğul olmak istiyorsa her gece birkaç mısra anne şiiri kıraat etmeli…


***
“HASTA ANNELER ÜLKESİ” NİN ŞAİRİ-2


Şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın “Hasta Anneler Ülkesi” adlı şiirindeki “ülke” bilinen ülkelerden mahiyeti çok farklı olan, bir şair oğulun anne sevgisinin, anne ıstırabının ve hüznünün yaşandığı bir yürek ülkesidir. Bu ülkede doktor, hemşire, hasta bakıcı olabilirsiniz. Fakat “Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi olmak zor.

“Oluruz” diyenlere şu suali sorarak başlayalım: Yürekten ve merhametten yapılmış “Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi olmak için muamelenizle, fedakârlığınızla, sevginizle, merhamet duygunuzla ve yüreğinizden fışkıran kelimelerinizle hazır mısınız?

“Hasta Anneler Ülkesi” nin doktoru, hemşiresi, hasta bakıcısı olmak meslekî ve insanî bir vazifedir. Fakat “Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi olmak Veysel Karânî gibi özge bir oğul olmak demektir. Bütün hasta annelerin acılarını sahiplenmek, onların hüzünlü kalbinin üstüne kırkikindi yağmurları gibi gözyaşlarıyla yağmaktır:

“Hasta anneler ülkesinde çocuk olmaktan korkarım / Oyuncaklarımı ne ki annem olmadan / Annem olmadan artık çocuk olamam ben / Ney gibi inleyen sesi annemin / Ah anne... Hep üzerimde olsun isterim ellerin / Türkülerin en acıtan yerinde / Sen gelirsin aklıma / Duaların kaplamalı varlığımı / Kanımı dondurmalı ikazla bakınca gözlerin / Sözlerini takıp kulaklarıma yollar aşmalıyım.”


“Hasta Anneler Ülkesi” nin şairi, insiyakî olarak sadece evlâtlık vazifesini yapan sıradan bir oğul değildir. Annesinin şahsında ülkesinin bütün annelerine ağlayan, onların hasta hayatlarını paylaşan, ıstıraplarını yüreğinde hisseden erdemli biridir:

“Hasta anneler ülkesinden gelmekten korkarım / Yanımda olmadan annem, çıkamam hiçbir yola / Her şeye hasta annemin gözlerinden bakarım / Korkularım cam kırığı, bir aşure tası kadar bereketli / Umutlarıma koşmalıyım, haykırmalıyım sonra habbe habbe / Tesbihi araşınlayan parmaklarım akmalı zaman / Ezana yakın bağdaş kurarak bekleyen babamın saçları / Karışmalı ruhumun derinliklerine abdest ıslaklığıyla / Yayla yollarında bıraktığım çobanlığım / Ya da amele çocukluğuma dönmeliyim belki / Ak çadırların kararan direkleri tarlalara dönüşürken / Çocukluğumdan dönüşen adam bu mu, ürkek kaygılı / Hasta anneler ülkesinin sakini, bu adam ben miyim”

Şair, hasta olan ve ölen annelerin çocuklarının duygularını da Türk şiirinde ilk defa temiz bir Türkçe’yle son derece anlamlı bir bakışla tasvir ediyor. Mevzuun tasvirlerinde, duygu ve düşüncelerinde asla fantezi ve ham hayâl mısralar yok. Bütünüyle yaşadıklarımız ve hissettiklerimizdir. İçimizde, komşumuzda, mahallemizde duyup yaşadığımız hayatın gerçekleridir:

“Nergiz toplamak için yürüdüğüm dağlar / Bir sümbül için tırmandığım kayalardan ne kaldı / Ah çocuk olsam, sapasağlam olsa annem yanımda / Yürüsem kırlara baharda, şimdi kitaplarda / Görmek ağırıma gidiyor tüm bunları, bu güzellikleri / Hasatı kalkmış harman yeri kadar yalnız kaldı yüreğim / Bir de kitaplarım, öykülerim, şiirlerim / Elimde kalansa, hasta anneler ülkesindeki prensliğim.”

Şiir, hasta anneye yazılmış bir mersiye de değildir. Abdülhak Hamid’in “Makber”indeki boğucu, yaradanına sitem eden, mevta olan sevgiliyi idolleştiren ve bir ucu kapalı trajik simsiyah bir dünya yoktur. Hasta annesinin tam da belli olmayan akıbeti ve çektiği acılarına rağmen, bağlı olduğu inançlarıyla hareket eder:

“Na’şına salâlar biriktirir gök, ve toprak ve hasret ve çamur / Hamur pişmiş, on bir ay kadar yakın sultana ve cana / Hangi yana doğrulup da baksa babam sefil / Efil efil ezanlar eser minarelerden sabamakamı ve güneş / Diriliş ilk ışıklarla yatak içinde leğene dökülür abdest suları / Annem kadar bir hüzün yüreğime akar kollarından annemin / Benim yüzüm haykırır titreyen sesine, sükûtun tersine bir ağıt / Kağıt kalem kadar soylu bir dimağ bölünen sesleri arar / Yarar toprağı merhem, muhtaç bana şimdi toprak soğudu /Ağıdı kadardır yüreği, anneyse okuyan beni.”     

Hasta annenin varlığını şiirinde en mânalı duygularla ifade eden şair için, Hazret-i Peygamberimiz’in buyurduğu üzere “Cennet annelerin ayakları altındadır” ve eli öpülesi “Fâtıma anamız” gibi sevgili bir varlıktır. Yerine göre “evin direğidir.”

“Hasta Anneler Ülkesi” şairine göre, insanlar içinde annenin varlığı Hz. Havva’dan bugüne kalbiyle ve bedeniyle kuşatıcı, doğurucu, büyütücü bir özellik taşır. Annenin varlığı şair için hayata tutunmanın ve yaşamanın en kuvvetli dayanağıdır. Ona göre anne şefkatinin eşi benzeri yoktur. “Anne, şefkatin mabedidir.”

“Çığlığı üşümüş anneler sıcak dualarla ısıttı yavrularını / Karnı burnunda kurduğu hayâl gerçek şimdi / Aşermiş gibi yakın toprağa ve yaprağa ve ağaca / Onca yalnızlığın sonunda kalabalık serviler uğuldar / Çocuk oluversem, biliyorum annem taze gelin olacak / Salıncak, oyuncak hepsi emrime sunulacak / Yeniden öğrenecek olsam da cüzü / Gecelerinden korktuğum gündüzü / Annemle yaşamak vardı / Geçirdiğim güzel günlerin hepsi / Annem kadardı / Mevsimler, annem hastalanınca kış / Annem iyileşince bahardı / Kanadı gözlerim, hadi sil anne / Ben Afrika’yım, yüreğin Nil anne / Komşun olayım da gittiğin yerde / Görünce orada beni bil anne / Şiirler söyledim, yazılar yazdım / Her telifimde sendendir dil anne.”



***
 “HASTA ANNELER ÜLKESİ” NİN ŞAİRİ-1


Bâzan bir şiir ve nesir tek başına bir mevzuu kitap çapında ihata eder ve gayesine sonuna kadar sektirmeden yürür. Mevzuun ana fikrini ve duygusunu en neşideli, en hüzünlü ve en kesif cümle veya mısralarla ifade eder, okuyanın yüreğini ve dimağını çepeçevre sarar. Böyle bir metni okuyan, mevzuun mâna, duygu ve hadiselerini kare kare yaşamanın hazzına erer.

Şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın “Hasta Anneler Ülkesi” adlı şiiri bu hususiyetleri bütünüyle taşıyan ve adıyla, mevzuuyla, mısralarıyla ilk kez yazılmış bir şiirdir. Şair, daha önce ifade edilmemiş, birbiriyle bütünlük içinde tutuk yapmadan, akıcılığını sekteye uğratmadan fikrin ve duygunun âhenkli bir şekilde tecessüm ettiği hüzünlü bir şiir meydana getirmiş.

Şiir, hasta bir anneye yazılmıştır. Şair oğul annesiyle geçen çocukluğundan bu yana hâtıralarını, duyuşlarını, hayata bakışını annesinin varlığıyla bütünleştirerek anlatıyor. Şiir ustaları okuyunca takdir edeceklerdir ki “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri son zamanlarda yazılmış en yeni şiirlerden biri olup, şiirdeki çağrışımlar ilk defa Hasan Ejderha’nın elemli mısralarıyla ifade ediliyor. Şiirin gücü, ölümün yoklaması muhtemel olan ânları yaşayan hasta annenin varlığı, şair oğulun yüreğinden fışkıran merhamet, sevgi ve hüzün yüklü mısra kalıplarına dökülüşündedir:

“Hasta anneler ülkesinde yetimdir yüreğim / Üşüyeceğim anne baksana yüzüme / Ellerim ve yüreğim ve aklım üşüyecek / Düşleyecek ne varsa düşledim / Şimdi hasta anneler ülkesinde bir prensim / Dersim, annemin gözlerini ezber etmek / Okumak ne varsa orada.”

Hz. Veysel Karâni’nin kavuştuğu bütün ihsan ve manevî dereceler hasta annesine yaptığı iyilik sebebiyledir. Şair oğul, âdeta Hz. Veysel Karani gibi bütün hayatını bakıma muhtaç hasta annesinin üstüne kuruyor. Hasta anne, şair oğulun hayata tutunduğu kuşatıcı bir kadındır. O bakımdandır ki şair, hasta annesi için bütün fedakârlıklara hazır bir mümin davranışı içindedir. Hasta annesine bakmak, şair için her türlü dünya lezzetinden ve kendi hususi hayatından önemlidir:

“Ankara’da bir hastane avlusunda / Biriktirdiğim göz yaşlarıma karıştırmak okuduklarımı / Dilekçemi sunmak, uyuşan dizlerimden çekilen kanla / Canla başla biriktirdiğim umutlarıma bir yenisini katmak / Haykırmak içimin derinliklerine sonra / Annemin elinden öptüğüm duaların üstüne / Tüm bunların umutlarımı, göz yaşlarımı koymak / Doymak, anne bakışlarının en derinine.”

Şair, “Hasta Anneler Ülkesi” başlığıyla çoğul bir çağrışım yaparak, ülkesinin bütün hasta annelerini veya dünyanın her yerini kastetmiş de olabilir. Duygularını keyfiyet ve kemmiyet olarak yalnızca kendi hasta annesi ile sınırlandırmak isteseydi şiirinin adını “Hasta Annem…” şeklinde koyabilirdi.

Şiirde sıkça kullanılan “Ülke” kelimesi vatan, memleket anlamına gelse de, şaire göre annelerin hasta olarak yaşadığı hüznün veya ölümün mukadder olduğu bir süreçtir. “Hasta Anneler Ülkesi” başlığı dar mânada bir hastanedir. Fakat şairin, yüreğini kanatırcasına kastettiği geniş mâna olarak bütün hasta annelerin elem ve hüzün zamanını yaşadığı, sevgi ve merhametlerinden ayrılamadığımız annelerin hasta olarak kaldığı bir mânada ağır dünya ezasına tâbi tutulduğu acı çektiren zamandır. Şair, şiirin adıyla aynı zamanla bütün anne ve çocukların sevgi üzerine kurulmuş bir hayata göndermeler yapıyor:

“Zayıf ferine aldırmadan gözlerinin, bebekliğimi görmek orada / Bir tebessümle büyüyüp, aldığım şefkati iade etmek cömertçe / Mertçe yaptığım sokak kavgaları dönüşü ve bir bisikletten düşüşü / Dizimdeki yara ile anneme sunduğum acıların / İleri ki yaşlarda çektiğim sancıların, anne şefkatiyle tedavisinin / Bedelini öder gibi, sunmalıyım kat kat şefkati / Bayatî bir şarkıdan alınmış bir mısraı ya da hüzzam bir faslı / Dinler gibi geçmeli çocukluğum gözlerimin önünden.”

Şair oğul, hasta annesinin başucunda ıstıraplı duygular yaşamaktadır. Yüreği olan her insanı hüzünlere gark’edecek mısralarla bu duygularını ortaya koyuyor. Hasta annesinin, bilemediği kaderi karşısında Kur’an-ı Kerim’in “Sizi hastalıkla, belâ ile imtihan ederiz” âyetlerine ters düşmeden, fakat yer yer çocuk zamanlarını hatırladığı son derece yüreğe dokunucu duygularla isyanları da vardır:

“Hasta anneler ülkesinde ölmekten korkarım / Her yer soğuk donarım / Lakin yüreği sıcak, ıpılık bakar gözleri annemin / Ninemin saçlarını mı almış ne, apak / Korkarak bakışımdan, ben bile ürkerim, saçlarına annemin / Ninemin gidişi gibi ele sallamakta beyazlığı / ‘Saçları ak olunca nine olur anneler / Nine olunca ölür anneler’ diye bir söz duymuştum / Hayır! Ben uydurmuştum, yok böyle bir söz / Öyleyse içimdeki köz, neden yanar habire.”

Şairin bütün yürek gücü annesinden neşet eder. Hasta annesiyle yaşadığı çocukluk hâtıraları bir film şeridi gibi çarpıcı, anlamlı ve daha önce söylenmemiş mısralarla dile getiriyor. Hayatındaki mutlulukları, sevinçleri, üzüntüleri, yaşadığı çevreyi ve akrabalarını annesi üzerinden tasvir ediyor. Her şeyi çok sevdiği annesinin eteğine tutunmuş, onun sıcaklığına sığınmış ve hiç büyümeyen bir çocuk duygusuyla anlatıyor:

“Sedire uzanmış babam neden kaygılı ve üzgün / Dünyanın bütün anneleri hasta gelir bana / Dayana dayana biriktirdiğim acılar ve sancılar / Birlikte saldırır bütün azalarıma / Neden acı çekilince bitmez, dayandıkça birikir / Zikir çeker dervişler gibi kaplar ruhumu cezbe / İzbe bir köşesinden odanın ağlarım göklere ve yere / Annelere adanmış şiirler söylemeliyim ve bebeklerine hasret annelerine.”

Şair oğulda mâzi bütünüyle annesinin kuşatıcı varlığıyla aynîlik kazanmıştır. Şairin mâzisi, anne ve onun etrafında gelişen bir hayattır. Köyde, kırda, bağda, bahçede ve tarlada annesi, kucağında yaşanılan bir sinegâhtır. Annenin dili, eli ve gönlü hayatın her ânında bir çekim merkezi durumundadır. Şair, bir gurbet hastanesinde hasta annesinin başındayken sık sık annesiyle birlikte geçirdiği mâziyi hatırlar. Çok anlamlı ve ilk kez söylenilen destansı mısralarla dile getirir annesi üzerinden görüp yaşadıklarını. Zaman zaman annesinin hasta olmadan önceki neşideli yıllarına gönderme yapar, coşkulu günleri arar ve hayata çocukça bir duyguyla sitem eder:

“Hasta anneler ülkesinde kalmaktan korkarım / Yakarım yarım kalmış bir şiiri annemin hatırına / Annemin hasta kartına notlar alan hemşireyi / Kaç mısra ile yazabilirim ki?/ İki satır reçeteyi on günde yazan doktoru ya da / Rüyada bile olsa koşsaydım annemle, ayaklarını görürdüm / İşte o zaman annem de hürdü, ben de hürdüm / Şimdi gördüğüm, varla yok arası ayakları annemin.”


Şairin annesine bağlılığında, Batılı toplumun hastalıklı ve bastırılmış “anneye dönüş” psikolojisiyle benzerlik yoktur. Annesine olan sevgisinde ve onun muhtemel yokluğunda hissettiği düşünceler İslâmî akidelere ters deği, bilâkis inançlarına bağlıdır. Şiirinde, anneleri ölen çocukların duygularını yansıtırken, varlığına bağlanılan bir insanın ölümü karşısında “hiçlik”, “çırpınış” ve “çâresizlik” duygusu yoktur.

Duygularını mısralaştırırken ayağını yere sağlam basıyor ve inanç merkezini kaybetmiyor. Annelerin ölümü ve ayrılığı karşısında iki ucu açık bir sonsuzluk anlayışı vardır. Yâni çocukların, anneleriyle ahrette buluşacağına dair sevinçleri mısraların zımnında mevcut. Şair, anneleri ölen çocukları bu inançla teselli ediyor:

“Amin diyerek sonunda, öğrendiğim duaların hepsi anneme şimdi / Bir Hüseynî şarkı gibi / Ağıtlar yakar annenin biri / Çalışmaz ayağı ölü ayakları gibi, oysa yüreği dipdiri / Annem yatar başucumda, bakarım / Annemin yüreğiyle anneme ağıtlar yakarım.”



***
KUŞ DONUNA GİRMEK

İslâmî veçhe kazandırılan Türk menkıbelerinde velilerin, erenlerin gökte ve yerde kuş donuyla dolaştıkları anlatılır. Kuş donuna girmek sûret olarak değil, mâna yönündedir. Değişik mekânlara, yüce katlara, ulu zatların huzuruna, halkın arasına başsız ve ayaksız varmak mânasına gelir. Ermiş ve ulu kişilere has bir hâldir.

Ahmed Yesevî Hazretlerinin turna kuşu donuna girip Türkistan’ı bir uçtan bir uca dolaştığını manzum menkıbelerden öğreniyoruz. Turna kuşu, Hazret-i Ali Efendimiz’in sembolüdür. Pir Sultan Abdal’ın mısralarında icazlı bir şekilde ifade edilir: “Hazret-i Şah’ın avazı / Turna derler bir kuştadır.”  

Horasan erenlerinden Abdal Musa’nın “Ali oldum, âdem oldum bahane / güvercin donunda geldim cihâne” ve Şah Hatayî’nin “Güvercin donuna giren / Pervaz olup göğe ağan…” mısralarında Hacı Bektaş-ı Veli Hazretlerinin kuş donuna girip mâna âleminde dolaştığı söylenir.

Şerh ustalarına göre, “Kuru idik yaş olduk ayak idik baş olduk / Kanatlandık kuş olduk uçtuk elhamdülillah” mısralarında Yunus Emre Hazretlerinin, şeyhi Tapduk’un kolunda mânevi yolculuğuna kuş donuna girerek çıktığı anlatılıyor.
                                                                                                                                            

Sualimiz şu: Modernizmin ifsadından kalbi ve dimağı lekeli olan bizler, modern câhiliye donundan çıkıp hangi kuşun donuna girmeye tâlibiz? Don değiştirmeye, yâni Ali Hocam donuna girmeye cesaretimiz ve tâlimimiz var mı?  

***
EY İNSANLAR KUŞ DİLİ ÖĞRENİN!


Hz. Süleyman tahta geçtiğinde, yâni peygamberlik ve hükümdarlık makamına çıktığında ilk sözü “Ey insanlar bize kuş mantıki, kuş dili öğretildi!” olmuştur. Tasavvuf âlimlerine göre, kuş dilinden kinaye peygamberliğini anlatmış oluyor ve Allah ilminin yoluna işâret ediyor.

Kuş dilini bilmesi bir mucizedir. Bu sâyede kuşların hislerindeki münasebetleri sezecek kadar uzaklardaki cüz’i şeylere nüfuz edecek bir idrakle “uçma” ilmi öğretilmiştir.

Tasavvufta kuşların her biri insan karakterlerini temsil ettiği gibi, kuş dilini bilmenin bir başka mânası tasavvuf yoluna girmektir.

Kuş dilinin sırrı Yunus Emre Hazretlerinin mısralarında manzumlaşmıştır ki, modernlerin gözünde okumuşluğu olmayan ninelerimizin dilinden ezbere okunurdu:

Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat marifet ondan içeri
Süleyman kuş dilin bilir dediler
Süleyman var Süleyman’dan içeri.

Pir Sultan Abdal’ın,

Bir kuş gördüm ayakları çizmeli
Seyyah olup şu âlemi gezmeli
Dört kitabın her ismini yazmalı
Onu bilen bu cihanı fark eder
Bir kuş gördüm ayağında nali var
Kendisi bir, iki tane dili var

Mısralarında kuş sembolüyle Hz. Süleyman kastediliyor.

Dîvan ve Tekke şiir geleneğini sürdüren Tanzimat Dönemi şairlerinden asıl adı Ahmet Edip olan Harabî’nin mısraları kuş dili üstüne duygularımı mest eder:

Bu sözleri sanma her insan anlar
Kuş dilidir bu Süleyman anlar
Bu sırrı ârifan anlar
Çünkü câhillerden pinhan eyledi.
 
Diyor ki: Kuş dilini, yâni mâna âleminin sırrını ârifler anlar, avam bilmez.

Modern zaman insanları aşktan çok bahsederler fakat “aşkın dili kuş dilidirdiyen ehl-i irfana kulak vermezler. Kuş dilini bilen âşıkların gönül kuşunun dünya tuzağına düşmeyeceğinden haberdar mıdırlar?




***
KUDDÜS KUŞU GİBİ MÜJDE GETİRİN, 
KARA HABER DEĞİL


Dostlarımıza, Ali Hocam’ın maddî gurbetten ne zaman döneceğine dair Kuddüs kuşu gibi iyi haber getirin, müjde verin demiştik. Dostlarımız ise kara haber veriyorlar. İlk gözağrım şair Hasan Ejderha dostumuz, “Hocam Gelmeyecekmiş…” başlıklı nâmesiyle yüreği yaralı bu fakirin yüreğine su serpmek yerine, elem ateşleri atmış:

“Hocam gelmeyecekmiş abi.

O kadar emekle bir türlü kemalata ulaşamayan bizlerin acınası hâlini daha acınası duruma düşürmemek için gelmeyecekmiş. Diğer taraftan “suyun öte tarafında iş yok” sözünüzün aslının olmadığı, suyun öte tarafında, köyden gelip pazarda yetiştirdikleri ürünleri satan teyzelerin, emmilerin umut verdiği müşahede edilmiş. Eğer yolun o tarafa düşerse, suyun öte tarafında badem ezmesinden ciğerin en hasına kadar türlü yiyecekler varmış.

Hocam gelmeyecekmiş abi.

Hocam, Selimiye Camii’nin yan sokağından, garp tarafında doğru yetmiş adım gidince sağdan üçüncü sokağın başından sonra yedinci, sokağın öbür tarafından girilince de kırkıncı ev olan evi satın almış ve oraya yerleşecekmiş. Eğer o tarafa yolu düşen olursa, çerçevesi turkuaz, koyu yeşil kapı bu evin kapısıymış. Kemalata erememiş bizlere o kapı açılır mı onu bilen yokmuş.

Hocam gelmeyecekmiş abi.

Hep payitaht da oraya buradan daha yakınmış. Ayasofya açılınca, dünyanın her tarafından gelecek Müslümanlar saf tutunca, cemaatin tâ oralara kadar ulaşacağı için, Selimiye’nin yanından safa durup Ayasofya cemaati ile namaz kılınabilecekmiş.

Hocam gelmeyecekmiş abi.

Burada politikayı İslâm’ın helâl siyaseti sanan bizlere doğrusunu bir türlü anlatamadığı için bizlerden umudu kesmiş.”


***
KUŞ KADAR AŞKIMIZ VAR MI?



Tasavvufta insana ait hâl ve kavramların kuş sembolleriyle anlatılması edebiyatımızın güzelliğine derinlik kattığı gibi, mâna dilimizi de derinleştirmiştir.

Tasavvuf şiirinde bülbül âşık, gül de mâşuktur. Bülbül ilâhî aşkla yanan can ve ruhun timsalidir. Ten kafesinin içinde uzak kaldığı ilâhî sevgilisi’nin, yâni gülün hasretiyle feryat eden, Allah’a ulaşma arzusuyla yaşayan bir âşıktır.  

İbnü’l Arabî Hazretlerinin, “Kuş Kadar Aşk” sözleriyle “Hak âşığıyım” diyenlere sorduğu soru her âşığın altından kalkacağı bir hâl değil. Mânevî ciheti çok ağır olan bu sualin muhatabı olacak mertebede değilim ama, okurken cezbeye kapılırım:

“Yerde yatan kuşu düşünmem ben. Acıyla havalanan âşık kuşun kalbine dalarım. Avcılar dişi kumruyu vurunca, bunu gören erkek kumru kendi etrafında fır dönerek havaya iyice yükselir, gözden kaybolurmuş. En yükseğe varınca kanatlarını kapatır, başını yere çevirir ve çığlıklar atarak kendini yere bırakır sonra paramparça olurmuş. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığıdır. Peki, Allah aşkı uğruna senin tavrın nicedir?” (“İlâhî Aşk” kitabından)

Şeyhülekber’in sualinden anladığımız şudur: Âşık odur ki, Allah’ın ismini tesbih eden kuşlar gibi aşkında saf ve mert olandır.

Kendimize sormamız gereken şudur: Bülbül, aşkıyla mâşukunu buldu, ya biz modern insanlar kaybettikleri mâşuklarını bulabildik mi?

“Kuş kadar aşkımız” var mı? Kuşun aşkı uğruna yaptığı fedakârlığı yapacak bir gönle sahip miyiz?




***
PENCEREMİZE KUDDÜS KUŞU KONSUN


Yusufçuk Kuşu da denilen Kuddüs Kuşu iyiliği, akl-ı selimi, irfanı, mâsumiyeti sembolize eder. ehl-i irfan, kumru ve güvercin olarak da bilinen Yusufçuk Kuşu’na “Ya Kuddüs” diyerek öttüğü ve Allah’ın bu ism-i âzamını tesbih ettiği için “Zikreden kuş” demişler. Kuddüs ismi; Allah’ın her türlü hatâ ve eksiklikten tertemiz ve arınmış olması mânasındadır.

Bir gün Bediüzzaman Hazretleri’nin penceresine bir kuş konar. Kuş, üstad hazretlerine dikkatlice bakmaya başlar. Kumruyu bir mâna habercisi olarak görür. Kendisinden dinleyelim:        
    
“Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur oldum, Ceylan’a dedim: ‘Pencereyi aç; o ne diyecek? Girdi, durdu, tâ bu sabaha kadar… Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah kapıyı açtım, baktım, ‘Kuddüs Kuddüs’ zikrini yapan bir kuşu odamda gördüm. Gülerek, ‘Bu misafir niçin geldi?’ dedim. Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum, ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakika sonra geldim, o misafir kayboldu. Bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: ‘Ben bu gece gördüm ki, Hâfız Ali’nin kardeşi yanımıza gelmiş.’ Ben de dedim: ‘Hâfız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek.’

Aynı gün iki saat sonra çocuk, ‘Hâfız Mustafa’nın geldiğini, Risale-i Nur’un serbestiyesinin müjdesini ve mahkemedeki kitaplarımı da kısmen getirdiğini’ söyledi. Acaba emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acip bir sûrette, hem Kuddüs kuşu garip bir sûrette gelip bakmasının, sonra kaybolmasının ve masum çocuğun rüyası tam tamına çıkmasının, Risale-i Nur’un Hâfız Mustafa gibi bir zâtın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki, bir beşaret-i gaybiye olmasın?” (Emirdağ Lâhikası, “Burdurlu Hâfız Mustafa’ya Hitabdır” bölümünden)

“Kuşlar gibi tevekkül içinde olmak”
                                  
Kuşların hallerinden bu mânayı çıkaran Bediüzzaman Hazretlerinin yaşadıkları, irfan medeniyetimizin zemini olan tasavvufta kuş motifinin niçin çok yer aldığını anlatmaya yeter. Çünkü kuşlar, ötmesi ve narin yapılarıyla müminler gibi zikreden yaratıklardır. Elbette bu benzetme maddî değil, mânevîdir. Kuşlar, rızkına râzı olan, nimette fazlasını aramayan, dolayısıyla dervişler gibi mütevekkildir. “Kuşlar gibi tevekkül içinde olmak” sözü bundan kinayedir.

Resûller Resûlü Efendimiz’in, “Sizler Allah’a gereği gibi tevekkül etseydiniz, sabahleyin aç çıkıp akşamleyin tok olarak dönen kuşu rızıklandırdığı gibi, elbette sizi de rızıklandırırdı” buyurması, tasavvufî cihetiyle kuşların rızıklarının kendilerine gelmesini beklemediği, rızıklarına kendilerinin gittiği mânasına gelmektedir.

Dua edelim de penceremize Kuddüs Kuşu konsun; Ali Hocam’ın geldiğini müjdelesin.





***
ŞİİRİMİZ KUŞ ŞİİRİ


Kuş sesinden rahatsız olanı duymadım. Çünkü kuş, at gibi faydalı ve mânen insan gönlüne en yakın varlıklardandır. Sofralarımıza yalnız kuşlar dâvet edilir.  Milletimiz kuş motifini hem menkıbevî, hem de bir canlı olarak çok sever. İsrâ sûresi 44. âyetinden çıkarılan tasavvufî yorumlardan kuşların kendi dilleriyle Yaradan’ı tesbih ettiklerine inanmış ve gönülleri hep kuştan yana olmuştur.

Bu ulvî anlam dünyasından dolayı tasavvufî şiirimizde, hikâye ve masallarımızda kuş sembolü çokça işlenir. Tasavvuf edebiyatımız bir baştan bir başa derviş veya sâlik mânasında kuş teşbihiyle doludur.

Kültürümüzde en çok kuş motifli dinî kıssa, hikâye, masal ve menkıbeler yer alır. Müslüman ceddimizin menkıbe ve hikâyelerinde, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Dönemi’nin bir kısım ediplerince edebiyatımıza sokulan kurt motifleri yoktur. Kimse birkaç göbek önceki nenelerinin, dedelerinin dilinden kurt motifli dinî bir kıssa ve hikâye duyduğunu söyleyemez.

Dîvan Şiiri’nde kuş mazmunu hayli zengindir. Bülbül, Hüma, Anka, Simurg… "Pâdişâhın kolunda gezip, onun elinden yem yiyen doğan kuşu" olarak adlandırılan Kanûnî döneminim şairi Hayâlî’nin “Etmezem gülzâr seyrin bülbül-i şeydâ gibi / Meskenim Kâf-ı kanâ'at olalı 'Anka gibi” beyti, sembol dünyamızda yer alan kuş mazmunlu şiirlerden biridir. 

Dünden bugüne gönlü merhametle demlenen şairlerimizin kuş üstüne mısraları yüreğimin üstünde çokça kanat çırpar. Bahaettin Karakoç’un kuş üstüne yazdığı “Avcı kuşlar yanlarında azık taşımaz / Her yerde rızkları karşılar onları / Kış geceleri içime çekilince hayâller kurarım / Arada bir konuğum olur dostum Puhukuşu / Bilgece büzülüp düşünür, dinlerken başını sallar” mısraları dilimden düşmez.

“Davet ettik Yunus’u / Soframız kuş sofrası” diyen “Kuş şairi” Ali Akbaş’ın “Kuşlar geçer katar katar / Katılır ben de giderim / Kolumu kanat ederim” mısralarını çokça okurum.

Bir zamanlar kuşlara tüfek çeken avcı bir şair iken, “kuş şairi” olmayı hak eden Hasan Ejderha’nın kuşlarla dost olmak, onların gönüllerini almak için yazdığı mısralar kuş şiirimizin en dokunaklı ve sanatlı misallerindendir:

“Bakışların kuş olsun çocuk / Seninle kuşları konuşalım / Ben küçükken yavrum / Çok kuş yuvası bozdum / Bu yüzden konuşalım seninle / Bak dinle / Seninle kuşları konuşalım /  Koşalım sonra dağ-taş / Yavaş yavaş yapalım / Yuvalarını kuşların / Bakışların kuş / Yuva olsun kaşların / Çocukların cümlesine / Kuş diyelim seninle / Belki de kuş olur / kanatlanır bütün çocuklar…” mısraları irfanımızda kuşun, sevgiyi de aşarak sembol dünyamızda ne denli yer ettiğini gösteriyor.

Onun şiirlerinde kuş sembolü son derece zengindir. Yüreğinin bir parçasıdır kuş: “Çocuklar ülkesidir bir yanım / Bir yanım kuşlar ormanı…” 

Kuş sembolünü çocuk diliyle konuşturan mısralar ilk kez onun şiirlerinde yer almıştır: 

“Kuşlar çamaşırlarını nereye asar? / Ağaçlarda mı uyurlar geceleri?” mısralarıyla çocuğun iç dünyasında duyarlı kuş hayâlleri oluşturarak kuşlardan affını dileyen bir şairdir o.


Hâsılı, millet olarak kuşu sever, gönlümüzle bir tutarız.




***
YÜREĞİM YUSUFÇUK KUŞU


Gönlümüzü iyilik ve merhamet yönünde tâlim ettiren şu kıssayı milletimiz çeşitli veçhesiyle sevmiş ve şifahî kültürümüzün en çok anlatılan hikâyesi olmuştur.

Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılırken kumru kuşu olanları yüreği kanarcasına görüyor ve zâlim kardeşlerin büyüğünün “Yusuf’u tutun kuyuya atın” sözünü duyuyor.

Dinî kıssaların içinde kuyu vak’ası olarak adlandırılan bu hüzünlü vak’ada Hz. Yusuf’un mâsumluğu ve mazlumiyeti sembolize edilir.  Zâlim kardeşin dehşet veren sözü kumruların dilinde insanlar yaşadıkça ibret olsun diye söylenegelir. Müslümanlar içinde Türkler kumrulara “Yusufçuk Kuşu” demişler. Kumrunun, yâni güvercin etinin dinen olmasa da yürek safiyeti yönünden haram olduğuna inanmışlar.

Yusufçuk Kuşu hikâyelerini dinlerken duygulanırım hep. Duymayanlar için anlatmak istiyorum:

Üvey ana elinde Yusuf adlı bir çocukla ablası varmış. Evden uzak yerlerde koyun otlatırlarmış. Bir gün oyuna dalmışlar, akşam olmuş ve koyunlar kaybolmuş. İkisi de analık korkusundan “Allah’ım bizi ya taş et, ya kuş” demişler. Koyunları ararken birbirlerini kaybetmişler. Hem kardeşi Yusuf’u, hem koyunları arayan abla dağ tepe durmadan haykırmaya başlamış: “Yusuf koyunları buldun mu...?”

Yürekleri dağlayan bir nidaya dönen bu haykırışla sabah olmuş. Otlakların bir yerinde Yusuf’u ve koyunları birer taş olarak bulmuş. Abla da kederinden kuş oluvermiş. İşte o hüzünlü zamandan beri kuş olan ablanın haykırışı hiç kesilmemiş. “Yusuf, koyunları buldun mu?”
   
Evimin balkonunda ne zaman bir Yusufçuk Kuşu görsem, Necip Fazıl üstadın “Yusufcuk Hikâyesi” aklıma gelir ve yüreğimi ulvî bir hüzün sarar:

“Benim ismim Yusuf... Bu ismi bana bir kuş taktı. Ağaçlık bir yerde oturuyordum. Öylesine dertliydim. Kulağıma bir ses geldi: ‘Yusufcuk, Yusufcuk!’ Ses bana doğrudan doğruya ‘Yusufcuk’ diye hitap etmiyordu. Dünyada ve benim hâlimde kim varsa her birini ayrı ayrı öz ismiyle çağıran bir ses: ‘Mehmetçik! Ayşecik! Osmancık! Sonradan bana bu kuşun ‘Yusufcuk’ ismini taşıdığı söylenince, öz adımı tanımaz oldum. Yusuf bendim. ‘Yusufcuk! Yusufcuk!’ Annemi öldürmeye gidiyorum, kuş yolumu kesiyor: ‘Sakın ha, sakın ha!’ Ne kadar cinayet ve maddî ne çapta perişanlığım varsa muhasebe saatinde kuş hazır:

‘Çok yazık, çok yazık!’ İçimden bu kadar merhamet, niyaz ve ihtar tüten bir ses işitmedim. Üç heceli ve her mânaya yatkın bir çığlık: ‘Gel etme, gel etme!’ Bir parçam, öbür parçamın dizilerine kapanıyor ve ebedler boyu ağlamak istiyor. Kuş hemen tepemde: Hep ağla, hep ağla!”

Bundandır ki âhir ömrümde saraylara pâdişah değil, gönüllere Yusuf olmak isterim; dağda kurt değil, kuyu başında Yusufçuk kuşu olmak dilerim.


***
“GÜNDE BEŞ VAKİT ŞAİR” OLMAK



Şair Memduh Atalay, Türk’ün ruh köklerini inşa eden Anadolu mutasavvıflarının risâleleriyle hâlhamur olunca, mısraları hem mazrufuyla, hem edebî zarfıyla kalp ve dimağı bir iksir gibi kuşatıyor. Sivas’ın türküleri gibi vecd ve hüzün üzere kelimeler devşirince yürekten, “Günde beş vakit şairim ben” demeyi hak ediyor.

“Günde beş vakit şairim ben” mısraı İslâm’a olan aidiyetin istiğrak hâlindeki ifadesidir. Şair, hâl ehli olunca “günde beş vakit” şiirle hemhâldir. Bezm-i elest’ten sonra kendini dünyada gurbetçi bildiği içindir ki şiirin, yâni “bilme, tanıma, anlama” yolunun tâlimini yapmaktadır.

Şairin tâlimgâhı Şemsi Sivasî ve Sivas’ın yirminci asırdaki fikr ü irfanı, mürşid-i kâmili, gönüller yapıcısı Gavs-ı âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî Efendi gibi şiirin künhü olan kapılar olunca elbette “günde beş vakit şairim ben” diyecektir.

“Günde beş vakit şair” olmanın kaynağı, günde beş vakit okunan ezandır, günde beş vakit kılınan namazdır. Dinimizde bu “vakitler” Müslümanın yerine getirmesi gereken vecibeler olmasının yanında şuara ve üdebâ sınıfından olanların da kalp kulağını açık tutup yöneldiği, şiirine çağrışımlar topladığı ve mâveraî hakikatlerden içine ilhamlar doğduğu ânlardır. Şair dolayısıyla bu “vakit”lere bağlı bir “hâl” içinde mümin olma vazifesini aynı zamanda şair olarak da yerine getiriyor. Şairliğinin gücü ve şiirinin ilham kaynağı bu “vakit”lerdedir.

“Günde beş vakit”, mümin için olduğu gibi, şair için de mâsivadan uzak, şuurun en açık ve kalbin en cilalı bir ayna olduğu vakitlerdir. Bu “vakit”lerde kalbe ve dimağa yansıyan ilhamlar kesbî değil, vehbîdir. Daha alt dereceden söylemek gerekirse, bu “vakit”lerde şairin derûnuna denî ve şeytanî ilhamlar gelmez.

“Vakit”, mâzi ile istikbâl arasındaki zaman aralığında insanın içinde bulunduğu ândır. Gönül dünya ile meşgûl olunca vakit dünyadır, yâni “denî” bir zamandır. Gönül, ukba ile meşgûl olunca vakit de ukba olur. Öyle ki, insana gâlip gelen “hâl”, insanın içinde bulunduğu vakittir. “İbnülvakt”, yâni vaktin oğlu, içinde bulunduğu âna göre mânevî olanla iştigâl edendir. Şair de “ibnülvakt” olmanın gayretiyle “Günde beş vakit şair”liğini bu istikamette ilerletmeye çalışıyor.

Şair, mâna âleminden topladıklarını terkipleştiren, kalp ve dimağı bütünüyle aşka kesilen bir ehl-i dildir. Anadolu’nun yanık yüreğine dair heybetli şiirlerin sahibidir: “Ben yufka yürekli çoban, Osmanlı çıbanı / Senin atladığın sayfalarda bir soruyum / Ben bir suyun yanan ıssızlığında / Yetim topraklara akarım, şair gönüllere / Öperim her gece yıldızların alnını...”

“Sen, Ben, O, Biz Hafız” şiiri onun beş vakte ayarlı şair olduğunun delâletidir. Beş vaktin çağrısından uzaklaşan Müslümanların dünyalaşmasına dayanamayan vicdanını cemiyetle birlikte âdeta sorgu kapısındaymış gibi konuşturur: “Kıravatlı bir işgal minberde başlamışken / Ağlayan bir Cuma ne söyler sana hafız / Melek miydi aradığın, kaçtığın melek senin / Yakanda Osmanlı tuğrası kanatır içini hafız / Yenilgi budur işte, uzak kalışın özrüdür / Sesin sana döner kalbin hesap görür hafız / Eşya bir kötü baykuş haberi karadır hafız / Hurmalıksa hicretin, yüreğin yaradır hafız / Ellerin uzanırken kadîm memnu meyveye / Seccaden dürülür yüzünde tırnak yarasa hafız / ‘Ben de sizden biriyim’ demekle olunmaz ki / Çeşmende tuzlu su, bitmez susuzluğun hafız / Her sahiplik yeni bir köleliğin resmidir / Bedeli hâlâ enkazda ışıldayan aşktır hafız / Bir kez Allah dese aşk ile lisan hani yaprak gibi / Bir Ömür demeden denmez denmez bir Allah hafız / Gönül kârda dil yârde yenilgi içte hafız / Biz aşkı kaybetmiş mücrim kullarız hafız / Şehir yıkanır sâla ile üstümüzde dünya kiri / Dar zamanda dar yerde kirli gideriz hafız / Oyuncaklar çoğaldıkça ağlayan kalbin senin / Ebedilik mi oyun mu suda kaybolan iz hafız / Bunca varlık değil mi, gönlün gitmeyen darlığı / Yunus nice derviştir, Ethem nice sultan hafız / Bir gölgelik yolculuk sırrı paslanmış ayna / Emaneti değiştin bir anlık bir oyuna hafız / Nasılda benzedin kuruyan bir ırmağa / Sende yaralarımı kanatmaya geldim hafız / Güvercinler gözyaşını konar câmi avlusunda / Mağarasında kokar ölüler sen, ben, o, biz hafız.”

Türkmen atalarının geleneklerinden tevarüs eden cezbeli mizacıyla her ehl-i ilim ve ehl-i irfanın kapısında diz çöküp mâna ve hakikat yolunu soran vecidli bir fikir adamıdır. Sivas’ın tarihî kimliği, hüzünlü türküleri onun şahsında tecessüm eder. Dilinden dökülen her kelimeyi işittiğimde, Selçuklu sultanlarına ikametgâh olmanın verdiği tarihî cerbezenin yanında Moğol haramîlerinin zulümlerine muhatap olmuş Sivaslı bir alpereni dinlemiş gibi olurum.

Çabucak kanarım onun celâdetli belâgatına ve üslûbuna. İslâm tasavvufunun imbiğinden geçmiş şiirli konuşmalarıyla onda ehl-i beyt’e bağlılığın izlerini görürüm. Onunla dili dilimden, dini dinimden, özü özümden bir Müslüman Türk insanıyla kucaklaşmanın hazzını yaşarım her defasında.

Benliğimi sarıveren ve yücelerden seslenen celâlli bir şairdir çok zaman. Bâzan, Sivas’ın pîrleri gibi geçmiş zamanlara götürür insanı. Kimi zaman yakın tarih halk âriflerinin hâtıralarını naklederek, Anadolu insanının vicdanında yara açmış devletlûnun millete yaptığı zulümleri hafızama nakşeder.




***
MARALLAR OYMAĞINDA 
BİR CEYLANLA OTURUP AĞLAYAN ŞAİR

Marallar oymağında bir ceylanla oturup ağlayan şairin hikâyesini bilir misiniz? Geçmiş aşk çağlarından bir hikâye değil, şimdiki zamanda yaşayan şair Hasan Ejderha’nın mâna olarak yaşadığı, sonra “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak” adıyla mısralara döküp inşirah bulduğu bir ceylan aşkının hikâyesidir bu.

“Çok göresim geldi ay ceylan seni” diyecekti şair. Hıçkırarak ürkek ceylanın boynuna sarılacak, elleriyle zarif yüzünü okşayacak, yüreğinden sâdır olan gözyaşları ceylanın sabî yüzüne damlayacaktı. Ürkek ceylanın lâl olan bakışları şairin yaralı yüreğini daha da kanatacak ve "vururlar, vururlar seni ah ceylan!" diyerek ağlayacaktı.

Şairin marallar yurduna gitmek için tâlim yapması

Yeryüzünde kirli insan medeniyetlerinin ulaşmadığı uzak dağların ardındaki sahralarda zâlim insanoğlundan ayrı bir başına marallar oymağının yaşadığını atalarından dinlemişti şair. Yaratılmışlar içinde temiz fıtratlarıyla kötülük düşüncesini bilmeden yaşayan marallar oymağının sevginin ve paylaşmanın yürürlükte olduğu yurduna hicret edecekti.

Ceylan masumiyetindeki çocuklara savaş açan kötülerden uzaklaşarak alıp başını gidecekti. Görklü bir hayat süren maralların hayatına katacaktı şair yüreğini. Irmaklardan su içecekti ceylanlarla. Pak kalpli insanlığı katleden kıyıcı ve aşksız insanlardan kaçarak marallar oymağının konuğu olacaktı.

Bir zamanlar ceylan derisi kaplı kitaplar aşkına yazmış olduğu "Biz ceylan derisi kitapları kokladık" şiiri yüzünden kendini helâk etmiş, kırk kere nâdim olmuştu şair. Ceylanlardan af dilemek ve yok edilen merhamet hissini marallar oymağındaki bir ceylana anlatmak için gönül tâlim yapıyordu.  Rüyalarına giren ceylanla oturup pak kalpliliğe dair söyleşecekti yürekten; bezm-i elest’te verilen sözün üstüne ağlaşacaklardı. Kalbini ceylanla arıtacaktı. Rüyalarını anlatacak ve şiirlerini okuyacaktı hüzünlü diliyle. Marallar oymağı şairi dinlemek üzere saf tutacaklardı ürkek ve zarif duruşlarıyla.
                                                                             
Şairin marallar oymağına konuk kabul edilmesi

Diz çökecekti bir ceylanın önünde; “Kaçma ürkek sultan, zarif sultan / hasret kokan şiirlerimle geldim sana, ay ceylan” diye gözlerine bakacaktı. Ceylanın ürkek ve sabî gözlerinden gözyaşları döküldükçe, şair tutamayacaktı kendini, hıçkırarak ağlayacaktı. “Ay ceylan, yüreğimle geldim sana / kötülerden kaçıp senin cemâlinde aşk bulmağa geldim / Yüreğimi kavî kılmaya, pak kalpli aşklarda pişmeye geldim / sende beni bulmak için sana geldim ürkek sultan, zarif sultan” diyecekti. Şairin dilinden dökülen mısralar marallar oymağının yüreğini saracaktı. Onu konuk edecek ve kendilerinden sayacaklardı. Bunun üstüne şair marallar oymağına şiirler okuyacaktı bir daha.

Şairin maral ana efsanesi’ni anlatması

Af dileyecek, dostluklarını talep edecekti şiar. Kardeşliklerinin sembolü olarak onlara Ana Maral Efsanesi’ni anlatacaktı: Düşman kabile tarafından bütün fertleri yok edilmiş bir kabilenin mensubu bir kızla bir oğlanın yaşadığını gören düşmanlar onları da tam öldürmeye karar verirken, maralların ulularından Ana Maral çıkıp gelerek çocukların serbest bırakılmasını ister. Düşman kabile reisi: “Ne yapacaksın bunları?” diye sorar. “İnsanlar ikiz yavrumu öldürdü, bu çocukları evlat edeceğim, bunları emzirmek istiyorum.”

Düşman kabile reisi: “İyi düşündün mü? İnsan yavruları bunlar, büyüdükleri zaman senin yavrularını yine öldürürler.” Maral Ana: “Hayır, büyüyünce benim maral yavrularımı öldürmezler, onların anaları olacağım, onlar da benim çocuklarım olacak, insan öz kardeşlerini öldürür mü? Onları kimsenin bulamayacağı uzak bir ülkeye götüreceğim, serbest bırakın bu çocukları, memelerim dopdolu, sütüm öldürülen yavrularım için ağlıyor.”

Maral Ana çocukları yanına alır ve şöyle der: “Ben sizin ananızım, siz de benim çocuklarımsınız, sizi ormanla örtülü uzak karlı dağların koynundaki Isık Göl denilen yere götüreceğim, orada barış içinde binlerce yıl yaşayın, soyunuz, nesliniz çoğalsın, sizden gelenler ana dilini hiç unutmasınlar, analarının, babalarının diliyle konuşmaktan zevk alsınlar, ben gelecek zamanlarda hep sizinle olacağım.”
           
Peygamber Efendimiz’in ana geyiği kâfirlerden kurtarması

Marallar oymağı, kirli çağın kıyıcı yaratılmışlarından işitmedikleri bu kutlu efsaneyi anlatan şairi yurtlarına konuk ederek yüreklerini açacaklardı şaire. Marallar oymağının bir büyüğü, Peygamber Efendimiz’in maralların yaşlı atalarından bir ana geyiği kâfirlerden kurtarışını ve kefil oluşunu anlatacaktı:
           
Kâfirler, İslâm Peygamberi’nin, peygamberliğini âyan etmesini, mucize göstermesini istemek üzere huzura gelirler. İslâm Peygamberi, bir kâfir atının eyerine bağlı, iki gözü iki çeşme bir ana geyiği görüp “Şu geyiği çözün, benim peygamberliğimi açıklasın” buyururlar. Kâfirlerin reisi, “Biz o geyiği ne hallerde yakaladık, bırakalım da kaçsın mı?” der. Efendimiz, “Kaçarsa yerine beni tutun” diye buyururlar ve geyiği çözdürmeye râzı eder.

Yavru geyiklerin İslâm Peygamberi’ni görmek istemesi

Serbest kalan ana geyik, Allah tarafından dile gelerek İslâm Peygamberi’nin peygamberliğine şahâdet eder: “Yâ Mustafa, bir kara yüzlüyüm, çok cefa gördüm, Çin diyârından kardaşımı aramaya gelmiş bir garibim, Mekke dağlarına gelip kuzuladım, iki kuzucağım oldu, gizledim. Kuzularımı emzirmek için otlamaya çıkmıştım, bu kâfirler benim çevre yanımı sarıp avladılar, mecalim yoktu, kaçamadım. Bana şimdi bir gün doğdu, dağda bıraktığım yavrularımı ne yapayım, dişleri bitmemişti ki otlayalar. Yâ Resûlullah, yavrularıma ulaşayım, onları emzirip doyurayım, durumumdan haberdar edeyim” der.

İslâm Peygamberi’nin kefaleti ile ana geyiğe belli bir süre için izin verilir. Ana geyik ise yavrularına ulaşır, başından geçenleri bir bir anlatır. Bunu üzerine yavru geyikler ana geyiğe İslâm Peygamberi’ni görmek istediklerini söylerler.

Art niyetli kâfirler, verilen süre içerisinde ana geyik gelmesin de İslâm Peygamberi sözünden yalan çıksın diye gizlice tuzak kurarlar. Bunun üzerine Cebrail Aleyhisselâm, Allah tarafından görevlendirilerek tuzağa düşen geyiği tuzağıyla beraber alıp İslâm Peygamberi’nin huzuruna getirir. Kâfirler yaptıklarından mahcup olup imana gelirler ve ana geyik de muradına erer.


Bu kıssayı dinledikten sonra yüreği kavîleşen şair, “Âh marallar oymağı, ay ceylan! İyiler var, kötüler var. Ben iyi ve görklü insanların yüreği adına geldim sizlere. Yeryüzünün gökyüzüne bakan gözü Isık Göl yamaçlarından Anadolu’nun boz yeşil dağlarına kadar saf fıtrat ve güzellik üzere süren hayat hikâyenizi dinledim atalarımdan” diyerek geçmiş zamandan bir vak’a anlatacaktı Marallar oymağına:

Gazne sultanının yavru ceylanı bırakması

Zamanın Gazne hükümdarlarından Emir Sebüktegin bir savaşta yenilgiye uğrar. Gönlü viran, kalbi yaralı bir vaziyette yalnız başına Gazne’ye dönerken yolunun üzerinde yavrusuyla oynaşmakta olan bir ceylan peydâ olur. Okunu gerip tam fırlatacağı sırada acıdığı için vazgeçip yavru ceylanı canlı yakalar. Yoluna devam etmesine rağmen ana ceylan hükümdarı takip ederek feryat eder. Hükümdar, ana ceylanın yürek parçalayıcı hâlinden dolayı gözlerinden yaş döke döke yavru ceylanı bırakır. O günden sonra hükümdarın başındaki kara bulutlar dağılır ve her tuttuğu altın olur.

