Süavi titreyen elleriyle
yıpranmış saman kağıdına dikkatle yazıyordu. Mürekkebi çok azalmış üstelik kâğıdı
da bitmişti. Sıradan evlerden farklı olarak masası odanın ortasında, donları
ise yerdeydi. Öyle ki sandalyesi bile yoktu. Dineldiği yerden odanın köşesinde
bulunan epeyce eski zigon sehpanın önüne geldi. Biraz düşündükten sonra
üstündeki zarflardan birini aldı. Aralarından en kötü görüneni almıştı. Çünkü
her zaman her şeyinin zarif ve güzel olmasını isterdi. Hemen masanın yanı
başına geçip kâğıdı bir güzel katladı. Lakin zarfa gelişi güzel koyduğundan
eğilip büküldü ileride pişmanlık duyacağı kelimeleri. Özenle masadaki kutuya
yerleştirip “Bu iş de tamaam!” dedikten sonra bakıcısına seslendi:
“Melahat Hanım, Melahat Hanıım…”
Melahat Hanımın işi Süavi gibi
hastalara bakmak değildi aslında ama kader işte. Süavi’nin onu her çağırışında
ya da çığlığında anlamsızca bağırıp küfürler ettiği son zamanlarda çok sık
rastlanır olmuş. Doğrusu bu sözlerin hiçbirinin deli saçmasından bir farkı
yoktu. Melahat Hanım otuz yedi yaşında çok güzel ve bakımlı bir kadındı.
Süavi’nin evinde kadın başına durması dînen caiz olmadığından çocuklarını
getirmek mecburiyetinde kalırdı. Aslında on iki saat durması gerekirken o, ilk
iş gününde bile sadece sekiz saat dayanabilmişti. Tabiatıyla çok zor bir işti bu.
Kendisini de Süavi’nin karısı tutmuştu. Onun ilaçlarını eksiksiz alması ve
dışarı kati surette çıkmaması için. Zaten ilaçların birçoğu şizofreni için
değil sürekli uyuması içindi. Ama he heyy Süavi ne zekidir ne yılandır nee.
Melahat Hanımı rahatlatıp yollardı. O gelince neredeyse hiçbir şey yapmaz,
sadece yazı yazardı. Yazı yazması Süavi için kötüydü ama ne yapsın Melahat
Hanım. Hasta ihtiyarla başka türlü başa çıkamıyordu. Her sabah, ekmek alır gibi
mürekkep, divit ve saman kâğıdı alırdı. Çünkü Süavi günün sonunda mürekkebi ve
kâğıdı bitirir, diviti kırardı. Melahat Hanım Süavi’nin seslenişiyle birlikte
uyanıverdi, tekrar köpürdü. Hemen etrafına bakındı. Gözü Süavi’yi dövebileceği
bir şeyler arıyordu. Dünden ötürü aldığı şemsiyesini fark eder etmez, şemsiyeyi
kaptığı gibi koştu Süavi’ye doğru. Kararlı bu sefer, kıracak kemiklerini. Bir
hışımla girdi ki bir de ne görsün, ağlıyor Süavi. Koridor boyu uzanan
hıçkırıklar Melahat Hanımı tesiri altına almayı başarmıştı. Şimdi onu teskin
etmeye çalışıyor, derdini soruyordu. Süavi aniden durdu. Silmeden gözlerinden
gözyaşlarını gülmeye başladı.
“Aman Allah’ım deli mi bu adam”
dedi Melahat Hanım. Şaşkın şaşkın ayrıldı yanından. Biraz sonra eşinin
aramasıyla çıkması bir olan Melahat Hanım çıkmadan,
”Hanımın gelecek bugün.
İlaçlarını almayı unutma sakın.” dedi.
Hanımının geleceğini duyan Süavi
bir anlık duraksama sonrasında;
“Daha iyi ya” diyerek gülmeye
devam etti.
Güneş’in nöbet değişiminden
yaklaşık sekiz saat kadar geçmişti ki Süavi’nin Hanımı Şefika sessizce kapıyı
açmaya çalışıyor, fakat anahtarları uyuşmuyordu. “Nasıl olur da değiştirirler,
oysaki daha bu sabah girdim ben eve.” dedi kendi kendine.
En yakın telefon kulübesi iki
sokak ötedeydi. Oraya doğru adımlarken hayatında bir daha göremeyeceği bir
hadise yaşandı. Fötr şapkalı, eski kıyafetli bir adamı polisler, savcının
ölümünü tahmin etmekten yaka paça alıyorlardı. O sıralar Maraş Olayları diye
anılacak hadiselerin ilk kıvılcımları sokaklarda hissedilebilir olmuştu. Ölümün
timsali, baharın habercisi kış bu ölü mü yaralı mı, kanlı mı karlı mı
bilinmeyen şehre hızla toprak atmaya devam ediyordu. Biraz sonra telefon
kulübesine varan Şefika önce Süavi’yi sonra Melahat Hanımı daha sonra polisi
aradı. Polis, Süavi’nin polis karakolunda olduğunu Şefika’nın da oraya
ivedilikle gitmesi gerektiğini bildirdi. Alelacele assolistlik zamanlarından
kalan arabasına binip, hızlıca gitti. Karakola geldi. Karakolun yol boyu uzanan
girişinden koşar adım girdi. Karakol eski vali konağı olduğundan epeyce büyük
bir bahçeye sahipti. Ama burada o kadar işin gücün arasında kimse bahçeyle
uğraşmıyordu. Bu büyük bahçenin çokça bankı çokça nöbetçisi vardı. Ama
özellikle Şefika’nın bozuk gözlerine birisi takıldı. Merak etti bu kişiyi.
Adımlarını sıklaştırdı, hızlandırdı. Şefika bozuk olan gözlerinden mütevellit
göremediğini anlayınca kalın mercekli gözlüğünü taktı.
Önce bir başı döndü sonra kendine gelince bu
kişinin hem sokakta gördüğü kişi hem de Süavi olduğunu gördü. Şaşkındı,
şaşırmıştı. Süavi öyle mi? Hah! Kimse rahatını bozamaz onun. Bankta oturmuş,
kollarını banka dayamış sigara içiyor. Şefika bir an duraksadı. Şaşkınlığın,
kızgınlığın ve bıkkınlığın verdiği hâlden sıyrılıp Süavi’nin yanına gitti.
Süavi gayet rahat, en başından beri karısının geleceğini biliyor çünkü. Şefika
duygularını asla belli etmemeyi öğrenmiş bu yaşına kadar. Şefika sakince
Süavi’ye dönüp bir sigara istedi. O ara Süavi’nin de sigarası bitmiş olacak ki
beraber yaktılar sigaralarını.
Şefika, Süavi’nin kendisine
yapılan her şeyi çözdüğünü anlamıştı çoktan.
Şefika, özür dileyemedi.
İçinden şu kelimeler döküldü:
“İçim sızlıyor Süavi; ne büyük
bir hata, ne büyük bir suç. Bin parçaya bölünmüşüm, her parçamda bin çığlık,
her çığlığımda bin keşke. Beni affet Süavi...”
Devam Edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder