HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-İBRAHİM KALFA/Hasan KEKLİKCİ

                                                                                                             
-Hoş geldiniz.

-Hoş bulduk. Buradan bir arkadaşım bahsetti. Doğrusu ben şaka sanmıştım ama gerçekmiş. Fakat şaka gibi abi. Siz; dedem gibi, başınızdan geçen bir olayı anlatacaksınız, biz de çıkartıp size para vereceğiz. Desenize dedemin bizde çok hakkı var.

-Ona ne şüphe. Tabii ki dedelerimizin bizlerin üzerinde çok hakları var. Peki var mı öyle dedenizden dinleyip yazıya döktüğünüz bir metin?

-Yok da ne bileyim o öylesine anlatır, biz de yarısını dinler yarısını dalgaya alırdık. Ne bileyim ben bu işin para ettiğini.  

-Hayır... Hayır para eden dedelerimizin bize anlattığı hatıralar değil, bizim onların hatıralarına gösterdiğimiz saygıdır. Dilerseniz ben sizin zamanınızı daha fazla israf etmeyeyim, almak istiyorsanız hikâye başlıklarını okuyayım. ... var mı ilginizi çeken bir başlık?

-Ne yalan söyleyeyim şu on dakikada yaşadığım olayı kafamda bir yere koyamıyorum. Parayla hikâye satın almak. Hikâyeden ziyade malzemesine para vermek. Ama şu İbrahim Kalfa da ilgimi çekti doğrusu. Buyurun ücretiniz. Siz anlatın ben anlayabildiğim kadarıyla bir metin ortaya çıkartmaya çalışırım.

-Allah bin bereket versin. İşte size İbrahim Kalfa'nın hikâyesi:

-"Kucağımda içi gazoz şişesi dolu kasayla ustanın evinden çıkıp, gazozcuya doğru giderken Deli Besey’i gördüm. Görür görmez olduğum yerde durdum. On iki yaşındaydım. Buraya geleli neredeyse dört aya yaklaşıyordu. Deli Besey’i görünce ne yapmam gerektiğini öğrenmiştim. Hiç kimse bir şey dememişti ha! Ben kendi kendime öğrenmiştim ne yapacağımı.

Deli Besey her gün yaptığı gibi evinde ne kadar tülbent, eşarp ve kafaya sarmaya uygun bez varsa hepsini kafasına sarmış; ne zaman örüldüğü belirsiz iki beliği sırtının yarısına kadar inmiş, geriye kalan kızıl saçları, zemheride donmuş toprağın bahar güneşinin sıcaklığıyla yumuşayarak üzerinde bulunan otları bulundukları zeminden yukarı doğru kaldırması gibi, üzerlerine sarılmış olan örtüyü kardırmaya çalışıyordu. Öyle ki; kafasındaki örtünün her yanından kabarmış, dışarıya taşmış saçları görünüyordu. Her zamanki gibi parmakları açık sol eli altta, sağ eli üstte; kafasını mı tutuyor, ya yoksa kafasındaki onca bezi mi tutuyor tam anlaşılmaz bir vaziyette caddenin ortasından yürüyordu. Benim durduğum yere kadar geldi. Yerdeki at pisliklerini gördü ve dünyayı unutup her zamanki eğlencesine daldı. Elleri başında, ilk gördüğü at gübresinin üzerine basıp iyice ezdi. Sonra, kipi -seksek- oynuyormuş gibi atlayarak bir sonrakine gidip onu da ezdi ve sonra diğerine… Beni görmüyordu tıpkı dünyayı görmediği gibi.

Gazoz kasasını bizim dükkânın karşısındaki gazozcu Salman Ustaya getirip, 'Memik Ustamın hanımı gönderdi bunu, portakal suyu koymuş şişelere. Gazoz yapacakmışsın. Hazır olunca da Memik Ustama haber verecekmişsin.' dedim.

Bizim dükkâna geçtiğimde; -ha bu arada 'bizim dükkân' diyorum ama dükkân bizim değil Memik Ustanın. Fakat herkes bizim dükkân diyor diye ben de öyle diyorum. -Memik Usta da bizim dükkân diyor zaten.- Memik Ustayla tamirci Mustafa Usta dükkânın önünde aralarına bir tabure sığabilecek kadar boşluk bırakıp, önlerine de bir tabure almış, birbirlerinin yüzlerini rahat bir şekilde görecek vaziyette oturmuşlardı. Belli ki lafı hem gözlerine ve hem de kulaklarına veriyorlardı birbirinin. Memik Usta biriyle böyle yakın oturup laf ettiği zaman çayı benden isterdi. Ben çay verirken yahut boşları alırken, hatta aklına bir şey gelip bana demek için yanına çağırdığında bile lafını hiç kesmeden konuşurdu. Çünkü ben çay verirken sanki elimde köz var da onu bırakıyormuşum gibi bir anda tabureye bırakır yanlarından uzaklaşırdım.

Çaylarını önlerindeki tabureye bırakırken tamirci Mustafa Usta, Memik Ustaya bir şeyler anlatıyordu. İkisinin de yüzü asıktı. Mustafa Ustanın 'Anasına da gittim o da söz geçirememiş.' dediğini duydum ben sadece. Çaylarını bitirdikten sonra ikisi bir kalktı. Memik Usta İsmail Kalfaya 'Salman'ın dükkânındaki gazoz hazır olunca bizim eve götür.' dedi ve iki usta, Mustafa Ustanın dükkânına doğru yürüyüp gittiler. İsmail Kalfanın anlattığına göre: Mustafa Ustanın kalfası İbrahim, kendisinin on iki yıldır tamircilik yaptığını, bu işte usta olduğunu söylüyormuş. Mustafa Ustanın yanından ayrılıp kendisine bir dükkân açacakmış. Hatta dükkânı bulmuş bile, gazozcu Salman'ın yanındaki dükkân boşmuş. Mustafa Usta, İbrahim Kalfanın biraz daha yetişmesini istiyormuş. Eğer kalfasına bir dükkân açılacaksa kendisi açar, müşteriyi de kendisi gönderirmiş. Mustafa Usta ne yaptıysa İbrahim Kalfayı ikna edememiş. Son bir çare olarak Memik Ustanın konuşmasını istiyormuş onunla. Memik Ustayı da dinlemezse 'Sen bilirsin' diyecekmiş İbrahim Kalfaya Mustafa Usta.

Biz her sabah yaptığımız gibi akşam içeri aldığımız kazma, balta, keser, soba ve boru gibi dükkânda imal ettiğimiz malzemeleri dükkânın önüne, her malzemeyi mutlaka dünkü yerine koyarken, tam karşımızda gazozcu Salman'ın yanındaki boş dükkânın darabaları da gürültüyle açıldı. İbrahim Kalfaydı dükkânı açan. Ve yanında hiç tanımadığımız ne bizim çarşıda ve ne de ilçenin başka yerindeki bir dükkânda görmediğimiz bir çırak vardı. O gün temizlik yapıldı. Her yer yıkandı temizlendi. Sonra bir duvara boydan boya bir tezgâh, tezgâhın kenarına bir mengene yapıldı. Anahtar takımları geldi bir gün. Duvarlara çiviler çakılarak küçükten büyüğe doğru sırayla dizildi tüm takımlar. Bir traktör geldi İbrahim Kalfanın dükkânının önüne. Çırağı anahtar getirdi. İbrahim kalfa traktörü söktü. Traktörü ortadan ikiye ayırdı. Evet evet ikiye. Arka büyük tekerleklerin olduğu bölümün altına tahtadan takoz koydu. Ön tekerleklerin olduğu bölümün altına da takoz koydu. Her iki tarafın içinden bir sürü demir parçaları çıkardı. Bir kısım parçaları mengeneye sıkıştırıp bir şeyler yaptı. Bazı parçaları bir leğenin içerisinde benzinle yıkadı. Karşımızda dükkân. Her şeyi seyrediyoruz. Birkaç gün hiçbir iş yapmadı İbrahim Kalfa. Bizim kalfaların söylediğine göre traktörün motorunu Antep'e taşlamacıya göndermiş. Bizim dükkânda sadece arabaların kaynak ve makas işleri yapıldığı için biz çıraklar "taşlamanın" ne olduğunu bilmiyoruz. Sonra bir gün İbrahim Kalfa tekrar işe başladı. Traktörün içinden çıkardığı parçaları geri içeriye yerleştirmeye koyuldu. Birkaç gün sonra bir adam geldi İbrahim Kalfaya kızdı. Hatta bağırtısı bizim dükkânda duyuldu. İbrahim Kalfa her gün biraz daha telaşla çalışmaya başladı. Bir gün çırağına anahtar fırlattı ve oğlanı dükkândan kovdu. Kendisi tek başına gelip gitmeye başladı dükkâna. İbrahim Kalfaya kızan adam tekrar geldi. 'Sana üç gün mühlet moturumu yaptın yaptın yapamazsan gerisini sen düşün.' deyip gitti. Ben öğlenciydim ve dükkânın okula giden tek çırağıydım. O gün ben okula gidinceye kadar İbrahim Kalfanın dükkânı açılmadı.

Bizim kalfaların dediğine göre İbrahim Kalfa herifin motorunu öylece bırakıp İstanbul'a gitmiş, Aslında her parçası varmış traktörün ama usulünce yerlerine yerleştirip kontağı çevirememiş İbrahim Kalfa.

Bir hafta sonra dükkân tekrar açıldı. Açan tamirci Mustafa Ustanın çırağıydı. Çok geçmeden Mustafa Usta da geldi. İki parça halinde duran traktörün sağına soluna baktı. Parçaları havada tutan takozları kontrol etti. Dükkâna girdi. Elinde bazı parçalarla dışarı çıktı. Çırağa bir şeyler söyledi çırak gitti. Çırak az sonra iki kalfayla birlikte geri geldi. Cumartesi kuşluk vakti motor çalıştı. İbrahim Kalfayla kavga eden adam motora binip gitti. Kalfalar ve çıraklar da dükkânın darabalarını kapatıp gittiler.

Memik Usta tamirci Mustafa Ustayı bizim dükkânın önünde karşıladı. Kucakladı. 'Aferin' dedi. 'Sana da bu yakışırdı. En çok da İbrahim Kalfanın adamdan aldığı fazla parayı ödemene sevindim.' dedi."

-Ben "Kalfa"yı İbrahim'in soyadı sanmıştım. Geldiğime değdi hatta çift sarılı yumurta gibi oldu; şu Deli Besey'den de ayrıca bir hikâye çıkar. Hayırlı işler.

-Güle, güle.



NOT: Anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur.


HÜZÜN / Samet YURTTAŞ



Saçlarından yıldızlar düşüyor tel tel
Yeryüzü buna dayanamaz.
Uzansa gökyüzünden bir el
Yüzündeki perdeyi kaldıramaz.

Gözlerinde nazlı bahar
Güvercinler kalkar azar azar.
Savurur anıları tılsımlı bir rüzgâr,
Seni kucaklasın bu ılık sonbahar.

Yağmur alçalıyor dudaklarına,
Akıyor yanaklarından hüzünlü lavlar.
Seni öpmek için şaha kalkmış atlar
Yüreğinden yüreğime atlar.

   


balık günleri / mustafa alper taş



unutulması çok zor olan
heybetli ve bir o kadar akşamları
elleri göğsünde
bir dağdan bakmıştık
sisli ve soğuk sulardı aşağısı

bizden de yukarda
hani ara sıra hızlı bir bulut gibi gözlerinden
ülkeler gezmiş
yorgun
nehirler geçeni bu hikâyenin
ayrılırken mutlaka geriye dönüp bakardın
bir gökyüzünü doğruyorlar gibi
ekmeklere, sulara, balıklara

en çok da balıklara
bilmesem bu kadar uzak olduklarını
yağmurların



SARSINTI / Muhammet NACAROĞLU



Boş bir kandırmaca büyüsü
Tutku ve arzu çukurunda
Meşgale içinde gürültü 
Manasız bir yaşamsallıkta

Ruhun derinliğinde sancı
Mevta haberi ile sızlar
Vurdumduymaz unutkan aklı
Zelzele nispetinde sarsar 

Umuda güvenmiş nefesim 
Dünyada terhisini bekler
Ölüme mahkûm diriliğim 
Azrailin yolunu gözler

Zevklere karşı bir soğukluk 
Ömrün kumarına nedamet
İçimde oluşan burukluk
Benlikte kopan bir kıyamet

Hızlıca geçiyorken zaman 
Bir anlık sanki bütün neşe 
Duaya sarılır ürkmüş can
Yüceler yücesi bir güce


HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-ÜSTADIN KARDEŞİ / Hasan KEKLİKCİ


Galiba şu delikanlı bizim dükkâna girmeye çalışıyor. Baksanıza az önce içeriye baka baka yukarı doğru çıkmıştı, şimdi de aşağı doğru yürüyor; evet evet yüzündeki tereddütten, ayaklarının bir ileri bir geri gitmesinden belli, bizim dükkâna gelmeye çalıştığı. Dikkatlice bakıp bir demlik telaşa sokmamak lâzım. Neyse buraya doğrulttu zaten.

Bizim gençliğimizde delikanlının çantası gibi böyle sırtta taşınan, kullanışlı güzel çantalar yoktu. Bond dedikleri genellikle siyah renkli tahta bavuldan biraz hallice çanta taşırdı, okuryazar kısmı. Bu çantalar gibi omza atmak veya sırtta taşımak gibi bir imkân olmadığından, bir yerden bir yere gidinceye kadar kollarımız kopardı. Doğrusu imrenmemek elde değil şu rahatlığa. Çantasının sol koluna takılı olan kemerini kolunu arkaya doğru uzatarak çıkarırken selam verdi bizim ilk müşteri, “hayırlı işler” diledi. Selamını ayakta aldım yer gösterdim kendimi tanıttım, o da ismini söyledi. Kırmızı beyaz melamin çay tabağında bir çay bıraktım önündeki sehpaya, bir de kendime aldım ve sohbete başladık.

-Memleket nere?

-Tokat. Burada üniversite okuyorum. Kimya bölümü üçüncü sınıftayım.

-Memnun oldum. Hikâye yazıyor musunuz?

-Evet yazıyorum. “Kaldırımın Kara Taşı” internet sitesinde ayda bir hikâyem yayınlanıyor.

-Çok güzel. Fakat kimya bölümü ile edebiyatı, hele hele hikâyeciliği bir arada yürütmek çok kolay olmasa gerek.

-Yani, bir edebiyat veya tarih bölümü gibi olmasa da burada da yürüyor. Okuyorum, yazmayı da seviyorum. Peki, abi siz bana hikâye malzemesi olarak ne vereceksiniz? Ne bileyim bir taş verip “Al bu taşa hikâye yaz” mı diyeceksiniz. Nasıl bir şey alacağım ben sizden?

-Bizim çalışma sistemimiz şöyle: Elimizde elle tutulur gözle görülür bir materyal yok, herhangi bir metin de vermiyoruz. Takdir edersiniz ki, yazılı metinin fotoğrafı çekilir bizim bütün emeğimiz boşa gider. Dedenizden, ninenizden dinlediğiniz hikâyelere benzer bir mevzu anlatacağım size. Videoya müsaade etmiyoruz. Ama siz bu konuşmayı ses kaydı olarak alabilirsiniz. Ya da ne bileyim not alabilirsiniz. Biz konuyu size ana hatları ile anlatıyoruz, daha sonra siz onu süsleyip, püsleyip şekle sokuyor, kendi üslubunuza uydurup yazıya döküyorsunuz. Böylece hikâye meydana gelmiş oluyor. Konuyu anlatmadan evvel elli yüz tane konu başlığı söyleyebiliriz, siz onların içinden birini seçersiniz biz de anlatırız. Eğer özellikle istediğiniz bir konu varsa, biz elimizde bulunan başlıklardan size en yakın olanlarını söyleriz. Bizim verdiğimiz başlığa bağlı kalmanıza da gerek yok. Ücreti peşin alıyoruz, kredi kartı da geçerlidir. El verir ki ücretsiz yapalım bu işi ancak, takdir edersiniz ki bu tezgâhın da bir şekilde dönmesi lâzım.