Daha sonra aynı hükümdarın kudretli ve gaddar oğlu Mahmud, omuzundaki iflâh olmaz ağrıdan dolayı kasavetini dağıtmak üzere aynı yerde ceylan avına çıkar. Bir ana ceylan ve yavrusu ile karşılaşır. Ayakları küçücük, gözleri kocaman yavru ceylanı yakalayıp kucağına alır, fakat ana ceylanın kımıldamadan durup titreyerek beklediğini gören Gazne Sultanı babasının başından geçen kutlu ceylan hâdisesini hatırlar ve yavru ceylanı serbest bırakır. O an vücudunu ilâhî bir titreme ve kalbini ilâhî bir heyecan sarar. Yüreğinden ılık bir şeyler akıp geçer. Sağ omuzundaki ağrı yok olur ve gözlerine karanlık gözüken âlem birden parlamaya başlar.

Şair ve marallar oymağının karşılıklı ağlaması

Bu söyleşiden sonra şair güzellikler ve yüce aşklar üstüne konuşacaktı bir ceylanla: “Kaçma ay ceylan, göğe eren / dört yanı harlı ateş olmuş aşkımla geldim sana” diyecek ve ağlayacaktı. Şairin yaralı yüreğine, aşklı mısralarına dayanamayan ceylan da ağlayacaktı. Sonra bütün marallar oymağı ağlayacaktı.

Bu hicretten sonra o şairin yüreğinde kuş, çocuk ve ceylanlar yuva yapacaktı. Kuşlar, çocuklar ve ceylanlar için, “Sevgim ve merhametim o kadar kuşatıcı ve bol olsun ki / hiçbir kötülük onlara uğramasın” diyecekti bütün şiirlerinde.
    


***
İKİ NESLİN BULUŞTUĞU DERGİ: YOLDAKİ KALEMLER


Semerkand Yayınları’ndan çıkan “Sokakbaşı” romanı ve Sage Yayıncılık’tan çıkan “Maraş’ın Cezbeli Gülleri”(otobiyografi) ile “Marallar Oymağında Bir Ceylan Oturup Ağlamak” (şiir) kitaplarıyla tanınan, Anadolu insanının hikâyecisi ve şair Hasan Ejderha’nın sahipliği ve yayın müdürlüğünde çıkan, daha önce söylediğimiz ifadeyle şirin mi şirin, samimi mi samimi, güzel mi güzel kültür, sanat, edebiyat ve fikir dergisi YOLDAKİ KALEMLER elektronik yahut internet dergiciliğinde beşinci yılını doldurdu.

İstanbul dergiciliğinin hâlâ merkez olarak kabul edildiği bir vasatta şiir, deneme, hikâye, makâle gibi edebî türlerin yer aldığı bu istikrarlı derginin okuyucuları ve kadrosuyla samimi bir birliktelik kurduğunu görüyoruz. Başarısı ve istikrarı bundandır.
Kıdemlilerle yola yeni çıkanlar, yâni iki kuşak bir arada YOLDAKİ KALEMLER’de yazılarını, şiirlerini, denemelerini okuyucu huzuruna çıkarıyorlar. İstanbul ve taşrada çıkan dergilerde pek görülmeyen bu birliktelik çok önemli. Derginin mümeyyiz vasfı da budur.  

AĞAÇ VE ÇİÇEKLERİN İÇİÇE OLDUĞU BAHÇELERE BENZEYEN DERGİ

Düşünün ki kıdemli, yâni birinci kuşak kalem erbabından Memduh Atalay,  İsmail Göktürk, Prof. Dr. Suat Kıyak, Yasin Mortaş, Mehmet Mortaş, Hüseyin Gök, M. Akif Şahin, Musa Yıldız, Hasan Keklikçi, Mustafa Günalan, Şaban Sözbilici, Enver Çapar, Fazlı Bayram, Mehmet Raşit Küçükkürtül, Muhammet Nacaroğlu, Teyfik Karadaş, Murat Türkmenoğlu, Mehmet Muharremoğlu, İbrahim Gökburun gibi isimlerle;

İkinci kuşaktan, Mehmet Yaşar, Gün Sazak Göktürk, Ökkeş Alper Taşlıalan, Ufuk Türk, Bekir Büyükkurt, H. Ahmet Eralp, Ferhat Ağca, Mehmet Akif Şen, Süleyman Kılıçbay, Nurcihan Kızmaz, Merve Söyler, Şeyhşamil Ejderha, İsmail Sağır, Bilge Doğan, Sibel Kök, Hidayet Bağcı Köse, Hilal Ejderha, Merve Söyler, Levent Nergiz, M. Alper Taş,  Metin Acar, Meltem Kızmaz, Nigar Yağcı, Senanur Çam, Alirıza Akkale, Gizem Aktürk, Hasan Can Bitti, Mustafa Cihan Alliş, A. Enbiya Uzdil, Melih Erdem, Rıdvan Tanır, Miraç Doğantekin, H. Akbay, Hasan Bazı, Esra Balcı, Muhal Rüya, Âşık Ali Yüce,  Mehlika Rana Arıkmert, Ebrar Akkaya, Süleyman Kara gibi edebiyatın yolunda şevkle yürüyen isimlerin bir arada yazdığı, dolayısıyla İstanbul dergi dükalığını kıran anlayış ve kadrosuyla YOLDAKİ KALEMLER Anadolu evlerinin ağaç ve çiçeklerin içiçe olduğu hormonsuz bahçelerine benzeyen bir dergidir…

***
SAHAF HASAN EFENDİ


Ekim ayının güz kokusu hissedilse de hava açık ve güneşliydi. Evinden yarım saat önce çıkan Refik Hüzünkâr yorulmasına rağmen adımlarını daha da hızlandırdı. Gittiği yer Sahaf Hasan Efendi’nin dükkânı olunca kuş gibi uçarak giderdi. Oraya varmak bir menzile ulaşmak gibiydi.

Kadıköy ve Beyoğlu semtlerinde sahaf dükkânları açılsa da bir türlü ısınamamıştı. Onun bir sevda gibi tutulduğu yer Bayezid Câmii civarında nadirattan bir sahaf olan Hasan Efendi’nin dükkânıydı. Sohbet ve yazılarıyla üzerinde çok emeği olan Bilge Kişi’nin sâyesinde tanımış, dükkânına o alıştırmıştı.

Kitap sohbetine olan aşkını bu gün de vuslata erdirecekti. Kim bilir neler konuşulacaktı? Hangi kitap tiryakileri gelecekti? Kitaplar üstüne gün görmemiş sözler duyacaktı yine. Ne çok şey biliyordu Sahaf Hasan Efendi? Eski ve yeni kitap kurtlarıyla olan hâtıralarını dinlemeye doyulmazdı. Bir sohbetinde İbnülemin Mahmud Kemal’in son yıllarına yetiştiğini, ünlü yazarlarla muhabbetine şâhit olduğunu anlatmıştı.

Ârif meşrebi ve güzel lisanıyla İstanbul beyefendisi mütevazı bir insandı. Eskilerin deyimiyle çok laf vardı onda. Hangi kitapları okuyacağı hakkında fikir verirdi. Açık tenli, uzun köşeli yüzü ve bembeyaz sakalıyla cezbeli bir pir-i fâni idi. Yaşı yetmişi geçmesine rağmen zihni berrak, hâfızası sağlam, zengin hâtıraları olan bilgili biriydi.

Modern eğitimin yanında medrese eğitimi de almıştı. Osmanlı Türkçesini iyi biliyordu. “Gençliğimden bu yana başka işler yapma imkânım olduğu halde, Allah hilkatimi kitaplarla meczettiğinden sahaflıktan başka iş yapamıyorum” demişti bir sohbetinde.

Refik Hüzünkâr onun müdâvimlerinin çokluğundan rahatsız olurdu. Çünkü hususi sohbet etmesine fırsat vermezlerdi. Gereksiz kitap hastaları gelir, bereketli vaktini öldürürlerdi. Buna çok canı sıkılırdı. Boş vakitlerini kollamaya çalışır, dükkândaki kitap tiryakilerinin eşkâline şöyle bir bakar, lafebesi, kendini beğenmiş kitap psikopatı varsa, Bayezid Meydanı’na doğru tur atar, daha sonra gelirdi.

Sahaf Hasan Efendi yıllanmış ahşap masasında bir kitabı inceliyordu. Hayret, kimse yoktu! Çok sevindi Refik Hüzünkâr. Onu yalnız başına dinleyebilecek, sorular sorabilecekti. Selâm vererek elini öptü ve kitap istiflerinden arta kalan, ancak dört kişinin sığabileceği daracık mekânın bir köşesine oturdu. Duvarları yüzlerce kitap dolu orta büyüklükteki dükkânın her karesinden kitap kokusu geliyordu.

Hâl hatırdan sonra, sahafların “kitap muhabbeti çayı” dedikleri çaylar geldi. Sohbeti bölücü kimselerin uğramadığı bir gündü bugün. Sıkılmadan oturuyordu. Bir soru sorsa ayıp mı olurdu? Utangaç bir eda ile “Efendim, sahaflığın geçmişini sormak istemiştim…”
Sahaf Hasan Efendi, “çayın olmadığı yerde kitap sohbeti etmek caiz değil” dediği çayından bir yudum aldı ve zaman tüneline girer gibi başladı anlatmaya:

ESKİDEN SAHAFLARIN ŞEYHİ OLURDU

Kitapların sahife sahife olmasından dolayı sahifelerin çoğulu olan sahaf denilmiş bu işi yapanlara. Kelimenin aslı sahhaftır. Zamanla telaffuz değişti. Eskiden sahaflar çarşısının bir şeyhi olurdu, tellâlları ve kâhyaları vardı. Sahaflar arasındaki anlaşmazlıkları çözmek ve devletle irtibatı sağlamak bakımından vazifesi çok mühimdi. Yanında hattatlar çalışırdı. Her kitaptan bir tane, sahife sahife ciltsiz olarak dururdu. “Şu kitabı istiyorum” diye sipariş verildiğinde, hattatlara bu kitabı verir, onlar da bir numunesini yazar, getirirlerdi. Sonra sayfalar kitap hâline getirilip sahibine verilirdi.

Sahaflar şeyhinin ilki on dördüncü asırda Bursa’da Mahmut Şeyhi, sonuncusu İstanbul’da Hacı Muzaffer Ozak Efendi’dir. İlk sahaflık Orhan Gâzi zamanında Bursa’da kuruldu. Sonra Edirne’ye, ardından İstanbul’a geldi, Fatih, Eyüp ve Bayezid’de devam etti. Sahaflar padişaha memleketin kültür ve kitap okuma seviyesi hakkında bilgi sunarlardı.

SAHAF MEKTEPTE YETİŞMEZ

Eski kitap alıp satan herkese sahaf demek yanlıştır. Sahaf mektepte yetişmez; ne kursu vardır ne de hocası. Okuyup yazma ile değil, kitapların içinde çalışa çalışa kazanılır. Daha iyiyi iyi olandan ayırır; yâni hangi kitabın birinci, hangisinin ikinci kaynak olduğunu bilir. Ticaret değil, gönül ve ilim işidir. İyi bir sahaf kitap doktorudur; bir kitabın ilmini, kime verileceğini bilir ve ehline yol gösterir.

Arapça-Farsça-Osmanlıca bilmesi, hat ve tezhip gibi kitap sanatlarından anlaması şart. Kâğıt ve cilt konusunda da bilgi sahibi olmalı. Kitabı erbabına satma âdabını da bilmek gerek. İyi bir sahaf, kitabı çok para verene değil, içinde bir şey arayan sevdalısına verir. Parayı sevmez, parada onları. Elinde üç beş kuruş oldu mu hemen gider kitap alırlar. Bir huyları da var ki kitaplarını çok kıskanırlar. Varsa yoksa dünyaları kitaplarıdır. Kitaba âşık adamlardır. Kitaplarımı sattığımda üzülüyorum. Camda görünen kitap, kitap değildir. Kitap selülozdur elinize alacaksınız ve o selüloz kokusunu duyacaksınız.

Ellili yıllara kadar bohçacılar vardı, mahalleleri dolaşıp aldıkları eşyalar arasındaki eski kitapları sahaflara satarlardı. Ölen bir âlimin varisleri, kitapları önceden vakfedilmediyse çoğu zaman sahaflara getirip mezata vermek sûretiyle sattırıyorlardı. Bu nesil kesilince eski kitaplar da kesildi. Cumhuriyetin otuzlu, kırklı yıllarında çok kitap imha edildi. El yazma eski eserler kalmadı. Kıymetini ve nasıl muhafaza edileceğini bilen de yok.

Osmanlı zamanlarında müellif binbir zahmetle telif ettiği kitabının korunması için kapağına “Yâ Kebikeç” yazarmış. Kitapların kurtlardan güvelerden korunması için yazılmış bir nevi muskadır, duadır; efsun diyenler de var. “Ey kurtçuk, bu kitap sana ait değil, başkasının malına zarar verme!” ikazıymış.

Kebikeç’in, kitap kurtlarının meleği yahut cini olduğuna inanılırmış. Kitap haşeratları, efendilerinin ismini kitabın üzerinde görünce “Bu kitap efendimizin himâyesinde” diyerek yaklaşmazlarmış. Bu söyleyeceğim bir fıkra olarak anlatılır ama inanın benim de başıma geldi. Bir kütüphâne memuruyla birlikte elyazması bir kitaba bakarken, kitap kurtlarının hususen “Ya Kebikeç” yazısını yediklerine şâhit olmuştum.

ERMİŞ SAHAF MENKIBESİ

Meşrutiyet Dönemi’nin son yıllarında sahaflık yapmış bir zâttan dinlediğim “Ermiş Sahaf” menkıbesi var bu şehrin mâzisinde. Sultan Abdülaziz devrinde, değerli kitaplarının sayısını kendisi de bilmeyen bir sahaf yaşarmış. Bir gün aklına şöyle bir fikir gelmiş:

“Şu fâni dünyada elde etmediğim kitap kalmadı. İstanbul’dan Şam’a, Mısır’dan Bağdat’ a kadar herkes bana istediğim kitabı getirdi. Çok kitap alıp satarak zengin oldum. Bundan sonra ahret hazırlıkları içinde olup boşuna geçmiş günahlı günlerimi telâfi etmeliyim. Kitaplarımı önce ihtiyaç sahibi kitap müptelâlarına, sonra ilim sahibi olanlara dağıtıp paylaştırmalıyım. Belki bunun sevabıyla cennete girebilirim” demiş.

Dediğini de tastamam yapmış. Zamanın İstanbul’undan, Bursa’sından, taşra şehirlerden duyup gelen onun kitaplarından nasiplenmişler. Bu hasenatı yaptıktan sonra bir gün karşısına aksakallı bir eren çıkmış. “Ben senin bahtının kuvvetiyim. Sen bütün kitaplarını kitapseverlere dağıtıp onları sevindirdin. Senin sonun hayırlı olacak; bu günlerde abdestsiz gezme. Azrail âleyhisselâm seni yoklayacak, haberin olsun” demiş ve kaybolmuş.

O sahaf üç gün sonra vefat etmiş. Cenazesine onun hayır hasenatını gören çok sayıda ilim erbabı ve kitap tiryakisi katılıp ta’zimde bulunmuşlar ve mezarını türbeye çevirmişler. Bir müddet sonra bu türbeye “Ermiş Sahaf Türbesi” demişler.

“İşte böyledir sahaflık” dedi Sahaf Hasan Efendi. Soluklandı ve çırağından çay söylemesini istedi. Refik Hüzünkâr “Efendim, müsaadenizi istesem…” dedi ve elini öpüp kalktı…

Akşamın ucu görünmeye başlamıştı. Öğle üzeri güneşli olan hava değişmiş, hafif yağmur yağıyordu. Evindeki kitaplarına doğru cezbe hâlinde yürüyordu bugün. Sevinçliydi. “Ne çok şey dinledim Sahaf Hasan Efendi’den, ah, kitaplar!” dedi.



***

KİTAP VE DİL


Dil, âciz derûnumda hâşâ bir mâbed gibidir yahut dinimizin mânalar âlemine götüren büyük bir vasıtadır. Dîvân şairi Taşlıcalı Yahya Bey şu mısralarını haddimiz değil ama fakir için yazmış sanki:
“Kitâbı şol ki okur dikkat eyler / Kitâbun sâhibiyle sohbet eyler / Kimi şemşîr-i âteşbâra benzer / Kimisi revzen-i envâra benzer / Eyi söz eskimez nitek-i altun / Olur yevmen- feyevmâ kadri efzûn.”

Diyor ki şair: Kitabı dikkatle, mânası içre okuyan kimse / kitabın sahibiyle sohbet eder / Kimi ateş yağdıran kılıca benzer / Kimisi ışık saçan pencereye benzer / İyi söz eskimez altın gibidir / Günler geçse de değeri çoktur.

Bu haslettendir ki bâzı kitaplar başucu kitaplarımdır. Yıllar geçer de kitaplıktaki yerlerine girmezler. Masada derde devâ ilaç gibi dururlar hep. Sessiz ve vakur, eski ve gelecek zaman bilgeleri gibidir. Dahası önünde diz çökülen nâzenin bir mâşuk gibidir fakir için. Akşamdan sabaha, günden ertesi güne yürürken derdimi sorar, fikrimi ve kalbimi açarım bu kitaplara. Dilimin anahtarı onlardadır.

DİLİMİN GÜCÜ AZALDI MI KİTAPLARI AÇARIM

Dilimin gücü azaldı mı akşama kadar, geceden sabaha varmadan bu kitaplara gözümü sürer, yüzümü sürer, yüreğimi koyar, gönül ve fikir dilimi kavî kılmış olarak başlarım güne. Gündüz maişet telâşında ve “nesneleşen dünyada” mecâlini kaybeden gönül ve fikir tâlimimi bu kitaplardan alır, azıklı çıkarım yola. Bu kitapların alâmet-i farikası önce dil ve üslûbudur, sonra mevzu.

Dil, mevzuu şefkatli bir ananın yavrusunu kucakladığı gibi her yanıyla kuşatıcı bir unsurdur. Dili medenîleştiren, gönlü olan bir insana dönüştüren bu kitaplar damarlarımda bir iksir gibi dolaşır, dimağımı ve kalbimi şifa veren sayfalarına çekerek günlük hayatımı fikirli ve bediî kılarlar.

Gençlik yıllarımda, âmâ üstadım Cemil Meriç’in “Bu Ülke”si az çarpmadı yüreğimi. Dile yaslamak istediğim gücümü sağlıyor, dile olan meftunluğumu vuslata erdiriyor, dile olan açlığımı doyuruyordu. Türkçeye olan karasevdam üstüne muharrik bir güç olarak tesirini hâlâ kaybetmedi.

Ne zaman aydınların zihniyet ve tavırlarında yabancılaşma görsem ve üniversite allâmelerinin düşmanca duruşlarına bir mâna veremezsem hemen o gece “Mağaradakiler” kitabındaki kendi ifadesiyle “İsrafil’in sûru gibi heybetli bir dil”den neşet eden “Hasbî Tefekkür” yazısını üç-beş defa hatmettikten sonra çıkarım fikir ringlerine. Şekeri yükselmiş bir hasta nasıl ensülin vurulursa damarından; günlük hayatımda kitap ve yazıyla irtibat zayıflığı hissettiğim anda aynı kitabın “Son Yaprak” yazısını kana kana okur ve âdeta sarhoş olurum.

Yunus kitabı çokça yazıldı. Fakat, Sezai Karakoç’un “Yunus Emre” kitabı nasıl da o âlemi, o ruhaniyeti, o mânevî iklimi nefes nefes, kare kare yüreğime ve düşüncelerime emdirmişti öyle. Elbette mevzu diğerlerindeki gibi Yunus’tu. Fakat bu kitaptaki fark dildi, sanatkârane bir bakış ve üslûptu. Mâneviyatımı ve dost aşkını gönlümde diri tutan, hattâ bir vakit iflah olmaz diş ağrılarımın sızısını dahi unutturan Fethi Gemuhluoğlu’nun “Dosta Dair” kitabının gücü hiç eksilmedi nezdimde.

Tarihî şahsiyetlerimiz gibi asırlar önce vücuda gelip mimarîsi, eşkâli ve kimlikleriyle bize mekân şuuru veren “Osmanlıyla yaşıt” şehirlerimizin sûret ve sîretlerini her dem taze yaşamak duygusu içime çöktüğünde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabını birkaç gün yanımda taşırım.

Hazreti Peygamberimizle sahâbelerinin, câhiliyeyi “açıp gülzar yaptıkları” ve İslâm ahkâmını yürürlüğe soktukları Asr-ı Saadet’in mübarek vak’alarını gönlümden ve fikrimden taşra düşürmemek için, has üslûbun bânisi, dilimizin büyük tâcidarı Üstad Necip Fazıl’ın “Çöle İnen Nur” kitabını senede birkaç kez okurum.

İHTİYAÇ DUYDUĞUM DOSTLARA BENZEYEN KİTAPLAR

Gıda gibi her an ihtiyaç duyduğum dostlara benzeyen ve iç evimi aydınlatan bu kitapların yanında, mevzuunda tek başına Himalaya Dağları gibi zirvede bir duruşu temsil eden yazılar da vardır. Selâset, sarâhat, söyleyiş ve telaffuzda akıcılık gibi iyi yazının bütün özelliklerini ilmî, tasavvufî ve fikrî mevzuların izahatına giydiren Ali Yurtgezen hocanın “Adam Olmak” ve “Hâlimiz Vaktimiz Yerinde mi?” yazılarını ve irfan dünyamızın el kitabı hüviyetini taşıyan “Evin Mahremi Olmak” kitabını okumadan yattığım vâkî değildir.

Batılılaşmaya kurban edilen muazzez medeniyetimizdeki ezanî vakitlere ayarlı hayatımızı, yâni ibnü’lvakt (vaktin oğlu) oluşumuzu yok eden modern zamanlardan ruhum daraldığında Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısını kıraat ederek mâneviyatımı tazelerim.

Ecdadımızın, Kur’an-ı Kerim’e ve O’nu takip eden insan yazması kitaplara hürmetini hatırlatan ve bir muamele, bir siyaset etme sırasında kitapta yeri var mı diyen tavrındaki ululuğu yâd etmek ihtiyacı duyduğumda Nevzat Kösoğlu’nun “Kitap Şuuru” yazısına müracaat ederim.

Hafızasını ve dilini kaybeden toplumun “diriliş” gücünün önemli bir ayağının dilimiz olduğunu hatırlattıkları için Yunus’tan Fuzûlî’ye, Dede Korkut’tan bin yıllık türkülerimizin ana sütü gibi helâl Türkçe’sine uzanan silsilenin ve dilimizin kahramanları önünde ihtiramla eğiliyor ve selâm duruyorum.



***



YARIN ÖLECEKMİŞ GİBİ YAZMAK

Yazmak asla gaye değil, bedî ve fikrî bir vasıtadır. İyi ve bedî yazılarla derûnum cezbeye kapılsa da hiçbir yazı dinimizle amel etmekten ve insan dostluğundan üstün olamaz.

Bir teselli veriyor fakat bu teselli, yazıyı dinin yahut hakikatin yerine geçiren modernlerin tesellisi ve hasta bir ruhun gıdası değil.

İnsandaki aydınlığı ve karanlığı anlatmak için karınca kararınca yazının gücüne sarılıyorum. Bunalım ve hırs değil yazıya sarılışım. Yazıyla mücahede ediyorum âcizâne.

Yazıyla fâniliğe direnenlerin ruh hâleti içinde de değilim. Fâniliğini bilip, yazıyla sual edilecekmiş gibi yazıya dost olanlardandır fakîr.

YAZI CEHENNEMİM DEĞİL, CENNETİM OLACAK

“Patolojik vak’a” yazarlar gibi mesuliyetlerimden alıkoymuyor yazı, ruhuma acı vermiyor, öldürmüyor... Bir vakit, şair bir dost nükteli bir şekilde “Yazı cehennemin olmasın sakın…” demişti. Yazı cennetim olacak. Çünkü kalbimi veriyorum. Ondandır ki her yazıdan sonra kalbim biraz daha eriyor.

Yazıyı kendine cehennem kılanlar, varoluşlarını yazı yazmakta arayanlardır ki bu taife yazıyı bir tatmin vasıtası, bir meta gibi görüyor ve bilinmek, yâni “ben”ini herkesin üstüne çıkarmak için yazıyor. Dolayısıyla yazıyla dostlukları hasbî değildir.

Yazı, modern yazarların zannettiği gibi insanın varoluşu değil, varoluşunun kesbî, yâni sonradan edinilmiş dünyevî bir yanıdır. Ölünecek bir varlık değil, sevilebilen, reddedilebilen bir yoldur. Asıl gerçekliğe, yâni Allah’a doğru atılan adımların fikrî ve edebî vasıtasıdır.                                                                      

Müslüman insan, modernler gibi bunalımını veya “entellektüel krizini” bastırmak için yazmayı hastalık hâline getirmez. Yazmak arzusu ve yazdıklarımız malâyânîlik taşımıyorsa ve “faydasız ilimden Allah’a sığınırım” düsturuna sahipse mesele yok.

YAZAYIM DA VUSLATA EREYİM…

Böyle bir hâl içinde yazı azdırıcı bir şeytan gibi değil, kâmil bir dost gibi yüreğimin üstüne gelip oturur. Bir aşk, bir neşve içinde gönlümü ve dimağımı öylesine sarar ki yazayım da vuslata ereyim, demekten kendimi tutamam ve yarın ölecekmişim gibi yazmaya başlarım.

Ustalardan misal vermek haddim değil. Yazmak için yaratılan bir tabiata sahip Necip Fâzıl’ın, “İki tür insan vardır: Kitap okuyanlar ve kitap yazanlar. Ben ikincilerin birincisiyim” demesi böyle bir hâl olsa gerek.

Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez’un yaşadığı ıstırapları okumadan önce, onun “Ya yazacaktım ya ölecektim” sözünü yadırgamış, hastalıklı bir iptilâ demiştim.

Yazıyla dostluğumun meşrûiyet kaynağı olan mütefekkir ve ediplerimizin hayatları her gece muhayyileme yürür. Yazıya dost olan “millet muzdariplerinden” Mehmed Âkif’in hüzünlü gurbet mekânlarında iksirli dermanı ve tek dostu yazı yazmaktı.

Âlimlerden, yazı yazmanın imana ve ferâsetli bir kalbe zarar vermeyeceğini okuyunca sevindim.



***
ÂDİ VE EDEBÎ YAZI

İyi yazının nazariyecilerinden Cenâb Şehabeddin de yazının kaideleri, on sekiz makamlı ve her makamın taksimleri farklı perdelerden olan, her makam diğer makamlarla ahenk içinde bütünleştirilerek çalınan tasavvuf mûsikisi kaidelerine benziyor âdeta.


Yazıyı “Âdi” ve “Edebî” diye ikiye ayıran Şahabeddin’e göre, her yazının kendi devrine göre mazmunları, mecazları, kinayeleri, istiareleri, teşbihleri vardır. Âdi yazılarda sanat ve bedî endişe yoktur. Dil kaidelerine uygun yazılan yazılar doğru olabilir, fakat yazı sadece doğru yazı demek değildir. Diğer unsurları da taşıması gerekir.

Zihniyet bakımından Batıcı ve Fransız Edebiyatı hayranı olan, fakat Cumhuriyet inkılâplarının yıkıcılığı karşısında Türk nesrine ve edebî yazıya disiplin getiren Cenâb ustanın (Cenâb Şehabeddin’de Tenkid / Dil Sanat ve Edebiyat Hakkındaki Görüşleri, Prof. Celâl Tarakçı) anlattıklarına kulak vermeli. Hülâsa olarak diyor ki:

Edebî yazıyı meydana getirişteki safhaları söyle sıralayabiliriz: Kelime, sıfat ve fiil aramak, bulduklarından memnun olmayarak daha münasiplerini aramak, okuyucuya yapacağı tesirleri, vereceği zevk u ıstırabı ölçmek, tartmak, hesap etmek ve ona göre bir cümleden kesmek, ötekine ilâve etmektir.

Rutinliği yok etmek için iki cümlede aynı faili kullanmamak, birbirini takip eden cümleleri aynı fiil çekimi ile kapamamak, müsbet, menfî, istifhâm, hitap, istiğrak ihtiva eden kelime ve cümleleri nöbetleşe her şekle başvurarak okuyucuyu aynı edatın tekerrürü ile yormamak gerek.

Edebî yazının kelime haznesi geniş olmalı, bu kelimeleri edebî kurallara göre birleştirip terkipler, maksadını anlatan akıcı cümleler meydana getirmeli. Her yazı kendi meramına göre kelime seçmeli, cümlelerin her cüzünü ahenkli bir sırayla oluşturmalı. Cümleleri oluşturan kelimelerde ve komşu cümleler arasında rutinlik olmamalı ve uygunsuz sesler art arda gelmemeli.

Rutinlikten kurtulamayan, söylediğini gereksiz kuru vuzuhla anlatıp estetik ifade ve ruhtan mahrum yazı edebî yazı sınıfına girmez. Edebî yazı kendi ruh ve üslûbuyla anlatır, vak’ayı sanatlı bir anlatıma dönüştürür. Hem vehbî olan ilhamı, hem de kesbî olan fen ve hünerin bütün oluş ve faydalarını hissettirir.

Nesir hem güfte, hem de bestedir. Bu iki özelliği olmayan nesir san’at eseri sayılamaz. İyi nesrin ses yapısı, yâni mûsikisi makam birliği içinde olmalı. Ahengi temin için kâh cümleleri isim ve fiil kalıplarına dökerek, kâh fiilleri çekim ekleri ve şekil itibariyle çeşitlendirerek maksadın icabına göre hitabı rutinlik kurtarmalıdır.

YAZIDA KUSUR VE İHLÂLLER  

Cenâb ustaya göre aynı kalıptan dökülmüş teşbihler, terkipler gibi aynı ismin, edatın, uyumsuz isim-fiil, fiil-isim çeşitliliği bile âhengi ihlâl edebilir. Sesli harfleri taşıyan kelimelerin oluşturduğu cümleler dahi çok zaman ahengi bozabilir. Ahenk meselesi, telaffuz ve işitme, yani duyma meselesidir. Söz (yazı), dil, dudak ve kulağı yormamalı.

Yorgunluk, edebî lezzetin en büyük hasmıdır. Telaffuzun şartını yerini getirmek için ses ve harflerin birbirine yakın olanlarını uzak bulundurmalı, sessiz harflerin miktarını azaltmalıdır. Sesli harfler âdeta bir mûsîki notasıdır.

Bir cümlede aynı sesli harf çok tekrarlanırsa piyanonun aynı tuşuna dokunmuş gibi olur ki bundan tabiî olarak ahenk çıkmaz. Bunun için ‘üzüntülü, gürültülü düğünümüzü görürsünüz’ cümlesini ahenkli sayamayız. Aşırı tekrarlar iyi yazının ses notasını bozarak sıkıcı hâle getirir.

Hep aynı perdeden telâffuz kulağı yorar. Sesli harflerin kullanılmasında da denge gözetilmelidir ki, iyi yazının ahengi sağlansın. Edebî yazıda kâh öksürük gibi kısa, kesik ve asabî, kâh lüzumsuz coşkunluk ve mevzu dışı şamata olmamalı.

GÜNÜMÜZDE ÂDİ YAZI YAYGINLAŞIYOR           
          
Üzülerek söyleyelim ki günümüzde edebî yazının nâmı kalmadığı gibi itibar eden de azaldı. Âlimi de akademisyeni de araştırmacısı da gazete diliyle yahut âdi yazı tarzıyla yazıyor. Dolayısıyla okuyanların edebî yazının nasıl olduğuna dair hassasiyet ve tepki gösterme melekesi her geçen gün dumura uğruyor.  

İşlediği her konuyu gazete muhabiri gibi sunan yazıların edebî yazıyla uzaktan yakından bir münasebeti yoktur. Gazete köşelerinde ve dergilerde yazılan her yazı hangi mevzuda yazılmış olursa olsun, iyi yazı şartlarını taşımıyorsa edebî yazıya dâhil edilmez. Dinî, ilmî mevzular da dâhil bir rapora, bir tutanağa benzeyen ve havadis aktaran yazılar âdi yazı sınıfına girer.

Gazete ve muhabir yazıları yazanlara yazar da diyemeyiz. Her yazı yazana ecdadın diliyle muharrir yahut edip demek doğru değil. Bu tür yazı yazanlara kâtip, nakilci yahut gazeteci denilir.


http://www.habervaktim.com/yazar/81206/adi-ve-edebi-yazi.html
***
ÖMÜRLÜK YARA

“Ömürlük Yara” nam şiir kitabını gecenin iki vakti arasında, kitabın şairiyle olan hâtıralarımın zihnimde canlanışıyla ve hüzünle demlenen çay eşliğinde okudum. Ama nasıl okudum? 


Şiirsever bir okuyucu veya şiir tahlil egosuna tutulmuş ağyar biri gibi okumadım. Kitaptaki şiirlerin şairin gönlünde nasıl demlendiğine, her bir şiirin şairin yüreğinin üstünden nasıl geçtiğine ve diline nasıl düştüğüne bazen aynel yakin, bazen ilmel yakin şâhitlik etmiş bir hüzünkâr dostu olarak okudum ve gönlümün turnalarıyla ona haber saldım: 

Ey şair-i âzam’ım! 

“Ömürlük Yara” yı kimler için yazdın? 

Kimlerin yarasının şiirini yazıyor bu kitap? 

A’raf’ta kalanların mı? 

Yolda olanların mı? 

Yaralarını ulvî hüzünlerle çoğaltan 

Bir Hüzünkâr’ın mı? 

Kimdir bu kitap? 

Bir toplumun, bir ferdin yarası mı?

Acınız mı, hüznünüz mü? 

Uzak Batı gurbetlerinde dost firakından yanıp tutuşan yüreğinizdeki yaraların şiirleri mi? 

“Ömürlük Yara” nın şairi, turnanın kanadına gönlünden damıttığı şu kelimeleri bağlayıp yollamış tez elden:





“…Ruh-ı eş'arımın mahzun cüzü.

Yaranın ömürlük oluşu, âcizin ve dahi insan olmaklığın dünyadaki hâlidir. 

Evet yolda olanların ve dahi yoldaşların yarasıdır. 

Yaranın elbette uzak ve/veya yakın "Batı" bağı var; idraklarimiz Doğu âcizliklerimiz Batıdır nitekim. Her demin her saatin ve bütün zamanî taksimatların içinde hürmet ve muhabbet olsun.”





“ÖMÜRLÜK YARA” NIN HÂL TERCÜMESİ



Kitap, (İz Yayıncılık, İst. 2017) Balıkesir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi, asıl vasfı şair olan Prof. Dr. Mehmet Narlı’nın 4. şiir kitabıdır. “Çiçekler Satılmasın”, “Ruhumun Evvel Yazıları”, “Dil Kapısı” yayınlanmış diğer şiir kitaplarıdır. “Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme”, “Şiir ve Mekân” (İnceleme), “Roman Sevdaları” (inceleme), “Roman Ne Anlatır” (inceleme), “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri” (inceleme), “Edebiyat ve Delilik”, (inceleme), “Şiir Burcu”, “Öykü Burcu” “Çağdaş Tür Romanı” (inceleme- müşterek çalışma), “Şiir Çözümlemeleri” şairin akademik çalışmalarının ürünü olan kitaplarından bazılarıdır.



“Ömürlük Yara” da şairin yeni şiirlerinin yanında “Dil Kapısı” kitabından bazı şiirler de yer almakta... Şair kalbinin bir bildiği vardır herhalde. Kanaatimce kitaptaki şiirlerin mâna temposunu ve miligramını artırmak ve böylece okuyucuların “bu şiirlerin anlam dünyası böyle bitmemesi gerek” demesine meydan vermemek için ilâve edilmiş olabilir. 



Velhâsıl, şiir de hâlâ gönle şifa vardır, diyenlere kitaptan tadımlık birkaç şiir takdim etmek istiyorum:



“Ömürlük Yara” “usta ve yenik olmaktansa / acemi bırak tanrım / yüzüm olsun / hiç olmazsa”



“Müncer”


“iki zamanı var dilimin / biri senin biri sana / yerdesin mademki sevgilinin yerindesin / benzemese de olur kaşın musanın kılıcına / misal seni benden çıkarsalar / ne kalır ki asacak zamanın sarkacına (…) iki gözü var başımın / biri seni görür diğeri bakar sana / sen bana sen diyorsun ben de bana sen diyorum…”



“Ara” 



“düğme ile ilik arası / ev ile dünya arası / baş ile ayak arası / çekilir mesafe midir / memeyle bebek arası bilen varsa anne olsun / arzuyla dünya arası / yola düşen ne olsun…”



“Dil”



“Çölde uyumak diyeyim sen dilde uyanmak de / anla ki niçin bütün yenilmişler dile sarılır” (Not: şair, kanaatimce bu mısralarda fakire zarf atmış ve doğru söylemiş; yenilmiş biri olarak dile sarıldığım doğrudur.



“Hay /at”



“nasıl uyanmaksa / suyun kendini yıkması diyelim / kırılması camın / düşmesi tabağın yere/ mağaraya güneşin vurması / kalemin yırtması kâğıdı / kemiğin çıkardığı ses büyürken / korkunun yüze çarpması diyelim”



“İntizar”



“o sesle gel / soruyla değil”



“Şehir”



“neyi olmalı şehrin / denizi değil dağı ovayı geç / olursa ortasından geçen / nehri olmalı bir de/ hatıra saklayan vefası”



“Dedimdedi”



“dedim: niçin başım eğik dilim pelte / dedi: kafası karışık olanın dili dolaşık olur/ dedim: yoloğlu hangisidir eloğlu hangi / dedi: birinin midesi büyür diğerinin kalbi”

***
İSMAİL VE TÜRKÜ


Sakın ola, İsmail! Gündüz mesai saatlerinde türkü dinlemeyesin. Gündüzleri türkü dinlemek tehlikelidir. Türküler yüreğini kabartır, bin yıllık sevdaların ve düşüncelerin dışarı taşar. Dolayısıyla modern çağın ekonomik egemenlerinden azar işitirsin. Yâni işinden tart edilirsin. Gündüzleri Fikir ve Gönül Dükkânı’na ve bana uğramamalısın.
       
Âcizane bende rasyonel kapitalizme bağlı istikbâl ve verimlilik yoktur. Çünkü ben türküler dinlerim gönül üstüne tâlim ettiren. Bin yıllık gönül ve sevda tarihimizi, millet oluşumuzun hikâyelerini anlatan, bizi biz kılan mübarek türkülerle çıkarım sokağa. Modernlerin ve “çağdaş yaşamın” reddettiği türkülerdir benim gücüm...

Bende aramamalısın âhiretsiz kapitalist geleceği ve rasyonel menfaatleri. Çağdaş tâgutların “örümcekli ve geri” dedikleri mazlum milletin hüznü var bende. Homoekonomikus doktrinlerine karşıdır benim hâllerim... Böyle bir “hâl” kışkırtıcı ve başkaldırıcıdır.

Zamanımız ekonometri ve kapitalizm “kuramları” üzerine mahkûm edilmiş tâlihsiz ve kalpsiz bir çağ! Gündüzleri “nesnel” yaşamak hakkı istiyorsan Fikir ve Gönül Dükkânı’na ve bana uğramamalısın İsmail! Kırkikindi yağmurları gibi göğün gurbetini çeken rahmet yağmurlarına denk gözyaşı var bende.

BİLİMSEL TAPINMA SAATLERİNDE TÜRKÜ DİNLEMEMELİSİN

Gündüz “bilimsel” tapınma saatlerinde türkü dinlememelisin İsmail! İşini, yâni ekmek kapını kaybedebilirsin. Vazife yaptığın müessesenin ruhsuz “teoremlerinden” çekip alabilir, türkülerle mâna âlemine gark olmuş esrik hâllerim.

Ben bir ütopyayım İsmail! Kapitalist lâdinî sosyoloji kanunları ve filozoflarının metafizik ütopya dediği mukaddes yarınların inşacısı benim! “Vahyî buyurgan dönem” dedikleri gül medeniyetinin inşâcıları Yunus’un, Mevlâna’nın, Hacı Bayram-ı Veli’nin dilini bugüne taşımaya çalışan ütopya benim!
     
Darağacında yağlı urganların boynuna geçirilişini hatırlatsa da, türkülerin diline karşı olan kapitalist-seküler derslerin yapıldığı mesai saatlerinde türküleri ve beni unutmalısın İsmail.
      
Biliyorum, “Ötesi ölüm değil mi? Atıp üstümden kravatı, zincirlenmemiş hayatıma dönmek istiyorum?” diyeceksin. Sen yine de mesai saatlerinde, yâni “Bilimsel Parametreler” üzerine kurulu ekmek teknen ile baş başa olduğun vakitlerde mukaddes “dirilişimize” çağrı yapan aziz türküleri dinlemek üzere Fikir ve Gönül Dükkânı’na ve bana uğramayı aklından çıkarmalısın İsmail!

İSMAİL’İN EKONOMETRİ DERSİNDEN TÜRKÜLERE KAÇMASI

İsmail’in kuru nasihat dinlemez gönlü kabarır, türkülerle bir olup isyana dönüşür ve gündüz mesai saatinde çağdaş zihniyetin müessesesinden hürriyetine, yâni gönlünün aynasına koşup gelir:

“Türküler toplayıp sana geldim efendim! Resmî libaslarımın, ekonometri ve rasyonel fizibilite derslerimin ruhuma verdiği acılardan bir günlüğüne de olsa kaçarak sana sığındım! Rüya üstüne rüya gördüm ve rüyalarımı alıp sana geldim. Hazret-i Peygamberimiz içre gördüğüm gül yüzlü inkılâpların ve medeniyetlerin rüyalarını getirdim. Felek bütün azgın iştiha ve cazibesiyle üstüme gelse de bir ah çekip isyanımla sızı tâlimi yapmaya geldim.”    

“Yüreklerimize pranga vuran yasalara aykırı böylesine bir isyan ve figanın daha önce başına neler açtığını unutmamalıydın” desem de, İsmail bu hâl ile gelmiş, “ilmik ilmik çözmüştü rüyalarını.”

İsmail bir deli divaneydi şimdi. Mecnun’dan, Fuzûlî’den hâller vardı.


 http://www.habervaktim.com/yazar/80023/ismail-ve-turku.html


***
ÇOĞALIYORSUNUZ EY DOST!

















Fikir Dükkânından üniversiteye çoğalıyorsunuz ey dost!
Genç dimağlara ilim, fikir ve edebiyat dâvamızı anlatmak için…
Üdebanın ilmiye ile, şuaranın urefa ile buluşması gibi…
Buluşuyorsunuz bir adreste…
Irmağın ırmakla, yıldızın yıldızla
Buluşmasındaki kuvvet ve ışık gibi…
Hayırlı vak’a buna denir…
Gurbete gidende,
Yanıbaşımızda olanda
Buluşurmuş sabredince.
Aynı dili konuşanların, yâni benzerlerin buluşması bu…
Benzerler arasında cazibe ve kuvvet vardır.
Cazibeleri aynı Fikir Dükkânından,
Aynı yolun yolcusu oluşlarındandır.
Fütuhatın yol açıcısı İsmail Göktürk’tür.
İlk onunla başladı Fikir ve Gönül Dükkânını üniversiteye taşımak…
Yücel Ayrıçay onunla buluştu.
Tam da ihtiyaçken Hasan Ejderha fütuhata katıldı.
Birkaç mevsim sonra
Mahmut Yardımcıoğlu, Mehmet Yılmaz ve Mehmet Yaşar
Üniversitenin fethine ulaştılar. 
Sonra Memduh Atalay dâhil oldu…
Mustafa Günalan geldi yetişti bu fetihe…
Her bir dost Fikir Dükkânının gözü, kulağı, dili olacak.
Dükkân dili yayıldıkça üniversitede, fakir bahtiyar olacak.
Ah! Şair-i âzamım Mehmet Narlı,
Bahtını gurbetlerde arayan Cüneyt Cesur,
Söz âfetinden münezzeh Dündar Kök de
Gelselerdi ne güzel olurdu.




***
SEVİNİYORUZ ÇIKAN HER YENİ KİTABA


“Her kitap, tılsımlı bir saray” diyordu âmâ üstad Cemil Meriç. Bu sarayda, yâni kitapların vaaz ettiği bir mabette yaşadığını söylüyordu. “Kütüphane bütün çağların, bütün ülkelerin ölümsüzleri ile dolu” diyordu…
Haddimiz değil, bu kadar derinden bu kadar yükseklerden duygular taşımak… Fakat içimizde kitap müptelalığı var bir miktar… Kendi seviyemizde, kendi dünyamızda kitaplarla dostuz. Seviniyoruz çıkan her yeni kitaba… Elbette bizim değerlerimizi, edebiyatımızı, şiirimizi, rüyalarımızı, millet ve medeniyet dâvamızı hâsılı bizi anlatan kitapları seviyoruz.
Elimizde yeni yayınlanan birkaç kitap var. Onların şimdilik adlarını yâd etmekten kendimi alamadım. Kitapseverlik böyle bir hâl işte.
Ali Yurtgezen hocanın “Evin Mahremi Olmak- Beyit Şerhleri” kitabı Semerkand Yayınlarında çıktı. İlm-i-hâl bilgisinin ardından Her Müslümanın okuması gereken bir kitap bu. Divan Edebiyatının en seçkin beyitlerinin şerhlerinden meydana gelen bu güzide kitap gönlümüzü, dilimizi ve fikrimizi abad edecek, güzelleştirecek, edepli kılacak mâna ve bilgilerle dolu.
Ali Yurtgezen hocadan gönül diliyle bu kitabın çabuklaşmasını isteyen ve yazıları bizzat derleyip Semerkand Yayıncıları doğrudan irtibata geçerek bu işe baş koyan ve imrenilecek emeğinden dolayı bu kitap İsmail Göktürk’e ithaf edilmiş. Hemen belirtelim ki, bu muhterem kitabın yayına hazırlanıp okuyucu huzuruna çıkmasında, Semerkand Yayın Grubunun kitap tasarım ve tashih
heyetlerinde görev alan, Mostar Dergisi eski yayın müdürü ve yazarlarından Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün muazzam emek ve gayretini söylemek, böyle bir kitabın özlemini çeken edebî çevreler için önemli.
Bu kitapta Osmanlı asırlarının büyük irfanını meydana getiren şair- velilerin, şair-dervişlerin beyitleri şerh edilmiş. Her şerh gönül tâlimi yatırıyor ki, defalarca okuyup meşk etmeden tadına varılmaz, tesiri anlaşılmaz. Şairlerin büyük atası Hz. Fuzûlî’den Yunus Emre Hz.lerine kadar onlarca derviş ve ulu şairlerin beyitlerinin şerhi, modern cehaletten, kalbi ve gönlü olmayan pozitivist soslu sözde İslamcılık öğretilerinden bizi yeniden gönlü yumuşak ve irfanla abad olmuş bir güzel Müslüman olmamıza değer katacak.
Bu kitap veya benzeri tasavvuf menşeli beyitlerin şerhini okuyup fikir ve gönül tâlimi yapmayan, hakikati Allah (c.c.) bilir ki, gönlü ve dili kupkuru bir insan olarak kalır. Dahası var; “ Evin Mahremi Olmak” kitabın mündericatındaki şerhleri meşk etmeyen, modern algıların hızlandığı bu çağda, ideolojik kalıplar içinde ancak İşid tarzı ve Selefi anlayışlı kaba saba bir İslâmcı tipine kayabilir.
“Evin Mahremi Olmak” ne “demek? Ne mânaya geliyor?”
Bunu anlamadan, meşk etmeden ve okumadan Mevlâna, Yunus gibi gönül çağlayanı, merhametli, aşk sahibi, tasavvufla edeplenmiş bir Müslüman olmamızın bir yanı eksik olacağını sanıyorum. Şimdilik şu birkaç cümleyi verebilirim ancak:
“…şiirlerde kendi içinde mâna bütünlüğü olan en küçük bölüme ‘beyit’ denir. Beyit ‘ev’ demektir. Nasıl bir evin hakikatini, içine girmeden, sadece dıştan bakarak anlayamazsanız, bizim şiirimizi de çoğu zaman zâhirî görüntüsüyle kavrayamazsanız. Evin mahremi değilseniz o eve giremezseniz. Hakikate vâkıf olmak istiyorsanız evin, yani sözün, şiirin, beytin mahremi olmanız; bunun için de zâhirdeki sözlerin birer sembol olarak nereye kapı açtığını bilmeniz gerekir. (…) Evmizi özlüyor, medeniyetimize dönmeyi, yeniden ehl-i beyt olmayı istiyorsak, böyle bir akletme tarzına ihtiyacımız var.”
Millet ve fert olarak bir yığın meselemiz ve dâvamız var. Bu kitap bize “Evin Mahremi olmayı” öğretiyor. Bu muhterem kitap hakkında müstakil bir yazı yazmak boynumuzun burcu.
Elimizde yine Semerkand Yayınlarından çıkan bir şirin kitap daha var: “Sokakbaşı.” Anadolu’da bir şehrin semti ve insanları roman diliyle anlatılıyor. Bu semtin köylü-şehirli karışımı insanların bazen acıklı, bazen nükteli, ama içinde her insanın yaşadığı içi içe ve yana yana olan hadiselerin roman diliyle anlatılması okuyan herkese kendi mâzisinden ve yaşadıklarından kareler
gösteriyor, geçmiş hâtıraların bir film şeridi gibi gönünün canlandırıyor. Hastalıklı modern romanların bize göstermediklerini gösteriyor.
Şehri- Maraş’ta bir semtin romanı bu. Romanın adı: “Sokakbaşı.” Şair ve hikâyeciliği ile tanınan ve bilinen Hasan Ejderha’nın saf, arı duru Türkçesiyle ve yer yer Anadolu insanın mahalli ağzıyla yazdığı ve gerçeklerden hareketle kurgulanmış insan hikâyeleri yan yana. Bir roman bütünlüğünde süren olaylar akıcı bir dille bizi eski sokaklarımıza, unutulan köy hayatının güzellik ve yoksulluğuna, sonra şehre yani Maraş’taki Sokakbaşı semtine götürüyor.
Saf aşktan, köyün aksakallarına, çocuk dünyasından hayatın çetinliğine kadar her şeyi yaşatıyor okuyana.
Köyünü çok seven, fakat Maraş’a okumak için gelen ateşli bir çocuk olan İhsan’ın hikâyesi bu. Romanın başkahramanı İhsan üzerinden Sokakbaşı’nda semtinde nasıl bir mekân, insan tipler ve etraf bilgisi veriyor kitap. İyi, kötü her insan var etrafında. İhsan’ın görüp yaşadıkları hepimizin hikâyesi.
Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı Başkanı D. Mehmet Doğan’ın Yazar Yayınlarından çıkan son iki kitabını da başucumuza koyduk. “Neden Klasiklerimiz Yok?” ve “İki Yol Açıcı: Nureddin Topçu ve Necip Fâzıl.”
Bir başka kitap var elimizde. Şule Yayınları’ndan çıkmış bir şiir kitabı: “Dünya Hatırası.” Şair Mustafa Köneçoğlu’nun ikinci şiir kitabının olduğunu öğreniyoruz. İlk kitabı Hece yayınlarından çıkmış. Kendine has bir şiir tarzı ve dili var. Kitap iki bölümden oluşuyor: Birinci bölümün serlevhası çok ilginç: “Tanışmak İnsanı Yorar.” İkinci bölümün başlığı, kitaba adını veren “Dünya Hatırası.”
Köneçoğlu’nun kitabını bütünüyle okumadık henüz. Arka kapak yazısından bu kitaptaki şiirin dili ve maksadı hakkında herkes kendi anlayışınca bir anlam çıkartabilir: “Ne hayatta pişti oldum ben ne eküri ne yaşadım fifty fifty / kelimelerime karşılık bulamadım üzgünlüğüm ondandır / meğer eli sopalı bir öğretmenmiş benim acı diye bildiğim / meğer babamın daraltılmış ömrünü giymek oğulların kaderi…”
“Semerkand Yayınlarından bir güzel kitap daha var: Semerkand Dergisinin derviş ve medrese ehlinden, yayıncı yazar, sohbet ehli bir güzel insan olduğu anlatılan Ali Sözer’in hocanın “Kırk Mektubu” nu okuyacağız. Mürşidlerin, âlimlerin, ulu kişilerin, mübareklerin elinde çıkmış “Kırk Mektup” duruyor önümüzde…
Habervaktim.com yazarı Cemal Nar hocanın, daha önceki bir yazımda duyurduğum son kitabı “İslam’da Irkçılık Ulusçuluk Milliyetçilik” isimli kitabı
çıktı, fakat telâşemizdan kitabı henüz temin edemedik. Bugün en çok öğrenilmesi gereken problemli bir sahaya dair başlık atmış bu kitap. Daha önce onlarca kitap yayınlayan Cemal Nar hocanın bu kitabının bir önceki ayağı var ki, önce onu okumalı: “İslâm’a Göre Irkçılık ve PKK Ekseninde Kürt Sorunu.” Fakir, bu kitabı okuyup faydalanmıştır.
Türkiye’nin mizah dalında en yerli yazarı hukuk müşaviri Durdu Güneş, mizahın kalitesiyle dolu kitaplarını yeniden SAGE kitap ve matbaa’dan yeni yayınlamış mizah meydanına yeni bir kitap daha eklemiş: “Mizah Atölyesi.” Yenilenen kitapları bir daha hatırlamış olalım: “Hayatın İçinde Fıkralar”, “Ben Hakimim Masum Bey”, “Bitkiler Üzerine Espriler / Bitkilerle Sohbet”, “Memur Olduğumu Kimseye Söyleme”, Emekli Mehmet Efendi’den Fıkralar/ Nükteler / Dersler / Sohbetler.” , “Hayvanlığın Âlemi Var”, “Aşk İnsanı Komik Yapar.”
Erzurum TYB Şube Başkanı Hanifi İspirli’nin iki kitabı da önümüzde: “Hiçkimse” (şiir) ve Yusuf Kotan’la birlikte yayınladığı “Hatıralardaki Erzurum.”
Kitaplar böyle işte! İnsana can verir, moral verir. Kitap sevmeyenler nasıl insandırlar acaba?






