H. Ahmet Eralp ile Ferhat Ağca Hakkında/ Röportaj: Zehra Boyraz (3. Kısım

 


10. Ahmet Doğan İlbey’in tercümanıydı. Bu dostlukta nasıl bir derinlik vardı? Ferhat Ağca Ahmet Doğan İlbey’e nasıl bir vefa gösteriyordu?

Tercümanlık kelimesinin, daha doğrusu bu kadronun nasıl ortaya çıktığını konuşalım. Ahmet Abi’nin işitme problemi her geçen gün artıyordu. İlk zamanlar işitme cihazı kullanmayı reddediyordu, çünkü rahatsız oluyordu. Belki de kabullenmek istemiyordu.

Ahmet Abi’nin bize verdiği ünvanla söyleyecek olursam, sadık arkadaşım Oflu Süleyman, yani Süleyman Kılıçbay... O, şu an Sakarya’da polis memuru olarak görev yapıyor. Ferhat’tan üç yıl kadar önce dükkâna katılmıştı. Dükkânın müdavimlerinden, demirbaşlarından biriydi. İlk tercüman oydu. Yani tercümanlık kadrosu ilk onunla oluştu. Ahmet Abi’nin yanından hiç ayrılmazdı.

Şöyle düşünün, geniş bir halkada oturuyorsunuz, büyük bir odadasınız. Arada bir bu hatıraları anmak için birbirimize aynı cümleleri söylüyoruz: “Ne dediler?” biri bu. “Neye güldüler?” diğeri de bu.

İşte o günkü ilk tercüman olan Süleyman, bu cümleleri Ahmet Abi’ye aktarıyordu. Tabi Süleyman’ın tercümanlığının nüktesini burada anmak lazım. Süleyman kesinlikle kötü bir tercümandı. Çünkü yanlış aktarırdı. İşin komik tarafı, bu da müthiş bir muhabbete dönüşmüştü. Eğer Ahmet Abi’nin konuşulan konuyu öyle anlamasını istemiyorsak, özellikle Süleyman’a tercüme ettirirdik. Elbette ki arada bir doğru tercüme yaptığı da oluyordu. Ama mesela, “Ne dediler?” kısmını aktarmak bazen kolaydı da “Neye güldüler?” kısmını nasıl izah edeceksin?

Süleyman, önce ortamdaki kişilere bakardı. Kalabalık bir gün olduğunu varsayalım, yirmi- yirmi beş kişi var. Oflu olmanın verdiği doğallık ve samimiyetle hiç çekinmeden anlatmaya başlardı. İsmi hatırlayamadı diyelim, az gelen birisi mesela. Bir kere kişiyi yanlış söylerdi, kişiyi yanlış söylediği gibi konuyu yanlış söylerdi. Ahmet Abi, “Neye güldüler?” diye sorduğunda, biz de peşine daha çok gülecek bir şey bulmuş oluyorduk böylelikle.

Süleyman mezun oldu tabi. Onun son yılı, Ferhat’ın dükkâna ilk adım attığı yıldı diyebiliriz.

—Bu arada, burada konuşan ben değilim, Ferhat konuşuyor.—

Bir şeyin mutlaka kayda geçmesi lazım; Süleyman’la ilgili unutulmaz bir hatıramız var. Bizim tütün sarmayı yeni öğrendiğimiz yıllar… Bahçelievler’de, Fazlı Bayram’ın Gülhan Kafe isimli mekanındayız. O kafe hâlâ duruyor, tabii Fazlı Abi ile bir alakası kalmadı.

İşte, o günlerde Süleyman haftalarca uğraşıyor ama tütün sarmayı bir türlü öğrenemiyor. Ben de el becerisi zayıf biriyim, çok zor öğrenmiştim ama yine de bir miktar öğrendim. Süleyman hâlâ öğrenememişti. Ve sonra şu an oldu:

Ferhat eline tütün kâğıdı ve filtreyi aldı, sardı. Süleyman tam karşısında duruyor. Bir an durdu, sonra sordu: “Ne zamandır uğraşıyorsun?”

Ferhat gayet sakin bir şekilde cevap verdi: “İlk kez.”

Süleyman şok oldu. “Nasıl ilk kez ya?” diye sordu.

Ferhat, Nahırönülüğünden gelen alışkanlığıyla her cümlenin sonuna eklediği gibi, yine ekledi:

“El becerim biraz iyidir… Anladııı?” Gülmekten öldük tabi.