Malzeme verdiğimiz müşterilerimiz hakkında kimselere; berberlerin filan artisti de tıraş ettim, ayakkabı boyacılarının filanca bakan ayakkabısını benden başkasına boyatmaz demeleri gibi laf etmiyoruz. Malı aldın mı kardeşim sen sağ ben selamet, yolda görsem tanımam.
- …
-Anlaşılan tereddütte kaldınız. Bak ben size biraz başlık sayayım, belki merak ettiğiniz kafanıza yatan bir şey olur. …. Var mı dikkatinizi çeken bir şey bu saydıklarımdan?

-Hepsi ilginç konular, bunlar daha önce bir yerlerde yayınlanmadı değil mi?

-Hayır, hayır. Asla. Zaten bizde yazacak kabiliyet, yayınlayacak bir yayın organı olsa kendim yazar kendim yayınlarım. On hikâye beni hikâye yazarı yapar.

-O zaman buyurun ücretinizi. Şu, Üstadın Kardeşi ilgimi çekti. Telefonuma ses kaydı alacağım. Başlayabilirsiniz ben hazırım.

-“Uzunca bir zaman önce bir dosttan dinlemiştim: Bir şehrin -siz buraya istediğiniz şehri yazabilirsiniz- ileri gelen işadamlarının birinin yapmış olduğu bir iş dolayısıyla; iş yaptığı daireye, yapılan işin kanuna uygun olup olmadığının araştırılması için Ankara’dan müfettiş gönderilir. Müfettiş bu ya daireye gelir gelmez başlar milleti sorguya çekmeye. Derken ifadesini almak üzere iş adamını da daireye davet eder. Şurdan alıp şurdan vururken bizim iş adamı müfettişle dost olur. Yapılan işte hata bulunmaz ve dosya kapanır. Ancak üstat -müfettişe üstat diye hitap edilir- bizim ileri gelenden bir ricada bulunur. Üstadın bir kamu kuruluşunda çalışan küçük kardeşi var. Bu arkadaş yıllardır aynı kadroda aynı maaşla çalışmaktadır. Eğer ona bir diploma alınabilirse hem kadrosu yükselecek ve hem de maaşı artacaktır. ‘Ondan kolay ne var’ der bizimki, ‘o iş benim bir telefonuma bakar, başkalarının kafasının girdiği yere benim selamım girse istediğim iş yapılır.’ Neyse, üstat gitmeden kardeş de gelir yenilir içilir, planlar yapılır. Ve sonuçta küçük kardeşe şehrin en iyi otelinden bir oda tutulur, iş adamı tarafından firmasında çalışan birine de -bir dediği iki edilmemesi tembihiyle- emanet edilir, kardeş.

Üstadı tarif etmeye gerek yok; sırtında bildiğin takım elbise, mevsim yaz olmasına rağmen boynunda kravat, ayağında misafir olarak kaldığı otelin giriş kapısındaki boyacı tarafından her gün siyaha boyanan kundura bulunan “üst düzey” bir devlet memuru. Kardeşine gelince, çermeçeşit bir adam, öyle ki adamı yazıya dökebilmek bile ayrıca bir maharet gerektirir. Sarışın, her an yalan söylemeye hazır bir yüz şekli, aşırı derecede kendini beğenmiş, egoist, bencil, enaniyet sahibi bir müfettiş kardeşi. Lokantaya girer oturur. Mönüyü beğenmez kalkar. İkinci lokantaya gider. Garsonun konuşması hoşuna gitmez kalkar. Üçünü lokantada yemeğin altına çorba diye tutturur. O yazın sıcağında adamın ayağında; yüksek tahta topuklu, tabanlarının önleri ve yanları demirli, topuğunun arkasında şu bildiğimiz Amerikan kovboylarının botlarında bulunan ve atların böğürlerine dürtmeye yarayan kenarları tırtıklı mahmuz bulunan bir bot. Üzerinde bir Levis 501 kot pantolon ve pantolonun rengine yakın kalın kaşlı bir kemer. Sırtında; kökü sırt tarafında, dalları arkadan dolanarak kollarına kadar gelmiş söğüt ağacını andıran turuncu renkli, üstten üç düğmesi açık bir gömlek. Boğazında, başparmakla işaret parmağının uçları birleştirilerek yapılan daire büyüklüğünde, kordonu gümüş, kendisi sarı renkli bir kolye. Sağ serçe parmağında ne taşı olduğu belirsiz, vişne rengi bir taş bulunan yüzük.

Neyse, üstat gitmiş sınavlar da başlamış. Kardeş ilk sınava girip çıkmış, geçer not alamamış. İkincisinden alamamış, üçüncüsünden ha keza. Belgeyi alacak olan iş adamına çıkmış durumu anlatmış. Adam kurnaz işi bitti ya hiç oralı olmamış. Hatta ‘O otele o kadar parayı niye veriyorsunuz, ara sokaklardaki otellerin birine gönderin gitsin.’ demiş adamlarına. Bundan sonrasını tahmin edersiniz herhalde. Adam bizimkilere söve söve çekip gitmiş memleketine.”

-Dilinize sağlık, benim sevdiğim tip güzel bir hikâye. Bundan sonrasını ben hallederim. Ufkum geniştir benim.


NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur, hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.

 


DÜKKÂN MEKTUPLARI-23 / Ahmet Doğan İlbey


Bir Hocam'a Dükkânnâme

Bir Hocama Dükkânnâme, Peygamber Efendimiz’in “Sevdiklerinize sevginizi izhar ediniz” hadisinden ilhamla, mâsivadan arınmış bir yüreğin hüzün dolu nidâlarını, Bir Hocam’ın yârenlik ve hasbihallerine doymak bilmez bir muhabbeti, ârif ve âlim vasıflarıyla bânisi oldukları Fikir ve Gönül Dükkânı’nı anlatır. Âhir ömrümde yazmak istediğim “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” nin dibâcesi ve dağları eritecek, suları yakacak bir samimiyetin kelimelere dökülmüş dostnâmesidir.

İkinci hayatım Bir Hocam’la başladı. Gençliğini “kırık ayak adamı” olarak yaşamış bir fânî iken, Bir Hocam’ın fikirli ve mânevî sohbetleriyle eski, yâni câhiliye hayatımı terk etmiş, kafası ilme ve irfana susamış iki tarafı kesen bıçak gibi olmuştum. Büyük kalp dostluğumun kahramanları Bir Hocam’la, gönlümde ve zihniyetimde inkılâp yapan hayırlı sohbetlerinde tanışmamış olsaydım kalp âfetlerine uğrar, kötü yollara düşer, bedbaht olurdum. Beyâzid-i Bistâmi Hz.lerinin “Kimin üstadı yoksa şeytan ona üstad olur” sözünü şiar edinerek, Bir Hocam’la ünsiyetimi cezbe ve azimle devam ettirdim.

Amansız kış gecelerinin cam kırığı soğuklarında gönül adamlığı üstüne sohbetlerini dinledim. Nice seher vakitlerine kadar derûnî sohbetlerinden cezbe hâlinde geldim evime. “İçeri” sohbeti ederlerdi ve “İçeri” den uzun müddet çıkamazdım. Fikirli ve bedîi yârenliklerinin neşvesinden mânevî sıkıntılarım yok olur, dünya kirlerinden arınırdım. Meramımı sözle anlatamaz, “Dilâgâh Hocam” diye mektuplar yazardım.

Yürek dostluğumuzun ilk sohbetinde bin yıllık sızı ve fikirler taşıyan sözlerle cezbetmişlerdi. Yüreklerinden sâdır olan sızılar mukaddes bir dâvanın ateşi gibi sarıyordu her yanımı. “Dünyayı duvara asmak” ve mâsivaya eyvallah etmemek tâlimine ulvî sızı ile başlıyorlardı. Hayatı sızı ve saf fikirle değerlendiriyor, bir ömrün başlangıç ve bitişini bu iki mefhuma bağlıyorlardı.

Dükkân bir sızı…

Fikir ve gönül tâliminin esaslarından olan Dükkân bir sızı, fikir bir sızı, yürek bir sızı, türküler bir sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı diyorduk her sohbetin başında. Fikirli sızılarıyla dostlarına tâlim ettirdikleri sızılar birleşince Fikir ve Gönül Dükkânı meydana geldi. Fikir, gönül ve meşrep birliğinin terkib olduğu bir dostluktu bu.

Bir Hocam hem bir hem iki kişidir

Dükkân müdavimleri bu güzel insanlara “Bir Hocam” diye hitap eder. Bu hitapta bid’at sayılabilecek bir yüceltme düşüncesi yok. Onlara duyulan ziyadesiyle bir sevgi ve hürmetin sembolleştirilmesidir. Âlim ve ârif şahsiyetleriyle, sabır ve hasbîlikleriyle bu sıfata lâyıktırlar.

“Bir Hocam” makamı aynı mâna ve hususiyetlere sahip iki hocama aittir. Yâni Bir Hocam hem bir, hem iki kişidir. Sîretleriyle birbirine benzeyen iki hocamın mânevî unvanıdır. Bir mevzuda “Bir Hocam” birincisidir, bir başka mevzuda “Bir Hocam” ikincisidir. Dükkân haricinde “Bir Hocam” bir kişi olarak bilinir. Dükkân müdâvimleri bu makamı hiyerarşik bir düzene oturtmazlar. Edep ve tevazularından dolayı bu makamı kabullenmeseler de şâkirdleri onları böyle yâd edeceklerdir.

Müslüman Türk irfanını hazmetmiş olanlar bilirler ki “Bir Hocam” makamı millet târihimizin her kademesinde var olmuş, cemiyetin bütününe şâmil bir şahsiyet ve bugün de herkese lâzım olan mânevî bir önderdir. Milletimizin irfanî ve kalbî terbiyesinde daima bu hususiyetteki zatların gayretleri var. Günümüzde de ilmî, fikrî ve edebî faaliyetlerin başında bir bilge kişi yahut yaygın ifade ile bir “hocanın” bulunması elzemdir. O muhterem insanlar ki fakirin ve diğer şâkirdlerinin şahsiyetlerinde emekleri ziyadedir.

Bir Hocam’ın birincisi ehl-i maarif, âlim ve de tam mânasıyla ediptir. Cümle Müslümanlar için kalbe ve ilme faydalı kitaplar telif etmiştir. Bir Hocam’ın ikincisi dünyalık kitap okumayan ve hurufatla meşgul olmayan ârif bir kişidir. Şâkirdlerinin seyr u sülûklarını balık tutturarak tabiatla da sulh ve muhabbetlikılar. Dükkân ehli şair ve edipler üstünde tasarruf sahibidir ve üstad şairlerin şiirlerini okutturur. İdarecileri ve aydınları hicvetmek için alaylı, nükteli şiirler kaleme alır ki, Defter-i Dükkân’a kaydedilir ve sohbet üstü olarak Dükkân hatibince okunur. Bu sâyede gönüller coşa gelir, sohbetlerin her ânı cezbe ile geçer.

Bir Hocam makam, mansıb dâvası olmayan ilm ü irfan sahibi ve mütedeyyindirler. Vecd ü hâl sahibi ve kalb-i selim zâtlardır. Nefislerini terbiye etmiş ve evvelinden nefs-i mutmainne makamına ulaşmışlardır. Kalabalığı ve gösterişi sevmez, tenhayı, yâni halvet ve hasbıhâlı severler. Kendi aralarındaki yârenlikleri kalbe ve gönüllere şifa olup, hikmeti içinde gizli bedîi nüktelerine doyulmaz.

Gayeleri gönüller yapmak ve kalbi yanık Dükkâncı yetiştirmektir. Lisanları, yâni Türkçeleri vakarlı ve tefekkürî olduğu kadar, pek nükteli ve şirindir. Cümle Dükkân müdavimlerinin tek tek hâl-hatırını sorar ve gönüllerini alırlar. Sohbet ve irşadda gönülleri gani olduğu gibi yedirip içirmekte ve ikramda da cömerttirler.

Dükkâncıların meşrebi melâmî ve lisanîdir

Dükkânın mânevî tasarrufu Bir Hocam’a ait. Bundandır ki Dükkân dârül-menfaat değil, dârül-gönül ve dârül-aman’dır. Dükkâncıların fikir ve amelleri İslâmca olup, meşrebleri melamî ve lisanîdir. Kirli çağa karşı mütemadiyen dost hâlleşmesiyle sâlih bir insan olmaya, Müslümanca bir yüreği kuşanmaya, nefsi bedenini yâni “dükkânını” yağma etmeye çalışan âcizlerdir. Kaygıları “buğday” değil, “himmet” dir. Cuma günleri Bir Hocam’ı görmek için Kulağı Kutlu Câmiinde saf olurlar. Onlar da câmi çıkışında şâkirdlerine tebessüm ve yârenlik ederek söz ikramında bulunurlar.

Her Dükkâncının gayesi gönlünü biraz daha parlatarak Allah aşkının yer bulmasına çalışmak ve Bir Hocam’ın etrafında dilsaz olmaktır. Onların ilm ü irfanı sâyesinde alınları pak, gönülleri cilalı, niyetleri hâlis ve işlerinde râzıdırlar. Birbiriyle bağları siyasî ikbal ve nüfuz edinme maksatlı değil, kalbî ve hasbîdir. Üç nesil için fikir ve irfan saçan bir ocak olan Bir Hocam Dükkân ehlini hâlen irşad etmektedirler. İkinci ve üçüncü nesil, Bir Hocam’a yakîn olmaktaki marifet ve muhabbetleriyle, Dükkân dilini ve âdâbını yaşatmaktaki azimleriyle daha şahbazdırlar.

Dükkân fikir ve gönül talimgâhıdır

Bir Hocam’dan neşet eden tarzla Dükkân müdavimlerinde dil ve üslûp birliği vardır. Fikir ve gönül tâlimi bu dil üzere yapılır. Modern, akademik ve aydın dili kullanılmaz. İrfan dilimizi ihya etmek gayesi de taşıyan edebî dil ile sohbet edilir. Gönül ve fikir tâliminden maksat, müdavimlerin ete kemiğe bürünmesi ve tefekkür gücünün artırılmasıdır.

Sohbet altı ve sohbet üstü olarak cezbe verici, vecde geçirici tasavvufî türküler dinlemek müdavimlerin baş tâlimlerindendir. Türkülerin vehbî mânada cezbe vermesi, hüzün, gurbet ve ıstırap unsurları taşıması gönül tâlimi için şarttır. Bu sebeptendir ki Dükkân müdavimleri arasında daima bir Türküdar bulunur. Türküleri bazen hafî usul gibi sessiz, bazen de kıyamî, yâni itidalini kaybedip kendinden geçerek dinleyenler var.

Hülâsa-ı kelâm, Bir Hocam gönüldür, fikirdir. Dükkân onların gönül ve fikrinden doğan bir bedendir. Dükkâncılar önce bedene alışma tâlimi yaparlar, sonra gönlüne…


BİR AH ETMEĞE DEĞMEZ ALEM DEDİĞİN/ Ferhat ALTUN



Gülistan faslında çiçeğim soldu 
Bülbül gibi şeyda efgan olmadım
Burçlara dayandım ellerim yandı 
Ateş oldum cürmüm kadar yakmadım

Eski bir mezardan yükseldi bu ses
İnandım ömürmüş meğer bir nefes
Kanma ey Ferhat bu âlem hep heves 
Kelam oldum hiç kulağa varmadım 



NİHANSI AŞK SENDROMU / Ahmet Özmen KILIÇ


Kahır ettiğimiz genç yaşlarımızda yola beraber çıktığımız arkadaşlarla o kadar yabancıyız ki, gülmekle geçen sohbetlerimizi şimdi buğulu göz pınarlarımızla anımsıyoruz. Anımsadıkça inceden inceye hayıflanıyoruz. Hayıflandıkça yanıyoruz.

Çayımızın, kahvemizin, sigaramızın, dumanımızın, şiirlerimizin, sözlerimizin yarım kaldığı sokaklara çıkıyoruz. İçimize hüznü sıkıştırıyoruz.

Sevda kapı komşumuz, aşk parklarda oynadığımız çocukluğumuz. Geçmişte yakalandığımız amansız birkaç sevda serüvenlerimizin ardından, yalnızlığımızın uygun adım kortejinde yürüyoruz. Çiseleyen yarım kalmış aşk damlacıkları savruluyor. Saçımızı, yüzümüzü, yüreğimizi, hüznümüzü en derin hikâyelerimize kadar ıslatıyor.

Kimi zaman hayata dargınlığımız, üniversite yıllarındaki kırık dökük aşk sendromlarımız olmuştur. Kimi zaman da tozpembe silik umutlarımızı, o yıllara uzanan nihansı aşk sancıları doldurmuştur. İçimizden bir teselli diliyoruz.

Her seferinde ertelediğimiz ideallerimiz, umutlarımız, aşklarımız, bir bölgesel hayat telaşı arasında gözlerimizin önünden kayıp geçiyor. Beynimize ve kalbimize uygulanan bu hayata dair telaş, bizi nihansı aşk sancıları çektiğimiz yıllara sürüklüyor. Anılarımızı karıyoruz…

Yalnızlık yine kapımızda…

İyi oluyor diyorum bazen, iyi oluyor diyorum. Sonra vazgeçiyorum. Bir tren istasyonu geçiyor gözlerimden, bir şehir otobanı, uçağa binmek için koşar adım yürümeye çalıştığım bir apron… Hepsi o gönlü kamaştıran uzun metrajlı mutlu sonla biten aşk filmlerini andırıyor. Adımlarımızı hızlandırıyoruz.

Aksanı bozuk iç çekişlerimizle sessiz sessiz birbirimizin yüzüne bakarak gülümsüyoruz. Dudaklarımızı ısırıyoruz. Feri sönmüş gözlerimizle ıslak ıslak sağa sola bakınıyoruz. Bir mahcupluk, bir nahiflik, bir serkeşlikle parmaklarımız telefon tuşlarına gidiyor. Kendi yüzümüze kapatıyoruz.

Aşk yine kapımızda…

Siluetimize gizlenmiş duygularımız vuruyor ayışığına… Nice heveslerle besleyip büyüttüğümüz umutlarımızı, aşkımızı, hala zulamızda saklıyoruz. Gece karanlığında onmaz bir tek başınalıkla çıkartıp usul usul kimselere göstermeden gözyaşlarımızla okşuyoruz.

Ömür sayacımızı geçmiş senelere ayarlıyoruz. Yalnızlığımızı herhangi bir zaman dilimine kuruyoruz. Ve nerden bulup çıkartmışsak geçmiş senelerden buruşmuş mektup kâğıtlarında yalnızlığımızın kokusu saklı, derinimize çekiyoruz.

Saatlerimizi yaşam ve ölüm ikilemine kuruyoruz. Kimsesiz yaşantımızda yeni bir ilk olarak bütün buhranlarımızı “çok yalnızım” sözlerine vuruyoruz.

Pamuk ipliğiyle örülmüş yaşam parçasında kumral bir sevi için yıllarca çırpınıp durmuşuz. Her şeyin bir bedeli olduğu kadar, aşkında bir anlamı olduğuna inanıyoruz. Bu bedeli ağır pahasına olsa da ödüyoruz.

Ve bugün yoğun yalnızlık hengâmesi münasebetiyle bütün aşklara gönül dehlizlerimizi kapatıyoruz.

11.06.2007

ACISIZ YARA İYİLEŞİR Mİ? / Hasan BAZI



Gitti bir ezginin kuyruğuna takılıp zaman
çok değil üç dört parmak kadar ilerlemişti
gecenin on ikisinden bu yana akrep

Gönlümde berâtına izin verdiğim
bir tutku
sürükler beni uzaktan uzağa
öteden beriye gelmenin çaresizliği
düşüncesizliğimin yılgın, mukavemetsiz duvarlarına
vururken bulurum kendimi
gece yarısı parklarda

Gönlümün hasretini çektiği bir duygu
ruhumu yakıp kavururken
sensizlikle başım belada

Kalemim yazmaya cesaret edemez
yaşadığım vurgunları..




HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI / Hasan KEKLİKCİ


AÇILIŞ

-Selamünaleyküm
-Aleykümselam
-Burada ben oturuyordum
-Aaa… ben buradaki yerlerin sahipli olduğunu bilmiyordum, buyurun.
-Tamam… tamam otur. Ben de şuraya oturayım, dedi uzun boylu, hafif öne doğru eğik gibi duran sırtında, gençlere mahsus diye bildiğim paraşüt gibi iki omuzundan kemerlerle bağlanmış sırt çantalı yaşlı adam. Evet, bizim buralarda böyle modern bir yaşlı bulunmaz. Elinde bastonu, sırtında dağcı çantasına benzer bir çanta taşıyamaz da zaten bizim bu tarafın yaşlıları.

AŞTİ’deyim –Ankara Şehirlerarası Otogarı-. Akşam saat onda Maraş’a gidecek olan otobüsün kalkma saatini bekliyorum. Dün sabah Ankara’ya geldim; dolayısıyla geceyi uykusuz geçirdim. Gündüz de o kadar fazla işe koştum ki; kulak çınlaması, baş dönmesi, bayılma hissi ayakta durmama müsaade etmiyor. İşte tam o anda başımda bitti bu yaşlı amca. Yanıma, daha doğrusu ben kendisinin yanına -İnsaniyetlik önce onun oturmasını gerektirir çünkü- oturur oturmaz ilk lafı “Baban yaşıyor mu?” oldu. Anamın da babamın da yaşadığını söyledim. Nereli olduğumu sordu. Maraşlı olduğumu söyledim. “Yarın Maraş’a varınca babana Malatyalı Mahmut Emminin selamı var de.” dedi.  Selamının başım üstüne olduğunu, Maraş’a vardığımda ilk işim selamı babama iletmek olacağını söyledim. Olur ya babamı tanıyıp tanımadığını da sormadan edemedim. Sırtıma eliyle hafifçe bir iki vurduktan sonra, “Yaşlılar birbirini tanır, sen selamımı söyle yeter.” dedi. Lafı devam ettireceğim ama merak edenleri bekletmemek için şuraya yazayım. İlk işim sabah gelip Malatyalı Mahmut Emminin selamını babama iletmek oldu. Babam, gurbetten bir dostunu getirmişim gibi hüzünle aldı başına koydu selamı. Hafif bir tebessümle “Tanıdım Malatyalı Mahmut Emmini, yaşlılar birbirini tanır.” dedi.

Üç tane oğlu varmış. Maşallah her biri bir görevdeymiş. Kendisi emekliymiş. Bir askeri birlikte aşçı olarak çalışmış emekli olmadan önce. Şimdi de AŞTİ’ye yakın bir fırında çalışıyormuş. Fırın işi gece olduğu için iş saati gelinceye kadar otogarda zaman geçiriyormuş. Esasen bu işe maddi olarak ihtiyacı yokmuş, ancak çalışmadan olmazmış.

-Ben emekli olursam bir saniye çalışmam, dedim.