***
 MİLLETİN NÜMUNESİ SOMALİLİ MAHMUD

Somalili Mahmud’un Fikir Dükkânımızdan, yâni Cuma Kapımız’dan ayrılıp tahsil gurbetine çıkışıyla dostperest yüreğimden bir parça daha koptu gitti.

Fikir ve gönül tâlimi yapılan bu mekândan nice dostlar maddî gurbet, askerlik gurbeti, tahsil gurbetine çıktılar. Her giden yüreğimden bir parça koparıp gitti. Her gurbetçimiz gibi onun gidişiyle de Fikir Dükkânının dostluk divanından bir mâna, bir karakter, bir dostluk âbidesi eksildi gitti.

Kendini Şehr-i Maraş’tan sayardı. Kurban Bayramı öncesi Yüksek Lisan müracaatı için İstanbul’da iken, “Herkes memleketine gidiyor, sen Somali’ye mi gideceksin” diye sorduklarında “Bayramda mânevî ve fikrî memleketim Maraş’ta olacağım…” demiş.

Bu sözü üstüne ümmet ve millet şuuruyla kıvrandım. Bin yıllık millet ve ümmetdaşlara hâmi
oluşumuzun muhteşemliğini böylece bir daha idrak ettim. Ümmete hâmi oluşumuz dimağ ve yüreğimi sardı ve cezbeye kapıldım “Ah, Mahmud bize tarihî mesuliyetimizi hatırlattığın için sana minnettarım!” dedim.

Şehr-i Maraş Sütçü İmam Üniversitesi’nde tahsile başladığında tanımıştım onunla. Fikirli insan kaynağımız olan İsmail Göktürk’ün talebesiydi. Keşfetmiş ve elinden tutup Fikir Dükkânına getirmişti. Bir Hocam’a ve dost meclisine takdim etmiş, ilminin ve gönül dünyasının derinliğinden bahsetmişti.

Somalili Mahmud simsiyah teni ve sîmasıyla nur ve aydınlık saçıyordu dost meclisimize. Göbek adı dedesinden tevarüs ettiği Şıh Ali Muhammed olan Mahmud’un, Cenabı- Hakk’ın ne güzel halk ettiği simsiyah çehresine saatlerce bakıp bakıp doyardım.

Cenab- Hakk’ın, simsiyah teninden nur yaydığı, aydınlık saçtığı güzel Mahmud, şirin Mahmud zâhiri ve bâtınî her yönüyle hâlisiyet ve samimiyet âbidesiydi. Gönlüme otağ kurmuştu. Her gördüğümde kalbime mânevî şifa gelirdi.  Kalbî şifa buluşumu hâl üzere olan bilir ancak.

 Her sohbet meclisinde onun simsiyah nurlu yüzünü temaşa eder, anlattıklarını vecd ile dinlerdim. Birinci Harb’deki Sudanlı Zenci Musa’nın ahfadına ve Somalili İslâm mücahidlerine nasıl da benziyordu öyle.

Ümmeti ve milleti tastamam Mahmut’un sîmasında görüyordum. Dost meclislerinde ve beraber bulunduğumuz her toplulukta “Somalili Mahmut, milletin ve ümmetin nümunesi…” diye tanıtırdım. Bu hakikati söylerken, Allah şahittir ki kalben ve fikren inanarak söyler ve büyük bir mutluluk duyardım.

Sîması, ahlâkı, edebi, yâni her şeyiyle Sahabe-i Kiram’ın asrımızdaki duruşunu temsil ediyordu nezdimde. Ecdadımızın “İ’lâ-yı Kelimetullah” dâvası Somali’ye kadar ulaştığı içindir ki, Rabbim, yirmibirinci asırda Mahmud’u Türk Ülkesi’nde bizimle buluşturdu ve dost kıldı.

Kültür ve medeniyet programlarında Mahmud’un Kur’an-ı Kerim okuması, dinleyenleri cezbeye sokardı. O gün kalp saadetim tamam ve gönlüm sürur bulmuş olarak dönerdim. Diz çökerek rahlede Kur’an okumasıyla başlayan her kültür programı gözlerimden bin yıllık yaşlar akıtan, yüreğime ulvî sızılar veren muhteşem programlardı.


“Nerelisin” diye soranlara vecd ve iman ile “Anadolu’nun Somali kasabasındanım” derdi. Bu ifadesini defalarca duymak için can ve kalp kulağımı açar, kendimden geçerdim.

Kendini böyle tanıtmasının tarihî derinliğini düşündükçe, nezdimde son yıllarda duyduğum ve okuduğum yazı başlıkları da dâhil en mânalı ve tedaisi bin miligram olan bu ifadesinin üstüne bir hikâye yazmayı düşünmüştüm. 

“Son tüten ocak” Anadolu’nun ümmet nezdinde ne kadar değerli oluşunun hikâyesi olacaktı. Kahramanı Somalili Mahmud olan bu hikâye millet ve ümmetin hâmisi Âl-i Osman Türklerine olan teveccühü anlatacaktı aynı zamanda.

Fikir ve Gönül Dükkânının edebî ve nükteli aleyh ve zarflarını kavramış, hususen bu fakire şirin Türkçesiyle “Bu hafta elimde iyi aleyhler var…” dediğinde dost meclisinde o an her söz ve ziyaretçi görüşleri durur, Mahmud dinlenilirdi.

Kısa müddet içinde kültür ve medeniyet değerlerimize vâkıf olmuştu. Dükk3an müdavimlerinden daha fazla bu değerler hakkında fikir sahibiydi. İslâm büyüklerinden bir vak’a, bir kıssa aktarırken, ardından Somali’den dinî kıssalar, menkıbeler aktarırdı.

Eş dost meclislerinde aşk ve vecd ile “Ey Maraşlı Türkler! İşte size hakiki bir Türk ve ümmet nümunesi! Ona bakıp Türklüğünüzü görün. Müslüman Türklüğünüze onu ölçü alın…” derdim. Mahmud’la yanyana olmaktan ve görünmekten fikrî ve ulvî bir haz duyardım.

Ah, Türkiye!” dedim,  “Ümmetdaşlarını, hele de siyah tenli dindaşlarını yabancı sanan, hor gören Ulusalcı ırkçıların vesayetinde kaldığın dünkü karanlık yıllara dönmezsin bir daha” diye çok nâra attığım oldu.

“Mahmud, Somali’de Ali ismi çok mudur?” diye sorduğumda sükûnetli Türkçesi ile “Somali’de her beş isimden biri Ali ve Peygamberimizin mübarek ismi Muhammed’dir” derdi. Somali’ye döndüğünde, Ali Hocam’dan neşet eden muhabbetle Ali isminde gördüğün her Somalilinin elini sık ve bu fakirden selâm söyle” dediğimde Allah’ın nurlandırdığı simsiyah siması, bembeyaz gözleri öyle güzel tebessüm ederdi ki, kelimelerle ifade edemem.

Vedalaşırken bembeyaz nurlu gözlerinden yaşlar döküldü. “Ah, Mahmud, ah, gurbet ve millet!” dedim.

Ey güzel Mahmut! Yüreğimize kazıdığın dostluğunu, milletdaşlığını, nüktelerini aleyhlerini, zarflarını ahrete unutmayacağım.

***
DİL KAPISI

Dil Kapısı, Tûr Dağı’dır. Hz. Musâ’ya Allah’ın tecellisi bu Kapı’da gerçekleşir. Yusuf, Dil Kapısı’ndan girip çıktı, sabırla vardı Mısır’a... Züleyha, Dil Kapısı’nda sınandı. Ateşlerin, yâni ten aşklarının içinde... Yusuf’un aynasında gözleri kamaştı, eşiğinden adım atamadı içeri... Sonra kurtuldu teninden, geçip gitti Dil Kapısı’ndan... 
      
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, “dil nazargâh-ı Hûda’dır sâf kıl kim dola nûr” derken Dil Kapısı’ndaydı. Diyor ki mübarek veli: Dil, yâni gönül Allah’ın baktığı yerdir. Orada durup saf tutanların, sebat edenlerin içine nur doğacaktır.

Tasavvufun bir kapısı da Dil Kapısı’dır. Ehl-i dil olan edip ve şairler dilin sûretini aradan çıkarıp dilin mânası üstüne tâlim yaparak giderler hakikat yoluna... “Dili var dilden dile...” mısraı bu anlamdadır.

DİL KAPISI FÂNİDİR, UÇMAĞA GİTMEKLE BİTER

Şüphesiz Dil Kapısı fânidir. Fânilikle başlanır, uçmağa gitmekle biter. Sonra bu Kapı’nın hafif, orta ve ağır eşiklerinden geçebilene derece derece Mescid-i Aksâ ve Kâbe’nin kapısında yürümek nasip olur.

Bâzı hâllerde bir meyhanedir; aşk şarabına bürünmüş kelimelerle sarhoş olunur. Halktan Hakk’a, kesretten vahdetin sırrına, halvetten Mâşuka varılır bu Kapı’da. Hallâc-ı Mansûr’un başına gelenler misâli kimi hâllerde Dil yakar insanın dil kanatlarını... Kapı’dan vecdle girip çarçabuk geçenlerin imtihanıdır bu.

Asırlar önce Hayâli üstadın dediği üzere: “Şol gönül (dil) kim görecek zülfünü cân etti fedâya / Ermedi dârda Mansûr Onun payesine.” 
       
Dil Kapısı’nın en şedit, en yaman müdavimi Mansûr, Dil Kapısı’nın kurallarını bile lüzumsuz eğleşme olarak görüp, dilin sûretini delerek ötelere geçince, yani Dil Kapısı’nın idrâkini aşınca dâra çekildi.

Mâna ustası Ahmet Yüksel Özemre,“Cenâb-ı Allah, bazı kullarına kendi esrarıyla hakke’l yakîn yaşama imkânı verir. Böyleleri verilen bu durumlarını, ses ve söz kalıplarına dökemezler, intikal ettiremezler. Kitaplara dökülenler, dedikodu ve felsefe olur” diyor.  
       
Âmenna. Doğrudur. Fakat tasavvufun zirvesinde durmak kimin harcı? Dilin masivası nerede başlar, nerede biter? Peygamberlerin haricinde her kulun iç evini tutuşturan ateşten bir sual...

KELİMELERİ TARÎK EDİNELERİN ATEŞTEN İMTİHANI
                                                                                           
Dil Kapısı’nda duranların dâvası yalnızca uhrevîleşmek değil, dünya gurbetinden asıl vatana uçmak için kelimeleri kanat yapmaktır. Bu târifin muhatabı olup da malâyanîlikten kurtulan Dil Kapısı’nın müritlerinden olmaktır gâye.

Muhakkak ki hurufata dökülenlerde malâyanîlik, dedikodu ve benlik vardır. Lâkin kelimeleri tarîk edinenler peşinen ateşten bir mâvera imtihanına hazır mistiklerdir. Uşşakî şeyhinin dediği gibi “söz canın kokusudur.”

Zikirlerini mısralarla yapmak, iç evlerinden fışkıran söz kalıplarını sayhalaştırarak hurufata dökmek ve derece derece ulviliğe giden yolun yolcusu olmaktır muradımız...

Şüphesiz Dil Kapısı’nın tâlimleri arasında vehbî olan da var, kesbî olanda... İlhamla gelen kelimeler aldatabilir de, mânaya ulaştırabilir de... 



HAYAT YAVAŞTI YAVAŞ YAŞARDIK ESKİDEN

Hayat yavaştı yavaş yaşardık modern olmadan önce. Hız nedir bilmezdik. Yavaş yaşandığı için dünya eskiden güzeldi. Hızlı yaşandığı için modern dünya çirkin ve gürültülü.

Yavaş yaşamalıydı Müslüman. Dinimiz emrettiği için ceddimiz yavaş yaşardı. Çünkü yavaş hayat Müslümanca hayattı. Gün doğumundan gün batımına kadar Allah’ın her gününü yavaş yaşadıkları için âsûde ve huzurlu olurlardı.

Yunus Emre yetmiş iki millete bir göz ile bakmayı, gönüller yapan dervişliğini yavaşlığın dergâhında kazandı.

Hacı Bayram-ı Veli yavaş hayatın huzur ü sükûn ikliminde yetiştirdi müridlerini.

Mimar Sinan yavaş yaşadığı için hayâl ve tasavvur etti yavaşlığın ve sükûnetin muhteşem eserlerini…

YAVAŞ YAVAŞ ÖLMEK İSTİYORUZ

Hızlı, yâni modern hayat kanserden daha öldürücü bir düşman; insanı insanlıktan çıkarıyor. Bir insan düşünün, ağır maişet mesaisine yetişmek için hızlıca kalkıyor, def-i hâcetini hızlıca yapıyor, hızlıca giyiniyor, yemeğini çok hızlı yiyor, dolayısıyla her defasında hıçkırık tutuyor. Dakikalar bitmek üzere, asansör her defasında olduğu gibi geç geliyor. Yola iniyor, fakat karşıya geçmesi gerek. Caddede hızlıca seyreden arabalar kafilesinin ardı kesilmek bilmiyor. Tükenen dakikalar napalm bombası gibi beynine beynine iniyor. Adam, “ah, bol zaman!” diyerek inliyor ve olduğu yere çöküyor…

Bu insanı ne kurtarabilir? Yavaş hayat…

Modernliğin başımıza belâ ettiği hız kültüründe yavaşlığa yer yok. Hazret-i insan olarak biz yavaş yaşamak, yemeği yavaş ve telâşsız yemek, def-i hâcetimizi yavaş yapmak, abdestimizi yavaş almak ve yavaş yavaş ölmek istiyoruz…

HIZLI HAYATIN KALBİ VE İRFANI YOK

Hızlı hayatın kalbi ve irfanı yok. Hız toplumu durup düşünen, dinleyen, sâkin bir toplum değil, sükûnetini yitiren asabi ve bencil bir güruh…

Batı medeniyetinin ürettiği modern hız toplumu hızla büyüyor. Yeni bir hastalık ve tehlikeyle karşı karşıyayız. Bu canavar tıpla, tüfekle durdurulacak bir canavar değil. Devlet ve toplum çapında başlatılacak yavaş hayat inkılâbıyla yok edilebilir ancak. Çâre: Yavaşlığın ve sükûnetin sesi İslâm medeniyeti...

HIZLAN ACELEMİZ VAR!

Küresel hız hayatımızın her karesini kuşattı artık. Hâne halkıyla görüşmeler hızlı, akraba ziyaretleri hızlı. Tâziye ve hasta ziyaretlerimizi hızlıca yapıyor, bir başka yere yetişiyoruz. Câmiden olabildiğince hızlı çıkıyor, namazın sünnetleri tehir ediliyor, zamm-ı sûreler bire indiriliyor, tesbihat olmasa da olur. Çünkü acelemiz var.

Dijital haberleşme araçlarıyla ferman buyurduğumuz lokanta yemeği en hızlı şekilde ulaştırıyor. Çünkü yemek en hızlı şekilde gelmeli ve yenmeli. Acelemiz var! Ecdâdımızın “yavaş yavaş yiyin” nasihatini bilmiyor hız çağının nesli…

Hız çağının mabudu reklâmlar hızlı olmayı telkin ediyor: “En hızlı arabaya, en hızlı cep telefonuna sahip olmak için hızlı davran!” Ne kadar hızlı olursan o kadar çok kazanma şansın var. Yavaş davrananlar, yavaş mekânlar hızlı hayatın saldırısıyla defterleri bir bir dürülüyor…

Modernizmin çocuğu teknolojiden sâdır olan hızlı hayata göre hızlı olan verimlidir. Hız ağının dışında kalmak fırsatları kaçırmaktır. Bundandır hız kültürünün ifsad ettiği toplum fazla verimlilik için daha da hızlanıyor, ruhunu dinlemekten, tefekkür etmekten kaçıyor.

Hız çağı yavaş konuşana da izin vermiyor, her şey hızlı konuşulmalı! Atalarımızın, zihnî ve ruhî ahengimizi sağlayan “Tane tane konuşun” öğüdünü silindir gibi ezip geçti hızlı hayat.

“HIZ BİR UYUŞTURUCUDUR”

Prof. Dr. Kemal Sayar, “Yavaşla!” kitabında daha hızlı sloganlarına kulaklarımızı kapatmamızı, hızın bir uyuşturucu olduğunu, ruhumuz için yavaşlamamızı, ahlâkı, merhameti, vicdanı hayatımıza katmak için hızlı olan her şeyi reddetmemizi, şifayı durup dinlenmekte, yavaşlıkta aramamızı söylüyor.

Ali Yurtgezen hocanın “Namaza Durmak” yazısının idrakleri sarsıcı kelimesi “Durmak” fiilini hayatımızın bütününe teşmil etmeliyiz: “Durmak gerek, durmayınca durulamazsınız.” Durmak, insanın fıtratına yaraşır müthiş bir fiil. Ah, durmak!

Hayatının her karesinde hız bağımlısı olan Müslümanın ders çıkaracağı bu yazısında “tevakkuf etmeyen”, durmayı unutan insanı târif ediyor ki kendimiz, biziz bu insan:

“Modernizm veya ‘çağdaş uygarlık’ tüketmeyi, kazanmayı, bunun için durup dinlenmeden koşturmayı gerektiren bir anlayış. Modernizmin inşa ettiği insan tipi, mütemadiyen hareket ederek, telaş ve endişe ile oradan oraya koşturarak, kendini çağın hızına kaptırıp sürüklenen, nefes nefese koşuşturmaktan ‘Peki ya sonra?’ diye sormaya fırsat bulamayan, hiç durmadan çalışmak, kazanmak ve tüketmek zorunda olan bir makine.”   
                                                                                                                                
HIZLI HAYATTA GÖNÜLLER YAPMAĞA VAKİT YOK

Hız çağının yok ettiği mukaddes bir kıymet: Vakit... Kimsenin vakti yok. Modern teknolojinin en hızlı arabalarıyla daha hızlı gitmemiz gerek. Çünkü vaktimiz az, işimiz çok! Oysa Müslümanca hayatın sırrı ve gayesi sükûnettir, yavaşlamaktır…  
                                                                                                                                          Hızlı hayatta gönüller yapmağa vakit yok. Hızlandıkça birbirimizden kopuyor, daha da parçalanıyoruz. Hayatımız daha da seküler hâle geldiği gibi, ruhî yabancılaşma artırıyor, mensubiyet şuuru zayıflıyor.

Yüz yüze olmayı engelleyen de bu musibettir. İnsanlar birbirinin gözüne bakmadığı, birbirini yeterince dinlemediği için muhabbet hâsıl olmuyor, herkes birbirine nesne gibi bakıyor.

Yavaş hayatı özledik. Telâşsız ve acelesiz hayat nerede, bilen var mı?


***
UYKUYA DOST OLAN MÜSLÜMAN ÇOĞALIYOR/SA...

Buhara’dan Anadolu’ya gelen Hüsameddin-i Uşşâkî Hazretlerinin muhteşem sözüyle bu yazıyı “…uykunuz varken okumayın. Çünkü… Uyuyanları uykudan uyandırmak için yazılmıştır. Tok karnına da okumayın… ”  

“UYKUYA DOST OLMAYINIZ”

Uykuyu sevenler bizden değildir. “Biz” den kastımız Müslümanca yolda fikrî, ilmî ve edebî meselelerle iştigal edenler, yâni ulvî sancısı olan dâva adamlarıdır. Uyku dost olanların çoğalıyor olması, Müslüman ülkesinde irfanın, ulvî sızının ve tefekkürün azalması demektir. Fethi Gemuhluoğlu, “uykuya dost olmayınız” diyor:

“İnsanın uykuya sırt çevirmesi lâzım. Peygamber-i Ekber uyumazlardı. Eğer Türkiye’de… Türk insanı, Müslüman insan, Millet-i İslâmiyye’nin insanı… Yeniden bir ‘ba’sü ba’de’l-mevt’ sırrını yaşamak istiyorsa, onu ihyâ etmek istiyorsa… Uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya düşman mı olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım...”

“UYKUDAN SIÇRAYIP KALK, ISTIRAP ÇEK”

Müslüman için haddi aşan uyku nefsânî bir hâl olduğu için gaflet hâli sayılır. Kaygısızca çok uyuyan Müslüman hâl üzere olamaz ve tefekkür edemez.  Hz. Mevlâna’nın ikazını bugün kaç kişi biliyor? “Uykudan sıçrayıp kalk, ıstırap çek! Bir tarafta su sesi duyulurken, öte tarafta susuzun uyumasına imkân var mıdır?”

“EHL-İ CENNET UYKUYU BİLMEZ”

Haz ve modernizm, beden ve ruhunu o kadar kuşatmış olmalı ki farkında olmayan bir kısım Müslüman, Yunus Emre Hazretlerinin sözlerini gönlüne almayı unutmuş: "Uyuma der bana Sultân-ı enbiyâ / Hiç yatma der sana Sultân-ı enbiyâ”

Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâmın hayat tarzına sebep asabiyetiyle bağlı olan asâletli Müslüman az uyuyarak hayatın her ânını gönül gözüyle yaşar ve temaşa eder. Uykunun kötülüğünden bahseden Abdülkadir Geylani Hazretlerinin nasihatini hatırlamayan Müslümanın duruşunda noksanlık vardır.

Uykuyu değil, uyanıklığı aramak lâzım. Ayıklığı icap ettiren halleri terk, bütün iyi şeyleri bir yana itmek sayılır. Bunun icabıdır ki âriflerde bayağı uyku azdır. Ehl-i cennet uykuyu bilmez. Çünkü uyku gaflettir. Dolayısıyla noksanlıktır. Bütün hayırlı işler, ayık olmadadır. Zahirî uykudan kurtulmak için az yemeli, az içmeli, çok yiyip içince çok uyku olur.
                 
Böyle diyor ulu zat. Konfor ve modern nimetler karşısında recüliyetine sahip olamayan Müslüman bu nasihatleri unutmuşa benzer.

UYKU ÇEŞİTLERİ
        
15. Asır derviş ve âlimlerinden Eşrefoğlu Rûmî uykuculara iyi demiyor: “Uyku altı çeşittir: 1- Gaflet uykusu: İlim meclislerinde uyuyanlar. 2- Şekâvet uykusu: Sabah namazı vaktinde uyuyanlar. 3- Ukûbet uykusu: azap ve eziyet uykusunda olanlar. 4- Kaylûle uykusu: Kuşluk vaktinde uyuyanlar. 5- Ruhsat Uykusu: Yatsıyı kıldıktan sonra uyuyanlar. 6- Cuma geceleri uyuyanlar.”
         
Uykucuların hâllerini de şöyle târif ediyor: “Bir tâife vardır ki, gece onlar için saadettir. Gecelerden onlara zerre kadar zarar gelmez. Bunlar, geceleri hasret kaldığı gurbetteki bir sevdiğini bekler gibi gözler ve gece olunca sevinirler. Bir tâife daha vardır ki, onlara da geceleri ne kâr, ne zarar verir; geceleri uyku ile geçirirler, arada bir uyanır, sağlarına, sollarına dönerler.” 

