kırıp ateşleme / fazlı bayram



gelip giderken bu geçtiğimiz
alıp satıp saçtığımız etrafa

insan başına gelenlere göre davranır
kendi sorumluluğunu almaya cesareti olanlar
ağlayanlar gülenler
hepsi bir başka
sen başka

beceriklisin
bu senin ahlaklı olduğun anlamına gelmez
dikkat et
cemiyetinin başarılı çocuklarıyla
akrabalarının haytalarını bir tutma
kırılan kalbi yaksan kar etmez


BU ŞİİRDE PARÇA BÜTÜNLÜĞÜ YOKTUR / Ferhat ALTUN


-Emre Hacıarap’a-











Gönül isterse ateş olur
İstemezse ağaç

Seni parçalayıp alsınlar göğsümden
Vazgel
Ey!
Gönlüm yarası
Bahtım karası
Kapital şarkılar söylemekten

Ki insan putunu yüzünde taşır
“Kalmadı kaşımda kırılmadık put”

Bu asır canına zehir bırakır
Canımın arabı susar öylece




ER YARIN HAK DİVANINDA BELL'OLUR / T. Ziya Ergunel


Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler
Er yarın Hak divanında bell’olur.
Ahret tedarikin gördüm diyenler
Er yarın Hak divanında bell’olur.

Kimi sofi kiminin adı derviş
Derviş isen kardaş takvaya çalış
Gizli yollardan sen Mevlâ’ya eriş
Er yarın Hak divanında bell’olur.

Devletliyim deyu fakire gülme
Gülüp denlü denlü kem nazar kılma
Ölüm vardır yahu sen gafil olma
Er yarın Hak divanında bell’olur.

Derviş Yunus söyler Kâlû Belî’den
Mûcizat Nebî’den, mürvet Ali’den
Biz de bunu böyle duyduk uludan
Er yarın Hak divanında bell’olur.

(Yunus Emre)

Yunus Emre’nin bu ilahisi ona ait yazma divanların hiçbirinde yer almıyor. İlahi Yunus’un mudur, Yunus isimli başka bir dervişin midir; yoksa halk irfanı, adı sanı belirsiz bir Hak âşığının mısralarını Yunus’a mı mal etmiştir, bilemiyoruz. Bildiğimiz; mevcut yazmalarda bulunmadığı halde Yunus Emre’ye atfedilen böyle pek çok ilahi olduğudur.

Fakat bu önemli değil. Önemli olan kim tarafından dile getirilirse getirilsin hakikatin kendisidir. Kaldı ki gönlünü beytullah kılmış dervişler, kendilerinden sâdır olan sözlerin ilahî ilhamla Allah tarafından söyletildiğinin farkındadırlar. Nitekim Yunus Emre, “Ey sözlerin aslın bilen / Gel de bu söz nerden gelir?” sualiyle başladığı bir şiirinin ilerleyen mısralarında şu cevabı verir: “Söz karadan aktan değil / Yazıp okumaktan değil / Bu yürüyen halktan değil / Hâlik âvâzından gelir”.

Öyleyse biz söyleyene değil söyletene bakalım ve hususen tasavvuf ehli dervişler için önemli ikazlar ihtiva eden bu ilahide ne söylendiğini anlamaya çalışalım.

“Er” ifadesiyle kastedilen dervişlerdir. Dervişler, dünya gurbetinden sılasına dönmek, Mevlâ’sını bulmak, O yegâne “var”a kavuşmak için seyr u sülûk denilen bir sefere çıkmışlardır. Bu meşakkatli yolculuk Elest Bezmi’ndeki ahitlerine sadakatin iktizasıdır. Ahde sadakat da, Cemâl-i Mutlak olan Allah Tealâ’ya ulaşmak için dünyadan geçmek de er kişilerin harcıdır. Fakat erlik yahut dervişlik laf ile, iddia ile, öyle görünmek ile olmaz. Dervişlik taslamak başka, derviş olmak başkadır. Hakkıyla derviş olmadığı halde kişi kendisini öyle zannetse, yahut başkaları onu öyle bilse, bu bir fayda sağlamayacaktır. Zira hakikat hesap gününde ortaya çıkacak, er yarın Hak divanında belli olacaktır. Gizli saklı hallerimizin de âşikar edileceği o dehşetli günde mahcup olmamak için fırsat elde iken nefsi yenmenin, kalıbımızdan evvel kalbimizi derviş eylemenin yoluna koyulmalıdır. Bu yolda yürürken de er kişilere, gerçek dervişlere yakışmayan hallerden sakınmalıdır ki ilahimizde böyle haller mevzu edilmiştir.

Bunlardan birincisi ve ilahide işaret edilen diğer mezmum hallerin kaynağı, “Ben Hakk’ı buldum, erdim, oldum” iddiasıdır. Gafletin, yani bir aldanma halinin eseridir. Başta İmam-ı Rabbânî k.s. olmak üzere pek çok kâmil mürşidin dikkat çektiği bu tehlike, umumiyetle sâlikin yaşadığı manevî hallerin sarhoşluğuyla bunları büyük makam zannedip yetinmesinin ve daha ilerisi için gayret göstermemesinin neticesidir. Bilhassa yolun henüz başında bulunanların yaşadıkları cezbe hali böyle bir tehlikeyi barındırır. Bu tehlikeden kurtulmak, Mevlâ’ya giden yolu selâmetle kat etmek için, kâmil ve mükemmil bir şeyhin murakabe ve talimatına tâbi olmak şarttır.

Peki, “Hakk’ı buldum, yolun nihayetine vardım” iddiasının bir aldanma halinin ifadesi olduğu hükmüne nasıl varabiliyoruz? Sâlik, kâmil bir mürşid rehberliğinde yolu tamamlayıp gerçekten Cenâb-ı Mevlâ’ya ulaşmış olamaz mı? Elbette olur; olur ama, vuslat hali kâle imkân vermez. Tasavvuf uluları, marifet iddiasının, marifet eksikliğinden kaynaklanmıyorsa eğer, Allah’ın mekri olabileceği ihtimaline dikkat çekerler. Yine bu sebepledir ki mesela İmam-ı Gazalî rh.a. gibi âlimler, “bütün hal ve makamları geçip şühûd haline ve kurb makamına vasıl olarak Hakk’ı müşahede ettiklerini” söyleyenlerin bir kısmının bu hal ve makamları aslında yaşamadıklarını, sadece lafız olarak bildiklerini söylemişlerdir.

Böyle bir kuruntu kişiyi ahiret hayatına dair ölçüsüz bir emniyete sevk edebilir. Nefsin ve şeytanın pusuda beklediğini, ayağının sırat-ı müstakimden her an kayabileceğini unutturur. “Ahret tedarikini gördüm” diyenlerin bu tehlikeli rahatlığı, “oldum, erdim” iddiasından başka, bazen taat ve ibadetinin kendisini cennete sokmaya yeteceğine inanmasından kaynaklanır. Bazen de ibadetlerini aksattığı halde sırf istikamet sahibi kâmil bir mürşide, sağlam bir kapıya bağlanmakla kurtulacağı vehmine kapılır. Havfın, yani korkunun eşlik etmediği bir ümit halidir ki çok tehlikelidir. Kulluk vazifelerimizde laubaliliğe düşmeye ve yarın Hakk’ın divanına yüzümüz kara varmaya sebeptir.

İlahide sakınılması gereken bu türlü tehlikelere dikkat çekilirken bir yandan da ne yapılması gerektiğine işaret ediliyor. Deniyor ki, sizin sofi veya derviş diye çağırılmanız, yahut kendinizi böyle adlandırmanız yetmez. Derviş iseniz eğer takvaya ulaşmak, gizli yollardan Mevlâ’ya kavuşmak için gayret etmeniz gerekir. Gizli yollardan maksat nafileler ve zikirdir. Hadis-i kudsîde “Kulun Rabbine nafilelerle yaklaşacağı” beyan buyurulmuştur. Kulun Hak Tealâ ile vuslat mekânı olan kalp ise ancak zikirle tasfiye edildiğinde ilahî tecelliyata mazhar olabilmektedir. Nafile ibadetlerin gizli yapılması ve zikrin hâfî olanı, hem riyadan alıkoyduğu hem de yürüyüşü hızlandırdığı için daha makbul sayılmıştır.

“Devletliyim” böbürlenmesi, “Hakk’ı buldum, ahret tedarikin gördüm” rahatlık veya emniyetinin sebep olduğu kibir halini ifşa eder. “Ben ilim irfan sahibiyim; en yüksek makama eriştim, ebedi saadeti kazandım, ulu devlet buldum” demektir. Böylelerinin nazarında, kendilerinde vehmettikleri nailiyetlerden mahrumiyetleri sebebiyle herkes maneviyat fukarası birer zavallıdır. Onlara kem nazarla tepeden bakar, istihza ile “denlü densüz” güler. Eski Türkçede “yerli yersiz, olur olmaz yer ve zamanda” manasına “denlü densüz” diye bir tabir var. İlahide “denlü denlü” şekline dönüşmüş olmalı. Şifahî kültürde dilden dile nakledilirken böyle değişikliklerin çokça meydana geldiği ehlinin malumudur. Her ne ise biz yine ilahiye dönelim.