-Emekli ol da göreyim seni, dedi çantasını sırtına alırken

-Omzuma vur bakalım

-Haşa

-Vur sen vur da vedalaşalım. Sağlık olur, bereket olur Müslümanın eli Müslümana.

Adam sanki bendeki kulak çınlamalarını, baş dönmelerini ve de bayılma hissini de yüklenip gitti.

Emekli olalı iki yıla yaklaştı. Malatyalı Mahmut Emmi yaşıyorsa Allah hayırlı uzun ömür versin. Sırtında çantasıyla her an hazır olduğu dönülmez yola gittiyse mekânı cennet olsun. “Emekli ol da göreyim seni.” derken ne kadar da haklıymış. Emeklilik dedikleri şey çalışmaktan zormuş meğer. Fakat bu yaştan sonra birilerinin yanında çalışmak istemiyorum, artık sabır kalmadı. Kimse alınmasın ama yanında çalışılacak adam da kalmadı bizim meslekte. Ben de düşündüm taşındım; gittim bir büyüğe danıştım, bir de küçüğe danıştım. Bir dükkân açmaya karar verdim, becerebilirsem en iyisi esnaflık. Bakmayın bu bizim esnafların “öldük battık” dediğine; Ahır Dağının çevresinde ne kadar bağ, villa varsa hepsi bu “batık” esnaflarındır. Allah daha versin gözümüz yok. Bizim derdimiz; bağdan, villadan ziyade, çıkabilirsek eğer akşama yatarak değil çalışarak çıkmaktır.

Eve yakın, yol kenarında bir dükkân buldum. Evde olanları evden, olmayanları olandan, hiç olmayanları da satanlardan alarak, tuttuğum dükkânı büro şeklinde döşedim. Olup olanı bir oda yarım mutfak zaten. İçeride otururken elektrikli semaverin kaynattığı su sesi kulaklarımıza, çayın demi burnumuza kadar geliyor.

Dükkânda hikâye malzemeleri satacağım. Malzeme dediysem, elle tutulur, gözle görünür bir şey değil tabi bizim satılık mallar. Laf satmayı hesap ediyorum işin doğrusu. “Laf da parayla satılır mı?” derseniz size cevabım “Evet” olur. “Kör satıcının kör alıcısı olur.” demiş atalar. Ben satıcısıyım, alan olursa ne âlâ. Elimizdeki, daha doğrusu dilimizdeki malzeme kokar bozulur cinsten bir şey değil nasıl olsa. Sonra, hele bir düşünün bu millet ne laflara ne paralar döktü. “Birine, beş veriyorum.” diyenin ardına düştü, beş beklerken biri de kaybetti. Fakat bu tipler bizim hitap ettiğimiz kesim değildir. Bizim hitap ettiğimiz müşteriler okumuş; okumamışsa da okumaya, yazmaya hevesli insanlardır. İlkokul öğrencisinden, profesyonel yazara kadar herkese satacak bir iki cümlemiz bulunur evelallah. Kaldı ki çağımızın hikâyecileri; şehrin aynı sokağını, aynı kaldırımını elinde sigarasıyla ellinci defa dolaştı. Ellinci defa sevgilisini bekledi, kalabalık caddelerde. Nasıl ki şairler serbest şiiri icat edip, insanları şiirden soğuttuysa, günümüz hikâyecileri de modern hikâyeyi yani öykü dedikleri öykünmeyi icat ederek okuyucuları okumaktan soğuttular. Belki bizim dükkânın malzemeleri sayesinde yeniden; köye, kasabaya, ilçeye hülasa bu millete dair hikâyeler yeniden gün yüzüne çıkar.
  
Biraz da dükkânın işleyişinden bahsetmek lazım: Her ne kadar bizim oturduğumuz masanın arkasındaki duvarda, “Veresiye Satan, Peşin Satan” resmi bulunuyorsa ve her ne kadar Ahilik Ahlâkı almış bir esnaflık sergilemeyi düşünüyorsak da küresel sistemin çarklarının dişleri arasında çiğnenip gitmemek için bir kısım tedbirleri de aldık. Bir kere her türlü kredi ve banka kartı geçerlidir. Yüzün üzerine çizgi çekip elli yazmak, on’u dokuz doksan dokuza vermek ve dört al üç öde gibi esnaflığa yakışmayacak sahtekârlıklara kapımız kapalıdır. Atalar “İt etinin veresiyesi olmaz.” demiş, kesinlikle veresiyemiz yoktur.

Ücret, mal satılmadan önce peşin tahsil edilir.

Satılan mal geri alınmaz. Satın aldıkları malları kullanamayıp, herhangi bir yerde yayınlamayanlara ikinci defa mal satılmaz.

Kesinlikle başka şubemiz yoktur.

Dostlar; davullu zurnalı, belediye bandolu, çelenkli, ayakta pasta yemeçli, limonata içmeçli şehrimizin büyüklerinin; çoğu siyaset, azı ticaret içeren konuşmalarını heyecanla dinleyip, alkışlayacakları bir işyeri açılışı hayal etmesinler.

Dükkânımız açılmıştır efendim.    

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur, hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.

 


TRAJEDİ / Samet YURTTAŞ



Ortadoğu bir trajediyi canlandırıyor
Gözlerimin önünde.
Kim bilir perde arkasından
Kaç bomba düştü 
Kaç bina çöktü
Çocukların üzerine
Çoksa bu çığlık niye?

Gül koklayan çocukların
Barut tutan ellerine bakıyorum.
Sonra uçaklara gidiyor gözlerim,
Çocukların uçurtmalarına takılan.
Çocuklar diyorum 
Neden bu trajedinin başrolünde.

Ortadoğu, sürekli kanayan
Vicdanı oluyor sağır dünyanın.
Çocuklar duymasın
En kanlı perdesindeler tragedyanın.
Bombalar, barutlar, uçaklar 
Kanıtıdır ölen insanlığın.



URFA'DA DAĞ YOK / Ferhat ALTUN




Köy artık cennete yakın değil
Bunu anladık
Köylüleri öldürmeye de gerek yok
Şehirliler masum değiller artık
Bu sebepten
Dağlara çekilmeliyiz
Dağ dediysek Ötüken uzak
Ahir dağı mesela
Yavaşça ölmek de bize yakışmaz
Toparlanın gitmiyoruz çağrısına uyduk
Burayı terk etmiyoruz



BİR GURBETİN DALINDA / Aziz Can KARAKOYUN



Gurbette çekilen ofun sesini
Sılayı yitiren Osman'a sorun 
Kırışmış sırtında yama gömleği
Bir ekmek çorbayı Osman'a sorun

Yatakta yatmadı oldu bir sene
El nasır bel bükük geçti bir sene 
Sigaradan ölse demez boşuna 
Gece akan yaşı Osman'a sorun

Duasıdır mevlam felek korunu
Biraz da kazanın altına koydur
Bilirim bu derdin ne ilk ne sondur 
Saçtaki beyazı Osman'a sorun. 