Fikir ve gönül tâlimine soyunanlar, mes’uliyet ve istikâmetlerine bakarak yukarıdaki uyku çeşitlerinden birini seçebilirler. Kültür ve medeniyet meseleleriyle iştigal ediyor ve memleket dâvasının sözcülüğünü yapıyorsanız gaflet, şekavet ve ukubet uykusuna yatanlardan olmayınız. Sünnet-i Seniye diyerek, bol yemek ve tatlı üstüne yatsıyı kılıp yatanlar var. Bu, avâmın hâlidir.
                                                
UYKU, ÂLİM, DERVİŞ VE ŞAİR…

Müslüman kültüründe hâmi ve mes’ul sayılan devletlû, âlim, derviş, şair ve fikir adamının yatsıyı kılıp uyuması vatan ve millet meseleleri yönünden zararlıdır, kaygısızca uyumaları itibarlarını zedeler. Hem bu vazife ve vasıfları taşıyacak, hem de yatsıyı kılıp rahatça yatacak, öyle mi? Yapacakları bir yığın ulvî ve fikrî işleri var.

Öyle ki vasıflarına bakıldığında şairdir, yazardır, sofîdir, ilim adamdır... Ateşli bir fikir teatisinde, gönülleri mâveraya kanatlandıran bir sohbette uykuları gelir. Uyku ile birlikte lüzumsuz istirahatten hazzedenler bırakın fikir adamlığını, derviş ve şair hiç olamazlar. Böyle insanların gönlü ve fikri vardır; hattâ titiz bir Müslümandırlar. Fakat nasılsa bol uykudan hiç taviz vermez, nefsi azdıran mükellef sofraları da kaçırmazlar. Modernliğin ve konforun tesiriyle bu taifede uyuyanlar çoğaldı ki halleri Maşûkunu ararken uyuya kalan âşığa benziyor.

“EY UYUYAN ADAM!”

Attar’ın “Mantıku't-Tayr” ında anlatılıyor. Modernizmin haz ve konforuna alışan derviş ve âlim, fikir adamı ve şair olanlar okusunlar.

Yolda uyuya kalan âşıkını kendinden geçmiş halde gören mâşuk, bir şeyler yazıp, âşığın üzerine bırakır. Uykudan uyanıp kağıdı okuyan aşığın yüreğine sızı düşer. Onu sızlatan sözler bugün kaç âlim, derviş, şair ve fikir adamının yüreğini sızlatıyor?

“Ey uyuyan adam! Tüccarsan kalk para kazan. Yok zâhid isen uyuma, kulluk et! İkisi de değil, âşıksan utan. Âşığın gözünde uyku ne gezer? Âşık gündüzleri yel gibi eser savurur; geceleri yanar yakılır, âleme ay ışığı gibi ışık saçar. Mademki bunlardan hiçbiri sende yok, aşktan bahsetme, sahte dâvalara girişme…”

*** 
SOHBETLE SAHÂBE OLANLARIN MİLLETİNDENİZ












Sohbet ehli misiniz? Sohbet eder misiniz yahut sohbetlerin müdavimi misiniz? Sohbet yoldaşınız yoksa, sohbetlerden gıdalanmıyorsanız içiniz kupkuru, diliniz kekredir.

Modernizme mağlup olanlar, sohbetin gıdasını tatmadıkları için televizyonların, sokak dilinin tartışmalı, gürültülü bağırtılarını sohbet sananlar nadânlardır.

Sohbetsiz insan olur mu? Müslümanca dili ve dünyası olmayanların sohbeti olmaz. Sohbetin gönle, fikre, dostluğa ve hayata şifa verici gücü bilinseydi, sokaklarda, evlerde ve türlü mekânlardaki gürültü kirliliği yapan bağırtılı, tartışmalı, laklak kabilinden konuşmalardan eser kalmazdı.

Bir Hocam, “utmak için sohbet edilmez” dediğinde anlamıştım sohbetin mânasını. Sohbette menfaat, hırs ve tartışma olmaz. Oluyorsa, onun adı sohbet değildir.

Sohbetin esası edeptir. lisânî hâldir, kalpten kalbe, gönülden gönüle irtibatı sağlar. Sohbette feyz vardır. Sözle de olabilir, hâl üzere de… Sözlü eğitim de, hâl eğitimi de yapılır.



Sohbet, Müslümanca dilleşmedir, hasbıhaldir, yârenliktir, yan yana ve lisân-ı hâl üzere olmaktır, dost meclislerini paylaşmaktır. Sohbet meclislerinde mânevî alışverişler vardır. İnsan ruhunun ihtiyacı olan fikrî ve mânevî gıdalar ikram edilir, gönüller sürur, kalpler huzur bulur.



İslâm toplumunun ilk tezahürü ashab’la yâni sohbet edicilerin sohbetleriyle başlamış. Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâm İslâm’ı sohbetle yaymış, ilk Müslümanları sohbetle irşad edip kazanmıştır. Huzurlarında toplanıp sohbet edenler mânasına gelen ashab İslâm toplumun çekirdeğidir. Sohbetleriyle terbiye ve irşad olan Ashâb-ı Kiram yâni “sohbetle olgunlaşanlar” ın usulü ve yolu da daima sohbet olmuştur.



SOHBETSİZ MEKTEP, SOHBETSİZ TEDRİSAT



İslâm medeniyeti ve toplumunun temeli sohbettir. Din, sohbetle yayıldı ki, dinimizden neş’et eden medrese eğitiminin temeli sohbettir. En ağır dersler dahi sohbet usulüyle anlatılırdı. Eğitimin bir parçası olan dergâhlar zaten bir baştan bir başa sohbete kesilmiş terbiye mekânlarıydı. Tasavvuf geleneğimizde sohbet, müridin gönül tâlimi ve aynı topluluğa aidiyeti artırmak için en elzem yollardan birisidir.



Modern mekteplerde sohbet mümkün mü? Tasavvuf ve hikmetten zerre kadar nasipsiz seküler, yâni zihnî malûlüliyete sebep olan eğitimlerle yetişip toplum önüne çıkan sosyologlar ve ruhiyatçıların talebelere ve hastalarına sohbet edin, dediğini duyan var mı? İlköğretimden üniversiteye kadar hiçbir eğitim kademesinde gençlere sohbet usulüyle ders verildiği vâki değildir.



Bu sebeptendir ki, Modern ve seküler devletin dayattığı eğitim tarzından, istisnalar hâriç, gönlü mutmain, dili güzel, muhabbet etmeyi bilen nesiller yetişir mi? Çoğu, sohbet lisânını bilmeyen, ağız kalabalığı yapan, yâni cafcaflı üslûpla konuşan marazlı bir nesil… Bu nesil, sohbetsiz mekteplerin kurbanlarıdır…



Müslüman, kendini emin görüp, âriflerin, fâzıl âlimlerin sohbetinden geri kalmamalı. Sohbetin, kalbi cilalayıp, ilmi artırdığını unutanlar gaflettedir. Öyle ki, ilmine güvenen âlimler ilmiyle kibirlenip âriflerin, ehl-i dil olanların sohbetlerini kendilerine lüzumsuz görürlerse kalplerinde kuruluk başlamış demektir ki, bu onların daha ham olduğunun işâretidir.



İmam Rabbani Hazretleri, Mektubat’ında, sohbetlerden doyuma ulaştığını sananlar için, doyuma ulaştığını söyleyen kişi aslında hiçbir yere ulaşmamıştır, diyor. Mâneviyat yolcuları kendilerini beğenerek sohbetleri küçümsememeli. Sohbetten çabuk ayrılanlar bilmelidir ki sohbetten maksat, faydalı olmak ve fayda görmektir. Bu iki özellik bir mecliste bulunmazsa, o meclisin bir değeri yoktur. 



MÜEKKED SÜNNETLERDEN OLAN SOHBET GÖNLE ŞİFADIR



Sohbete doydum, diyenler samimi değildir. “Aşk şarabından içtim ve doydum” diyenlere, “Ben ise yedi denizi içtim hâlâ dilim dışarıda daha yok mu diye yalvarıyorum” diyen ehl-i mutasavvıfın sohbet yolunu tutmayan Müslümanların çoğalması fenâ! Yemeğe, uykuya doyulur; sohbete doyulmaz. Doydum diyen başka hazlar, başka meşguliyetler edinmiştir.



Sohbetin müekked bir sünnet olduğunu söyleyen hikmet ve mâna ehlinin sözleriyle, sohbet, insanın iç âleminin gözlerini açar, hadiselerin hakikatini kavratır. Öyledir ki, Efendimiz Âleyhisselâtaüvesselâm’ın yapılanmasını buyurdukları tekidli Sünnetleri arasında sohbet de vardır.



Bundandır ki, ârifler nükteli bir üslûpla sohbetin kazası olmaz, demişler. Sohbeti terk eden, üstadları da terk etmiş olur. Yatsıyı kılıp üstüne tatlı yiyerek yatan, ulvî sancısı olmayan Müslüman sohbetin şifasından mahrum biridir. Müslümanca yüreği ve mânevî sızısı olan için her sohbet yeniden diriliş ve güçleniştir.



“YOLUMUZUN ESASI SOHBETTİR”



Sohbetle sahâbe olunan Müslüman toplumunda, sohbetle yeniden millet olmanın ehemmiyetini Ali Yurtgezen hocadan dinleyelim: 

“Bizim irfanımızda sözün hayır gözetilerek söylendiği, muhataba tesir ettiği, tarafların birbirini yenme hırsıyla malûl olmadığı konuşma tarzına ‘sohbet’ denir. Sohbet, ‘aralarında ünsiyet olan insanların bir araya gelip tekellüfsüz mükâleme etmesi’ gibi bilinse de, tıpkı konuşma gibi söz söylemekten ibaret değildir. Dostluk demektir, muhabbet demektir, yekdiğerine arka çıkıp sahip olmak demektir. Bütün bunlar sözsüz de olabilir. Sohbetin dilimizdeki ‘muhabbet etmek, halleşmek’ gibi karşılıkları da göstermektedir ki söz esas değildir. Sohbet, velev söz söylemek suretiyle yapılsın, zihnî olmaktan ziyade kalbî bir iletişimdir. Öyle olduğu içindir ki saatler süren tartışmalara, sayfalar dolusu itirazlara rağmen inadından şaşmayan nice insan sohbetlerde bazen bir kelime, bazen bir nazar yahut tebessümle bir çırpıda ‘lâ’ deyivermiştir. (…) Büyükler, “Yolumuzun esası sohbettir’ derken, uzletten kaçınıp topluma karışmak, hiç kimseyi ötekileştirmemek yanında, cedelden uzak durmayı da kastetmişlerdir. Çünkü sohbette cedel olmaz. Olursa sohbet olmaz.” Hâsıl-ı kelâm; sohbetle sahâbe olunan tarikin, yâni yolun yolcuları çoğaldıkça aslını havi bir millet olmanın önündeki engellerden biri kalkmış olacaktır.


***
YÜREKLERİNDE ANNE ATEŞİ SÖNMEYEN 
İKİ ŞAİR:  

Ahmet Doğan İlbey 




Batı’nın, yâni modernlerin tertip ettiği “günlere” meylim yok.  “Anneler Günü” nü de modern düşünce mahsulüdür. Batı’nın, insanları sınıflara bölüp sanayi cehenneminde ezdikten sonra sözde gönül almak için çeşitli “günler…” tertip ettiği malûm. Hâsılı, gönlümüze analarımızı düşüren iki şair dost var, bu bize yeter: Hasan Ejderha ve Memduh Atalay.  

İki şair de anacıldır, analarının yüreğiyle yaşar,  “ana” mevzu olunca yürekleri titrer ve sıla duygusunun en ileri derecesi neyse, bu iki şair de analarından öylesine çokça bahsederler. En yüreksizlerin bile yüreğine titreme gelir.  

Öyle ki, şair Memduh Atalay, dostluğumuzun nişânesi olarak “O benim anam gibidir” demesinde bile ana ateşinin onda hiç sönmediğini anlarım. Şu birkaç mısra ile Memduh Atalay’ın nasıl bir anacıl olduğunu, analarını unutmayanlara ithaf ederim:  

“Gözü yaşlı bir annenin yüreğinde büyüdüm / Hüznü giyindim ezgilerinde / Beni yalnız anlayanlar sevdi / Anladıklarımı sevdim ben de / Gözü yaşlı bir annenin kalbinde büyüdüm / Gurbeti giyindim ezgilerinde” 

Şimdi sıkı durun, şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın, memleketin bütün mekânlarına tablo gibi asılması gereken “Hasta Anneler Ülkesi” adlı şiirini okuyacaksınız. Yüreğiniz bulutlanırsa bulutlansın hüzünce. Analar için akan gözyaşlarınız nasıl da çoğalacak, analar için eriyen kalbinizde muhabbet nasıl da kabaracak, coşacak ve güzelleşecek; okuyun da yüreğiniz merhametten titresin.  

Hastası anasından ayrılamadığı için Efendimiz Aleyhisselâtüveselâmı görmeye fırsat bulamayan, fakat bu âli mazeretine rağmen “Üveysi” unvanını kazanmış Hz. Veysel Karanî’yi yâd edin bir daha… 

“ (…) 

Çığlığı üşümüş anneler, sıcak dualarla ısıttı yavrularını
Karnı burnunda kurduğu hayal gerçek şimdi
Aşermiş gibi yakın, toprağa ve yaprağa ve ağaca
Onca yalnızlığın sonunda, kalabalık serviler uğuldar
Çok aşk, tarla bereket, zümrüt yeşili yaprak
Korkarak attığım adımlarıma yol süvari
Cümle sahabe, o kadar sabi, kalabalık ortasında annem
Bir görsem en derin rüyalarda yari
Havari kesilir, beynimi yol eden düşünceler

Bir kere, bir kere daha haykırıyorum anne gel
Geceler yolculuk, ardınca karanlık bırakmayan dervişlere.

(…)
   
Hasta anneler ülkesinde yetimdir yüreğim
Üşüyeceğim anne baksana yüzüme
Ellerim ve yüreğim ve aklım üşüyecek
Düşleyecek ne varsa düşledim.

Şimdi hasta anneler ülkesinde bir prensim
Dersim, annemin gözlerini ezber etmek

Okumak ne varsa orada

Ankara’da bir hastane avlusunda
Biriktirdiğim gözyaşlarıma karıştırmak okuduklarımı
Dilekçemi sunmak, uyuşan dizlerimden çekilen kanla
Canla başla biriktirdiğim umutlarıma bir yenisini katmak
Haykırmak içimin derinliklerine sonra
Annemin elinden öptüğüm duaların üstüne
Tüm bunların üstüne umutlarımı, gözyaşlarımı koymak
Doymak, anne bakışlarının en derinine
Zayıf ferine aldırmadan gözlerinin, bebekliğimi görmek orada

Bir tebessümle büyüyüp, aldığım şefkati iade etmek cömertçe

Mertçe yaptığım sokak kavgaları dönüşü ve bir bisikletten düşüşü
Dizimdeki yara ile anneme sunduğum acıların;
İleriki yaşlarda çektiğim sancıların, anne şefkatiyle tedavisinin,
Bedelini öder gibi, sunmalıyım kat kat şefkati.
Bayati bir şarkıdan alınmış bir mısraı, ya da hüzzam bir faslı
Dinler gibi geçmeli çocukluğum gözlerimin önünden.

Hasta anneler ülkesinde ölmekten korkarım
Her yer soğuk donarım
Lakin yüreği sıcak, ıpılık bakar gözleri annemin
Ninemin saçlarını mı almış ne! Apak

Korkarak bakışımdan, ben bile ürkerim, saçlarına annemin
Ninemin gidişi gibi el sallamakta beyazlığı
“Saçları ak olunca nine olur anneler
Nine olunca ölür anneler” diye bir söz duymuştum
Hayır! ben uydurmuştum; yok böyle bir söz
Öyleyse içimdeki köz, neden yanar ha bire?
Sedire uzanmış babam neden kaygılı ve üzgün?
Dünyanın bütün anneleri hasta gelir bana
Dayana dayana biriktirdiğim acılar ve sancılar
Birlikte saldırır bütün azalarıma
Neden acı çekilince bitmez? Dayandıkça birikir?
Zikir çeken dervişler gibi kaplar ruhumu cezbe
İzbe bir köşesinden odanın, ağlarım göklere ve yere
Annelere adanmış şiirler söylemeliyim ve bebeklerine hasret annelere.
(…)
Hasta anneler ülkesinde çocuk olmaktan korkarım
Oyuncaklarım ne ki annem olmadan

Annem olmadan artık çocuk olamam ben
Ney gibi inleyen sesi annemin

Ah anne... Hep üzerimde olsun isterim ellerin
Türkülerin en acıtan yerinde
Sen gelirsin aklıma

Duaların kaplamalı varlığımı
Kanımı dondurmalı ikazla bakınca gözlerin
Sözlerini takıp kulaklarıma, yollar aşmalıyım.

Hasta anneler ülkesinden gelmekten korkarım
Yanımda olmadan annem, çıkamam hiçbir yola
Her şeye hasta annemin gözlerinden bakarım
Korkularım cam kırığı, bir aşure tası kadar bereketli

Umutlarıma koşmalıyım, haykırmalıyım sonra habbe habbe
Tesbihi arşınlayan parmaklarım akmalı zamana
Çocuk oluversem, biliyorum annem taze gelin olacak
Salıncak, oyuncak hepsi emrime sunulacak
Annem hasta olmayacak.

Yeniden öğrenecek olsam da cüzü
Gecelerinden korktuğum gündüzü
Annemle yaşamak vardı
Geçirdiğim güzel günlerin hepsi
Annem kadardı.

Mevsimler;

Annem hastalanınca kış,
Annem iyileşince bahardı.
(…)”
----------------------------------------- 

FİKİR DÜKKÂNI’NDAN… 

Ey azizan! 

Başımdan geçenleri anlattığımdan dolayı, fakiri yadırgamayın ve vecdine bağışlayın. Ağır maişet mekânınızda akşam sonrası, kafanız efkârlı, gönlünüz dost diline olan gurbetle buruk, diliniz, halkın arasında ahraz olmuş haldeyken, birkaç dostunuz çıkıp gelince dünyalar sizin olmaz mı? Gönlünüz şifa bulup, diliniz açılmaz mı? 

Fakir, böyle bir hâli ayniyle yaşadığı için bu hafta da bahtiyardır. Bir Hocam’ın “Evliya adayım” dediği, gönül dostum M. Âkif Şen, beraberinde Mehmet Yaşar, H. Ahmet Eralp, Derviş Ali Yıldırım ve Ahmet Yıldız’la kucaklarında su şişeleriyle ağır maişet mekânıma duhul ettiler. 

Âkif Şen, Dükkânın türküdarı şair Fazlı Bayram’la bir olup, fakire götürülebilecek en fikirli hediye olarak, büyüklü küçüklü birkaç pet şişelere Türküdar Fazlı dostun, dergâh ve İstiklâl Marşı dediğim cinsten bin miligramlık türkülerimizi okuduğu suları doldurmuşlar ve şişelerin üzerine kuşak şeklinde sanatkârane bir şekilde “TÜRKÜSU” ismini yazmışlar. Ve  “Suyun içindekiler”  başlığında: Yemen Türküsü, Kırmızı Gül Türküsü, Seher Yeli, Aslanım Eller, Celâl Oğlan, Hümâ Kuşu gibi on kadar aziz türkülerimizin ismi yazılı. Şişenin kuşağında, yâni şeritte, en şedit edebiyatçının dahi kıskanacağı, su ve türkü üstüne bedii ve anlamlı kısa bilgiler var. Şeridin ortasına bağlama resmi konmuş. “Türküsu’nun adresi şöyle: Türkü mah. Türkü sok. Türkü Apt. Kat: Türkü, No: Türkü, Türküşehir / Türkiye… 

Hâsılı, “Türksu’nun hikâyesi böyle… Türküsu’ya,  şahsî mağaramın, yâni odamıns insan yüzlü sâdık bekçileri olan  başucu kitaplarımın yanına kaidesi ile yer verdim.  
Bu meselenin elbette bedii ve fikrî yânı var, yani mazrufu… Dostlar bu mazrufa bir zarf yapmışlar ki, hiç de malâyânilik yok. “”Türküsu” şişesi bir madde bir zarftan ibaret sanmayın. Fakirin nezdinde derini hüzünlü ve fikirli mânası var.  

Size, böylesine anlamlı bir hediye getiren oldu mu demek yakışık alır mı bilmem. Özü şu: Türkü ve su kelimesi yan yana, terkip olmuş. Türküdar tarafından okunmuş Hz. Su,  yüreğimizin nağmesi aziz türkülerimizle dost olmuş, bir olmuş… Şerhi uzundur. O dostlardan râzıyım,  fakiri gönlünü tasavvufâne şenlendirdiler.




***
 DOSTUNUZU, YÂNİ BENZERİNİZİ BULUN/Ahmet Doğan İlbey


Çokça benzerleriyle yaşar insanlar.  Haydutlar haydudu, dervişler dervişi bulurlar. Mü'min mü’minle, ehli- küfür ehl-i küfürle yoldaş olur. Bâtıl ve Hak olan yollarında huy ve arzularının benzerliğiyle coşkunca yürürler ve işlerini bin miligramlık vecdle tastamam yaparlar.

Ömür defterlerinde yazılı olan vazifelerinin ne olduğunu iyi idrak eden benzerlerin gücünün kaynağı, yoldaşlıklarındaki kudretli bağlayıcılık ve aynı yolun yolcusu oluşlarıdır.

Bundandır ki hünerlerinin yasasına tam uyanlar, yürüdükleri yolda sektirmeden yürüyenler benzerlerini bulanlardır.

Aynı mânalar dünyasının arayıcıları birbirinin benzerleridir, yâni aynı fikri, aynı dili taşıyanlardır. Aynı yolda “oluş”larını tamamlayan benzerler birbirini yarı yolda bırakmazlar.

Tarihin bütün zamanlarında ulvî istikâmette inkılâp yapanlar ve kalplere şifa verenler, benzerlerini, yâni dostlarını arayıp bulanlardır.

Efendimiz aleyhisselâtüvesselâm, ilk vahiy geldiğinde ve mağaraya ilk duhul ettiğinde, yanında risaleten değil ama gönül ve inanç cihetiyle benzeri, yâni dostu Hz. Ebubekir vardı.

Necip Fazıl’ın a’raf’tan kurtulup sırat-ı müstakim üzere meydana çıktığında yaptığı ilk iş benzerlerini bulmasıydı. Bu, Oflaz’dı, Osman Yüksel’di…
Lâ-dinî devlete meydan okumaya başladığında yanında benzerleri vardı, başkaları yoktu.

Hikmet sahiplerinin, her kuş kendi cinsi ile uçtuğu gibi, her insan da kendi benzeri ile ünsiyet eder, sözünü modern allâmeler ve “kişisel gelişimciler” bilmezler.

HAYATIN ANLAM BİLGİSİNİ ARAYAN BENZERİNİ BULSUN

Hayatın anlam bilgisini arayanlar, Hasan Basri Hz.lerinin dostu ve talebesi olan Mâlik bin Dinar Hz.lerinin sözünü meşk etmeli:

On kişi arasında iki kişi anlaşırsa, bunlarda birbirinin vasıflarından vardır. İnsanlar kuşlara benzerler. Havada uçan kuşlar, aralarında benzerlik bulunmayan kuşlarla buluşup anlaşamadıkları gibi, insanlar da aralarında benzerlik olmayanlarla anlaşamazlar. Vasıflarında benzerlik olmadığı hâlde, bir zaman arkadaşlık edenler, mutlaka neticede ayrılırlar…

Hayatın anlam bilgisini, benzerinizle, yâni dostla her dem hemhâl olunan bir hayatta arayın.

Efendimiz aleyhisselâtüvesselâm her kulun kendi cinsini, yâni benzerini bulacağını buyurmuşlar:  “Ruhlar, bölüklere ayrılan askerler gibidir. Ruhlar âleminde birbirleriyle tanışmış olanlar, dünyada da yekdiğeriyle uyuşurlar...”

Refik Hüzünkâr diye biri vardı, Fikir Dükkânı’nda benzerlerine karıştı ve şifayab oldu. Hayatı, gönlün her dem inşirah ve sürur bulmasıyla yaşayanlar, benzerlerini bulanlardır.

“İKİ BENZER ARASINDA BİR CAZİBE VARDIR”

“İhya-u Ulumid-din” kitabı, meşrep ve mâna bakımından birbirine benzer iki insan arasında bir câzibe vardır diyor ve yola çıkanlara şu hikmeti veriyor: “Bir şey 'e benzeyen tab'an ona meyleder. Bâtınî benzerliklerin hem gizli, hem de beşer idrakinin kavrayamayacağı ince tarafları vardır. Ağaçlar birbirine uymadığı gibi, insanlar da ayrı ayrıdır. Birbirine benzemezler.

Hikmetin devamı, insanların hercümerç olduğu modern saldırılar karşısında en dikkat edilecek hususu bildiriyor:

Bir mecliste yüz münafık ve bir mümin bulunsa, o meclise sonradan gelen mümin müminin yanına; bir mecliste yüz mümin ve bir münafık bulunsa, oraya gelen münafık münafıkın yanına oturur.

KENDİNİZ NEYSE BENZERİNİZ DE ODUR

Kendiniz neyse benzeriniz de odur. Gönlünüz, fikriniz, dâvanız üzere yaşamak istiyorsanız benzerinizi bulun önce. Yunus Emre meşrebindeyseniz benzerinizi arayın ve dost edinin.

Benzeri, yâni dostu olmadan hayat sürenler, yaşadığını sanan ahmaklardır.

-------------------------------
GÜL GETİREN DOST

Ey azizan!

Ağır maişet mekânınızda madde ve mâna arasında kafanızın hangisine tâbi olacağını kestiremediğiniz velveleli bir hâlde iken, akşam sonrası elinde kocaman bir kırmızı gül demetiyle bir dost çıkıp geldi mi hiç yanınıza? Baş ve fikir ağrılarınız bir ânda yok olup cezbeye kapıldınız mı?

Fakir böylesine vecdli bir ânı yaşadı ki, gönlüne gurbet çökmüşlere ferahlık olsun niyetiyle anlatayım.

Fikir Dükkânı’nın türküdârı şair Fazlı Bayram dostumuz elinde, anasının çiçekliğinden toplayıp derlediği kocaman bir kırmızı gül demetiyle ve yanında, Bir Hocam’ın ikincisinin “benim evliyam” dediği vakarlı dost Mehmet Akif Şen’le birlikte ağır maişet mekânımda halkıma hizmet ederken zuhur edince, halden hâle geçtim bilseniz.

“Zarf atayım derken, incittiğim gönlü tüm varlığımı vererek almaya geldim. Ağır maişet mekânınız da size gül getirdim, size hiç gül getiren oldu mu? Sizi güllerle gelinir dedi…” de vecde geçtim.

Fazlı dost nasıl biliyor kırmızı güllerle ünsiyetimi… Ne kadar yürekten söylerdi, Kırmızı Gül türküsünü…  Ah, anlaşılmak ve hatırlanmak!...  Fikir ve dostluk ve gönülden gönüle yol böyle olur, ah!

Yaşadınız mı, böylesine sancılı ve fikirli ânları…  Istırabı, hüznü ve içinde gurbet olanlar bilir bu halleri…


***
MODERNİZME KARŞI DOST VE DOSTLUK /Ahmet Doğan İlbey



Modernlerin dostu yoktur, “partner” leri, yâni ruhsuz hayatlarının ortakları vardır. “Tanrılarından” koptuklarından bu yana dostluğu ve dost olmayı unuttular. Ulvî olanı terk ettikleri içindir ki modernler birbirlerine dost değildir. Homoekonomikis yâni ekonomik insan anlayışıyla bir aradadırlar.
                                                     
Modernizm dostluğu öldürüyor. Bu sebeptendir ki, asrın büyük âfetlerinden biri olan modernizme karşı dost ve dostluğa sarılın. Dost olamayanlar, dostu olmayanlar kalben maluldür.                                                                                           
                                                                                                                                            
DOSTLUK İNSANI KALBİNDEN TUTUP DİRİLTİYOR
                                                                                                     

Dost ve dostluk ne sıcak kelime; insanı kalbinden tutup diriltiyor. Dinden alır gücünü, dine dayanır. İnsanlığın kurtuluşu dost ve dostluktadır. Çün­kü kal­bi vardır; bölücülüğe, sevgisizliğe, ayrılığa, İslâm dışılığa karşıdır.

Dost ve dostluk derece derecedir. Vehbî olanı var, kesbî olanı var. İstikâmet dost olmak ve dostluk akidesine sarılmaksa kesbî de olsa güzeldir. Bunun içindir ki dostluk üstüne tâlim yapmak gerek. 

Dostluk, Allah’a kul olmaktır, sonra da kuluna muhabbet. Kendini bilmek ve diğerine gönülden hissedilen ihtiyaçtır. Bu sebepledir ki Müslümanın vasfıdır dostluk. Tasavvuf terbiyesiyle dostluğu insan olmanın en temel ölçüsü bilir.

Bu ülkenin insanları Yunus Emre’nin, ahiret vuslatı için söylediği “Düştü özüme hubbü’l-vatan / Gidem hey dost deyu deyu / Anda varan kalır heman / Kalam hey dost deyu deyu” mısralarını gönlüne çeke çeke ve “Gel gidelim dosta doğru türkülerini” dinleye dinleye millet oldular. Dahası bu topraklar bin yıldır dostluk akidesiyle vatan kılındı.

DOSTLUK AKİDESİNE SARILMAK

Bütün peygamberler ve veliler dost olmayı öğretmek için gelmişler. Dostluk akidesini yaşatanlar onların öğrettiklerine sâdık kalanlardır. Dostuyla dilleşince sürur ve şifa bulanlar, dostluk akidesine sarılan bahtiyarlardır.

Dostluğun amentüsünü Efendimiz aleyhisselâtüvesselâm buyurmuşlar: “Ruhlar âleminde birbirleriyle tanışmış olanlar, dünyada da birbirleriyle uyuşurlar. Kişi dostunun dîni ve ahlâkı üzerinedir.”

Hz. Ali efendimizin “Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir” sözüne inananlar, dünyada ve ahirette rahat etmek istiyorlarsa dostlarını çoğaltmalıdırlar.

Dünya imtihanını savuştururken ekmek ve su gibi dostu olan kârdadır. Bundandır ki, üç çeşit dosttan gıda gibi olanı tercih edin, diyor âlimler: “Bir dost vardır; gıda gibidir, insan onu her gün arar. Bir dost vardır; ilaç gibidir, gereğinde aranır. Bir dost vardır; hastalığa benzer, o seni arar.”

BİR NASİPTİR DOSTLUK, HESABA GELMEZ

Hesap yaparak falan kişiyle dost olmak istiyorum derseniz dost olamazsınız. Bir nasiptir dostluk, sayıya, ölçüye gelmez. Çevrenin, akrabanın, maddî münasebetlerin tayin etmediği kalbî bir emekle, gönül ve meşrep benzerliğiyle neşvünema bulur.
Hesapta olmayan biriyle dost olunabileceğini İmam Gazâlî asırlarca önce söylemiş: “Bâzan iki kişi arasında sûret ve ahlâkta güzellik olmadığı halde ülfet ve ünsiyeti gerektiren bâtınî bir münasebet sebebiyle en kuvvetli samimiyet rabıtası da kurulabilir.” 
                      
BİR DOSTLUKTA TER DÖKÜLMÜŞSE O DOSTLUK HELÂLDİR
                                                                                                              
Dostluk zorla olmaz; kerhen yürünecek bir yol değildir. Hâlini sorduğumuz, her dem yüreğimizi yolladığımız, birbirimizin derûnunu paylaşıp cezbeye kapıldığımız, hasbıhalinden huzur bulduğumuz, olmazsa olmaz dediğimiz, varlığına kalben “râzı” olduğumuz, yâni gönül yoluyla tanış olup gönlümüze ayna olan insan dostumuzdur. Bir dostlukta ter dökülmüşse, o dostluk helâldir, hilesizdir, hak edilmiştir.   

“…KÂİNAT DOSTLUK ÜZERE HALKEDİLMİŞTİR”
                                                                                                                                  
Dostsuz insan taş misâli kupkuru ve soğuktur. Vaktinde bir eceli var, vakit geçip gidiyor. Vakit geçmeden dostluk ateşini yakmak, hayatı dostluk üzere kurmak istiyorsak, dostluğun pîri Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluk akidesini meşk etmek gerek:
“Dost, ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatan, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost, ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağındaki mübârek bir emanet vardır: Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Oradan Ebûbekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır. Önce yoldaş, sonra yol. Ezelde aşk vardı. Demek ki kâinat aşk üzere, dostluk üzere halkedilmiştir. Fikre dost, ağaca dost, komşuya dost, insana dost, dosta dost olunuz.”

DOSTLUK SUALİNİ VEREMEYENLERDEN OLMAYIN

Gemuhluoğlu üstadın dostluk akidesince yargılananlardan, gönül üstüne kavilleşmiş olduğu dostlarını terk edenlerden olmayın. Dostlarını terkedenler, ahirette dostluk üstüne sual vereceklerdir. Dost ve dostluk sualini veremeyenlerden olmak ne hazin!

DOSTTAN GAYRI GÖNLE ŞİFA VAR MIDIR?

Modern hayatın, paranın ve konforun fayda vermeyeceği zamanlar gelmeden önce dost olmak, dostluğu çoğaltmak gerek.                                                 

Bezm-i elest’te tanış olup dünyada da dostluğunu devam ettirenlerden olmak, bahtiyarlıktır, ah!

Yunus Emre’nin sözüyle “Dost yüzünü göremezsem, bu gözlerim nemdir benim” diyen gönül olmalı. Dosttan gayrı gönle şifa var mıdır?

***
KALEM VE YAZICININ DOSTLUĞU




Ey kalemim, dedi yazıcı! Masivayı, denî olanı, karanlığı ve zâlimleri yazmaktan ruhum karardı. Dünya kokan düşünceleri yazıya dökmekten ikrah geldim. İçimin aydınlanmadığını fark ettim. Kalbime ferahlık vermeyen, sadrımı açıp inşirah ettirmeyen malâyânî mevzulardan sıyrılıp yazıyı terk edeceğim. Sen de yazmayı bırak kalemim!

Dostlukları kadîm zamanlarda başlayan iki ezelî dost birbirlerine baktılar. Yazıcısı yazmayı terk edeceğini söylediğinde kalem önce inledi, sonra ağlamaya başladı. Gözyaşları, yazıcısının kareli defterinin sayfalarına döküldü. Onunla olan hâtıraları, beraber olduğu cezbe dolu geceler aklına geldi ve elife benzer endamını bir sıtma gibi hüzün kapladı.

Kalemin hüznü, “Nâdân eline düşmekten korktuğu için feryâd eden ve Allah’a yalvaran” bir eski zaman kalemin başına gelenleri dile getiren beyitin anlattığı kadar ağırdı: “Kalem feryâd idüp ağlar mürekkep / Beni nâdân eline virme yâ Rab.”

Kalem, yazıcısının elinde aşk ve cezbe hâlinde yazı yazdığı günleri düşündü. Yazıcısının yazmayı bırakacağına bir mâna veremedi. Çünkü yazıcısını yazmaktan başka hiçbir şey cezbe hâline sokamazdı. Ancak yazarken uzaklaşırdı dünyanın tesirinden. Yüreğinden fışkıran aşka kesilmiş kelimeleri bir ırmak coşkunluğuyla yazardı kağıdın beyaz sayfalarına. Yazdıkça yaşadığının farkına varır, saadetten uçardı? Çünkü tek dostu kendisiydi.

Yazıcısı kendini bırakıp âhir ömründe hayatı nasıl cezbeli ve aşklı kılacaktı? Yalnız bırakılan bir insan gibi baktı kalem. “Benden artık usandın mı? Ultra-teknolojik yazıcıların hâkim olduğu bir devirde benimle yazmaya utanıyor musun?” dedi.

Kalem, yazıcısının suskunluğunun devam etmesine, kendine gönül alıcı sözler söylemeyişine içerlemişti. Yüreğinden kopan sayha ile konuşmaya başladı. Âcizane ben olmasaydım, dedi kalem, Kûr’ân-ı Âzimmüşşan mushaf olarak Ümmet-i Muhammed’in gönlüne nasıl nur saçardı? Edipler ve âlimler nasıl ulaştırırdı yazdıklarını bütün çağlara?

Kalemin sitemi yazıcının yüreğine ateş düşürdü. “Yazmayı terk edeceğim” sözü, inançlarını terk ediyormuş hissine dönüştü ve dimağına kıymık gibi batmaya başladı. Kalemin kadîm zamanlardan bu güne yaptığı hizmetler aklına geldi. Vicdanı yaralandı. Doğu’nun mütefekkirlerinin yazdıklarını ve Dîvan şairlerinin, kalemi bir sevgili olarak gören beyitlerini okuduğunu hatırladı. Şair Ahmed Paşa’nın, harfleri, yani yazıyı “Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği Kadir Gecesi’ne benzetirken, kalemi de o gece secdeye kapanan ağaca benzettiği” mısralarını okuyup cezbeye kapıldığı vakitleri nasıl unutabilirdi: “Şeb-i Kadre döndi o miskîn rakam / Sücûd itse tan mı dıraht-ı kalem.”

Kalem, kendisine verilen sırları hayatı pahasına başkasına söylemeyen bir sırdaştı. Tasavvufta kalemin sırdaşlığı dervişe benzetilirdi: “Her kişinün kir sırrın ide sînede nihân / Kat’olmayınca başı dimez hayr u şer kalem.” Yani, kalem seyr ü sülûk yolunda olan ve bu yolda aşk kılıcına başını kestirmiş âşık ve sâdık biridir.

“A’dâyı zemme başlasa zehr akıdur dili / Ahbâba medh okusa şekerler saçar kalem” diyen Helâkî’ye göre kalem, “dostunu ve düşmanını (a’dâ) ayırabilen akl-ı selîm sahibi bir insan” gibiydi. Şairlerin büyük atası Fuzûlî’nin: “Alınmış akçe ile bir kulundur makbûl / Başını eğer keseler eylemez firâr kalem” beyitiyle kalemi “Başını kesseler bile firar etmeyecek makbul bir kul olarak” tasvir etmesi, kaleme olan sevdasını coştururdu

Taşlıcalı Yahyâ, “Surh ile nâme yazduğunı göricek didüm / Gör nice kanlar ağlar elünden kalem senün” beyitiyle, kalemi âşığına naz yaparak eziyet eden mâşuğa benzetmesi, tam da kaleme olan dostluğunu anlatıyordu. Yazıcının gücü marifetinden olduğu kadar, kalemin sadakatli dostluğundan da neşet ederdi. İnsanoğlu kalemin sâyesinde okumuştu yazdıklarını. Yazdıkları, kalemin hasbî çalışkanlığıyla kağıdın yumuşak sayfalarında neşvünema bulmuştu? Gönlünde demlenen kelimeler kağıda düştükçe sevinçten uçup kendinden geçtiği zamanlar aklına geldi? Kalem olmasaydı yazıcı hünerini nasıl gerçekleştirirdi. Bu sualler döküldü yazıcının dilinden.

Kalemin de yazıcının da dedikleri doğruydu. Etle tırnak gibi birbiriyle bütünleşmiş kalem ve yazıcının dostluğu insanoğlundan eskiydi. Dostluklarının mecburî ve rutin bir vazife beraberliğinden doğmadığını yer ve gök bilirdi? Aşk ve meşkle birlikte olunan bir dostluktu bu. Yazının sırlarını, düşüncelerini ve duygularını beraber taşımışlardı. Aralarında kimselerin bilmediği ne sırlar vardı? Ne cilveler yapmışlardı birbirlerine? Yazıcı, kalemin gönlünü kırdığında fazlasıyla alırdı.

Âlimler ve edipler bildirmişlerdir ki, ilk çağlardan bu yana bu iki dost arasında bencillik görülmemiş. Hep sevmişler birbirlerini. Bir varken diğeri de olacaktı. Fıtratları ve vazifeleri onları aynı yazgı içinde dost kılmıştı. Yazıcı yazmaya başladı mı kalem sevincinden uçardı. Hemhâl olduğu tek yoldaşı kalemdi. Derûnunda olan her şeyi kaleme anlatır ve onunla söyleşerek yalnız olmadığını anlardı her dem.

Âlimânın ve üdebanın sözleri aklına geldi yazıcının. Kalem dostluğu kıymetlidir bilene. Kalem dostluğu, kalemi aynı istikâmette tutanlar arasında hâsıl olurdu… Şimdiki zaman yazıcılarının çoğu yazı yazsalar da kalemini terk eden kalpsiz ve mâzisiz modern yazıcılardır. Çünkü kalemle yazmıyorlar artık. Yazıcı, yüreğinde bir sızı hissetti. Bir ah çekti. Kaleme vefa gösterenlerdenim şükür, kalemle gönül bağım bezm-i elestte verilen söz üzere devam ediyor, dedi.

Yüreğine indi kaleme söyledikleri. Hayatı kendine sırlı ve mânalı kılan, sokakta haydut olmaktan ve modernizmin dişlilerinden kurtaran kaleme söylediği sözlerden bin pişman oldu, içi yandı. Dosthânesinde, yani mağarasında maveraî bir hayatı yaşamasını öğreten kitaptan sonra yazının efsunî gücüyle tanıştıran kalem değil miydi?

Yazıcı vecdden ve fikirden dönen başını masaya koydu. Hayâl ile rüya arasında bir ânı yaşadı bir müddet. Sonra hüzünlü duruşuyla Vav hâlini almış kaleme baktı. Eline aldı, sevdi onu. Ey, vefâlı dost! Başım döndüğünde kadîm hikâyen aklıma geldi. Hikâyeni anlatıp, kırdığım gönlünü almak istiyorum, dedi:

“KALEM, HİKÂYE-İ EVVELDİ VE İMTİHAN-I EVVELİ YAZANDI”

Kalemin de, yazıcısı gibi kalbi ve yaratılış hikâyesi vardı. Modern zamanlara gelinmeden önceki âlimlerin ve ediplerin aşkla söylediği bir söz vardı: “Kalem, hikâye-i evveldi ve imtihan-ı evveli yazandı.” Dünya hayatının başını ve sonunu yazmak için kalem gerekliydi. Mânevî ve zâhirî kelâmı hurufata geçirecek olandı. Müfessirlerin sözüyle: “Kalemden damlayan mürekkep kaderi kudrete izafe eden bir âletti…”

“Müsebbibü’l-esbab’ın keşfi” için yaratılmıştı kalem. Yani sebeplerin sebebi hakiki müsebbip olan Allah teâlânın buyruklarını yazmak için vazifelendirilmişti. Makbul kitaplarımızda mâna dolu şu sözü okuyunca kaleme hürmetim daha da artmıştı: “Kün emrine ilk ram olan kalem idi.” Yani, Allah’ın “Ol” emrine ilk teslim olan kalemdi.

Dünyaya Âdemoğullarının hikâyesini yazmak için gelmişti kalem. Kardeşini öldürerek imtihanı kaybeden Kabil’i, Levh-i Mahfuz’a yazan kalemdi. Bu imtihanda Rabbine uçan Habil’in yazgısını, sonra bütün kavimlerin ve onlara gönderilen peygamberlerin hikâyesini, yeryüzünde deveran eden, olup biten her şeyi yazmış ve yazmaya devam edecekti kalem. İbret olsun diye güzel ve mukaddes olanın yanında çirkin ve kötü olanı da yazmış ve yazmayı sürdürecekti.




***
DİL KAPISI’NDAN GEÇMEDİKÇE

Dil Kapısı’nda kelimeler var, hüzün var, gurbet var, dost var. Kelimelerin sûretini geçip sîretinden yapılmış mâna dolu bir hayat tâlimi var. Bu tâlimi yapanlar bilerek gelenlerdir…

Dil Kapısı’nda kelimeler mâveranın birer miracıdır. Etinden kemiğinden ayrılır, terbiye edilir, pişer, hamlığından kurtulur ve hakikat âlemine götüren birer yol olur.
Dil Kapısı’nda söyleşenler Bezm-i Elest’teki sözün sadâkatince tâlim edenlerdir. Hayatın anlam bilgisi kelimeler üzerinden öğrenilir. Dünyanın ve öte âlemin arasındaki yola kelimelerin kuvvetiyle gidilip gelinir... Bu kapıda durmayan bilmez, dilin aşkın bâdesi olduğunu...

DİL KAPISI TARÎKLERDEN BİR TARÎK…

Kelimelerden inşa edilmiş bir dil mabedidir Dil Kapısı... Bu kapıdaki tâlim kardeş tarîkatlar gibi aynı hakikatin yollarından biridir anlayana... Nihayetinde O’na götürür, teslim eder dilin hakikatine sâdık kalanları... Bu Kapı tek başına bir hakikat yolu değil elbet. Tarîklerden bir tarîk...

Dil Kapısı’nın hakiki ahzan-ı şerifleri peygamberlerdir. Hz. Âdem dünyaya gönderilirken eline önce “Kelimeler Kitabı” verilmiş. Kendini kelimelerle sınamak isteyen velilerin yolu açılmış böylelikle...

Bu kapıda derûnunu kelimeleştirenler, yâni hakikatin, kendi lisanlarında neşv ü nema bulmasını âşikar edenler var: Yunus ve Mevlâna ve Mısrî ve Fuzûlî ... Bu uluların kelimeleri istikâmetinde Dil Kapısı’na sadâkatle yüreğini taşıyanlar dünden bugüne devam ediyor.

Bütün çağlarda Dil Kapıları önce horlanmış. Eserleri, yâni hakikati ortaya çıktıkça perestiş edilmiş. Dil, gönül, kalp; bezm-i elest’te “beli” deyip söz vererek bir batında doğan kökü bir, mânası bir kelimelerdir. Aynı hakikatin üç zarfıdır...

DİL YÂRESİ OLAN DİL KAPISI’NDA DEVÂ BULUR

Dil Kapısı’nı terk edenler hüsrandadır… müdavimi olanlar saadettedirler. Dil yarêsi olanların yarası Dil Kapısı’nda devâ bulur. Lisanî bir hayatı yaşamak isteyenlerin dergâhıdır bu kapı... İlk anda vehbî mi, kesbi mi olduğunu belli etmeyen bir dergâh... Meydandan uzak… İmanını diline, yani kelimelere teslim edenlerin tekkesi...

Bu kapıda dili bir, ikrarı bir olmak için tâlim edilir. Gönüllerin birliği için... Ben’den sen’e ve sonra Bir’e ulaşmak için... Baş koyan bilir bu dilin değerini...

DİL KAPISI’NDA ATEŞ, SU VE HÜZÜN…

Dil Kapısı’nda ateş ve su, hüzün ve gurbet bir aradadır... Kendini ateşe atanlar ateşten çıkıp suyun, yani âsude serinliğin cennetine tâlib olanlardır...

Dil Kapısı’nda duranlar mecanin-i kelime, yani kelime mecnûnlarıdır... Leylâları yürekten damıtılmış kelimelerdir... Ehl-i akıl giremez, çünkü anlamaz lisân-ı hâlden. Dilin mânasını tarîk edinemez “akl-ı meaş” olanlar.

Dil Kapısı’nın anahtarının kaybedenler bedbahttırlar, âdemiyetleri yarımdır. Bu kapıda tâlim etmeyenler, kendisine emanet verilen kelimelerin sadece lafzını konuşabilen ve etiyle uğraşanlardır. Sîretini zikredip çoğaltamazlar. Dilin derûnundan mahrumdurlar.

Dil Kapısı devletlerden güçlüdür. Efendimiz (s.a.v.)’in vahye muhatap ulvî dili bütün önceleri ve sonraları fesh etti. Hz. İsa’nın dili maddî güce dayanan Roma’nın tanrı-krallarını ezip toz hâline getirdi. Yesevîlerin, Şah-ı Nakşıbendlerin Dil Kapısı asırları aşıp bütün gürlüğü ile kalplerde nağmeleniyor. Cengiz’in ve Timur’un iktidarı nerede? Nil diyarında Yusuf’un dili kaldı, Firavun’dan ruhsuz ehramlar…

BU KAPIDA İNSANI DİL İLE TARTARLAR

Bu kapıda insanı dil terazisinde tartıp ölçerler... Bezm-i Elest’ten tevarüs edilen kelimelerle tanış olup olmadığına ve dünyada edindiği kelimelerin sûretini geçip geçmediğine bakarlar...

Dil, Öte’den bir emanettir, hakikatin kavranış biçimidir bilene... Tâc-ı İskender ve taht-ı Süleyman sahibi olsa bir insan, Dil Kapısı’ndan geçmedikçe bahtiyar olamaz. Cehennemin Yedi Kapısı’ndan geçmek için önce Dil Kapısı’ndan geçmek gerek. Cümle Kapısı’na bu Kapı’daki tâlimden sonra varılır. Şairin dediği üzere: “Derd-i dil” olmak lâzım.

Çünkü insan dil ile inşa eder sevgiyi, iyiliği, tabiatı, yaratanı, her şeyi. Dil, dinin eteklerinden tutunmuş bir güzel vasıta da ondan... Dil yalnızca söz değildir. Herkes konuşur fakat herkesin dili olmaz, Dil Kapısı’ndan giremez. Pîrlerin dediği gibi, dili olan ayrı, konuşan ayrı...




***
BİR HOCAM VE DÜKKÂNNÂME

Bir Hocam ve Dükkânnâme, Peygamber Efendimiz’in “Sevdik- lerinize sevginizi izhar ediniz” hadisinden ilhamla, mâsivadan arınmış bir yüreğin hüzün dolu nidâlarını, Bir Hocam’ın yârenlik ve hasbihallerine doymak bilmez bir muhabbeti, ârif ve âlim vasıflarıyla bânisi oldukları Fikir ve Gönül Dükkânı’nı anlatır.

Dahası, âhir ömrümde yazmak istediğim “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” nin dibâcesi ve dağları eritecek, suları yakacak bir samimiyetin kelimelere dökülmüş dostnâmesidir.

İkinci hayatım Bir Hocam’la başladı. Gençliğini “kırık ayak adamı” olarak yaşamış bir fânî iken, Bir Hocam’ın fikirli ve mânevî sohbetleriyle eski, yâni câhiliye hayatımı terk etmiş, kafası ilme ve irfana susamış iki tarafı kesen bıçak gibi olmuştum.

Büyük kalp dostluğumun kahramanları Bir Hocam’la, gönlümde ve zihniyetimde inkılâp yapan hayırlı sohbetlerinde tanışmamış olsaydım kalp âfetlerine uğrar, kötü yollara düşer, bedbaht olurdum. Beyâzid-i Bistâmi Hz.lerinin “Kimin üstadı yoksa şeytan ona üstad olur” sözünü şiar edinerek, Bir Hocam’la ünsiyetimi cezbe ve azimle devam ettirdim.

Amansız kış gecelerinin cam kırığı soğuklarında gönül adamlığı üstüne sohbetlerini dinledim. Nice seher vakitlerine kadar derûnî sohbetlerinden cezbe hâlinde geldim evime. “İçeri” sohbeti ederlerdi de “İçeri” den uzun müddet çıkamazdım. Fikirli ve bedîi yârenliklerinin neşvesinden mânevî sıkıntılarım yok olur, dünya kirlerinden arınırdım. Meramımı sözle anlatamaz, “Dilâgâh Hocam” diye mektuplar yazardım.

Yürek dostluğumuzun ilk sohbetinde bin yıllık sızı ve fikirler taşıyan sözlerle cezbetmişlerdi. Yüreklerinden sâdır olan sızılar mukaddes bir dâvanın ateşi gibi sarıyordu her yanımı. “Dünyayı duvara asmak” ve mâsivaya eyvallah etmemek tâlimine ulvî sızı ile başlıyorlardı. Hayatı sızı ve saf fikirle değerlendiriyor, bir ömrün başlangıç ve bitişini bu iki mefhuma bağlıyorlardı.