Fakire; yani iddiasız, gösterişsiz, belki malumatı kıt, tevazu sahibi sofilere kem nazarla bakmak, onları cahil, hor ve hakir görmektir. Onların hata ve kusurlarını bulmaya çalışmak, tevazularını zillet zanneylemektir. Halbuki defineye mâlik nice viraneler vardır ve “aba altında er yatar” sözü meşhur meseldir. Derviş, kapı eşiğidir. Kimseyi kendi nefsinden daha aşağı görmemelidir. Ölüm vardır, ahiret vardır, hesap vardır ve elbet yarın Hak divanında kimin gerçek er olduğu, kimin olmadığı ortaya çıkacaktır.

Yunus’un veya bir başka Hak âşığının bütün bunları “kâlû belî”den söylemesi, Elest Bezm’indeki mîsak mucibince söylemesidir. Zira Rabbimizi yegâne ilah bileceğimize dair ahd ü peymanımız “emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker”i, yani iyiliği emir, kötülükten sakındırma vazifemizi de ihtiva eder. Öte yandan teşvik edildiğimiz her iyilik veya sakındırıldığımız her kötülük bir yerde Alem-i Ervâh’taki sözümüzü hatırlayıp tutmaya vesiledir. Esasen kâinat yaratılalı beri cümle enbiya ve evliyanın söylediği de emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker’den ibarettir ki Kâlû Belî’den beri söylenegelmektedir. “Biz de bunu böyle duyduk uludan” mısraı biraz bunu, biraz da Mevlâ’ya ulaşma yolunda şahsî hislere değil, yolun ulularına kulak vermek gerektiğini anlatır.

İlahinin bu son kıtasının benzerine başka şairlerin şiirlerinde de rastlıyoruz. Mesela buradaki “Mucizat Nebî’den, mürvet Ali’den” mısraı, başka şairlerde “İhsan Muhammed’den, mürvet Ali’den” veya “Kerem Muhammed’den, mürvet Ali’den” gibi ifadelerle geçiyor. Bu değişik ifadeler, Efendimiz s.a.v.’den şefaat talebini, Hz. Ali r.a.’dan da er’lik öğrenilmesi tavsiyesini taşıyor. Mürvet, mürüvvet veya Arapçadaki orijinal telaffuzuyla “mürûet” aslında “insanlık, erlik, adamlık” demek. Adamlığın iktizası olan “yiğitlik, cömertlik, vakar” gibi haller, zamanla bu kelime ile karşılanır olmuş. Hülasa, “mürvet Ali’den” ibaresi, er kişi olacaksanız Hz. Ali r.a.’ı kendinize örnek alın manasına geliyor. Hz. Ali r.a., Rasulullah s.a.v.’in adeta er kişi nasıl olur bilinsin diye bizzat yetiştirdiği model bir şahsiyet.

Öyleyse tutulacak yol belli: Yarın Hakk’ın divanında er kişiler arasına dahil olmak için “erdim, buldum” iddialarından imtina ile Rasul-i Ekrem s.a.v.’in mirasçısı âlimlerin terbiyesine girmek!



şişman câhil / fazlı bayram



sonra en inanılmaz şeyi yaptılar
ekmeğin en önemli yeri hamurun suyuydu
zehir kattılar
bir kere gözüme baksaydın
bana bir kere
ne ekmeğe yanlış olurdu ne de sana
başta yapılanlara inanıyorduk
biz inançlıydık
inançlılar alınca sazı korkup kaçtık
ekmeğin gözle görülür zerrelerine tutunurduk
gözlerimiz millendi
göllerimiz kirlendi
ya da kim aldı elimizden
sen bana bir gözüme baksaydın
gelseydin
ne ekmeğe ayıp olurdu ne göklere
ne de ağyarına gözlerinin
ekmeğin sancısı olmasaydı üzerimizde
sen bize doyamazdın
biz kâmil insanlarız
kalp kırdığımız pek görülmez

ekmeğin başında açılan kahve
uysaydı bize farklı takılırdık
meselâ kızlar cahildir
bakmazdık yüzlerine
fakat cahil olmak bu devirde çok nadir
keşke cahil olsaydık
herkes bizi kurtarırdı biz kurtarırken
kimseyi
boğulmazdık
ekmeğin başında kayılan ateş
önce bizi yaktı
herkes kendi çocuğunu kullanmadı
başka çocukları eskittiler
kendi yakasını kurtaran kaçtı
sonra herkesin egosu kalktı


ALTIN ÇIKINI / Hasan KEKLİKCİ


“Peki, sen bir soluk da mı okudun?” derseniz el cevap hayır, ama bir solukta okunacak bir kitap; Mehmet Gözükara’nın Anadolu’dan Hikâyeler/Altın Çıkını kitabı. Ben sindire sindire okudum. Nasıl bir solukta okuyayım ki daha ilk hikâye Kurtlar Sofrası’nda; “Derin bir iç geçirerek, ‘İşte bu da son düğüm’ diyerek ağaca bağladığı Eşe’nin gözlerine baktı.” diye başlıyor. İlk hikâyenin ilk paragrafındaki “Eşe”yi gördükten sonra dalıp gitmişim. Bildiğim tanıdığım ne kadar Eşe varsa hepsi tek tek geldi geçti gözümün önünden. Hayatımızda ne kadar da Eşe varmış meğer. Kimi anamız mesabesinde, kimi gelinbacı, kimi dezze -teyze- ve kimi de bibi. Her birinin bir lakabı vardı bizim Eşe’lerin ve türlü türlü hikâyeleri. Bibercik Eşe, Murat Eşe, Gelinbacım Eşe, Ramadan Eşe, Şerfali Eşe… 

Sonra Ahmet’in Eşe’ye ağıtı: 
… 

“Eliminen çama sardım. 
Korkarım babalda kaldım 
Eşe’mi kurtlar dalamış 
Kimse edememiş yardım.” 

Türküde geçen “eliminen”, “babal” ve “dalamak” kelimeleri o kadar eski ve güzel kelimeler ki insan yıllar önce kaybettiği dostlarını bulmuş gibi seviniyor okurken. 
… 

Elbistan’ın Sesi ve Kaynarca gazetelerinde yazılarını ve şiirlerini zevkle okuduğumuz “Kalem Halk
Şairi” Mehmet Gözükara, istirhamımız üzere yeni çıkan iki kitabını imzalayarak adresimize yollamış. Önce Altın Çıkını’nı ve sonra -daha sonra lafını vermeyi düşündüğüm- Seyyah Yazar/Gezerken Gördüklerim nam kitaplarını okudum. Altın Çıkını; Ramazan Avcı, İsmail Kutlu Özalp ve dostluğuyla övündüğümüz Durdu Güneş’in güzel yazıları ve birbirinden kibar on beş hikâyeden oluşmaktadır. 

Hikâyelerin düz ve sade oluşu ve ayrıca aralarına serpiştirilen şiirler kitaba ayrıca bir güzellik katmış. Hemen her hikâyede babalarımızın, dedelerimizin konuştuğu birkaç kelime çıkıyor karşımıza. İnsan kendi kendine “He ya Tazı diye bir hayvan vardı” diyor. Karemet Kandan Beter Hikâyesinde, Zarif Ağa “Kara Ali’lerin koyununu çıkarmışlar…” demiş. “Çıkarmışlar” veya “sürmüşler” denir. İşin aslı Kara Ali’lerin koyunlarını çalmışlar. Fakat “çalmak” çirkin bir kelime olduğu için Anadolu insanı o kelimeyi telaffuz etmez, ağzına almaz. Yazılmayan Mektup Hikâyesinde köyün ağası, eşi Yarpızlı Fadime’yi misafir âşığın yamacına oturtur ve şiiriyle onu övmesini ister. Kadını çirkin bulan âşık: 
… 

“Sizde böyle mi karılar 
Güzelim diye zırılar 
Yal(ı)nız dişleri parılar 
Arap diyen kimdir sana. 

… 

Gözükara’m bir kez baksan 
Nazar olur dışar(ı) çıksan 
Kalbur keklik bocun noksan 
Çingen diyen kimdir sana.” 

Ağa sonuna kadar dinlemiş âşığı ve “Âşık, diline sağlık. Bizi çıkmaz boyayla boyadın.” demiş. 

Elimizin altında bulunan elektronik araçlarla, gerekli gereksiz her türden bilgiye ulaşmanın çok kolay olduğu bu devirde, farkında olmadan kendimizi bir bilgi kargaşasına sürüklemekteyiz. Kafamızı meşgul eden bunca yükten kurtulmanın en kolay yolu kitap okumaktır. “Bizi” anlatan kitaplar ise kafamızdaki onca doğru-yanlış bilgiyi imbikten geçirir gibi süzerek, duru düşünmemizi sağlayacaktır. 

Mehmet Gözükara’nın Anadolu’dan Hikâyeler/Altın Çıkını; okuyan herkesin bir pay alacağı, kendinden bir şeyler bulacağı “bizim” kitaplardan bir kitap olmuş. 

Okunması umuduyla…