KANLI MI KARLI MI -2- / Cahit ÖZTÜRK


Süavi titreyen elleriyle yıpranmış saman kağıdına dikkatle yazıyordu. Mürekkebi çok azalmış üstelik kâğıdı da bitmişti. Sıradan evlerden farklı olarak masası odanın ortasında, donları ise yerdeydi. Öyle ki sandalyesi bile yoktu. Dineldiği yerden odanın köşesinde bulunan epeyce eski zigon sehpanın önüne geldi. Biraz düşündükten sonra üstündeki zarflardan birini aldı. Aralarından en kötü görüneni almıştı. Çünkü her zaman her şeyinin zarif ve güzel olmasını isterdi. Hemen masanın yanı başına geçip kâğıdı bir güzel katladı. Lakin zarfa gelişi güzel koyduğundan eğilip büküldü ileride pişmanlık duyacağı kelimeleri. Özenle masadaki kutuya yerleştirip “Bu iş de tamaam!” dedikten sonra bakıcısına seslendi:

“Melahat Hanım, Melahat Hanıım…”

Melahat Hanımın işi Süavi gibi hastalara bakmak değildi aslında ama kader işte. Süavi’nin onu her çağırışında ya da çığlığında anlamsızca bağırıp küfürler ettiği son zamanlarda çok sık rastlanır olmuş. Doğrusu bu sözlerin hiçbirinin deli saçmasından bir farkı yoktu. Melahat Hanım otuz yedi yaşında çok güzel ve bakımlı bir kadındı. Süavi’nin evinde kadın başına durması dînen caiz olmadığından çocuklarını getirmek mecburiyetinde kalırdı. Aslında on iki saat durması gerekirken o, ilk iş gününde bile sadece sekiz saat dayanabilmişti. Tabiatıyla çok zor bir işti bu. Kendisini de Süavi’nin karısı tutmuştu. Onun ilaçlarını eksiksiz alması ve dışarı kati surette çıkmaması için. Zaten ilaçların birçoğu şizofreni için değil sürekli uyuması içindi. Ama he heyy Süavi ne zekidir ne yılandır nee. Melahat Hanımı rahatlatıp yollardı. O gelince neredeyse hiçbir şey yapmaz, sadece yazı yazardı. Yazı yazması Süavi için kötüydü ama ne yapsın Melahat Hanım. Hasta ihtiyarla başka türlü başa çıkamıyordu. Her sabah, ekmek alır gibi mürekkep, divit ve saman kâğıdı alırdı. Çünkü Süavi günün sonunda mürekkebi ve kâğıdı bitirir, diviti kırardı. Melahat Hanım Süavi’nin seslenişiyle birlikte uyanıverdi, tekrar köpürdü. Hemen etrafına bakındı. Gözü Süavi’yi dövebileceği bir şeyler arıyordu. Dünden ötürü aldığı şemsiyesini fark eder etmez, şemsiyeyi kaptığı gibi koştu Süavi’ye doğru. Kararlı bu sefer, kıracak kemiklerini. Bir hışımla girdi ki bir de ne görsün, ağlıyor Süavi. Koridor boyu uzanan hıçkırıklar Melahat Hanımı tesiri altına almayı başarmıştı. Şimdi onu teskin etmeye çalışıyor, derdini soruyordu. Süavi aniden durdu. Silmeden gözlerinden gözyaşlarını gülmeye başladı.

“Aman Allah’ım deli mi bu adam” dedi Melahat Hanım. Şaşkın şaşkın ayrıldı yanından. Biraz sonra eşinin aramasıyla çıkması bir olan Melahat Hanım çıkmadan,

”Hanımın gelecek bugün. İlaçlarını almayı unutma sakın.” dedi.

Hanımının geleceğini duyan Süavi bir anlık duraksama sonrasında;

“Daha iyi ya” diyerek gülmeye devam etti.

Güneş’in nöbet değişiminden yaklaşık sekiz saat kadar geçmişti ki Süavi’nin Hanımı Şefika sessizce kapıyı açmaya çalışıyor, fakat anahtarları uyuşmuyordu. “Nasıl olur da değiştirirler, oysaki daha bu sabah girdim ben eve.” dedi kendi kendine.

En yakın telefon kulübesi iki sokak ötedeydi. Oraya doğru adımlarken hayatında bir daha göremeyeceği bir hadise yaşandı. Fötr şapkalı, eski kıyafetli bir adamı polisler, savcının ölümünü tahmin etmekten yaka paça alıyorlardı. O sıralar Maraş Olayları diye anılacak hadiselerin ilk kıvılcımları sokaklarda hissedilebilir olmuştu. Ölümün timsali, baharın habercisi kış bu ölü mü yaralı mı, kanlı mı karlı mı bilinmeyen şehre hızla toprak atmaya devam ediyordu. Biraz sonra telefon kulübesine varan Şefika önce Süavi’yi sonra Melahat Hanımı daha sonra polisi aradı. Polis, Süavi’nin polis karakolunda olduğunu Şefika’nın da oraya ivedilikle gitmesi gerektiğini bildirdi. Alelacele assolistlik zamanlarından kalan arabasına binip, hızlıca gitti. Karakola geldi. Karakolun yol boyu uzanan girişinden koşar adım girdi. Karakol eski vali konağı olduğundan epeyce büyük bir bahçeye sahipti. Ama burada o kadar işin gücün arasında kimse bahçeyle uğraşmıyordu. Bu büyük bahçenin çokça bankı çokça nöbetçisi vardı. Ama özellikle Şefika’nın bozuk gözlerine birisi takıldı. Merak etti bu kişiyi. Adımlarını sıklaştırdı, hızlandırdı. Şefika bozuk olan gözlerinden mütevellit göremediğini anlayınca kalın mercekli gözlüğünü taktı.

 Önce bir başı döndü sonra kendine gelince bu kişinin hem sokakta gördüğü kişi hem de Süavi olduğunu gördü. Şaşkındı, şaşırmıştı. Süavi öyle mi? Hah! Kimse rahatını bozamaz onun. Bankta oturmuş, kollarını banka dayamış sigara içiyor. Şefika bir an duraksadı. Şaşkınlığın, kızgınlığın ve bıkkınlığın verdiği hâlden sıyrılıp Süavi’nin yanına gitti. Süavi gayet rahat, en başından beri karısının geleceğini biliyor çünkü. Şefika duygularını asla belli etmemeyi öğrenmiş bu yaşına kadar. Şefika sakince Süavi’ye dönüp bir sigara istedi. O ara Süavi’nin de sigarası bitmiş olacak ki beraber yaktılar sigaralarını.

Şefika, Süavi’nin kendisine yapılan her şeyi çözdüğünü anlamıştı çoktan.

Şefika, özür dileyemedi.

İçinden şu kelimeler döküldü:

“İçim sızlıyor Süavi; ne büyük bir hata, ne büyük bir suç. Bin parçaya bölünmüşüm, her parçamda bin çığlık, her çığlığımda bin keşke. Beni affet Süavi...”


Devam Edecek...

ÖLMEZ Mİ SANDIN / Fatma Betül YILDIZ


Fotograf: Seçkin Resim

İnsanoğlu nedir bu öfke bu kin
Kışların bahara dönmez mi sandın?
Diline geleni hemen söylersin
Yanan her ateşi sönmez mi sandın?

Hayat bu, düşersin sonra kalkarsın
Hep yokuş olmaz, düze de çıkarsın
Gemileri ne de kolay yakarsın
İçinde dalgalar dinmez mi sandın?

Öyle masum doğarsın ki anadan
Melekten kıymetli kılar Yaradan
Koruyamadıysan kalbi karadan
Şeytan bu, nefsini yenmez mi sandın?

Ne akraban kaldı ne eşin dostun
Sevgi yudumladın nefreti kustun
Yürek taş olduysa neyi var postun
Bir gün dört omuza binmez mi sandın?



KARTAL SANAYİ YOLUNDA / Hasan KEKLİKCİ


Belediyenin bu makam arabasından usandım bıktım Emmi. Yemin ediyorum Allah’tan korkmasam şu an en yakın akaryakıt istasyonuna gider, bir bidon benzin alır üzerine döker yakardım. Yine yolda kaldım ve tek başımayım. Saat gecenin on biri. Emmi ben bu yaşa geldim amma hala karanlıktan korkarım ve etraf zifiri karanlık. Karaziyaret tarafından geliyorum. Sanayiye üç kilometre filan uzaktayım. Yoldan çok seyrek araba geçiyor.

Yolda giden araba kendiliğinden stop etti. Bir iki marşa bastım, “gır gır gır” etti durdu, çalışmadı. Arabanın tankında gaz var. Bir müddet birinci viteste, ayağımı debriyajdan çekerek anahtarı çevirdim biraz ilerledi, fakat bu şekilde beş dakikada akü biter ışıklar da yanmaz olur. Bu karanlıkta ışıksız ne yaparım? Motor kaputunu açtım -Çok da anlarım ya!- çakmağın ışığı ile motorun orasına burası baktım, kablolardan pırtan, kopan var mı diye kontrol ettim, gelip tekrar çalıştırmaya uğraştım olmadı. “Gır gır” diyor başka bir ses yok. Sağa sola bakındım, olduğu yere bırakmak geçti bir an aklımdan ama öyle bir yerdeyim ki etrafta ne bir ev ve ne bir dükkân var. Yolun kenarına öylece bıraksam, birkaç saat içinde hırsızlar alıp götürürler. Ve yarın öğleden sonra kasabada ve kasabalıların bulunduğu yerlerde insanlar, “Bizim başkan gece belediyenin makam arabasını satmış yemiş.” diye birbirlerine laf verirler.

Ceketimi çıkartıp arka koltuğa koydum. Boynumdan kravatımı çözüp ceketin üzerine bıraktım. Dörtlüleri yaktım. Sağ kapıyı açıp arabayı itelemeye başladım. Yolda hiç eğim olmadığı için öyle elle itelemek çok zor oldu. Daha sonra sağ ön kapının camını açtım, kapıyı kapattım. Açık camdan omuzumla itelemeye başladım. Tekere binerse gider zannetmiştim ama bizim koskocaman kartalı tek başıma tekere bindirmek şöyle dursun, tekerlekleri döndürmekte bile zorlanıyorum. Esasen yol dümdüz, direksiyona bir çare bulabilsem arkadan itelemek daha kolay. Fakat gel gör ki, beş metre sonra direksiyon bir tarafa dönüyor, anında araba bir tarafa doğru yöneliyor. Arkadan gelip tekrar direksiyonu çevirip, arabayı düzlemek ayrıca bir eziyet oluyor. Ara sıra arkadan araba geliyor; birçok arabanın sürücüsü, sanki kalan yola sığmıyormuş gibi hem korna çalıyor ve hem de eliyle işaret edip bir şeyler söyleyip geçiyor. Hal bu ki dörtlüler yanıyor. Bir müddet sonra sağ omzum ağrımaya başladı. Bu defa da arabanın sol tarafına geçip itelemeye başladım. Sol taraftan omuz vermek imkânsız gibi bir şey, ancak elle itelemek mümkün. Fakat bu defa da uzanıp direksiyonu da düzlemek gerekiyor. Bir müddet sonra acemi kazmacının, kazmanın sapını elleriyle sıkarak parmaklarına su toplaması gibi, parmaklarım su toplamaya başladı. Sol taraftan itelemenin bir zorluğu da şarampolün her yerinin aynı derinlikte olmayışı. Bir anda pat diye ayağım bir çukura düşüyor veya şarampoldeki bir taşa çarpıyor. O anda araba duruyor, duran arabayı yeniden hareket ettirmek için olanca gücümü harcıyorum. Bazen arabanın içine girip, camları kapatıp dinleniyorum. Camları kapatıyorum, çünkü dışarı çok karanlık Emmi.

Benim bildiğim yatsıyı geçti mi hava kararır ve sabaha kadar o karanlıkta öylece durur. Hayır, sanki benim çevremdeki hava her dakika daha da karanlık oluyor. Karanlıktan zifiri karanlığa, zifiri karanlıktan, kör karanlığa geçiyor sanki.

Saat bire doğru sanayiye epeyce yaklaştım. Gördüğüm ilk fabrikanın önüne bırakım kartalı. Dörtlülerini ve farlarını kapattım. Ceketimi ve kravatımı aldım. Kapılarını bir güzel kilitledim. Kravatımı ceketimin iç cebine koydum. Ceketi sırtıma giydim. Kuş gibi hafiflemiş olarak evin yolunu tutum.

Yüzüme bir tebessüm yerleştirdim ve senin diyeceğin lafı tahmin etmeye çalışarak yürüyorum Emmi. Muhtemelen; “Kırk yaşında bir adamsın, bu kadar adam insanla mesain oldu. ‘Ben sanayinin orada yolda kaldım gel beni al’ diyecek bir dost edinemedin mi?” dersin. Şunu peşinen söyleyeyim ki, “alo” dediğimde koşacak yeteri kadar dostum var. Fakat ben dostlarımı yumuş buyurmak için edinmedim. “Dost” olmak için edindim. Bu gecenin şanssızlığı, çevremde “beni al” diyebileceğim, iş buyurabileceğim hiç kimsede araba yok. Telefon rehberimde taksici telefonu da var ama… amma işte.

Sana daha önce anlattım mı bilmiyorum Emmi, bu belediye işinde üçüncü yılı bitirdim. İktidar ortağı partiye geçeli iki küsur yıl oldu. Belediyeden on dört maaş alacağım var. Dört maaşıma ortalamanın üstünde bir araba ediyor. Bizim siyasilerde bir laf var, bir laf var aklın dimağın durur. Bir zaman beni partinin genel başkanı ile görüştürdüler. Maliye bakanı da vardı görüşmemizde. Genel başkan, bakana emir verdi “Derhal başkanı kurtar, ne demek bir belediye başkanımızın istifa etmesi.” dedi. “Tamam” dedi öteki. Fakat adamın ağzından çıkan tamam bir anda şimşek gibi görünüp kayboldu. Ne adamın yüzünde ve ne de gözlerinde az önce söylediği lafa dair hiçbir emare yoktu. Belli ki adam yalan söylemeye alışkın, bize de alelusul bir yalan söyleyip çıktı işin içinden. Kaç yıl olduğunu saymadım ama iki yıldan fazla oldu bu anlattığım yalana.

Kabul etmek lazım ki, memlekette bir kısım sıkıntılar var. Devletimiz birçok konuda zorlanmaktadır. Ağır ekonomik burhanlar yaşadık. Fakat bizim içimizde ve iktidar ortağı her partide öyle alçaklar var ki doymak bilmiyorlar. Hayır, efendim soymanın da bir usulü, adabı olmalı; bunlar soymuyorlar, kendilerine teslim edilmiş kurumları ve daireleri yırtıyor, parçalıyorlar. Düşünsene Emmi, senin bakanlığın belediyene bir gelir kapısı gösteriyor, bir başka partinin yönetimindeki bir adam gelip o işin ihalesini kendisine vermemizi -tabii bir miktar şahsi menfaat karşılığında- istiyor ve ilave ediyor, “Filan adam benim ortağım.” lanet olsun hepinize, “ortağım” dediği adam apayrı bir partiden! Meydanlarda birbirinin avradına söven köpek soyları, iş paraya gelince ortak oluyorlar. Hani lan dava?..

Ben kasabanın iki ihtiyarına belediyenin arabasını verdim diye “Görevimi kötüye kullanmaktan ceza yiyorum. Sen… Sen, adamına ihale vermeyen adam müsveddesini görevden aldırmakla meşgulsün. Miting var toplantı var, kasabadan beş dolmuş adam istiyorsun. Sen o dolmuşların hangi parayla gelip gittiğini biliyor musun? Dava için. Gelmeli öyle mi? Tamam ben dava adamı olayım; sizleri alkışlatmak için ne kadar adam istiyorsanız getireyim, davaya hizmet edeyim de bari sen de adam ol be adam!..

Sabah kahvaltıda milletin suratı bir karış. Yüzlerinden düşen bin parça Emmi. “Ne oluyor” dedim, içlerinden en büyüğü kalkıp gitti. Arkasından ben de kalktım. Yanına vardım. İki gözü iki çeşme; “Sabah gördüm omuzların çürümüş, parmakların ve avuçların da yara bere içinde. Üstün başın batmış. Gece de çok geç geldin. Ben korkuyorum. Evin geçimiydi, elektriği suyuydu hadi bunlara katlanıyoruz ama demeye dilim varmıyor, iş buraya geldiyse iki satır dilekçe yaz gitsin. Yapı taşı yerde kalmaz demiş atalar, nasıl olsa bir iş çıkar.” dedi.

Yok, efendim yok. İşin bir yere geldiği meldiği yok.

“Dava” için sabaha kadar araba iteledim hepsi o.