Fikir ve gönül tâliminin esaslarından olan Dükkân bir sızı, fikir bir sızı, yürek bir sızı, türküler bir sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı diyorduk her sohbetin başında. Fikirli sızılarıyla dostlarına tâlim ettirdikleri sızılar birleşince Fikir ve Gönül Dükkânı meydana geldi. Fikir, gönül ve meşrep birliğinin terkib olduğu bir dostluktu bu.  

Dükkân müdavimleri bu güzel insanlara “Bir Hocam” diye hitap eder. Bu hitapta bid’at sayılabilecek bir yüceltme düşüncesi yok. Onlara duyulan ziyadesiyle bir sevgi ve hürmetin sembolleştirilmesidir. Âlim ve ârif şahsiyetleriyle, sabır ve hasbîlikleriyle bu sıfata lâyıktırlar.

“Bir Hocam” makamı aynı mâna ve hususiyetlere sahip iki hocama aittir. Yâni Bir Hocam hem bir, hem iki kişidir. Sîretleriyle birbirine benzeyen iki hocamın mânevî unvanıdır. Bir mevzuda “Bir Hocam” birincisidir, bir başka mevzuda “Bir Hocam” ikincisidir. Dükkân haricinde “Bir Hocam” bir kişi olarak bilinir. Dükkân müdâvimleri bu makamı hiyerarşik bir düzene oturtmazlar. Edep ve tevazularından dolayı bu makamı kabullenmeseler de şâkirdleri onları böyle yâd edeceklerdir.

Müslüman Türk irfanını hazmetmiş olanlar bilirler ki “Bir Hocam” makamı millet târihimizin her kademesinde var olmuş, cemiyetin bütününe şâmil bir şahsiyet ve bugün de herkese lâzım olan mânevî bir önderdir.

Milletimizin irfanî ve kalbî terbiyesinde daima bu hususiyetteki zatların gayretleri var. Günümüzde de ilmî, fikrî ve edebî faaliyetlerin başında bir bilge kişi yahut yaygın ifade ile bir “hocanın” bulunması elzemdir. O muhterem insanlar ki fakirin ve diğer şâkirdlerinin şahsiyetlerinde emekleri ziyadedir.

Bir Hocam’ın birincisi ehl-i maarif, âlim ve de tam mânasıyla ediptir. Cümle Müslümanlar için kalbe ve ilme faydalı kitaplar telif etmiştir. Bir Hocam’ın ikincisi dünyalık kitap okumayan ve hurufatla meşgul olmayan ârif bir kişidir. Şâkirdlerinin seyr u sülûklarını balık tutturarak tabiatla da sulh ve muhabbetli kılar. Dükkân ehli şair ve edipler üstünde tasarruf sahibidir ve üstad şairlerin şiirlerini okutturur. İdarecileri ve aydınları hicvetmek için alaylı, nükteli şiirler kaleme alır ki, Defter-i Dükkân’a kaydedilir ve sohbet üstü olarak Dükkân hatibince ara sıra okunur. Bu sâyede gönüller coşa gelir, sohbetlerin her ânı cezbe ile geçer.

Bir Hocam makam, mansıb dâvası olmayan ilm ü irfan sahibi ve mütedeyyindirler. Vecd ü hâl sahibi ve kalb-i selim zâtlardır. Nefislerini terbiye etmiş ve evvelinden nefs-i mutmainne makamına ulaşmışlardır. Kalabalığı ve gösterişi sevmez, tenhayı, yâni halvet ve hasbıhâlı severler. Kendi aralarındaki yârenlikleri kalbe ve gönüllere şifa olup, hikmeti içinde gizli bedîi nüktelerine doyulmaz.

En temel gayeleri gönüller yapmak ve kalbi yanık Dükkâncı yetiştirmek. Lisanları, yâni Türkçeleri vakarlı ve tefekkürî olduğu kadar, pek nükteli ve şirindir. Cümle Dükkân müdavimlerinin tek tek hâl-hatırını sorar ve gönüllerini alırlar. Sohbet ve irşadda gönülleri gani olduğu gibi yedirip içirmekte ve ikramda da cömerttirler.

Dükkânın mânevî tasarrufu Bir Hocam’a ait. Bundandır ki Dükkân dârül-menfaat değil, dârül-gönül ve dârül-a man’dır. Dükkâncıların fikir ve amelleri İslâmca olup, meşrebleri melamî ve lisanîdir. Kirli çağa karşı mütemadiyen dost hâlleşmesiyle sâlih bir insan olmaya, Müslümanca bir yüreği kuşanmaya, nefsi bedenini yâni “dükkânını” yağma etmeye çalışan âcizlerdir. Kaygıları “buğday” değil, “himmet” dir. Cuma günleri Bir Hocam’ı görmek için Kulağı Kutlu Câmii sokağında saf olurlar. Onlar da şâkirdlerine tebessüm ve yârenlik ederek söz ikramında bulunurlar.

Her Dükkâncının gayesi gönlünü biraz daha parlatarak Allah aşkının yer bulmasına çalışmak ve Bir Hocam’ın etrafında dilsaz olmaktır. Onların ilm ü irfanı sâyesinde alınları pak, gönülleri cilalı, niyetleri hâlis ve işlerinde râzıdırlar. Birbiriyle bağları siyasî ikbal ve nüfuz edinme maksatlı değil, kalbî ve hasbîdir.

İki nesil için de fikir ve irfan saçan bir ocak olan Bir Hocam Dükkân ehlini hâlen irşad etmektedirler. İkinci nesil, Bir Hocam’a yakîn olmaktaki marifet ve muhabbetleriyle, Dükkân dilini ve âdâbını yaşatmaktaki azimleriyle daha şahbazdırlar.  

Bir Hocam’dan neşet eden tarzla Dükkân müdavimlerinde dil ve üslûp birliği vardır. Fikir ve gönül tâlimi bu dil üzere yapılır. Modern, akademik ve aydın dili kullanılmaz. İrfan dilimizi ihya etmek gayesi de taşıyan edebî dil ile sohbet edilir. Gönül ve fikir tâliminden maksat, müdavimlerin ete kemiğe bürünmesi ve tefekkür gücünün artırılmasıdır.

Sohbet altı ve sohbet üstü olarak tasavvufî manzumelerden bestelenmiş cezbe verici, vecde geçirici türküler dinlemek, müdavimlerin baş usullerindendir. Türkülerin vehbî mânada cezbe vermesi, hüzün, gurbet ve ıstırap unsurları taşıması gönül tâlimi için şarttır.

Bu sebeptendir ki Dükkân müdavimleri arasında daima bir Türküdar bulunur. Türküleri bazen hafî usul gibi sessiz, bazen de kıyamî, yâni itidalini kaybedip kendinden geçerek dinleyenler var.

Hülâsa-i kelâm, Bir Hocam gönüldür, fikirdir. Dükkân onların gönül ve fikrinden doğan bir bedendir. Dükkâncılar önce bedene alışma tâlimi yaparlar, sonra gönlüne…



***
 MARAŞ MARAŞ DERLER KAHRAMANLIĞIN ADINA


Asırlardır kâfir ayağı değmemişti İslâmların yurdu Maraş toprağına. Fransız ve ellik gâvurunun şeameti kol geziyordu sokaklarında. Semâlarında kara bulutlar dolaşıyordu. Düşman gelip dayanmıştı şehr-i Maraş’ın kapılarına.


Fransız kâfiriyle ellik gâvurunu kovmak için cümle Maraşlı gazâ aşkına, vatan aşkına tutuldu. İstiklâl Harbi’nin ilk kıvılcımı olacaktı Maraş. Dua etti Şeyh Ali Sezai Efendi.
İlk kutlu müjde Uzunoluk’tan geldi. Sütçü İmam, din ü namus üzere sıkmıştı ilk kurşunu kâfirin küstahlığına.

İşgalci kâfirler, bin yıldır Maraşlı İslâmlara, yani Maraşlı Türklere ait olan kalesinden bayrağını indirince, yüreği cihad aşkıyla yandı Maraşlının, ateş topuna döndü ve Ulu Câmii’de saf oldular.

Rıdvan Hoca'nın “Hürriyeti olmayan bir milletin Cuma Namazı kılması câiz değildir” sözü âyet buyruğu gibi yüreklerinin üstünden geçti. Şerbetçi oğlu Mehmet “Sancağı çıkarın, bayraksız namaz kılınmaz” diye ünledi. Bu ünleyiş câmiin içinde ve dışında sayhalaştı, Maraş’ın kalbine oturdu. “Bayraksız namaz kılınmaz” diye bir daha haykırdı Maraşlılar.

İman ve cehdden mürekkep birer hilâl ordusu oldular, sancağın altında toplanandılar. Dillerinde “Allahüekber” nidaları, dillerinde “Uy Maraş Maraş da
bu nasıl Maraş / Kara gözlerinde yaş, bağrında ataş” türküsü… Maraş Kalesi’ne uçmağa gittiler.

Celâdetli ve şuurlu duruşundan dolayı meftûn olduğum gencecik şehit Âşıklıoğlu Hüseyin’in, Fransız komutanın karşısına çıkıp:

“Ben anamdan doğdum kalede bayrağımı gördüm. Ölünceye kadar da göreceğim. Biz bütün Türkler (İslâmlar) böyleyiz. Onu görmemek için ya kör olmak ya da ölmek lâzım. Kör değilim. O halde onu görmezsem öldüm demektir. Bayrak için ölmek biz de şehit olmaktır ve en büyük şereftir. Yalnız ben değil, küçük büyük, kadın-erkek bütün Maraşlı Türkler, her Cuma sabahı uyanınca ilk önce kaleye bakar, bayrağımızı görürüz” nârası bütün Maraşlının yüreğini sarıp cihad ateşine döndürdü.

DİNİNİ SEVEN, VATANINI SEVEN YÜRÜSÜN FRANSIZ KÂFİRİNİN ÜSTÜNE…

Bu kıyamın, bu sönmez ateşin üstünde toplandılar Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nde. Başlarında Arslan Bey, Şeyh Ali Sezai Efendi gibi büyükler:

“Arkadaşlar harp başlamıştır. Allah’ın inayeti, Peygamberin ruhaniyeti, din kardeşlerimizin fedakârlığı ile her şey göze alınmıştır. Vatanımız tek kişi kalana kadar düşmana teslim olunmayacaktır. Gayret bizden yardım Allah'tan”

Cihad çağrısını duyan Maraşlılar, “Allahüekber!” nidalarıyla cezbeye kapıldılar. Yüreklerindeki millî öfke Uzunoluk’tan Şeyhâdil’e kadar yayıldı. İçtima oldular din ü vatan üzere. Dinini seven, vatanını seven yürüsün Fransız kâfirinin üstüne dediler.

Hocalar, âlimler, zâbitler ve hoyrat delikanlılar yekpâre oldular gâvura karşı. Yürüdüler Fransız kâfirinin üstüne yüreğini yanında taşıyan Maraşlılar. Maraşlılık neymiş gösterdiler. Şehr-i Maraş’ın şerefini kurtardılar. Târihini ve ulularını utandırmadılar.

Maraş’ta mağrurluk ve öfke var diyenler Maraşlılığı bilmeyenlerdir. Kahramanlık ve yiğitlik şiarındandı Maraşlı Türklerin. Asâleti târihinden geliyordu. Mukaddeslerinin ve imanlarının emrinde oldular hep. Ne İngiliz, ne de Fransız kâfiri Maraşlı İslâmları korkuya ve yeise düşüremedi.

MARAŞ’IN İSTİKLÂLİNE MARAŞ KALESİ’NDEKİ BAYRAK SEVİNDİ ÖNCE

Maraş’ın istiklâline Maraş Kalesi’ndeki bayrak sevindi önce. Ulu Câmii sevindi, Uzunoluk sevindi, Göllülü Yusuf, Çuhadar Ali ve bütün Maraşlı şehitlerin ruhu sevindi. Abdal Halil Ağa “din bahsi” üzere bir daha davul çaldı yüreğinden.

MARAŞLI İSLÂMLAR, YANİ MARAŞLI TÜRKLER FRANSIZI KOVUNCA…

11 Şubat1920’nin soğuk gününde Maraş Maraşlılara gülizâr oldu, kâfire mezar oldu. Maraşlı İslâmlar, yani Maraşlı Türkler Fransız’ı kovunca, Vatan-ı İslâmiye üzerine başlatılan Maraş müdafaası bütün Anadolu’ya yayıldı; Maraş, Anadolu’nun kahramanı oldu. Maraş’ta görülen İstiklâl rüyâsı devlete inkılâp etti.

Şimdiki zamandan sıyrılıp, ruhum ve düşüncelerimle konuk oldum Maraş’ın İstiklâl Bayramı’na. “Maraş Maraş derler de uy amman amman” türküsünün yüreklerden söylendiği 12 Şubat 1920 günü Fransız’ı kovan Maraşlıların arasındayım.

Selçuklu’dan, Dulkadirli’den, Osmanlı’dan bu yana İslâmlaşmış Türkmen yurdu olan Maraş sokaklarında yürüyorum. Üzerinde Maraş işlemeli ahi hırkası olan bir ehl-i Maraş elimi tutuyor ve dolaştırıyor beni.

Târihteki Maraşlıların “Alaüddevle Câmii” dediği Selçuklu mimarisine sahip Ulu Câmiin taşlarında hissettim Maraş Kalesi’ne hücum eden mücâhitlerin ellerini. Giriş cephesindeki mihrabiyelerin içine işlenen bezemeler, kemerler ve içerideki mihrabın çevresindeki kabartmalar İslâm medeniyetinin taşa vurduğu güzelliği yaşattı ruhuma. Taşa ruh verilen, taşın nakış gibi işlendiği ve kabartma bileziklerin sardığı üç bölümlü gövdeden oluşan minaresine vecdle dokundum. Taş Medrese’nin hücrelerinde Maraşlı şeyh efendilerin Maraş müdafaasına katılanlar için hatim indirdiklerini gördüm.

Çarşılarını, hanlarını geziyorum. Harbin üstünden bir gün geçmişti. Bundandır ki, Taşhan’ın, Katiphan’ın daracık meydan ve odaları tenha idi. Selâm alan, selâm veren Maraşlıların hasbıhâl ettikleri Saraçhâne Câmii Çarşısı’nda dinlendi ruhum. Maraş müdafaasının en cesur liderlerinden İbrahim Evliyâ Efendi’nin şehit düştüğü Bedesten’i gezerken hüzün içindeydim. Asırlardır târih rüzgârlarının estiği, Millî Mücadele’nin şiarı olan, kahramanlığından emin şehir Maraş’ın Kanlıdere Yokuşu’ndaki barut ve duman kokan sokaklarında dolaştım. Maraş müdafaasının önünde yer alan, yaralanıp Alman Hastanesi’nde yatırıldığında zehirlenerek şehit edilen Muallim Hayrullah’ın anasının kaldığı, avlusunda dut ağacı olan, kapısı kevgirli ahşap evi ziyaret ettim.

Divanlı sokaklarında kesme taş ve ahşabın hâkim olduğu evlerin gönlüme verdiği târihî duygularla dolaşırken, Kuyucak’ta pusu kuran Fransız elbiseli Ermenilerle göğüs göğüse çarpışıp ardından Kümbet Kilisesi’ndeki çarpışmada şehit düşen Maraş kahramanlarının en gözükarası Mıllış Nuri’nin celâdetli sûretini görür gibi oldum.

Sütçü İmam’ın fahrî imamlık yaptığı, Alaüddevle Bey tarafından yaptırılan Bektutiye (Çınarlı) Câmii bahçesinde 1870’de boy veren bir buçuk asırlık ruhaniyetli “Doğu Çınarı” nın altında mütevekkil Maraşlı ecdâdımla rabıta yaptım.

Evliyâ Çelebi’nin, “Şehrin cümle erbâb-ı ma’ârifi anda cilvelenirler”, yani sohbet ve muhabbet ederler” dediği ve suya Maraş’ta “ol” dendiği Pınarbaşı’na uzandım. Mihmandarım ehl-i Maraş, yönümü Ahır Dağı’na çevirmemi istedi. Sonra elini kulağına atıp “Yörü bre Ahır Dağı / Ne dumanlı başın varmış” türküsünü söylemeye başladı. Uzun hava tarzı bu Maraş türküsünü cezbe hâlinde dinledim.

Ertesi gün 13 Şubat 1920’de mihmandarım ehl-i Maraş, Eski Hükümet Konağı’na, yani Mutasarrıflık Binası’na doğru yürüyeceğimizi söyledi. Mutasarrıf Vekili Cevdet Bey, güneş ve soğuğun bir arada olduğu öğle üzeri Mutasarrıflığın avlusunda, Erzurum 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa’nın Maraşlılara hitaben gönderdiği kutlama telgrafını okuyordu. Toplanan Maraşlıların arasına karıştım hemen.

“Maraş kahramanlarının Türklüğe (İslâmlara) has olan celâdet ve fedakârlıkları neticesinde sevgili bayraklarımızın yine Maraş üzerinde dalgalandığını haber almakla bütün kolordum en büyük sevinçler duymaktadır. Öldünüz, fakat Türklüğü (İslâmlığı) öldürmediniz. Târih-i milliyemize kanınızla ve hayatınızla emsalsiz bir menkıbe-i celâdet yazdınız. Maraşlıların ve sizin alınlarınızdan öper, kolordumun hissiyat-ı samimesini arz eylerim” diyen vecdli cümleleri yüreğim kabararak dinledim.

MARAŞ’IN ŞÂNI VAR, MARAŞ’IN YÜREĞİ VAR

İstiklâline dokunulamayacağını Fransız Harbi’nde gösteren ve kâfire karşı duran Maraş’ın şânı var, Maraş’ın yüreği var. Ah, kahramanlığın ve yiğitliğin şehri! Bu ne saadet böyle?

Maraş’ın ilk İstiklâl Bayramı’ndan ve elimi tutup beni dolaştıran ehl-i Maraş’tan ayrılırken, arkamda gücünü târihinden ve imanından alan bir şehir duruyordu.





ADI GÜZEL, KENDİ GÜZEL BİR DERGİ: 
VAKT-İ SÜKÛT




“Yoldaki Kalemler” dergisinin sahibi şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’dan ilham alan genç şair ve yazarların Hatay’da çıkardığı adı güzel, kendi güzel kültür edebiyat sanat dergisi “Vakt-i Sükût” Haziran-Temmuz 2015, 3. sayısıyla içtimaya çıktı. Dergi başlığının üzerinde sabit duran anlamlı sözü bu kez duyurmak isterim: “Sükût Et! Kopsun Kıyamet!”

Bu sayıda kıdemli şairlerden Yavuz Bülent Bakiler ile Söyleşi var. Derginin bu sayıdaki baş sözü de çarpıcı olmuş: “Kartalları ürküten kanat sesleri ile selâmlıyoruz şiir yurdunu”

Bu sayının şair ve yazarları şöyle: Muhammet İbrahim Balcı: Uyanıyoruz, Ahmet Mentes: Bulutlara İyi Bakın, Hasan Konç: Işığa Aç Yüreğini, Hasan Ulaş: Münzevi, Memduh Atalay : Suskun İkindini Sevdim Bir, Hasan Ejderha : Esmer Öğretmen, Kübra Kaplan: Bilmiyorum, Ejder Turan: Aydınlığa Düşmanlık, Talat Özer: Semaver, Ahmet Aktaş: Cennet Kapısı, Nedim Yılmaz: Tek Başına Dört Mevsim, Bestami Yazgan: Gönül Şafağı, Ali Parlak: Hayalet, Adem Tokaç: Şeb-i Arus, Olsun Bu Gecem, Mehmet Yıkılmaz : Düşünmeyi Eşsizleştirmek, Kadir Soydan: Ey Berraklık, Erdem Bağırmaz: İnci'ye Açık Mektup, Ahmet Yıldırım: Yürek ve Zihin, Hasan Başdemir: Bir Ölünün Şiiri, Feruz Arslan: Belki, Gazi Balcı: Önce ve Sonra, Ali Güdek: Memlûk , Mustafa Kul: Arkadaki Yüz, Kadir Erdoğan: O Yâr, Ahmet Doğan Can: Ben Neler Gördüm, Abdulkadir Şahin: Kitap Kütüphane Tefekkür Medeniyet İlişkisi, Kübra Bozan: İmkansızdan Tohumlar, Güven Fatsa: Vehim, Ramazan Akyel: Kurt Çölde Yaşar mı?, Muhammet Hamdullah Doğan: Mizgince, Onur Çakmak: Aşk Başkaldırmaktır, Berrin Müzeyyen Alpay: Gülbangı Fetih, Büşra Sarcan: Ölüm Dansı, Nermin Karakurt: Diriliş, Faruk Ceren- Gün Sazak Göktürk: Şair Atışması-4, Ülkü Güven: Sazende, Mustafa Mete Yeşiloğlu: Feylesof Şair ve Aşık, Kırgız Gölü: Alıkul Osmonov ( Çeviri: İbrahim Türkhan)

Arka kapakta, Yavuz Bülent Bakiler’in “Sen Sen Sen” şiiri ile iç kapakta “Her Çocuk Ölümünde Cennetten Müjde Var” başlığıyla verilmiş, Mehmet Sabit Özmüş imzalı “Evladın Ardından” şiiri yer almaktadır. Dergi, “Kültür Sanat Köşesi” ve Kitap Tanıtım Köşesi” ne de yer ayırmış.


***
“YOLDAKİ KALEMLER” DERGİSİNDEN İLHAMLA “VAKT-I SÜKÛT” DERGİSİNİN DOĞUŞU


İnternet edebiyat dergiciliğinin yayıldığı ve daha çabuk ulaşılarak okunduğu herkesin malumu. Teknolojinin hâkimiyetinin önüne geçilemediği de bir gerçek. Fakat belirtelim ki kağıda ve basılı mevkuteye olan bağlılığımız kolayca kopmayacak . İnternet dergiciliğinin has örneği olan “Yoldaki Kalemler” dergisinden bahsettiğimi bu fakiri takip edenler hatırlar.

Entellektüel hikâyecilerin yanaşmadığı Anadolu insanımızın ve unutulan köyümüzün hikâyecisi ve şair Hasan Ejderha’nın yayın müdürlüğünde çıkan şirin mi şirin, samimi mi samimi, güzel mi güzel bir edebiyat dergisi olan Yoldaki Kalemler şair Memduh Atalay, Yasin Mortaş, MehmetMortaş gibi kıdemlilerle, Fazlı Bayram, Gün Sazak Göktürk, Nurcihan Kızmaz, Şeyhşamil Ejderha, İsmail Sağır, Sibel Kök, Murat Türkmenoğlu, Hilâl Ejderha, Metin Acar gibi iki kuşağın bir arada yazdığı ve dolayısıyla kısa sürede bölge dergiciliğini aşan hayli çekici bir dergi.
Şair Memduh Atalay’ın son yazdığı “Coğrafya Üzerine Dipnot” şiirin okuyunca Yoldaki Kalemler’e, emsallerini aşan gerçekten güçlü şiirlerin bulunduğu dergi diyebiliriz:

“Aynı zamanda yaşadık / Güneş doğduğunda / Bulut ağdığında / Çiçek açtığında / Yağmur yağdığında / Bir çocuk dile geldiğinde… / Ekmek için ev için toprağı karıştırırken / Birlikte idik yeryüzünde / Ezanla açılan evlerimizde / Birlikte oturduk iftar sofrasına / Kutlu gecelerde / Ellerimiz birlikte açıldı Hak katına / Meydanlarda ‘kahrolsun, yaşasın’ ekseninde / Buluştu ‘zenci’ sesimiz / Nasıl koptu ki kalplerin bağı / İçe döndü öfkemiz! / Seni benim tüfeğimle vurdular / Beni senin ellerinle boğdular! / Yine doğuyor güneş / Yine yağıyor yağmurlar içli / Yine açıyor çiçekler hazin / Yine dile geliyor bu şirin çocuk / Dilinde sevgi yok, aşk yok / Ölüm gösterirken tüm saatler / Yaşatma aşkından eser yok! / Yaralı ve yanık coğrafya üstüne / Türküler bile söylenmez! / Kalplere yerleşmiş intikam / Kılıçlar çekilmiş bizden bize / Toprağa düşer günde yüzlerce can / Bu ne korkunç öfkedir / Öznesi Müslüman!”
Ehli bilir ki bin miligramlık şiir böyle olur…

Sadede geleyim. Yoldaki kalemler dergisinden bahsedişim, bu güzel dergide Hatay’dan yazanlardan Yoldaki Kalemler’den güç ve ilham alarak Vakt-ı Sükût adıyla şiir ve denemelerle yola çıkan bir dergi doğdu. Adı güzel, muhtevası güzel Vakt-ı Sükût dergisi, kelimelere dokunuşlarından anlaşılıyor ki yola devam edeceğe benziyor. Hasan Ejderha’nın rehberliğinde yola çıktıklarını beyan etmişler ki hayırlı olsun diyoruz.


Bize ulaşan ikinci sayısının ön kapağına ünlü ve usta şair Bahaettin Karakoç’un resmini, arka kapağına şiirini koymalarından anladım şiire tutunduklarını… Derginin bu sayısında şu imzalar yer almaktadır: Gazi Balcı, İlknur Söker, Şeyhşamil Ejderha, İsmail Sağır, Mehmet Yıkılmaz, Muhammet İbrahim Balcı, Berrin Müzeyyen Alpay, Saliha Güngör, Abdulkadir Şahin, Nedim Yılmaz, Ramazan Akyel, Betül Güngör, Zeynep Kıraç, Çetin İdem, Şahin Şanal, Naci Yengin ve Gülsen Gülbin Alakay, Adem Tokaç, Kadir Erdoğan, Ahmet Menteş, Ülkü Güven, Abdurrahman Balta, Muhammet İsa Öztürk, Hasan Konç, Rana İslam Değirmenci, Figen Dalkıran ve İbrahim Türkhan.