…BİR BALIK GÜNÜ… SAVAŞ HOCA’NIN AHI TUTMAYA BAŞLADI… İLK KURBAN; DR. HUNU…/Ferhat AĞCA




Kıymetli ağabeyim öncelikle selam eder ellerinizden öperim. Bu mektup; cumartesi günü gidilen balıktan ve Savaş Hocam’a kıpırdamadan yattığı hastane yatağında ettiklerinden dolayı Dr. Hunu’nun başına gelen küçük ama anlayabilenler için büyük havadisleri içermektedir.

Cumartesi günü; tanıdığım ve dost edindiğim için şükrettiğim Yunus ağabey, Tayfun ağabey, Dr. Hunu, Mehmet Yaşar ve adaşınız Ahmet Eralp ile her zaman ki Dükkân yolculuğunda olduğu gibi türküler ve zarflaşmalar eşliğinde balığa gittik. Onların işi balık talimi yapmak, benimki de böcek talimi yapmaktı. Barajın su seviyesi yüksek olduğu için; Mübarek Hocam’ın (beraber gittiğimiz son balıkta gittiğimiz yeri beğenmeyerek) “gene de bizim sadık yârimiz karşı taraf” diyerek işaret ettği, her zamanki gittiğimiz yere gittik, oraya vardığımızda her yer yemyeşil olmuş su seviyesi bizim gördüğümüz en yüksek seviyenin de üzerine çıkmış ve cennet köşesinden bir köşe olmuştu. Uzun zamandır buraya gelmeyen balıkçılar burayı görünce balığı da unutmuş, gurbetten gelen gurbetçi gibi vatanına, Hocam’ın deyişiyle “sadık yârine” kavuşmanın cuş-u huruşu içinde cezbeye kapılıp olta takımlarını bir kenara atarak uzun bir süre manzaranın büyüsüne kapıldılar. Daha sonra aklı başına gelen oltasını attı göle, sezonu yeni açan balıkçılar gibi ‘vira bismillah’ diyerek…

Mübarek Hocam yoktu. Yolculuğun başlamasından dönüşe kadar hep yokluğunu hissettik, bir ara ben Hocam’ın yokluğundan duygulanarak; “Hocam yoksa türküleri de mi yok” diyerek Mübarek Hocam’ın sevdiği türküleri çaldım ama yine de çok bir şey değişmedi.

Ben birkaç tane böcek yakaladım Tayfun abi ve Mehmet Yaşar’ın yardımıyla, ancak onlar hiç balık tutamadılar fakat iki balık oltaya takıldı, sudan çıkmasına rağmen geri kaçtı. İki balıkta Mehmet Yaşar’ın oltasına takıldı. İlkini kendisi çekti ve toprağa doğru fırlattı ama zat-ı âlinizin disklerine iyi gelmeyen yetmiş derecelik eğimi unutmuş balık yuvarlanarak tekrar göle düşmüştü, olta ikinci kez sallandığında Mehmet Yaşar uzakta olduğu için Ahmet Eralp yetişti ve çekmeye başladı oltayı, balık direniyordu, Ahmet direniyordu, birkaç dakika süren bu mücadelede olta bir yay şeklini almış kırılmak üzereydi,  Ahmet heyecanına kapılmış sabredememiş ve balığın yarısından fazlası sudan çıkınca hızla çekmiş ve balık birden oltadan kurtulan balığın boyu yaklaşık yarım metreydi… Olan olmuştu ama uzaktan cezbe ve iştahla koşarak gelen Mehmet Yaşar’ın yüreğine Nemrud’un yaktırdığı gibi kocaman bir ateş düşmüştü, ve onun yüreği artık bir yangın yeriydi. Yangının acısıyla Ahmet’in acemiliğinden ve telaşçılığından dolayı uzun bir süre ona fırça attı, benimle birlikte orada bulunanlar bu duruma gülerken aramızda bulunanlardan birinin bu durum çok işine geliyordu. Yunus ağabey. Kendisi hakkında konuşmak haddim değil ama her zaman olduğu gibi yine balık tutamamıştı. Bu arada kimsenin balık tutamamasına  ve kaçan balıklara çok seviniyordu. Yalnız orada bulunanların; kaçan balıkların neden kaçtığını analiz ederken gözden kaçırdıkları bir durum vardı, suçlu ne Mehmet Yaşar ne de Ahmet Eralp’ti. Benim tahminim Balıklar sudan çıkınca Mübarek Hocam’ı görememiş ve “O’nun olmadığı bir kara parçasında bizim ne işimiz var” diyerek kendilerini kılavuzlunun serin sularına salmışlardı.

