CANAN ABLA / Nurcihan KIZMAZ











Ne güzeldi her şey
Biz ne güzeldik
Camdan cama
Can cana
Hiç gelmemiş olsak da
Yan yana
Keşke gideceğini
Fısıldasaydın
Kulağıma

Baktığın kahve falı
Tutmadı bu sefer
Hani müjde vardı
Üç vakte kadar
Bak kuruyup gitmiş
Bahçede fesleğenler

Bir de o huysuz kocan yok mu
Hani sırma saçlarına
Vurgundu
Bir zamanlar

Neredesin cam güzeli
Hep sen yoksun diye
Bütün bunlar

Sensiz bu sokağın tadı yok
Sensiz bu sessizliğin adı yok

Bilirim
Kestiğin topların
Haddi hesabı yok
Sen yeter ki hep camda ol
Bizde top çok...


İnanmak / Mustafa Alper Taş



bir anlık dalgınız
korkusuz bir rüyanın dümeninde
dağ başında güneş doğmadan önce
seslerin incelip doğuya
ve soğuyan bir odaya benzediği günde

yavaşça giriyorsun kapının ağır uykusunu bölüyor gövden
sabahı zeytinlerle karıyor ellerin

ötede daha güzel günleri var
bahçe havuzlarının pırıltısında
büyük gölgelerinin uğultusunda
uzak ormanların
şimdiden nefesini alıyorum
yazıları özlemle koklayan
bir ceylanın

hep dalgınız
geçip gittiğimiz
duraklarında gökyüzünün

SOYLU GÖÇ / Musa YILDIZ















Yürüsün artık dağ doruklarına
Şafakta
Ay yüzlü gelinler

Acıları azılı haramilerden
Berat fermanını dağ doruklarından
Hasreti karabulutlardan aldık biz
Yar haberini de turnalardan

Ölümün kirli yüzünde
Kirlenmemiş mor fistanlarıyla
Yürüsün artık dağ doruklarına
Şafakta
Ay yüzlü gelinler

Hasret duyulmasın doğurgan analara
Yeleli yiğitlere
Çalgap düşler yaşanmasın artık
Soyut sevdalarda

Yakub'un sabır taşı çatlamadan
Karaya çarpmadan gemiler
Anası versin sütü Musa'ya
Soylu ölümlerle
Sevdalar sıcak kurşunlara yüklensin

Sökün artık çadırları
Kötülüklerin çıkamadığı yükseklere çıkalım

Yürüsün artık dağ doruklarına
Şafakta
Ay yüzlü gelinler

HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-Şubat Sohbeti / Hasan KEKLİKCİ


-Allah bir daha göstermesin bu millete.

-Âmin.
           
-En ağırını da bizim gibi taşrada bin bir çeşit imkânsızlık içinde hizmet vermeye çalışan; hedefleri, prensipleri olan insanlar yaşadı. 
            
-Haklısınız. O, insanı zelil eden, insanlığından utandıran muameleler en çok sizleri etkilemiştir.
            
-Maalesef öyle oldu. Bir tarafta sana oy vermiş, senden hizmet bekleyen insanlar, diğer tarafta; insanı insan yapan bütün değerleri yok etmiş, rafa kaldırmış, utanmaz, sırıtkan azınlık bir güruh. Bu aziz milletin şerefli, kahraman çocuklarını alçak emellerinin kurbanı da ettiler aynı zamanda. Neredeyse o aslan parçası delikanlıları ve başlarındaki yiğitleri de millete düşman ediyorlardı.
            
-Şükür çabuk bitti de kurtulduk. Bin yıl sürmedi. Tek tesellimiz her birinin bir taraftan cezalarını çekmesi oldu.
            
-Evet, ama o kadar acı olaylar yaşadık ki tarifi imkânsız. Düşünsenize, -sözüm ona- belediye başkanısınız makam odanızda oturuyorsunuz. Görevli arkadaş “filan teyze geldi başkanım” diyor. “Buyursun” diyorsunuz. Ali kapıyı kapatıp çıkıyor. Az sonra kapı çalınıyor. Gidip siz açıyorsunuz. Karşılayacaksınız aklınız sıra; yaşını başını almış ağzı dualı yüzü nurlu, cebinde her zaman çocuklara verecek üç beş şekeri, konuştuğu insanlara getirecek meseli bulunan teyzeyi. Ne görseniz beğenirsiniz? Karşınızda bir hortlak! Yetmiş yaşlarında yeryüzünde hiçbir şeye benzemeyen bir şey! Başından fesini, beyaz tülbendini dışarıda çıkartmış, incecik beliklerini bozmuş; yarısı ak, yarısı kınalı saçlarını omuzlarına doğru yaymaya çalışmış. Ayakkabılarını çıkartıp paspasın önüne koymuş. Aman Ya Rabbim bu nasıl bir görüntü? “Televizyonda duydum çocuğum şeş -tülbent- yasakmış...”

-Off… Yerin dibine batsın senin yasağın.

-Neyse. Yaramızı açtın. Ben gidip çayları tazeliyeyim.

-Teşekkür ederim. Siz çay doldurmaya gidince fırsattan istifade ben de hikâye listenize bakıyordum. Şu nasıl bir hikâye?

-Bu mu? Güzel. Güzel... Biraz önce konuştuğumuz mevzuu.

-Tevafuk olmuş. Şu akçe-i hikâyeyi size takdim edeyim. Telefonumu Uçuş Moduna alayım da kayıt esnasında arayan olmasın.

-Bırak Allah’ını seversen akçeyi makçeyi dertleşiyoruz şurada. Konuşmamızdan sen bir şeyler çıkartırsan çıkart, hikâyeni yaz. Çaya gittim, aklımdaki esas lafı unutuyordum hazır: Komutanlarından biri girdi içeri. Hoş lafını ettiğimiz zamanda bunların ekibinden, sırtına boz bir elbise geçiren herkes kendini komutan ilan ederdi.

Öyle.

Dümdüz.

Kapı çalma filan yok.

Kendi evine, çocuklarının odasına bile öyle habersiz giremez.

Ayağını ayağının üstüne değil de boynumuza atar gibi bir edayla, oturduğum masanın sol tarafındaki koltuğa kuruldu. Aramızda daha önce de bazı tatsız konuşmalar olduğu için direkt konuya girdi. Karakola gönderdiğimiz briketleri örmeye kum ve çimento lazımmış. Komutan gelecekmiş. Yarına temin etmeliymişiz.

Henüz briketlerin bedelini bile ödeyemediğimizi ne çimento alacak ve ne de traktöre yakıt alacak paramızın olmadığını söyledim. Kurban Bayramı’na kısa bir zaman kaldığını, personele kurbanlık parası temin edeceğimi, hiçbir yere hiçbir ödeme yapmama imkân olmadığını izaha çalıştım. Kime ne anlatıyorsun ki? O kadar lafın bir harfi bile kulağına girmedi adamın. İş ciddileşti. Seslerimiz yükseldi. Ve adam gemi azıya aldı ‘Ya öyle ya böyle yarın bekliyorum.’ deyip çıktı odadan.

Ya öyle ya böyle… Ne yaparsın? Bir dilekçenin başında bağlı çeker gidersin amma olmaz ki. Nereye gideceksin? Gittiğin yerde rahat mı bırakacaklar?

Aradan yirmi küsur yıl geçmiş atıp tutmanın da âlemi yok. Bakmayın ‘Ben şöyle attım böyle tuttum.’ diyenlere, bunların birçoğu heriflerin şapkasını gördü mü kaçacak delik arardı. Fabrikalar bile emekli cenneti olmuştu. Kendi genel müdürlerinin karşısında esas duruşa geçerdi patronlar.

Hele Ankara’da bakanlıklarda ve genel müdürlüklerde öyle tipler vardı ki, -gerçi bu tipler hâlâa var- bunlar gelmeden önce; odasında paçalarını ve kollarını çemrer, kravatını göbeğinin üstünden gömleğinin içine sokar, ayağına her adımda ses çıkartacak bir terlik geçirir, kendisine en uzak lavaboya kadar gider; yolda, -‘Yol’ diyorum çünkü yürüdüğü koridorun sağında ve solunda nereden baksanız otuz kırk oda var; gösteri yapılacak muazzam bir pist yani.- neyse, yol boyunca makamı kendisinden yüksek olan ne kadar amir varsa, onların kapılarının önünde bir punduna düşürür, birini bulur içeridekinin de laftan mahrum kalmaması için bağıra bağıra, vaktin yakın olduğunu, kendisinin de abdest almaya gittiğini ilan eder. Abdestini aldıktan sonra abdest azalarını kurulamadan yine aynı güzergâhtan, parmaklarından suları damlata damlata odasını gelir. Hele namaz esnasında bildiğin bir müezzinlik yarışı olurdu. Daha millet Allahümmesalliye geçmeden kaşla göz arasında en az iki kişi kamet getirmeye başlardı. Haneniz harap olmaya sünneti sade İhlasla mı kıldınız? Baskın çıkan devam eder; diğeri sonraki namazda daha atik davranıp müezzinliği kapmak hesabıyla, bir yüzü ağlar bir yüzü güler diz çökerdi, genel müdürün yeni değiştirmiş olduğu mescit halısına.

-Eee. Bunlar gelince onlara ne oldu?

-Ne olacak. Döndürdüler sırtlarındaki davulu öbür tarafını çalmaya başladılar. Hoca’nın ardında yer kapmak için kendini helak edenler; yeni ekiplerin toplantılarında, balolarında dans edip, verilen nutuklara veciz sözleri allayıp pullayarak cumhuriyet tarihi derslerinde ne kadar başarılı olduklarını gösterir oldular.

Masalarının ardındaki duvarda resim bulunmayanlar resim astı. Resim olanlar silip temizleyerek iman tazelediler. 

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.




ANILAR, ANILAR… / Nurcihan KIZMAZ


İnsan belli bir yaşın üstüne çıktığı zaman ya da çoluğu çocuğu yuvadan uçurup anılarıyla baş başa kaldığı zaman desem daha mı doğru olur, tavan adeta beyaz perdeye dönüşür ve çocukluk zamanındaki yaşadıkları filim şeridi gibi gözünün önünden geçer durur uyku tutmadığı gecelerde...

Kendi çocuklarımızı büyütürken zaman zaman eski günlerimizden örnekler verdiğimiz olmuştur. Varlık-yokluk kıyaslamaları bir yana oynadığımız oyunlar, bizden küçüklerimizle geçirdiğimiz vakitler, sokakta akranlarımızla  hayal gücünün sınırlarını zorladığımız  anlar... Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık, her evde bulunan çok basit şeyler, atık malzemeler, oyuncağı bozduğumuz zaman  tekrardan kullanabileceğimiz ufak tefek ev eşyaları, günümüzdeki zeka geliştirici vb. adı altında çok pahalı olan oyuncaklardan daha ziyade mutlu ederdi, aile bütçesine dokunmadan hem kendimizi hem bizden küçük kardeşlerimizi eğlendirirdik.

Geçtiğimiz günlerde bir hafta sonu torunumla kitap fuarına gittik. Girişte gördüğüm antika eşyalar, büyüklerimizin kullandığı zamanları hayal meyal hatırladığım araç gereçler beni adeta zaman yolculuğuna çıkardı. Şundan ninemin vardı bunu dedem çok kullanırdı diyerek bir sürü anı ile birlikte tekrar döndüğümde bir şey dikkatimi çekti. Bu bir tahta arabaydı. İki çocuk birer arabaya binmiş yüzlerinde o eskiden hatırladığım mutluluk ifadesi bir oraya bir buraya koşuşturup etrafa neşe saçıyorlardı. Oysa ben uzun zamandır o mutlu ifadeye çocukların yüzlerinde neredeyse hiç şahit olmamıştım.

Dünya kadar para verip çocuğumuza aldığımız her akşamı yerinde gerçeğini aratmayacak teçhizata sahip akülü araba bile bu denli sevindirmemişti...

Herkesin elinde birer tablet, telefon kendinden geçmiş bir şekilde, etrafından bihaber başka âlemlere dalmış, adını çağırdığında duymayacak kadar kendini kaptırmış çocuklar görmekten muzdarip biri olarak o iki çocuğun tahta araba üzerindeki mutluluklarını izlemeye koyuldum ve erkek kardeşlerimin kendilerinin yaptığı tahta arabalarla yokuş aşağı  uçarcasına heyecandan attığı çığlıklar çınladı kulağımda.

Mahalle aralarında oynanan misketler… Beş on çocuğun hararetli tatlı sert sürtüşmeleri… Sen uttun ben uttum tartışmaları… Ancak akşam saatinde babanın eve doğru geldiğini görmeleriyle son bulur, yoksa saatlerce uzayıp giderdi. Evde yemek yapmak için malzeme bekleyen annelere rağmen o manzara büyük bir hazla izlenir, bir elimizde para bir elimizde henüz poşet icat edilmediği için makrome ipiyle örülmüş file denilen delikli çanta, saatlerce oyunun sonunu bekler tuttuğumuz tarafın galip gelmesiyle ancak ordan ayrılırdık. Çocuklardan bazıları okumaya (mahalle hocası) gittikleri için oyuna geç dahil olur "şu Kur'an ı biraz tutar mısın" diye rica ettiğinde bir emanetçi ciddiyetiyle evden azarlanmak pahasına o emanete sonuna kadar sahip çıkmayı vazife bilirdik...

Kız çocuklarının oynayabileceği fazla seçenek yoktu ama evcilik adı altında ürettiğimiz oyunların haddi hududu yoktu. Yemek kaşığını bez parçalarıyla sarıp sarmalayıp bebek yapar, kaş göz çizmesi için büyüklerimize yalvarırdık. Bazı büyükler surat çizmeyi günah sayar, bazıları ise çocuk sevindirmek sevaptır diyerek bizi reddetmez; o anki ruh haline göre bir ifade çizerdi. Çizimin sonunu sabırsızlıkla beklerdik. Çıkacak sonuç bizim için çok önemliydi çünkü. O bebeğin yüzündeki ifade bize de yansırdı. Ortaya güleç bir yüz çıkar ise bizi de gülümsetir, mutsuz bir görünüm çıkarsa bütün şevkimiz kaçardı.

Evcilik oyununun bir çeşidi olan okulculuk oyunu en sevdiğim oyundu. Ben hep öğretmen olur bir beyaz gömlek bulup giyerdim. Etekleri dizime kadar gelir, kolları kıvırıp kısaltır, oyunun sonunda da kırışıklığını gidermek için türlü çareler arardım. Duvara hayalî yazılar yazarak kardeşlerime sorular sorarken gerçek bir öğretmen edasıyla okulda öğrendiğim fişlerden onlara öğretmeye çalışırdım.

Benim iki küçük kardeşim okula başladıklarında neredeyse okumayı çözmeye başlamışlardı. Birinci sınıfta okumayı ilk söken ben olmuştum ve öğretmenim yakama kırmızı kurdele dikmişti. O anki duygularımın şimdinin üniversite cübbesi giymesiyle eşdeğer olduğu düşüncesindeyim. Öğretmenimin defaatle babamı çağırıp bu kızdan zekâ fışkırıyor sakın ola bu kızı eve kapatmayasın dediği hala hafızamda bütün ayrıntılarıyla mevcut. Babamın o sözler karşısındaki yüzüne yansıyan mutluluğu nasıl oldu da yıllar içinde silindi gitti, bu hala benim için bir muamma. Hâlâ rüyalarımda beni okutmayan büyüklerime sitem ederek ağlamaklı bir şekilde uykudan uyanıp uzun bir süre toparlanmaya çalışırım. Neyse bu konuyu fazla uzatmayayım lafı her açıldığında içimde volkanlar kabarıyor ve kendimi yatıştırmak hayli zor oluyor, en iyisi ben merhum babama bir Fatiha hayatta olan büyüklerim e hayır dua etmek üzere kısa bir ara vereyim.