Süleyman bembeyaz tenli bir Oflu, ama o an kıpkırmızı oldu. Biraz da bozuldu. Kendinden yaşça küçük birinin ondan daha iyi yapmasına şaşırmıştı. “Allah Allah!” diyordu sürekli. Epey gülmüştük.

Ferhat, artık neredeyse her hafta, her oturumumuzda dükkâna gelmeye başlamıştı. Elbette bir şekilde Ahmet Abi’ye yakın oturuyordu. Onun saflığı, konuları safiyane bir hâl ile Ahmet Abi’ye aktarması dikkat çekiyordu. Süleyman’ın mezuniyeti yaklaşıyordu. Biz de Ahmet Abi’ye takılarak: “Ahmet Abi, galiba daha iyi bir tercüman yetişiyor.” diyor, ardından Süleyman’a dönüp: “En azından bundan sonra tercümeler doğru olacak.” diye ekliyorduk.

Süleyman’ın tercümanlığı, zamanla nükte konusu olmuştu. Tercümanlık kelimesi, kavramı ve hatta tercümanlık kadrosu kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Ferhat’ınki ise var olan bir kavram üzerine, bizim nüktelerimiz ve takılmalarımızla şekillendi.

Ferhat, dükkâna gelmeye başladı, meclisi hissetmeye başladı, hatta dükkân denilen o hissiyatı benimsedi. Tercümanlığı bir görev olarak benimsedi ve neredeyse her oturumda Ahmet Abi’nin soluna oturmaya başladı.

Depremde kullanılamaz hale gelen son dükkân binamızda oturum düzeni belliydi. Ahmet Abi sık sık, “Koltuklarımız numaralı değildir.” derdi. Sonradan fark ettik ki aslında numaralı olan tek bir yer vardı: Ahmet Abi’nin oturduğu yer. O yer hiç değişmezdi. Hep aynı yere otururdu. Dolayısıyla Ferhat da yanı başına yerleşti.

Böylece Ferhat’ın duygu dünyası, okuma yazma alışkanlığı ve dükkânla olan ünsiyeti, “Tercümanlık” kavramı etrafında şekillendi. Ahmet Abi bizim komutanımız, kumandanımız, ak saçlı hüzünkârımızdı. Dükkânın varlık sebebi, dayanağı, vesilesiydi. Zaten “Dükkân” kelimesini de ilk o kullanmıştı. Ali Hocam bir keresinde, “Ahmet Bey’in tabiri.” demişti: “Gönül dükkânı, fikir dükkânı, muhabbet dükkânı.”

Ferhat ile tercümanlık, birbirlerini bulmuş oldular aslında. Ahmet Abi için de iyi oldu. İşitme problemi giderek artıyordu. Fazla sesi sevmezdi, rahatsız olurdu. Olması gereken bir ameliyat vardı ama kimse onu ikna edemedi. O ameliyatı olsa rahatlayacağını düşünüyorduk. Mesela, aynı anda iki kişi çay kaşığını karıştırsa, bu onun için tahammül edilmez bir şeydi. Biz onun algıladığı dünyayı tam olarak hissedemesek de mimikleriyle hissettirirdi.

Elbette ki arada nükte de kalıyordu. Şöyle bir şey olurdu: Bir dost bir şey anlatır, herkes kahkaha atardı. Hüzünlenip türküyle ağladığımız anlar kadar, elbette ki kahkaha attığımız zamanlar da olurdu. Ama tam o anda, Ahmet Abi’nin sesi yükselirdi: “Tek tek gülünüz efendim.”

Şimdi, bu mümkün mü? Biz de ona takılırdık: “Ahmet Abi, tercüman mevzuyu aktardı mı? Tamam. Peki, sağdan mı gülmeye başlayalım, soldan mı?”

Sağ olsun, her anlamda kaldırırdı bu şakaları. Ferhat, tercümanlıkla birlikte dükkânda var oldu. Kendini bu kavrama yakıştırdı, kavram da ona yakıştı. Ahmet Abi de ona sık sık “Tercümanım” diye seslenirdi.

Ben, Süleyman’a her cuma akşam saat 22.00’de mutlaka mesaj atardım, polislik öncesi, buradayken: “Ben buradayım ve sen buradasın sadık arkadaşım, tütünün içiliyor.”

Haftalar, aylar geçti, Süleyman mezun olup İstanbul’a gitti. Kaymakamlık ve KPSS sınavlarına hazırlanmaya başladı. Bunu Ahmet Abi’ye aktardığımda çok mutlu oldu: “Ya, ben şâd oldum. Bu ne güzel bir şey!” Demişti.

Ben de her hafta onun sigarasını içtiğimi söyledim. Bunun üzerine Ahmet Abi durumu kurumsallaştırdı ve sigara paketini uzatarak: “Efendiler, Süleyman’ın sigarasını hepiniz içiniz.” derdi.

Sağ olsun, benim gurbetimde de Ferhat baştaydı. Çünkü gurbetteki dostundan bahsedersen, onu hatırlarsan, o bir şekilde orada var olmaya devam eder. Onunla ilgili bir şey anlatırsın, onu anarsın, konuşmalarında yer verirsin ya da bulunduğun ortamı ona aktarırsın. Böylece her hafta meclis kurulduğunda, bir araya gelindiğinde, o da orada olmaya devam eder. İşte benim Süleyman’a yaptığımı Ferhat da bana yapmıştı, sağ olsun.

Ferhat’ın adını değiştirip “Vefa” desen hiç eğreti durmaz. Zira biri onun için bir iyilik yapmışsa, kendisine değer verilmişse, aynıyla mukabele etmek için büyük çaba gösterirdi.

Gelgelelim, Ferhat konuşmayı öğrenmişti artık. Ferhat yazmayı öğrenmişti. Ferhat dinlemeyi öğrenmişti. “Geç Kaldım” adlı yazısında da söylüyor. Bugünden bakınca ona, “Evet, geç kalmışsın.” diyorum. Ama hakikat de, “Her ölüm erkendir” diyor. Burada imanımız gereği susmamız icap ediyor.

Vefaya dönersek… Ferhat, Ahmet Abi’ye de aynıyla mukabele etti. Kısa zarflarla, arada attığı mektuplarla, hikâyelerle, konuşmalarında bahsettiği konularla… Ahmet Abi’nin muhabbeti anlatılamayacak şeylerden biriydi. Dünyada anlatılarak anlaşılamayacağına emin olduğum, sadece “Anlattım işte.” diyebileceğin şeylerdendi.

Yeryüzünde, evet, Mekke ulaşabileceğin bir şehir. Ama Beytullah’ı ilk gördüğünde hissettiğin şey… İşte o, herkesin kendi “şu” su. “Şunu yaşadım.” diye anlatamazsın, gitmeyen birine aktaramazsın. Ahmet Doğan İlbey tarafından kıymet verilmek, sevilmek de işte böyleydi. Ancak hissedebildiysen var olurdun. Bu, aktarılamayacak, kelimelere dökülemeyecek şeylerden biriydi. İmanı gibi sımsıkı bağlanırdı çünkü. Onun tarafından seviliyorsan derdin ki:

“Sevgi buysa iman budur, iman buysa sevmek budur.”

Bir gün yolda trafik ışığında karşılaştık. Ahmet Abi’nin aracı yanımıza yaklaştı. Yalnız da değil, Hatice Anne de yanındaydı. Heyecanla seslendi: “Maşallah, nereye gidiyorsunuz?”

Günlerden salı ya da çarşamba… Yani cumanın üzerinden üç-dört gün geçmiş, görüşmeyeli birkaç gün olmuş. Ama onu gördüğün anda anlıyorsun ki, muhabbeti kaldığı yerden devam ettirmek istiyor. Kavşaktayız, ışık birazdan yanacak, hareket etmemiz gerekiyor. Ama Ahmet Abi birden: “Efendim, böyle mi ayrılacağız?” Dedi.

O an anlıyorsun ki, bir yere gidiyordu. Ya çok önemli bir ziyarete ya da hastaneye… Ama seni gördü ve konuşması gereken iki kelime var. Seni hissetmeli, ona bir hatıra anlatmalısın, onunla var olmalısın. Onun tarafından sevilmek böyle bir şeydi.

Ferhat da bu sevgiye, bu vefaya mukabele etti. Son yıllarında, benim gurbetim devam ederken… Şahitlerden, dostlardan işittiğim ve sonrasında yazıya da döktüğü hâliyle, Ferhat, Ahmet Abi’ye o vefayı öylesine hissettirmişti ki, Ahmet Abi ona “Tercümanım” demeden önce şunu kullanıyordu artık: “Seheryelim”. Ahmet Abi’ye “Seheryelim” dedirtecek yıllar, hatıralar, muhabbetler, yazılar ortaya koymuştu.

Tercüman bahsi işte böyle.

11. Deprem onu aramızdan aldı ama Maraş’ta, akademide, dostluklarda şiirlerde ve çiçeklerde bıraktığı izler silinmeyecek gibi görünüyor. Sizce onu en çok hangi yönüyle hatırlamalıyız?

Elbette ki çiçekle, doğayla, en başta da çiğdemle hatırlamak lazım. Kapıçam’a gidip Ferhat’ın yanı başında Fatiha okumak mı, yoksa Yavşan’a gidip bir gece ya da bir gün geçirip, bir çiğdemin büyüyüşünü takip ederek, topraktan mahcup mahcup başını çıkaran bir çiğdemle selamlaşıp Fatiha’yı oradan göndermek mi derseniz, ben Yavşan’da çiğdeme okunan Fatiha derim. Ruhu daha çok okşanır onun için.

Az önce söyledim ya, endemik olan her ne varsa onu yaşatarak Ferhat’ı yaşatmak lazım. Bu bir anlamıyla yanlış bir ifade ama hissediyoruz, biliyoruz, iman ediyoruz ki, yakışacağı gibi de şehit olarak gittiler. Zaten yaşıyor, zaten yaşayacak. Yarım bırakmak üzere olduğumuz ne varsa bir an önce tamamlamak lazım—eğer tamamlanacak bir şeyse. —

Şu duyguyu hepimiz yaşıyoruz, bunu itiraf edelim. Yazıya kayda geçmiş olsun diye söylüyorum. İnsanların farklı kayıpları var, farklı acıları var hem maddi hem manevi… Geri döndüremeyeceklerimiz var elbette, toprakla buluşturduğumuz canlarımız var. Ama Ferhat’ı tanıyıp onunla birlikte olan insanların kardeşleri, yeğenleri… Kendi adıma dayılarımın tamamını kaybettim. Ferhat’ı tanıyıp da kardeş kaybeden, yeğen kaybeden başka insanlar da var meclisten, dostlardan, dükkândan… Şimdi ara ara kendimize itiraf ediyoruz: “Ama en çok Ferhat yakıyor, en çok Ferhat aklımıza geliyor.”

Bunun birkaç sebebi var. Ferhat merkezdeydi. Henüz evli de değildi. Bir motosikleti vardı. Her zaman olması gereken yerdeydi. Kendi tabiriyle: “On dakikaya her yerdeyim.”

Üniversitedeki insanlar onu sık sık görüyordu. Hocaları, çalışma arkadaşları, dostları, şehirdeki ahbapları… Dükkânda oturanlar… Gurbetten gelen birinin dâhil olduğu her mecliste Ferhat muhakkak vardı. Peki, onu tanıyan herkes neden en çok onu hatırlıyor? Çünkü Ferhat, yarım kalmışlıkların, tamamlanmamışlıkların, tadılmamış duyguların, yaşanamamış meselelerin alayıydı.

Çocukları severken Ferhat’ı hatırlamak lazım. Bizim, ikimizin, Ferhat’ın mimarı olduğu, onun yazdığı bir ifadeydi bu: “Ben çocuklarımı özledim.”

Daha yıllar önce söylemişti. Çok isterdi çocukları olsun, evlensin, yuva kursun. Bilen için ne güzel bir ifade… O yüzden, bir çocuk başı okşarken Ferhat hatırlanmalı, anılmalı.

Dünyada bulunmamızın, tadabileceğimiz, sevebileceğimiz, ulaşılabilir ve helal olan duyguların, muratların birine varamadan gitti Ferhat. Türküsü evvelden beri söyleniyor:

"Murad alıp doya doya gülmedim,

Bu kara yazıyı kendim yazmadım."

Ferhat’ın yazısı beyazdı ama, herhangi bir muradına eremedi. Ve bu, sadece Ferhat’ın Hacısı için değil, onu tanıyan herkes için ortak bir acı.

Kendi adıma, “Artık gurbette kalmamalıyım, başka bir şehre gitmeliyim” diye bir karar vermek zorundaydım. Tayin dönemi gelmişti. Ya tayin olmalıydım ya da Adana’da kalmalıydım. Bunun birkaç sebebi vardı. Mezarlara ve enkazlara yakın olmak gereken bir dönemdi. Maraş, bir polis için kötü bir tercihti ama o an başka bir seçenek yoktu. Bu ağır yükü gurbette tek başına taşımak zordu. Burada geriye kalan dostlarla bir dükkân binası bulabilecek miydik, yeniden toplanabilecek miydik; o bile belli değildi.

Şimdi bir prefabrikte anıları, hatıraları, acıları yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyoruz. Birbirimizin omuzlarındaki yükleri birbirimize yaklaştırıp taşımaya gayret ediyoruz. Ama şimdi fark ediyorum ki, asıl sebep başka.

Maraş’a her yaklaştığımda Ferhat’a mesaj atardım: “Yoldayım.” Ferhat da dostların bulunduğu gruplara hemen bir mesaj bırakırdı.

Rahmetler olsun, o da gitti… Mehmet Doğan Abi—Yazarlar Birliğinin onursal başkanı—mekânı cennet olsun. Onun “Hacım Hoş Geldin” diye bir yazısı var. Hacdan dönenlerin hislerini anlatan, içinde hafif hicivler barındıran bir yazı. “Bunu yaptın mı Hacım?”, “Şu duygularla mı geldin Hacım?” diye sorular sorarak muhasebe yaptıran bir metin.

Ben her memlekete döndüğümde Ferhat’a haber verirdim sadece. O da bu yazıyı gruplara atardı. Önceden “Hacım hoş geldin” derdi, ama bu yazıyı keşfedince artık onu paylaşır olmuştu. Mehmet Doğan Abi, bir program için Maraş’a geldiğinde Ferhat ona bu meseleyi anlatmış. Demiş ki: “Sizin böyle bir yazınız var.”

Yani, koskoca Mehmet Doğan’a… Adama böyle denir mi? Sağ olsun, tevazusunu biliriz. Kötü karşılamamış zaten. Ferhat devam etmiş: “Sizin yazınızı biz bu şekilde kullanıyoruz. Gurbetteki dostum sılaya dönerken ben ona ‘Hacım hoş geldin’ demek için bu yazıyı gönderiyorum.”

Mehmet Doğan Abi buna çok gülmüş, hoşuna gitmiş. Ben artık gurbette kalamazdım. Önümüzdeki yıllar ne getirir bilmiyorum. Çünkü “Hacım hoş geldin” yazısı Ferhat tarafından gönderilmeyecekti artık.

O yüzden, tüm yarımlıkları tam ederken Ferhat anılabilir. Çıktığınız, eskitmek istediğiniz bir kaldırım varsa, yürürken tamamlayın, Ferhat anılabilir. Baharın haberini tek başına vermeye çalışan, yemyeşil bir ovada sarı hüznüyle, sarı sevinciyle başını kaldırmış bir çiçek varsa, orada Ferhat anılabilir. Güzel meyve ağaçlarımız, bademlerimiz, eriklerimiz… Baharda bembeyaz açıp gelinlik gibi süslenmişlerse, Ferhat anılabilir. Yeşilin olduğu her yerde, Ferhat anılabilir.

12. Kardeşi onun ektiği kekikleri toplayıp dostlarına dağıttı. Ferhat Ağca’nın emekleri, hatırası ve geride bıraktıkları ile nasıl bir miras bıraktığını düşünüyorsunuz?

Ömer’den bahsetmiştik az önce, burada da bahsetmek lazım. Ferhat’tan pek çok iz, pek çok hatıra, pek çok özellik taşıyor Ömer. Üniversitedeki odasında ya da yaptığı çalışmalardan geriye ne kaldıysa, hocası Ömer’i aramış, onları teslim etmek istemiş. Büyük bir torba kekik vardı.

Tabii biz gerek dostları gerek ablası ve kardeşi, geride kalanın mirasını bir nükte olsun diye paylaşmaya çalıştık. Ömer’le sık görüşmeye başlamamız da o zamanlara denk gelir. Henüz okulunu bitirmemişti, burada intörn olarak KSÜ Tıp Fakültesinin son sınıfındaydı. Kekikten bahsetti: “Ben onu size dükkâna da getireyim, dostlara verelim.”

Ferhat, her şeyin küçüğünü, miniğini severdi. Eğer bir nesnenin minyatürü yapılmışsa, o minyatürle ilgilenirdi. Eski sarı ampullerin içine küçük dünyalar, küçük bahçeler kurmaya uğraşırdı. Ama istediği kıvamı tam yakalayamamıştı. En mükemmelini bulması lazımdı.

Mesela küçük bir şey gördüysen—diyelim ki bir çikolatanın en minik hâlini—aklına hemen Ferhat gelirdi. İşte, çikolatalı gofretin miniği çıkmıştı. O zaman ben Adana’daydım, yalnızdım; çocuklar memleketteydi. Koca bir kutu aldım, serçe parmak büyüklüğünde, minik minik çikolatalı gofretler. Hemen Ferhat’a fotoğrafını attım: “Kutuyla aldım, gel birlikte bitirelim” dedim.

İlk otobüsle Adana’ya geldi. Çikolata orada da bulunabilirdi ama... Geldi ve birlikte bitirdik. Sağ olsun, sürpriz yapmıştı. Bazı böyle gelişleri vardı. Küçük bir şey gördüğünde hemen “Ferhat” diye seslenmek isterdin. Şimdi de öyle olur.

Bulutlar… Bulutların çizdiği resimler… Kıymetli büyüğümüz, gözümüzün nuru Mehmet Akif Şen… Onu da anmak lazım, çünkü Ferhat’la birlikte gökyüzüne çok baktılar. Ferhat ona, o da Ferhat’a sık sık gökyüzü fotoğrafları atardı.

İnsanoğlunun bozamadığı, dokunamadığı—ve inşallah teknoloji buralara hiç gelmez diye dua ediyoruz—o gökyüzü… Özellikle baharlarda çok güzel olur. Bulutlar muazzam bir tabloya dönüşür. Güneş batarken ayrı, doğarken ayrı, gün içinde ayrı… Sürekli değişen, tamamen Rahmani bir manzara. Kimsenin müdahale edemediği bir güzellik, çok şükür.

Sevdiği tek büyük şey gökyüzüydü. Gökyüzünde bulutların yaptığı resimler, o tablolar…

Aklınıza gelen her ne varsa, onun küçüğü muhakkak Ferhat’ı hatırlatırdı. Yeni bir şey bulan herkes, hemen Ferhat’a fotoğraf atardı.

Ömer, kekikleri dükkâna getirdi, bana bir poşet uzattı. Poşeti elime aldım, ağırdı. Ağzını açtım, içinde minik minik kavanozlar...

Elim ayağım titredi tabii, yıldım kaldım. Ferhat’ın bu özelliğini bilmesine mi yanayım, bunu böyle yapmasına mı yanayım? Gitmiş, o kavanozlardan onlarca almış, içine kekikleri doldurmuş, bize öyle sunum yapmış. Dedim ki: “Sende Ferhat’tan kesinlikle bir şeyler var ve bu, iyi bir şey değil.”

Sonra o kekikleri gurbetteki dostlara gönderdik, gelenlere verdik, herkese birer tane dağıttık.

“Ferhat’ınız azaldıysa biraz kekik koklayınız.”

“Ferhat’ın nerede?”

“Ferhat’ınızla nasılsınız?”

Birbirimize şimdi bu soruları soruyoruz. Kiminin masasında, kiminin kitaplığında, kiminin yanında... Ömer sağ olsun, bize kekik mirasını böyle getirmişti.

Şunu da unutmayayım diye elimde tutuyorum: Biz Ferhat’la aynı tabakayı kullanırdık. Aynı tütün tabakasını...

Ben, Ferhat’a göre daha düzensiz, daha dağınık bir adamım; çok unuturum. Çanta taşırdık mesela, çanta unuturum. Eskiden küçük çantalarımız vardı, Ferhat’la birlikte almıştık. Tabaka unuturum, çakmak unuturum... Ferhat, kullandığımız tabakalar değişmesin diye ben her kaybettiğimde gider, aynısından bir tane daha bulur, alırdı.

O tabaka artık üretilmiyor. En son aldığında her yeri gezmiş, her yere ulaşmış, son bir tane bulduğuna emin olmuştu.

“Bunu sakın kaybetme. Birlikte yeni bir tabakaya geçmemiz gerekir artık, aynısından bulamayacağım.” dedi ve kendisi hiç kaybetmedi. O anlamda özenliydi, iyi korurdu.

Ben ise o tabakayı 6 şubattan beri ilk kez bir kere unuttum. Her yeri aradım. Biliyorum, tabaka geri gelmeyecek. Ferhat’ın bana aldığı dördüncü ya da beşinci tabakaydı belki. Beş kere hediye etti bana...

Döndüm dolaştım, Ya dedim, olabilir mi? Sonra Kapıçam’a gittim. Artık demek ki bin miligramın üzerine çıkmış hâlimiz... Tabaka, kendi yolunu bulmuş. Yine ben, Ferhat’ın mezarının başından teslim aldım tabakayı. Orada durmuştu. Korumuş, kollamış...

Ferhat, geride bıraktıklarıyla böyle işte; muhabbetle, hediye ile, hediyeleşme ile, hatıralarıyla tekrar tekrar anabileceğimiz bir sürü şey bıraktı.

Bütün nesneleri, insan eliyle yapılmış olanları kaybedersek de... Elbet ekim-kasım yeniden gelir, sonbahar gelir, Yavşan’a gideriz. Bütün fotoğraflar yanarsa, her şey kaybolursa... Sonbaharda Yavşan’a gidip çiğdeme bakarız. İlkbaharda gökyüzüne bakarız. Hatırlamaya, anmaya devam ederiz... Hele ki minik olan her ne varsa.

13. Onun ismini, hatırasını yaşatmak için ne yapılmalı? Ferhat Ağca’nın unutulmaması için en doğru yol sizce ne olur?

Az önce adını andığım Akif Şen’in bana yaptığı bir şeyle cevap vereyim. Gökyüzüne bakıyorduk Akif Abi ile birlikte, şöyle bir soru sordu:

“Ferhat’ı özlüyor musun, Hacım?”

Ben tabii çok hızlı cevap verdim:

“Abi, benim öyle bir vaktim yok. Bu soruyu soracağın başka biri varsa sor. Özlemek için zaman, zaman için mesafe, mesafe için de ayrılmak lazım. Ben tıbbi olarak ya profesyonel bir şizofrenim ya da böyle yaşamanın bir yolunu buldum.”

Akif Abi elbette bu cevapları biliyordu, ama yine de sordu, bir cevap almak istedi.

“Vallahi kusura bakma abi, benim öyle bir anım yok.” dedim.

Sonra, Raşit Hocam bu soruyu duyduğunda, “Ya böyle bir soru sordu Akif Abi. Böyle bir cevap verilebilir mi?” dedim.

O da konuyu tasavvufa bağlayarak şöyle söyledi:

“Râbıta vardır. Mürşide râbıta, şeyhe râbıta... Yani irtibat kurmak. Bunun için uzak kalırsın ve kendine bir zaman dilimi ayırırsın. Bu, akşam namazıdır, sabah namazıdır. Ya da günün herhangi bir anında ihtiyaç duyarsın ve yaparsın. Çünkü ayrı kalmışsındır, ihtiyacın vardır, onunla hemhâl olman lazımdır. İşte 'Evvel refîk, âhir tarîk' dediğimiz gibi… Önce yoldaş, sonra yol… Fenâ fi’ş-sofî, fenâ fi’ş-şeyh, sonra fenâfillah… Yani önce yoldaşınla, sonra mürşidinle, en nihayetinde ulaşman gereken yere ulaşırsın.”

Raşit Abi de “Aynen öyle” dedi: “Hacıma bu soru sorulamaz. Hacım bırakmıyor ki râbıta etsin, bırakmıyor ki özlesin.”

Dolayısıyla unutmak kelimesi geçtiği için bu hatırayı naklettim. O, unutulmayacak. Elhamdülillah. Ben kendi dünyamda, kendi gönlümde onu öyle yaşatmayı seçtim. Telefonumun ekranını değiştirmiyorum. Biz dostlarla karar verdik. Kayda girsin ki ben ısrarcı oldum. Hepsine gereğinden fazla acı çektirmeyi ben istedim.

Başta herkes... Bunu hepsi de itiraf edecek, eder... "Kaçmak!" Kaçmak kelimesinden daha uygun bir şey nasıl bulunur bilmiyorum. Mola vermek mi? "Bir duralım, hele bir dinlenelim" mi demek? Herkeste bu düşünce vardı. Ama ben dedim ki:

“Hançeri en derine kadar sokacağız. Her zerresi işleyecek. Kanayabildiği kadar kanayacak. Ne olacaksa olacak. Ama hiç kaçmayacağız.”

Biliyorum, hâlâ fotoğraflara, videolara, albümlere bakamayanlar var. Hâlâ… Ben de burada bu röportaja başlarken elbette ki zorlandım. Devam edemeyeceğimi anladım, “Bu burada olmayacak.” dedim. Ama şaşırdım da… “Ben zaten 24 saatin içindeyim, rahat konuşurum, anlatırım.” diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Sonra dostlar da ikna oldular, kırmadılar sağ olsunlar.

Sarılalım. Sarılabildiğimiz kadar sarılalım. Asla kaçmayalım. Daha çok anlatalım… Bütün hatıraları, hepsini, özellikle Ferhat’ı daha çok analım. Yetmiyor mu? Öyleyse şöyle yapalım: “Ferhaaaat!” diye bağıralım.

Nasip oldu, Ferhat’ı, Ahmet Abi’yi, Fazlı Abi’yi, diğer dostlarda bulabilmek, görebilmek adına umreye gittik hep birlikte. Oraya vardığımda aklıma geldi. “Eyvah!” dedim, “Harika bir şey, ama kimsenin umurunda olmayacak.” Daha doğrusu, dili bilen var, bilmeyen var. Sonra kalabalığa baktım ve düşündüm: “Bu, müthiş bir şey!” Ben de “Ferhaaaat!” diye bağırmaya başladım. Mekke’nin her yerinde, Medine’nin her köşesinde…

Zaten on ay boyunca Trabzon Caddesi’nde, ister kalabalık olsun ister tenha, “Ferhaaaat!” diye bağırıyordum. Ben polisim, emniyetteyken de bağırıyordum. Sonra dostlar bunu da kurumsallaştırdı, sağ olsunlar. Bulundukları şehirde, oldukları yerde…

Biz zaten kendi içimizde “unutmak” kelimesine imkân bırakmadık. Çünkü unutabileceğin şey, biraz mesafe bıraktığın şeydir. Biz her an, her duyguda, “fenâ fi’f-Ferhat” olduk. Biz onda kaybolduk, o bizde kayboldu.

Tabii şundan da bahsedeyim… WhatsApp’ın, Telegram’ın üç-altı ay sonra kullanıcıları sildiğini bilmiyorduk. Biz yazmaya, yazışmaya devam ettik. Eşim de şahit hepsine. Sağ olsun, akli dengemle ilgili endişeleri oldu çoğu zaman. Bir şey olacak diye düşündü. Belki de olurdu, bilmiyorum. Çünkü biz şu noktaya gelmiştik: “Ya akıl çıksın gitsin bu bedenden, ya da bu şekilde yaşamaya razı olsun.”

Kaçabileceğimiz bir yer yoktu ki… Hatıramız çok fazla. Albümlere sığmaz fotoğraflarımız, videolara sığmaz çektiklerimiz, ses kayıtları yetmez… Hatta kaydedilmemiş olanlar bile var. Ve ne yazık ki –eğer bunun adı işkenceyse– çok büyük bir işkencenin içindeyim. Ben unutamıyorum hiçbir şeyi. Mesela dostlarda şu var. Mehmet Abi’ye bir şeyden bahsediyorum. Üçlü bir sohbeti anlatayım: Mehmet Yaşar, Ferhat Ağca ve ben.

Biz Ferhat’la göz göze geliriz, çünkü Mehmet Abi’ye bir şeyi hatırlatmaya çalışıyoruzdur. Ama o hatırlayana kadar bizim doksan dokuz kelimelik cümlemizin doksan sekizini daha önce bakışarak halletmişizdir zaten. Mehmet Abi’ye bizim o doksan dokuz kelimeyi vermemiz gerekir ki hatırlasın. Ben dedim ki: “Siz bir nimetin içindesiniz.” Akif Şen Abi de öyle… Hatırlamıyorlar. Ahmet Abi’ye Mehmet Abi’yi şikayet eder gibi bundan bahsetmiştik. Bir gün Ferhat’la şöyle dedik:

“Mehmet Yaşar’a bir şey anlatıyoruz Ahmet Abi. Halbuki birlikte yaşamışız. Ama o hatırlasın diye verdiğimiz mücadeleyi bir görseniz...” Ahmet Abi ise hiç beklemediğimiz bir yere çekti konuyu.

Mehmet Abi’ye döndü ve dedi ki: “Peki, hatıralarımız ne olacak Mehmetçiğim?”

Ben hemen “Ben varım.” dedim. “Ben ve Ferhat kayıt altındayız.”

 Bu yüzden hiçbir anı, hiçbir kareyi unutamıyoruz.

Şu an önümde bir gül ağacı var. Ona baktığımda, Ferhat’ın o ağacı tutuşunu hatırlıyorum. Tarihiyle, vaktiyle, bulunduğumuz yerle birlikte o ana gidiyorum. Bu, artık benim kendi içimde kabullendiğim, sarıldığım, “İyi ki” dediğim bir hâl. Dostlar benim adıma üzülüyorlar. Çok fazla acı çektiğimi düşünüyorlar. Belki de öyledir, bilmiyorum. Ama ben memnunum. İnşallah, Gayretullah’ı incitmeden ne yapıyorsak ne yaşıyorsak yaşıyoruzdur


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder