Kâtip arzuhalimi yaz yâre böyle…
Bir genç sıkı sıkıya giyinmişti. Ellerini
nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. Boynunda annesinin özenle ördüğü kalınca bir
atkıyla, her zaman geçtiği o caddenin kaldırımında yürüyordu. Dalgın bakışları
arasında bozuk kaldırım taşlarını fark etti. Yağmur suları bu bozuk taşların
arasında birikiyor, bastığı an su birikintisinin içine düşmüş gibi paçaları
ıslanıyordu. ‘Bu şehrin kaldırım taşları bile bir garip!’ diyerek söylendi. Belki
de şehrin geçmişten gelen talihi böyleydi. Talihsizlik… Her şey normale dönmüş
gibi görünse de binaları, sokakları, parkları eskinin acılarından izler
taşıyordu. Devletin yükünü sırtlanmış olmanın verdiği ağır bir havası vardı. Ya
adliyeyle ya da askeriyeyle işi olan gelirdi zaten bu şehre. Bazen de onulmaz
hastalıklara tutulmuş Anadolu insanının son bir çaresi, son bir umudu olurdu bu
şehir. Bu büyük şehrin büyük hastanelerinin üzerinden dalga dalga yükselen yakarışların
olduğunu hissederdi. Kendisi de bu hastaneler için gelmemiş miydi? Ama ne hastaydı
ne de hastası vardı. Okul okuyacak ve o hastanelerde hemşire olacaktı! Hemşire;
bu kelimenin geçmişte özellikle “kız kardeş, bacı” anlamında kullanılmasının
garipliğini hissetti. Erkek hemşire olur muydu? Bu okulu kazandığını öğrendiklerinde,
akrabaları da bu gibi soruları çok defa sormuşlardı ona, ‘Oğlum şimdi sen
hemşire mi olacaksın hemşir mi?’
Kafasında bu soruları cevaplamaya
çalışırken, yolu, o güzel sokağa çıkmıştı sonunda. Bu sokakta yürümeyi çok
seviyordu. Her zaman yurduyla okulu arasında yürüdüğü yolun en güzel parçasıydı
bu sokak. Sokağın sağında ve solunda sıra sıra dizilmiş, uzaktan üst üste inşa
edilmiş gibi görünen ahşap konaklar vardı. Kâmil Paşa Konağı, Beynamlızade
Konağı, Kabakçı Konağı… Hepsi restore edilmiş bir şekilde dimdik ayaktaydı
işte. Kim bilir kimlere ev sahipliği yapmıştı bu konaklar. Avlusunda koşup
oynayan çocuklar olmuştu mutlaka. Ve bahçe duvarlarına boylu boyunca tırmanmış
yemyeşil sarmaşıklar… Balkon saksılarından taşarak aşağı doğru süzülen küpe
çiçeklerini de görür gibi oldu. Bunları düşünerek rengârenk hayallere dalmıştı
ki bir anda yüzüne küçük cam kırıkları atılmış gibi hissetti. Esen rüzgârın
yüzünde bıraktığı çiziklerin acısıydı bu. Soğuk gerçekle yüzleşti aniden. Bu
kış gününde ne balkonda çiçekler vardı ne de evlerden gelen çocuk cıvıltıları. Bu
konakların çoğu şimdi dükkân olarak kiraya verilmişti. Hediyelik eşyaların
satıldığı, turistik hizmet veren dükkânlar… Böyle derin bir geçmişe sahip bu
konakların ruhuna tamamıyla ters düşüyordu. Bu konaklarda edebiyattan,
musikiden, bilhassa şiirden konuşulmalıydı. İstiklal Marşı da bu sokağın
başındaki konakta yazılmamış mıydı? Mehmet Akif’in vatan derdiyle yazdığı o
mısraların mirasçıları, yine bu konaklarda o mirasa sahip çıkmayı öğrenebilirdi.
Kitap mütalaaları yapılarak başlanabilirdi mesela. İlla kiraya verilecekse bu
konaklar Maraş’taki “Dükkânları” gibi olabilirdi. Ah… Keşke… Keşke bir tanesini
ona verseler tıpkı oraya benzetecekti. Hocalarıyla ve dostlarıyla buluşup hemhal
olduğu o dükkâna… Önce boydan boya raflar yaptıracaktı duvarlarına ve sıra sıra
kitaplar dizecekti o raflara. Bir köşesinde uzun sohbetler için büyükçe bir
semaver çay kaynatacaktı mutlaka. Semaverin buharı ellerini ısıtırken,
muhabbetin de içini ısıtması için gönül kapılarını ardına dek açacaktı. Ah… Bu
boş sokaklar… Bu şehirdeki yalnızlığını yüzüne çarparcasına bomboştu yine.
Gerçi kalabalık olsa ne olur diye düşündü, aynı telden çalan yürekler
bulmadıktan sonra. Bir hasretlik türküsü çalmaya başladı yüreğinin o titreyen
tellerinde. Her adımında omuzlarına ayrı bir yük biniyordu sanki. Ağırlaşan
adımlarından kurtulmak istedi.
Böyle devam ederse derse geç
kalacağını düşündü, hızlı hızlı yürümeye başladı. Bir iki metre gitmişti ki sokağın
sessizliğinde, ince bir ses duyar gibi oldu. Ayak sesleri bile engel oluyordu
bu sesi duymasına. Durdu, dikkat kesildi. İlerdeki Kanaviçe Kafeden geldiğini
zannetti. Ama hayır! Kafenin tam karşısındaki dükkândan geliyordu bu türkü
sesi. Bu ince ses…
“İlahi onmaya yardan ayıran, oy
Bahçede bülbüller ötüyor uyan, oy
Kula gölge olsa Allah’a ayan, oy
Senden ayrılalı gülmedim dostum,
dostum dostum…
Gelsene canım…
Pir Sultan Abdal'ım gülüm
dermişler, oy
Bu şirin canına nasıl kıymışlar,
oy
İster isem Dünya malın vermişler,
oy
Sensiz Dünya malı neylerim
dostum, dostum dostum
Dostum gelsene canım”
Sesin geldiği yöne doğru
ilerledi. Bir de ne görsün! Az önce hasretini çektiği, hayalini kurduğu o dükkân
tam karşısındaydı. Hasret Kitapevi… Her gün geçtiği bu sokaktaki böyle bir yeri
nasıl fark etmemişti? İçten içe kendine kızdı. Derse yetişmesi gerektiğini
tamamıyla unutmuştu. İçeriden kendini çağıran radyonun sesine kulak verip
titreyen elleriyle dükkânın kapısını araladı. Şaşkınlığı daha da arttı. Tıpkı
hayallerindeki gibi tavana kadar uzanan raflar vardı. Ve raflara sıra sıra dizilmiş
kitaplar ve kitaplar… Sadece raflarda değil, dükkânın her köşesinde öbek öbek
kitap kuleleri vardı. Bu dükkân da tıpkı kendi dükkânları gibi tütün kokuyordu.
Hasretle derin bir nefes çekti… Buranın sahibi muhakkak tütün içen bir adam
olmalı, diye düşünürken radyonun sesi bir anda kesildi. Nazenin bir sesle irkiliverdi.
- Buyurun, hangi kitaba
bakmıştınız?
Genç çok şaşırmıştı. Arkasını
döndüğünde kitap yığınlarının arasında kalmış küçücük bir masanın başından
kendisine seslenen kadını gördü. 45-50 yaşlarındaki bu kadın, gözlüklerinin
üzerinden kendisine bakıyordu. Henüz şaşkınlık ve korkusunu üzerinden
atamamışken cevap vermeye çabaladı.
-Ben… Ben şey! Şey için
gelmiştim… Yunus Emre’nin Divanı için.
Ne zamandır okumayı planladığı bu
kitabın adını söyleyebildi ancak.
-Hım. Bu kitabı aradığına göre
Edebiyat falan okuyor olmalısın.
-Şey… Hayır, ben, ben hemşirelik
okuyorum Efendim.
Bu cevabı duyan kadının yüzünde
kocaman bir gülümseme belirdi. Hemşirelik okuduğu için mi yoksa kekeleyerek
cevap verdiği için mi güldüğünü anlamamıştı.
-Çok güzel, çok güzel! Ders
mecburiyeti dışında Yunus’un Divanı’nı okuyan gençler görmek çok güzel. Ama
maalesef bu kitap bu raflarda yok. Yarın gelirsen, eşim yerdeki bu kitap
yığınlarının arasından senin için bulup çıkarabilir.
-Eşiniz mi?
-Evet, eşim. Müfit hocanız benim
eşim! Bugün söyleşisi ve imza günü olduğu için İstanbul’a gitti. Onun yerine
ben geldim dükkâna. Bugün senin gibi kaç genç geldi buraya biliyor musun?
Delikanlı çok şaşırmıştı, demek
ki buraya gelen başka gençler de vardı. Üstelik dükkânın sahibi bir yazardı.
Yazar’ın eşi, bu gence yardım
edememiş olmanın mahcubiyetiyle seslendi.
-İstersen, sen de bakabilirsin bu
kitaplara. Mutlaka bu yığının arasında bir yerlerde olmalı Yunus’un Divanı.
Genç bu teklife çok sevindi.
Zaten hasret gidermek istiyordu bu tütün ve kitap kokusunun karışımıyla. Hemen
bir köşeye oturarak kitapları ayırmaya başladı. Hem kitapların tozlarını
siliyor hem de nasıl kitaplar satıldığını inceliyordu. Hanımefendi de diğer
köşeden başlamıştı kitapları ayırmaya, bir yandan da eşine söyleniyordu. “Ben
kaç defa söyledim ona, bu kitapları bir an önce yeni yapılmış raflara düzenle
diye! Böyle olunca zor bulunuyor işte kitaplar” Bir yere kadın eli değmesi bu
olsa gerekti. Temizlik ve düzen getirirdi… ‘Dükkânı’ hatırladı, tebessümünü
gizleyemedi.
Hanımefendi saatlerce kitaplarla
konuşmaktan sıkılmıştı. Gencin suskunluğunu kırmak istercesine sordu;
-Eee Genç adam nerelisin bakalım
sen?
-Maraşlıyım efendim!
-Maraşlı mı? Ben de
Kahramançorumluyum biliyor musun? diyerek gülümseyiverdi kadın.
Delikanlı afallamıştı, Kadının
yüzündeki gülümsemenin sebebini yine anlamamıştı. Üstelik Kahramançorum da
neyin nesiydi? Belli ki hanımefendi bu tavrıyla gence iyi bir ders vermek
istiyordu.
-Genç adam, sen askeriyede geçen
şu hikâyeyi duymadın mı hiç? Bir komutan içtimada sırayla askerlere
memleketlerini soruyormuş. Sıradaki askere sormuş “nerelisin asker!” diye.
Asker cevap vermiş.
“Maraşlıyım komutanım!” bu
cevabın üzerine tokadı patlatmış komutan ve tekrar sormuş; “nerelisin asker!”
Askerden yine aynı cevap gelmiş. “Maraşlıyım komutanım.” Komutan bu sefer daha
sert bir tokat indirmiş. Derken üçüncü kez yine sormuş “nerelisin asker!”.
Asker bu sefer “Kahramanmaraşlıyım komutanım “ demiş. Komutan bu cevaptan memnun
bir şekilde sıradaki askere sormuş “ nerelisin asker!” Önceki askerin akıbetini
gören Çorumlu asker cevabı yapıştırmış! “Kahraman Çorumluyum komutanım!”
Hanımefendi bu hikâyeyi anlattıktan sonra
gülen gözlerle tekrar bir cevap beklercesine gence baktı. Genç, kahramanca bir
mücadeleyle alınmış bu unvanı görmezden gelmenin acısını yanağında hissetti.
Yarı güler yarı mahcup bir ifadeyle;
-Ben de Kahramanramanmaraşlıyım
efendim! Bu sefer gururla vurgulamıştı “Kahraman” kelimesini.
Kadının yüzündeki tebessüm aniden
derin bir hüzne bıraktı yerini. Gözleri uzaklara dalmış bir şekilde;
-Ah Müfit Hocan burada olsaydı şimdi
gözleri dolardı yine. Kahramanmaraşlı birini görünce bir sızı düşer onun içine,
bilirim.
Genç bu ani geçişin şaşkınlığını yaşıyordu,
hanımefendi devam etti.
-Müfit hocan, yıllarca bu şehirde
beraber mücadele verdikleri dostunu Maraş’ın o soğuk dağlarında kaybetti. Maraş
adını duyunca gözlerine dolan yaşları, yüreğine düşen sızıyı çok iyi bilirim. Muhsin
Başkanı çok severdi çok… Herkesten farklıydı ona olan muhabbeti…
Bu sözlerinden sonra devam edemedi, yutkundu,
yine olmadı. Genç ise ne diyeceğini bilemez halde sessizce bekleyebildi ancak.
Aslında çok cümleler birikti dilinin ucunda “Maraş’ta çok insan çıktı Keş
Dağlarına başkanı aramaya” diyecekti, sustu. “Başkanı herkes çok severdi”
diyecekti yine sustu. Biliyordu ki kendi yaşındaki bir gencin anlayabileceği
bir acı değildi böylesi. Teselli verecek cümleler kurmaya zaten gücü
yetmiyordu. Sadece “Rabbim mekânını cennet eylesin, bizi de yoldaş eylesin.”
diyebildi. Gencin bu çaresizliğini anlayan hanımefendi sessizliği bozarak
umutla konuşmaya devam etti.
-Sonra Müfit Hocan bu Kitapevini
açtı işte. Muhsin Başkanın kabrinin az ötesinde burayı bulduk, ona komşu olmaya
geldik. HASRET KİTABEVİ koyduk ki adını, muhabbetimiz belli olsun. Senin gibi
bir sürü genç gelip gidiyor buraya, Hocana yoldaş olmaya.
Genç küçük bir tebessümle
karşılık verebildi. Öyle, böyle derken derin bir muhabbetin kapısını
aralamışlardı. Bir yandan kitapları tasnif ediyorlar bir yandan da muhabbete
devam ediyorlardı. Kitaplar hakkında konuşmaya daldılar bu sefer de. O kitap
senin bu kitap benim derken konu Müfit Bey’in kitaplarına gelmişti. Hanımefendi,
eşinin kitapları yazarken nasıl sancılar çektiğini anlatmaya başladı. Bir
kitabın meydana gelmesinin hiç kolay olmadığını, bir iki günde okunup bitirilen
bu kitapların yazılmasının aylar hatta bazen yıllar sürebildiğinden bahsetti.
Bu arada evin bütün yükü, bu vefakâr kadının omuzlarına kalmış olmalıydı. Eşi
böyle güzel kitaplar yazarken kendisi de güzel çocuklar yetiştirmeye çalışmıştı.
Bir yazarın eşi olmak da kolay değildi anlaşılan. Garip olan, bütün bunları
anlatırken tek bir sitem cümlesi dahi dökülmemişti dudaklarından. Belli ki çok
seviyordu eşini.
Genç, hanımefendinin bu samimi
sohbetinin etkisiyle, içindeki kırılgan tarafını bir parça da olsa
gösterebileceğini hissetti. Yazmaya çalıştığı beyitlerden, aklında tasarladığı
öykülerden bahsetti. Aslında yazı yazmayı çok seviyordu ama bu şehrin solgun
havasından mı yoksa henüz meyve vermeden köklerinden koparılmasından mı
olduğunu bilmediği kırgınlıkları vardı içinde. Eskisi gibi yazamıyor,
hissedemiyordu. Bu şehirde dertleşecek bir yürek bulmanın özlemiyle bir çırpıda
anlatmak istedi bütün bunları… Peş peşe konuşmaktan damağı kurumuştu.
Hanımefendi bunu fark etmiş olacak ki üzülerek;
-Bugün dükkânda tek başıma
olduğum için semaveri yakmak istemedim. Ama sen en iyisi karşıdaki kafeden iki
bardak çay al da gel, öyle devam edelim.
Delikanlı hemen karşıdaki kafeye
gitti. Ama iki çay yerine iki kahve sipariş etti. Çünkü bu muhabbetin kırk yıl
hatırı olsun istiyordu. Kahvelerin hazırlanmasını beklerken düşüncelere daldı
yine. Bugüne kadar karşıdaki kitapevini fark etmemesinin sebebi bu kafe
olmalıydı. Çünkü bu sokaktan geçerken sürekli buraya takılırdı gözleri… Çok
naif bir havası vardı. Masalarını çiçek kanaviçeli beyaz örtüler, duvarlarını
da güzel kaligrafiler süslüyordu. Her zaman dışarıdan gördüğü ama bir türlü
okuyamadığı o yazıyı fark etti, uzun uzun baktı o yazıya…
“Dediler ki: Gözden ırak olan gönülden de ırak
olur.
Dedim ki: Gönüle giren gözden
ırak olsa ne olur.”
Ah bu cümleler… Hanımefendiyle
konuştukları bütün muhabbetin özetiydi sanki. Evet! Gönlünde hocaları ve
dostları için beslediği hasret dolu muhabbetleri vardı. Ama onları görmese de
gönlünde taşıması yetmez miydi? Tıpkı dosta muhabbetini ölene dek gönlünde
taşıyacak Müfit Hocası gibi… Yeni doğmuş bir bebeğin aldığı ilk yakıcı nefes
gibi ciğerlerini yakan derin bir nefes aldı. Muhabbetini değil kırk yıl, ömür
boyu unutamayacağı o vefakâr hanımefendinin yanına döndü. Ellerinde bol köpüklü
iki fincan kahveyle…
Tuğba’ya
Başarilarin devamini dilerim canim
YanıtlaSilYüreğine saglık... Merak için de okudum.
YanıtlaSilEline emeğine sağlık canım arkadaşım. :) yazmaya devam edersin inşallah 🌸
YanıtlaSil