Çocukluğumuzun en unutulmaz hatıraları yaz ayına tekabül eden ramazan geceleriydi.  O sahura kalkmanın hazzını tarif edecek kelime bulamadım şu an. Gün boyunca biriktirdiğimiz iftariyelikleri köşe bucak saklayıp, arada bir yerinde duruyor mu diye kontrol edişimiz yok mu... Ucundan tadına bakarsak orucumuz bozulur mu diye birbirimizden cesaret alma ihtiyacı, akşam içeceğimiz suyun hayali, minarelerde kandillerin (minareyi çevreleyen lambalara kandil diyorduk nedense, belki de kandil günlerinde yandığı içindir) yanmasıyla birlikte daha da dayanılmaz bir hal alırdı. İftara yarım saat kala mahallemizde buz dolabı olmayan evlere annemin kâselere dondurduğu buzlardan dağıtma görevi en ulvi görevlerimizden biriydi. Çaldığımız her kapıdan tonlarca hayır dua almak gün boyu sıcaktan ve açlıktan bitap düştüğümüz o dakikalarda omuzlarımıza kanat takılmış hissini verir, eve gelirken adeta ayaklarımız yere değmezdi. Tam o dakikalarda kucağında sıcak ramazan pidesi ile eve gelmekte olan kardeşimin ekmeği burnuna kadar dayamış koklaya koklaya bir ısırık alıp almamak arasında gidip geldiği görüntü şu anda bile hafızamda hâlâ o ekmek kadar sıcak. İftarımızı yaptıktan sonra teravihe kadar olan süre içerisinde, oğlan çocukları yine dışarıya fırlar, gündüz açlıktan dolayı eksik kalan coşkuyu telafi etmek üzere kaldıkları yerden oyuna devam eder, sesi güzel olanlar sırasıyla minareye çıkıp bildikleri ilahileri mahallenin dinletisine sunarak ebeveynlerinin gönlünü kazanmak için yarışırlardı. Bunlardan birisi de benim merhum abimdi. Özellikle babamın kızacağı bir haylazlık yaptıysa o akşam kesinlikle akşam ezanını kendisi okur, baba ezanı ben okudum sesimi tanıdın mı diye muzip bir ifadeyle eve gelir, babamın ağzını açacak hâlini bırakmazdı. Birde aklımın almadığı teravihte çocukların bitmek bilmeyen kıkırdamalarıdır. Bu merakımı geçenlerde bir şiirimde şu mısralarla gidermeye çalıştım.   (Camilerin en kısa zamanda tekrar ibadete açılması temennisi ile...)

Yapmayın etmeyin çocuklar

Camide gülünmez

Bak büyükler kızar sonra

Çünkü onlar

Sizi güldüren

Melekleri

Göremez...

Kim bilir belki de camideki o ilahî huzur çocukların içini kaynatıyor, gülmelerine neden oluyordu. Selam vermeye yakın hepsi sus pus olur imam arkasını dönüp baktığında en arka safta dizili huşu içinde namazlarını eda etmiş pozu veren beş on çocuk tesbihatı bile beklemeden fırlayıp tekrar sokakları çınlatmaya devam ederlerdi. Ramazan'ın son günlerinde her evde hummalı bir çalışma başlar bayram için "teşt" dediğimiz bakır büyük leğenlerde çörek için hamurlar yoğurulur, fırına gönderilir evin delikanlıları sabaha kadar fırında sıra bekleyip selelerle eve çörek taşırlar ve yerlere temiz bezler açılır ve çörekler dizi dizi serilirdi. Sabah çörek kokusuna uyanırdık. Gün hesabı yapamadığımız için bayramın çok yakın olduğu nu anlamış olurduk böylece. Arife günü akşamı ellerimize kınalar yakılır, bayramlıklar büyük bir itinayla başucumuza dizilir, bir bayram klasiği olan o rüya (ellerimize kınanın hiç geçmemiş olması) alemine dalar giderdik...


DOKUNMA ORUCU / ELVEDA / Alirıza KARAKALE


Bu kez 30’unu doldurmuş; fakat hala şuküfe gibi kalmış boynu bükük bir çiçeğin ayrılık acısıyla yazıyorum.

Şu küfeye neler sakladım 30’una kadar, benim bildiklerim yetersiz, Allah’ın bildikleri mutlak sonsuzdur. Umduğum; sırtımda biriktirdiklerimle kalbimin felaha ermesidir ki bu umut bir akşam sofrasında gözlerimden akanlarla kardeştir.

Bu gün Kümbet camiinde yılı dolduramayışımın hüznüyle bekledim göğü kaplayan selaları selamları, habeşi nidaları...

Seni hiç böyle görmemiştim dedim(Kümbet Camiine).
Ki ben göbeği avludaki bahçeye gömülen otuzunda bir adamım.

O zamanlar göbek bağı nereye gömülürse geleceğinin öyle şekilleneceğine inananların soyundanım. Kızmayın...
Kimileri hala bu adet üzere halis bir gönülle dua ederler evlatları için. Duaların yamacına bırakılan dua gibi bir fiildir bu aslında.

O’nun(c.c) evinin bahçesinde, O temizliğini yaparken dünyanın;
ben kimsesiz avluda minarenin yeşil ışıklarını seyre daldım bu vakit.

Size bu yazıyı yasaklanmış bir günün akşamında gözlerimi kapayarak ulaştığım Kümbet Caminin avlusundan yazıyorum.

Kapıdan içeri olan hasretimi, haddi aşmadan yaşamayı niyaz ettiğim geri kalan ömrümde asla unutmayacağım.

Çağrının karşılığında, kapısının önündeyim... kapı duvar...

Şimdi hasret olmadı mı?

Şimdi Mekke gibi, Medine gibi, gurbet olmadı mı sana Kümbet ?

Hanesine kapanan 30’luk bir adam, bu gün 30’unun dolduğu şerefli bir ayın arkasından; içinde faaliyete geçen bir volkanın lavlarıyla eşdeğer bir aşk aleviyle bitişi yazıyor.

Bir kaç mevsimin birlikte yaşandığı şu saatlerde, hiçbir şey ayırmasa da, bir binanın gölgesinin ortadan ayırdığı bir ağaç gibi beklenmedik bir zamanda ayrılır insan sevdiği zamanlardan.

Hangi yana eğileceğini bilmeden savrulan adını bilmediğim bitkiler, var gücüyle meydan okur rüzgarın gazabına; alâmeti azametinde saklıdır.

Biz meydan okuma gafletinde ve kudretinde değiliz, beşeriz...

Bundan sebep hayra yorduk, ayrıldık...

Şimdi sevdiklerimize
koşmaya hasret ayaklarımız,
adımlarımız aksak, niye?

Şimdi gurbet olmadı mı karşı komşu?

Bu kez 30’unu doldurmuş; fakat hala şuküfe gibi kalmış boynu bükük bir çiçeğin ayrılık acısıyla yazıyorum.

Biz senin 30’unu tuttuk ey oruç. Dokundu bize yalnızlık...

Şimdi,
Elveda...

Yıllar var ki senden başkasına bu muhabbeti duymadığım “Zaman”.

“Dokunma Orucu”nuzun mübarek olacağı ve hayırlar getireceği, vuslata kavuşacağınız bir bayram niyazıyla...

Elveda
Ya Şehri Ramazan
Elveda...
karakale ‘m


anne ve göz yaşı ıslanmaları / fazlı bayram



yalnızım
bayram kadar yalnız
anne
bu bayrama gitmedi kimse
herkes korktu
cenazelerimizi bile yalnız defnettik
ben de korktum anne
ben yalnız diğerleri gibi
değil de
ıslanmasından korktum
gözlerimin
anne

dedikleri gibi değildi belki
fakat
inandım ben de
sen bunu bilmezsin
inanmadın hiç baş örtünden başkaya
ben de korktum anne
diğerleri gibi değil de
gözlerimin suladığı fidanlara
bayram düştü anne



GURÛB İLE MÜKÂLEME / Ferhat ALTUN


Dedim
Uğramaz mı o güneş saçlarına
Nedendir bu sessiz inleyişlerin

Dedi
Zehirli yıldızlar sundular bana
Zehirli yıldızlar ifrit kanından

Dedim
Bir ölü çocuk değmiş ruhuna
Nedir o mateme gark eden seni

Dedi
Kara kefenleri takıp boynuma
Can damarımdan vurdular beni


(İşbu manzume, Üstad Mehmet Yaşar ağabeyin kıymetli tahrikleri üzerine kaleme alınmıştır. Şiire ad vuran da kendileridir.)


BİN LİRA / Teyfik KARADAŞ


Ortaokulu köyde bitirdim. Ortaokulu bitirdiğim sene sınava girerek Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinin Tesviye Bölümünü kazandım. Babam da tanıdığımız eğitimli bazı insanların tavsiyesi üzerine, beni bu okula kayıt ettirdi. O zamanlar meslek lisesini bitirenler Afişin-Elbistan Termik Santralinde kolaylıkla iş buluyorlar, dolgun ücretle çalışıyorlardı. Şehirde yatılı olarak okuma imkânımız olmadığı için ortaokuldan arkadaşım meslek lisesinin ikinci sınıfında okuyacak olan Abdurrahman Akbaba ile aynı evde kalmaya karar verdik. Bu kararı vermemizde geçmişten beri aile dostluğumuzun olması da etkili oldu. Abdurrahman saf, temiz ve ahlaklı bir insandı. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koyunca, köydeki harman hasat işini tamamlamış olduk. Okulların açılmasına bir hafta kalmıştı. Babalarımızla birlikte okullar açılmadan şehirde kiralık bir ev bulma telaşına düştük. Maraş kazan, biz kepçe okulumuza yakın olan Mağaralı, Serin tepe, Yürük Selim, Fatihler mahallelerini yaya olarak adım adım dolaştık, ancak kiralık bir ev bulamadık. Kiralık evi olanlar da öğrenci olduğumuz için evlerini bize kiraya vermediler. Yürümekten ayaklarımızın altı su toplamıştı. Umudumuz tükenmek üzereyken nihayet Karamanlı mahallesinde kiralık bir ev bulduk.

Ev Karamanlı Camisinden İmam Hatip Lisesine çıkan caddenin sağ tarafındaydı. Ev sahibi Döngele Köyünden Veli Uzun isimli bir amcaydı. Veli amca kendisi de köy kökenli bir insan olduğu için bazı şartlar koşarak evini bize kiraya vermeye razı oldu. Bu şartları; eve fazla arkadaş getirmemek, kirayı zamanında ödemek, evde komşuları rahatsız edecek şekilde gürültü yapmamak şeklinde sıralayabiliriz. Evin caddeye açılan cümle kapısından içeri girdikten sonra sağ tarafta kalan yerde tek katlı betonarme küçücük bir ev daha vardı. Bu evde Veli amcanın oğlu Ahmet Abi oturuyordu. Bu küçük ev ile arkadaki iki katlı çatılı ev arasında bir bahçe vardı. Biz iki katlı çatılı evin alt katının sağ tarafında bulunan yirmi metrekarelik bir odada kalacaktık. Kullanım suyunu evin bahçesinde bulunan tulumbadan çekecektik. Kullanacağımız tuvalet de evin bahçesindeydi. Banyomuzu kalacağımız odanın içindeki cag adı verilen bir metrekare genişliğindeki yerde yapacaktık. Aynı odada yatacak, aynı odada yemek yapacak ve aynı odada ders çalışacaktık. Fiziki Şartları bu kadar kötü olmasına rağmen, kiralık ev bulduğumuz için nasıl mutlu olmuştuk, tarif edemem. Veli amcanın şartlarını kabul edip,  bir aylık kirayı peşin olarak ödedikten sonra evin anahtarını aldık. Akşam Maraş’ta bir akrabamızda misafir olarak kaldık. Sabah erkenden gelip, evin temizliğini yaptık. Karamanlı Mahallesinde bulunan bir marangoz iki tane sedir yaptırdık. Sedirleri evimize bıraktıktan sonra köye döndük.

Köyde şehre getireceğimiz malzeme, yakacak ve yiyeceklerle ilgili hazırlık yaptık. Okulun açılmasına iki gün kala simit ettiğimiz yataklarımızı, bavullara koyduğumuz elbiselerimizi, turşumuzu, pekmezimizi, tarhanamızı ve bir tabla içindeki yufka ekmeğimizi Çakılı Osman’ın otobüsünün üstündeki bagaja yükleyerek şehre getirdik. Kullanacağımız soba ile yakacağımız odunu daha sonra babalarımız getirecekti. Babalarımız bizi eve yerleştirip köye dönünce Abdurrahman’la baş başa kaldık. Abdurrahman bir yıl önce şehre geldiği için tecrübeliydi. Ev ve okul yaşantısı konusunda bana abilik, dolayısıyla rehberlik yapıyordu. Pazar günü akşam iki tane pide alıp, köyden getirdiğimiz kabarcık üzümüyle yiyerek akşam yemeğini geçiştirdik.  Abdurrahman pazartesi gün doğmadan önce uyanıp çayımızı pişirmiş, kahvaltımızı hazırlamış, ekmeğimizi almış, sonra da beni uyandırmıştı. Birlikte güzelce kahvaltımızı yaparak okula gittik. Okula giderken Ortaseki,  Devecilli ve Batıpark semtlerinden geçtik. Abdurrahman geçtiğimiz yolları bana turist rehberi edasıyla tanıtıyordu. Okula vardığımızda ortaokuldan sınıf ve üst dönemden bazı arkadaşlarımı gördüm. Bu arkadaşları gördüğüme çok memnun oldum ve sevindim. İlk gün ders işlenmedi. Ben bu boşlukta ders göreceğim sınıfı, çalışacağımız atölyeyi, yemekhaneyi, kantini ve spor salonunu öğrenmiş oldum. Ayrıca alacağımız kitapların listesini yazdım. Tesviye atölyesinde gördüğüm torna, matkap, fireze gibi kocaman makineler ilk günden dikkatimi çekerek, beni heyecanlandırmaya yetmişti. Abdurrahman elektrik bölümünde okuyordu. Okul çıkışı Abdurrahman’la buluşup eve döndük. Okuldaki ilk gün benim açımdan güzel geçmişti. Abdurrahman akşam yemeğimizi hazırladı ve birlikte sessiz sedasız yedik. Bulaşıkları tulumbadan çıkarttığım su ile ben yıkadım. Yemekten sonra günün değerlendirmesini yapıp, çayımızı içip erkenden uyuduk.

Böylece lise yaşamım başlamış oldu. Kısa bir süre içinde sınıf arkadaşlarım ve öğretmenlerimle kaynaştım. Müdür yardımcımız Şaban Kaptanoğlu sabah içtimalarında dikkati bana çektirdiği için, bir ay sonra okulun hepsi beni tanıdı. Öğle yemeğini okulda ücretsiz olarak yemem benim için önemli bir avantaj sağlıyordu. Abdurrahman’la derslerimizi düzenli olarak çalışıyorduk. Bazı sıkıntılarımız olsa da, günlerimiz mutlu geçiyordu. Mesela evimizde masa olmadığı için teknik resim çizimlerimizi köyden getirdiğim babamın tahta bavulunun üzerinde yapıyorduk. Ütümüz olmadığı için pantolonlarımızı yatağımızın altına koyarak ütülüyorduk. En büyük sorunlarımıza bile, kendi şartlarımız içinde çözüm üretiyorduk. Karşılaştığımız en büyük sıkıntıları el birliği içerisinde ilk hamlede tuş ediyorduk. İçinde doğduğumuz Toros dağlarının kırsal ve zor şartlarından kurtulmanın tek yolu okumaktı. Başka bir çaremiz yoktu.

Mahalledeki komşularımızla on beş gün içinde güzel ilişkiler kurduk. Ev sahibimizin gelini Fatma abla bulaşıklarımızı yıkamaya,  evimizi temizlemeye başladı. Hele karşı komşumuz Dönüş Teyze öz anamız gibiydi. Haftanın en az üç günü bize akşam yemeği getirirdi. Kendi evinde pişirdiği yemek etsiz, yağsızsa bize başka komşulardan yemek tedarik ederdi. Komşulardan yemek alırken” bacım bunlar bizim mahallenin talebeleri tama” derdi. Bize yemek vermekten imtina eden komşulara da kendi üslubunca sinkaf ederdi. Dönüş Teyze deli dolu bir insan olduğu için komşular ondan bayağı çekinirlerdi. Köyden getirdiğimiz elma, ayva, üzüm gibi meyveleri Dönüş Teyze bize yemek veren komşulara adil bir şekilde dağıtırdı. Caminin yanındaki tenekeden yapılma büfede iki ayağı sakat bir amca ekmek satardı. Mahallenin eksiksiz olarak tamamı ekmeği bu büfeden alırdı. Biz de ekmeği bu büfeden almaya başladık. Fırıncı ekmeği sabah namazı vakti büfenin önüne bırakır, biz büfeyi işleten amca geç kaldığı için ekmeği elimizle alır, kahvaltımızı yapar okula giderken ekmeğin parasını öderdik. Büfeci iş yerine gelmeden bütün ekmekler tükenir, ancak bir tane dahi ekmeğin parası zayi olmazdı. O zamanlar Karamanlı mahallesinde çok muntazam şekilde kolektif bir ruh vardı. Mahallenin tamamı bir aile gibiydi. Kiracı  ve öğrenci olduğumuz halde, bizde bu kervana kısa bir süre içerisinde katılmış olduk. Yaşamımızı mahallenin sosyal şartlarına göre uyarladık. Bu nedenle Karamanlı Mahallesinde mutlu bir yıl geçirdik. Aradan yarım asra yakın bir zaman geçtiği halde Karamanlı mahallesine mensubiyetimiz devam etmektedir.

Şehir hayatına ve okula uyum sürecinde Abdurrahman bana önemli katkılar sağladı. Zaten bir ay gibi kısa bir sürede ben köyden getirdiğim bütün tedirginlik ve utangaçlık emarelerini üzerimden attım. Öğretmenler ve okul yöneticileriyle teşriki mesai eden gözde öğrenciler arasında yer almaya başladım. Girmiş olduğumuz birinci yazılı imtihanlarında almış olduğum notlar sınıf ortalamasının bayağı üzerindeydi. Ancak, atölye derslerinde aynı başarıyı sağladım desem kuyruklu yalan olur. Atölye dersinde eğeleyerek demirden çekiç, fıstık kıracağı gibi ürünler yapıyorduk. Ben yapmış olduğum malzemelerde gerekli olan milimetrik estetiği sağlamakta sıkıntı çekiyordum. Öğretmenler okuduğum şiirlerin hatırına geçmeme yetecek beş puanlık notu kerhen veriyorlardı. Her şeye rağmen sınıftaki başarılı öğrenciler arasında yer alıyordum. Hafta sonları köye gidiyor, köyde hem elbiselerimizi yıkatıyor, hem de yiyecek ihtiyaçlarımızı ve olduğu kadarıyla harçlığımızı alıp getiriyorduk. Aralık ayının sonuna doğru sınavlar nedeniyle bir hafta sonu köye gidemedik. İkinci hafta Cuma gününe kadar evimizde yiyecek hiçbir şey kalmadı. Abdurrahman Cuma günü öğleden sonra Kumaşır Köyündeki akrabalarının yanına gitti. Ben Cuma günü öğleden sonra saat beşe kadar sınavım olduğu için şehirde kaldım. Sınav bitince eve geldim. Evde kullandığımız tüp bitmiş, yiyecek hiçbir şey kalmamıştı. Dönüş Teyzede köye gittiğimizi sanıp yemek getirmemişti. Torbanın dibinde kalan bir avuç siyah üzüm ile sabah kahvaltısından kalan çeyrek ekmeği yiyerek azda olsa açlığımı yatıştırdım. Yalnız olduğum için kitap okumadan, ders çalışmadan erkenden uyudum. Sabah uyandığımda açlıktan sancılanıyordum. Köye gitmek için verecek yol paramda yoktu. Yol parası olsa otogara varıp, Afşin-Elbistan otobüsleriyle köye gidebilirdim. Ancak; para olmadığı için öğleden sonrayı bizim köyün otobüslerinin hareket saatini beklemek zorundaydım. Karnımı doyura bilmek için ne yapacağımı düşünmeye başladım. Sonunda Yürük Selim Mahallesinde oturan arkadaşım Cuma’nın evine gitmeye karar verdim.

 Cuma Afşin’li hali vakti yerinde bir ailenin çocuğuydu. Aynı zamanda yardım sever, cömert bir insandı. Daha önce beni birkaç defa evine götürüp ağırlamıştı. Evimden çıkarak Kısıkkaya ya doğru yürümeye başladım. Yolda yürürken düştüğüm duruma çok üzülüyordum. Cuma evde miydi,  evde olsa bile aç olduğumu söyleyebilir miydim gibi aklıma bir çok soru  geliyordu. Bu nedenle ayaklarım Cuma’nın evine doğru gitse de, beynim gitmek istemiyordu. Ayaklarım üç adım ileri iki adım geri atıyordu. Adeta ruhum ile bedenim kavga ediyordu. Bu arada Mağralı Çarşısına çoktan varmıştım. Menekşe Paçacının karşısındaki dolmuş durağında bizim köylü Cihangir Ustayı gördüm. Cihangir Usta hem akrabam, hem de sevdiğim bir insandı. Cihangir Ustanın tam yanına vardığımda;

Ben: “Selamünaleyküm Cihangir Abi” diyerek, Cihangir Ustanın elini öptüm.

Cihangir Usta:” Ve Aleykümüsselam yeğenim, nereye gidiyorsun böyle?” diyerek selamımı aldı, hatırımı sordu.

Ben: “Bir arkadaşımın yanına ders çalışmaya gidiyorum abi” dedim. (aç olduğumu söyleyemedim)

Cihangir Usta: “Çok güzel yeğenim, çalışın, okuyun adam olun. Biz okuyamadık bari, siz okuyun” diyerek bana nasihat etti. (Bu sırada elini cebine sokarak bin lira para çıkarttı ve parayı bana uzattı.)

Ben: “ Sağ ol Cihangir Abi, harçlığım var,” diyerek parayı almak istemedim.

Cihangir Usta: “ Şimdi sana iki tokat atarım” diyerek, parayı cebime soktu.

Ben: “ Teşekkür ederim Cihangir Abi” diyerek yoluma devam etmek istedim.


Cihangir Usta: Cebinden bir kart çıkartarak “ bu kartı al, benim eski sanayide dükkanım var, bir ihtiyacın olursa yanıma gel” şeklinde tembihte bulundu.

Ben gayet mutlu bir şekilde Cihangir Ustanın yanından ayrılarak yoluma devam ettim. Bin lirayı alınca arkadaşımın evine hiç gitmedim. Meslek Lisesinin yanından aşağı inip, Batı Park’tan Orta Seki’den geçerek evime döndüm. Cihangir Ustanın verdiği parayla yüz gram çay, yarım kilo şeker, iki yüz elli gram peynir, yarım kilo zeytin ve bir tane ekmek aldım. Tüpçüye giderek tüpü değiştirdim, sonrada güzelce bir kahvaltı yaptım. Kahvaltıdan sonra, köy otobüslerini beklemek üzere yürüyerek Eski Hal’e indim. İlk sırada kalkan Hacı Polat’ın otobüsüne binerek köyüme gittim.

Hatırıma geldikçe uzun uzun düşünürüm. Benim aç kalmam sonucu arkadaşım Cuma’nın evine gidip, gitmeme konusunda tereddüt ederek ikileme düşmem, tam bu sırada Cihangir Ustanın karşıma çıkarak bana para vermesi, bir tesadüf müydü? Yoksa, yaşadığım önemli bir tevafuk muydu? “ Kul sıkışınca Hızır yetişir” derler. Cihangir Usta benim dara düştüğümde karşıma çıkan bir Hızır mıydı? İlmim yetersiz olduğu için kendi sorularıma cevap veremem fakat bu olayı ruhumum derinliklerinde, güzel bir hatıra olarak yaşatırım.

 O yıllarda ve daha önceki tarihlerde Anadolu’nun köylerinden kasabalarından ortaokul, lise okumaya gelen milyonlarca öğrenci mutlaka benimle aynı kaderi paylaşmıştır. Birçoğunun anıları benimkinden daha acı ve daha dramatiktir. Sizlerde benim gibi veya benimkine benzer anılar yaşamışınızdır. Yaşamayanlarda akrabalarından ve yakın arkadaşlarından mutlaka benzer hikâyeler dinlemişlerdir. Darda kalan her öğrenciye yardım eden bir Cihangir Usta olmuştur. Ben kısmet olup Cihangir Ustaya bir iyilik yaparak borcumu ödeyemesem de, muhtaç olan insanlara yardım ederek Cihangir Ustanın gösterdiği yolda yürümeye devam ediyorum.

Liseden sonra üniversite eğitimimi de tamamlayıp öğretmen olarak göreve başladığım sene Dönüş Teyzeyi ziyarete gittim. Ziyarete gittiğimde Dönüş teyzenin öldüğünü ve hiç çocuğunun olmadığını öğrendim. Öğrencilik yıllarımızda bize analık yaparak, analık özlemini bu şekilde giderdiğini diğer komşulardan öğrenince, üzüntüm bir kat daha arttı. Yaşı benden büyük olduğu halde bana hizmet Abdurrahman da genç yaşta ahirete intikal ederek, Rabbine kavuştu. Allah iki sininde mekânlarını cennet etsin. Bana bin lira harçlık vererek, gönlüme taht kuran Cihangir Usta ise Maraş’ta emekli bir insan olarak yaşamına devam etmektedir.  Bu vesileyle Cihangir Ustayı da saygıyla yad ediyorum.

Sizlere de” iyilik yapın denize atın, balık bilmezse de Halik bilir” diyorum.

Hepinize mutlu ve aydınlık yarınlar diliyorum.




ÇOCUK / Ali İhsan KEKEÇ




Ben nice ninniler dinledim ninemden
Nice düşlerini gördüm çocukluğun allı yeşilli
Uç uç böcekleri gibi kanat kırpan
Baharlara çiçek olup gül açan gülistana
Ayakları Kafdağı’nda elinde elma şekeri
O bulutsuz gecede ay ben ona aşık
Destanını yazamadım
Sırlarını çizemedim ben çocukluğun
Kırda sarıçiğdem dalda sarmaşık

Gel kuş tüyü uykulardan uyanma çocuk
Şu vefasız dünyanın derdine yanma çocuk
Ummanların şaha kalkan sularında boğul da
Kirlettiğimiz kıyılara dayanma çocuk

Bir çocuk bir çocuk bir daha çocuk
Günahkâr kucaklarda girmedi günaha çocuk
Semayı sorguya çeker galaksiyi savurur
Yıldızları koyup yıldızların üstüne
Aklınca akıl verir feleğe çocuk



DÜKKÂN MEKTUPLARI-31 / H. Ahmet ERALP


/Tercümanın Saçlarına Şerh Denemesi/
   
Tercümanlarınızdan tek şair olanı, saçları değirmende ağıranı, eli mızrap tutup onu da tambur tellerine vuranı, Nahırönü’nün tek Ferhat’ı, “İhtiyar bakışlarımın müsebbibi ağır taşlardır” demiş.


Bu dizeler bin yıllık hakikati çağrıştırıyor değil mi Ahmet abi. Ferhat deyince akla önce dağların heybeti sonra da taşların sesi gelmez mi? Çeliğin taşlara her değişinde kıvılcım olup aydınlattığı yalan dünya, sonra taştan daha katı kalplere yönelip her vuruşunda kıvılcımsız çarpışmalara sahne olan mahzun dağlar. Ferhat’ın serencamı değirmende devam ediyor Ahmet abi. İnsanlık ne ağaran saçları ne de ihtiyar bakışları anlamadı. Dağlar delindikçe saçları ağardı Ferhat’ın, kayalar koptukça kıvılcım kıvılcım bakışları ihtiyarladı. Şimdi kayalarda kaybolup değirmende raks ediyor.  Gönlünü eritip çeliğe akıtan, taşlara vurdukça cümle gönüllerden ses bekleyen ama tek bir nefes işitmeyen Ferhat, şimdilerde derdini buğdaylara anlatıyor. O döndükçe buğdaylar eriyor, buğdaylar eridikçe o dönüyor. Bu gönlün yankılarıyla eriyen  dağları göremeyen insanlık şimdilerde durmaksızın dönüp erittiği derdinin ekmeğini yiyor. Talih değişmeyecek belki de, insanoğlu ne eriyeni ne de yediği ekmeği görmeyecek.
     
Ferhat’ın parmakları nasır tuttu Ahmet abi. Hâtıraların çuvallandığı hangarlarda ter döküyor şimdi. Gönülleri düğümlenen kalabalıkların çuvallarıyla meşgulken yine yılmıyor. Her bir çuvalı tekrar tekrar sırtlayıp yüksek yerlere taşıyor. Gökyüzüyle buluşturup âlemi seyrettiriyor ama nafile, gözler kapalı gönüller düğümlü bugünlerde. Hatıralarını müsvedde çuvallara layık görenler düğüm attıkları kayışları en kalitelilerinden seçiyor. Öyle ya dağların eriyişine gözlerini kapayan, kayaların parçalanışına kulaklarını tıkayan zalimlik Ferhat’ın parmak uçlarına niye acısın ki. Düğümler mühürlü gönüller kadar sert ama Ferhat bin yıl önce olduğu kadar mert. Kanayıp kanayıp nasır tutan parmakları dağların yalçın kayalarından alışkın bu sertliğe. Haykırışlarını o tepeden bu tepeye taşıyan rüzgarlar birbiriyle yarışıyor alnında çağıldayan terleri silmek için. Rüzgarlar Ferhat’ın alnını arıyor hamura dönmesin diye tozlu hatıraların düğümlenmiş katılığında. O dermanının derdini arıyor. Dönen devlüple dertleşiyor, dertleştikçe dönüyor, döndükçe devleşiyor. Devleştikçe eğiliyor, eğildikçe devleşiyor. Şimdi dert vakti geliyor yani dermanının ilacı, ekmeğinin sancısı. 
     
Ferhat kuruyan kanının yeniden nasıra döndüğü parmaklarıyla mızrabını tutuyor. Tamburuyla dertleşiyor şimdi, teller hocamın sızısını haykırıyor. Celâl 0ğlan’ın ağdını damlatıyor pınarlarından. Yemen sıcağıyla kavuruyor yüreği yanında olanları. Kırmızı güllerin dikeni delip geçiyor nasırlarını, kanadıkça daha bir güzelleşiyor mızrabın telleri sevişi..."

  



ŞEHRE DÜŞMAN ISLIK VE HALKA YABANCI SAYFA / Samet YURTTAŞ


Gözyaşlarım düşerken bu kente
Aklımın uçurumundan infaza hazırlanır
Bütün yasak düşünceler
Geride hüküm giyen şairlerle

Maviliğinden koparılan özgürlükler adına
Gözyaşlarım düşerken bu kente
Egzozların şehre düşman ıslıklarıyla
Çapraz sorguya alınır gece

Bir kadının çatlamış dudaklarından
Alnıma vuran ışığın o buruk ışığın altında
Gözyaşlarım düşerken bu kente
Barikattan atlar adsız şiirler sessizce

Şimdi gözyaşlarım düşerken bu kente 
Hangi gazeteyi alsam elime
Halka yabancı sayfasından
Radikal yalanlar çarpar
Hayatın iğrenerek tükürdüğü yüzüme.




BÖLGE ŞAMPİYONASI/Teyfik KARADAŞ


Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesi Türkiye’nin en başarı güreş takımına sahip okullarından biriydi. Okulun özellikle serbest güreş takımı her yıl Türkiye Şampiyonasında derece yapardı. Okulumuzun girişindeki camlı dolaplar güreş takımının aldığı şampiyonluk kupalarıyla doluydu. Ben bu kupaları gördükçe, bu kadar şampiyonlar çıkartmış bir okulda okuduğum için kendi kendime gururlanırdım. Belki bir gün bende şampiyon olurum diye hayal kurardım. Birinci sınıfta okulun takımına girme şansı bulamadım. Daha doğrusu takım seçmelerinden haberim olmadı.

Lise ikinci sınıfa başladığımız dönemin ikinci haftasıydı. Cuma günü Bayrak Töreninden sonra beden eğitimi öğretmeni “ Arkadaşlar! Önümüzdeki hafta güreş takımları için seçme yapılacak, seçmelere katılmak isteyen öğrencilerimiz pazartesi günü bana isimlerini yazdırsın” diye bir duyuru yaptı. Ben bu duyuruya çok sevindim. Pazartesi günü derse girmeden spor salonuna gidip adımı yazdırdım. Çarşamba gününe kadar seçme müsabakalarında güreşeceğim arkadaşlarla tanıştım. Tanıştığım arkadaşlardan bazıları üç beş yıldan beri kulüpte güreştiğini, bazı arkadaşlar ise ilkokuldan beri kapalı spor salonuna gidip güreş antrenmanı yaptıklarını söylüyorlardı. Ben ise o güne kadar spor salonunu görmemiş, mayo giymemiş bir insandım. Güreşi; köyümüzdeki düğün güreşlerinde öğrenmiştim. Rakiplerimi dinleyince takıma giremeyeceğim diye korkmaya başladım. Çarşamba günü okulumuzda yapılan seçmelerde rakiplerimin üçünü de tuşla yenerek, güreş takımına girmeye hak kazandım.

Güreş takımı olarak haftada üç gün öğleden sonraları Batı Park Kapalı Spor Salonuna antrenmana gidiyorduk. Kapalı spor salonunda bizi öğretmenizin nezaretinde bölge güreş antrenörleri çalıştırıyorlardı. Antrenmanlarımızda hem tek kol, kafa kol, kle, künde gibi güreş oyunları öğreniyor, hem de kondisyon geliştirici sporlar yapıyorduk.  Antrenman yaptığımız saatlerde okulda izinli sayılıyorduk. Okul yöneticilerimiz başarılı olmamız için bize her türlü desteği veriyordu. Liselerarası il şampiyonası yapılmadan önce yapılan değerlendirme maçları sonunda, boyumun uzun olması münasebetiyle grekoromen güreş takımına ayrılmama karar verildi. Ben bu işten pek hoşnut olmamıştım ama yapılacak bir şey yoktu, büyüklerimiz böyle karar vermişti. Mart ayının ilk haftası Liselerarası Güreş İl Şampiyonası yapıldı. Yapılan müsabakalarda rakibimin birini tuşla, birini sayı ile yenerek ağır sıklet il birincisi oldum. Ağır sıklet pehlivan olduğumuz için madalyalarımızı Vali Bey takmıştı. O gün dünyalar benim olmuş, mutluluktan sanki gökyüzüne uçmuştum. Aldığım madalyayı aileme göstermek için hafta sonu özel olarak köye gitmiştim. Babam sarı renge boyanmış metal madalyayı görünce nasıl mutlu olmuştu anlatamam. Benim il birincisi olduğumu duyan köyümüzün bütün halkı sevinmişti. Şimdi dünya şampiyonu olsan kimsenin umurunda bile olmaz. O zaman köylerde birlik vardı, beraberlik vardı. Kolektif ruh vardı…

Bölge şampiyonasında başarılı sonuçlar alabilmemiz için çalışmalarımız iyice hızlandı. Haftada beş gün antrenman yapmaya başladık. Okul idaremiz beslenme konusunda bize destek oluyordu. Bölge şampiyonası için bütün hazırlıklarımızı kısa sürede tamamladık. Bölge şampiyonası Kayseri’de yapılacaktı. Müdür Baş Yardımcımız Celal Bey mart ayının son haftası perşembe günü takımı toplayarak seremoni eşofmanlarımızı dağıttıktan sonra “yarın Kayseri’ye gideceğiz hazırlıklarınızı yapın” dedi. Ben ilk defa Maraş’ın dışında bir şehre gidecektim. Bundan dolayı hem seviniyor, hem de heyecanlanıyordum. Şehirde bekâr olarak kaldığımız için çantamı akşamdan tek başıma eksiksiz olarak hazırladım. Eşofmanlarımı, mayomu, güreş ayakkabımı ve diğer malzemelerimi unutmayayım diye defalarca kontrol ettim. Akşam yatağa girdiğimde sevinçten gözlerime uyku girmedi. Ev arkadaşlarım Bekir, Yücel ve Yasin de en az benim kadar heyecanlıydı. Biri benim şampiyon olmam için dua ederken, diğeri benim üşüyüp hasta olmamam için yatağımın üzerine kendi battaniyesini örtüyordu. Bir gecenin bu kadar uzun olduğunu o gün öğrendim. O gece sanki benim için bir yıl kadar uzun geçmişti. Sabah namazını kıldıktan sonra çantamı alarak, doğruca okula gittim. Takım arkadaşlarımızla okulun arka bahçesinde toplandık. Çantalarımızı okulumuzun yeşil renkli ford minibüsünün bagajına yerleştirdik. Biraz sonra takımın başında yönetici olarak gidecek olan Müdür Baş Yardımcımız Celal İpekçi ile antrenör olarak gidecek Hasan Temel yanımıza geldiler. Hasan Temel lisanslarımızı, kimliklerimizi kontrol ederek elindeki çantaya koydu. Bütün hazırlıkların tamam olduğu anlaşılınca aracımız hareket etti.

Aracımızda sekiz güreşçi, iki yönetici ve bir şoför olmak üzere toplam on bir yolcu vardı. Aracımız şehri dışarı çıkınca Ceyhan nehrini Kılavuzlu Köprüsünden geçip, Harmancık Rampasına tırmandı. Aracımız Harmancık Rampasını yavaşça çıktıktan sonra, avına saldıran bir kartal gibi Mezellete doğru sallandı. Geçtiğimiz yolların çevresindeki dağlar, tepeler yeşil çam ormanlarıyla kaplıydı.  Mezellet Baraj sahasındaki devasa iş makinelerinden gözlerimizi ayıramıyorduk. Yolumuz Fırnız Çayı ile kesişip, çaya paralel olarak ilerlemeye başladıktan beş dakika sonra karşıdaki Ali Kayası bütün ihtişamıyla bizleri karşılıyordu. Biz yolda ilerledikçe Şadalaktaki kumluklar, Su çatındaki orman depoları, Döngeldeki Mağaralar boynu bükük vaziyette geride kalıyordu. Tekir’e varınca kaptanımız beş dakika ihtiyaç molası verdi. Tekirdeki buz gibi akan ardıç suyundan birer bardak içerek yolumuza devam ettik. Tekir’in çıkışında yol kenarında ellerinde sümbül satan çocuklar adeta Toroslara baharın geldiğini müjdeliyordu. Kara Kütük’ten sağ tarafa baktığımızda Saraycık Belinin güney eteklerinde bir demet çiçek gibi görünen Kurucova Köyü, Ahmet Kutsi Tecer’in ”Orda Bir Köy Var Uzakta” şiirini aklımıza getiriyordu. Tüneli geçip Püren geçidine varırken gördüğümüz çağlayanlar yaparak akan yaz pınarları kış mevsiminin bereketli geçtiğini ifşa ediyordu. Püren Geçidine vardığımızda gölün kıyısından bir yay çizip minibüsün camlarını açarak ardıç ve sedir ağaçlarından oksijenin en temizini teneffüs ediyorduk. Göksun’a yaklaştığımızda iklim değişiyor, hava sertleşiyor, minibüsteki bütün yolcular paltolarını-montlarını giyiyordu.  Bakımevi Binasından biraz ilerleyince yiğitler diyarı yeşil Göksun ilçemiz ile Göksun ilçemizi kuzeyden bir kale gibi kuşatan Binboğa Dağları karlı-dumanlı olarak uzaktan uzağa görünmeye başlıyordu. Göl pınar rampasından inip düz ovada beş kilometre kadar hareket edince Göksun İlçe merkezine intikal ettik. Kahramanmaraş’tan Göksun’a kadar olan yolculuğumuz kazasız belasız bir şekilde  böylece tamamlanmış oluyordu.

Göksun İlçe merkezine kavuştuğumuzda Hasan Temel hocamızın tavsiyesi ile Cumhuriyet Lokantasında öğle yemeği için mola verdik. Lokantada garson siparişleri alırken ben lahmacun söyledim. Hasan Temel hoca geriye dönerek bana ”sen lahmacun yemeyeceksin” dedi. Ben ” niye hocam” dedim. Hocam ”sen yetmiş beş kiloda güreşeceksin” dedi. Ben ”hocam ben seksen kiloda güreştim, Bekir yetmiş beş kiloda güreşti“ dedim. Hasan hoca ”yok sen yetmiş beş kiloda güreşeceksin” dedi. Ben hocaya başka bir şey söyleyemedim.  Bu durumda fazla kilom olduğu için lahmacun yemek yerine, haşlama suyu içtim. Lokantada işimiz bitince yolumuza devam ettik. Ben yolun Göksun’dan sonraki kısmını o güne kadar hiç görmemiştim.

Minibüsümüz Göksun’un kuzeyine doğru biraz gidince Mehmet Bey Köyünün olduğu bölgede Kayseri 200 km levhası gözümüze takıldı. Bu arada arkadaşlar sıra türküsü söylüyorlardı. Aracımız Binboğa Dağlarının batısından hareket ederken ben bölgeyi tanıyan arkadaşlardan dağların, tepelerin, köylerin, kasabaların isimlerini öğrenerek merakımı gideriyordum. Yeşil Kent’in içinden, Sarız’ın batı kenarından geçip şoförlerin korkulu rüyası Dokuz Dolambaç geçidine ulaştık. Yolda kar olmadığı için Dokuz Dolambaçta bir sıkıntı yaşamadık. Mart ayının sonu olduğu halde yol kenarlarındaki kar kalınlığı yer yer iki metreden fazlaydı. Leziz etleriyle meşhur Kıskaçlıdaki lokantaların yanından yavaşça geçip, Yedi Oluktaki tesislerde kısa süreli bir mola verip, Avşarlar diyarı Pınarbaşı’na vardık. Pınarbaşı’nda durmadan, sola dönüp yolumuza devam ettik. Pınarbaşı’ndan itibaren dağların yerini ovalar, sessizliğin yerini gürültü alıyordu. Yoldaki araç sayısı bir hayli artmış, trafik kalabalıklaşmıştı. Köy evlerinin bile mimari yapısı değişmiş, Kahramanmaraş’taki sac çatılı evlerin yerini, kiremit çatılı evler almıştı. Biz şarkılı, türkülü eğlenceye devam ederken, minibüsümüzün el dokuma halılarıyla ünlü Bünyan şehrine geldiğini fark ettik. Başımı çevirip karşıya baktığımda her tarafı karla kaplı meşhur Erciyes Dağının bir asker kasaturası gibi gökyüzüne saplandığını gördüm. Bünyan’dan biraz daha gidince Sivas Caddesinden Kayseri’ye girdik. Kayseri’nin girişindeki modern binalar, caddelerin kenarındaki kocaman parklar, binaların altındaki devasa mağazalar ve bir ileri- bir geri giden binlerce insan kalabalıklarını görünce büyük bir şehre geldiğimizi hissettim. Akşam Kayseri Şeker Fabrikası Sosyal Tesislerinde kalacağımız için aracımız doğruca Kayseri Şeker Fabrikasına gitti. O zaman memleketimizin yetiştirdiği milli güreşçi Mehmet Esenceli Kayseri Şeker Sporda antrenörlük yapıyordu. Mehmet Esenceli bizi fabrikanın girişinde karşıladı. Fabrikanın misafirhanesindeki kalacağımız odalara yerleştik. Duşumuzu alıp, kıyafetlerimizi değiştirip yemekhaneye gittik. Benim fazla kilom olduğu için yemek yemedim. Hasan Temel hoca benim kilo düşmem için arkadaşlara talimat verdi. Takım arkadaşlarım Menderes Aksu, Veli Kılıç ve Fatih Üdürgücü ile birlikte kapalı spor salonuna gittik.

Kayseri Şeker Fabrikasının o günkü şartlarda çok modern bir kapalı spor salonu vardı. Arkadaşlarımla ısınma hareketlerinden sonra bir saat kadar sıkı bir antrenman yaptık. Sırtımdan ter akmaya başladı. Antrenmandan sonra saunaya girdim. Saunada vücudumdan akan ter iki katına çıktı. Saunadan çıkıp, duş alıp tartıldığımda yetmiş dokuz kilodan, yetmiş yedi kiloya indiğimi gördüm. Benim yetmiş beş kiloda güreşmem için en fazla yetmiş altı kilo gelmem gerekiyordu. Durumu Hasan Hocaya söyledim. Hasan Hoca bana ”gece bir şey yeme, içme vücudun sabaha kadar bir kilo yakar” dedi. Açlıktan, susuzluktan kıvranıyordum ama başka çare yoktu. Hocanın yanından ayrılarak doğruca gelip yatağıma yattım. Yorgunluktan başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum. Susuzluktan gece rüyamda bizim köydeki Döngel Şelalelerini gördüm. Sabah uyandığımda susuzluktan dudaklarımın birbirine yapıştığını, açlıktan sancılandığımı hissettim. Her şeye rağmen kantarda tartılıp yetmiş altı kilo geldiğimi görünce sevindim. Müsabakaların yapılacağı yere gitmek için hazırlandım. Arkadaşlarımda hazır olunca aracımıza binerek doğruca Kayseri Atatürk Spor Salonuna hareket ettik. Ardan otuz beş yıl geçtiği halde, o günü hiç unutmam, bu gün gibi hatırlarım.

Atatürk Spor Salonuna varıp tartı sırasına geçtik. Tartıyı Kahramanmaraş Bölgesi güreş hakemlerinden Cemal Sarıtürk ile İsmail Sapsızoğlu yapıyordu. Beni kantara bile çıkartmadan keçeli kalemle döşüme yetmiş beş rakamını yazdılar. Tartı işi tamamlanınca doğruca bir lokantaya gidip karnımı doyurdum. Kuralar çekilip, açılış töreni yapıldıktan sonra, kırk sekiz kilo birinci tur maçlarıyla müsabakalar başladı. Sıra bana gelinceye kadar birinci turda bizim takımdan üç kişi rakibini yenerken, üç kişi yenildi. Ben ise rakibimi on yedi saniyede tuş ederek yendim. Kayseri Bölge Şampiyonasına on altı ilin takımı gelmişti. On altı takım A ve B olarak iki guruba ayrıldı, biz B gurubunda güreşiyorduk.  Ben ikinci turda da rakibimi sayı farkı ile yendim. O günkü maçlar tamamlanınca kaldığımız yer olan Kayseri Şeker Fabrikası Sosyal Tesislerine gittik. Sosyal tesislerde en iyi şekilde ağırlanıyorduk. Hizmette sınır yoktu. Pazar günü sabah erkenden yine Atatürk Spor Salonuna geldik. Pazar günü yaptığım gurup şampiyonluğu maçında rakibime yenilerek gurup ikincisi oldum. Bölge şampiyonluğu üçüncülük-dördüncülük müsabakasında rakibimi yendiğim halde ayaktan oyun yaptığım gerekçesiyle hakem kararıyla diskalifiye edildim. Müsabakalar sonunda şampiyonayı dördüncü olarak tamamladığım için madalya alamadım.
Takımımız takım halinde şampiyonayı bölge ikincisi olarak tamamlayıp Türkiye şampiyonasına katılmayı hak kazanmıştı. Ben madalya alamadığım için üzülüyor, takımımın başarısı için seviyordum. Ödül töreninden sonra hiç beklemeden Kayseri’den hareket edip, gece geç saatlerde Kahramanmaraş'a kavuştuk.

Aradan uzun yıllar geçtiği halde Kayseri’deki Bölge Şampiyonasını hatırladıkça aç kalarak kilo düştüğüm, diskalifiye edilerek haksız bir şekilde yenildiğim aklıma gelir, gözlerim dolar, içten içe ağlarım.