Dr. Hunu’ nun başına gelen ibretlik olay…

Türküler, olaylar, közde pişen yemekler derken güneş dağları aşmış bir günün daha sonuna gelinmiş akşam ezanının okunmasına birkaç dakika kalmıştı. Eşyalar toplanmış tek sıra halinde arabaya doğru gidiliyordu… Tam Mübarek Hocam’ın “Dere-i İsmailiyye-i Göktürkiyye” ismini verdiği İsmail Hocam’ın deresinden geçilirken olanlar oldu: Derenin baraja yakın kısmından geçerken Dr. Hunu; herkesin dere ortasındaki taşa basarak geçtiği dereyi bir hamlede geçmeye çalışmasıyla, önce sağ ayağını yaklaşık bir buçuk metre eninde olan derenin öbür tarafına attı, sonra sol ayağını da sağ ayağının yanına getirir getirmez vücudun ağırlık merkezi arkada kaldı ve birden bir ses yükseldi dereden: “Calllpppp!” Dr. Hunu sırtüstü dereye düşmüştü, etrafta akşam yemeği telaşında olan ve durmadan vıraklayan kurbağalar bir anda susmuş olayı çözmeye çalışıyorlardı. Yaklaşık 25 - 30 derece eğim ile yukarıdan aşağı akan İsmail Hocam’ın deresi bir anlık durmuş birkaç santim yukarı akmış tekrar normale dönmüştü. Gölde bir dalga oluşurken balıklar bölgeyi terk etmişti. Yukarıdaki ağaca yuva yapmış bir kuş sesle birlikte, akşam akşam gözü görmemesine rağmen birden uçuvermiş ve büyük hayallerle kurduğu ilk yuvasındaki yumurtaları düşüvermişti.  Bu arada Dr. Hunu’ nun ayak tabanları gökyüzüyle hasret gidermiş ve sırtındaki çantasıyla birlikte arka kısmı komple ıslanmıştı. Şükür ki kendisinde bir şey yoktu. Biz de olayın şokunu atlatmıştık. Bu arada belki de biz gülmeyelim diye Yunus ağabey konuya farklı bir boyut kazandırıp, Dr. Hunu’nun keramet gösterdiğini ve suya batmadığını söyledi. Oysa derenin derinliği zaten bir karıştı, ben de kendimi tutamayıp bir miktar güldüm çaktırmadan. Arabaya binince Dr. Hunu: “ben Halep’teyken kırk arşın atlardım” demesiyle ben daha da gülmeye başladım ve “Halep ordaysa İsmail Hocam’ın deresi burda ağabey” dedim ve herkes güldü. Sonra Dr. Hunu: Kurt kocayınca… Dedi. Buna da en çok gülen yine ben oldum…  En sonunda Dr. Hunu’nun evine gelmiştik arabadan indiğinde koltuk hiç yaş değildi…

Sözü biraz uzattım ama sonuç itibariyle yerinden kımıldamadan yatan Savaş Hocam’ın baş ucuna ananas, Hindistan cevizi, kivi ve muz koyan Dr. Hunu’nun sırtı yere, ayakları havaya gelmişti. Bence Savaş Hocam’ın âhını en hafif şekilde atlatmış ve anlayanlar için de çok büyük ders olmuştu. Ancak ortaya kocaman bir soru işareti çıktı: Şimdi sırada kim var?
 Not: bu olaydan ders çıkaracak kişiler arasında “Bir Hocam” yoktur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder