Hasan EJDERHA’ya
Havanın kararmasına çok bir şey kalmamıştı. Bunu serçe kuşlarının son uçuşlarını ve son ötüşlerini yapmasından anladı. Kuşlar, az ötedeki köy mezarlığının üzerinde uçuşuyor, koyu yeşil çam ağaçlarının aralarına girip çıkıyordu. Zaten mevsim ne olursa olsun günler ne kadar uzun, ne kadar kısa olursa olsun şehirden hep aynı saatteki tek minibüse biner ve köyüne hep hava kararmadan girerdi. Bunun kendinin bir kerameti olduğunu bilecek biriydi Maşuk. Adliyenin önünde arzuhalcilik yapardı. Uzun boylu, tarak girmeyecek kadar sakallı, düz kır saçlı, siyah yuvarlak çerçeveli gözlükleri olan genelde yakasız gömlek, keten pantolon ve yelek giyen uzaktan ya da yakından görenin arzuhalci demeyeceği biriydi. Kerameti vardı evet ancak bunu hiç dillendirmezdi, çoğu zaman aklına bile getirmezdi. Hatta bir keresinde bir Ramazan günü iftara az bir zaman kala köyün emektarı ihtiyar minibüsün lastiği patlamıştı da herkeste açlığın,susuzluğun ve de en önemlisi tütünsüzlüğün verdiği gerginliğe bir de bu eklenmişti. Ama Maşuk hiç tedirgin olmadı kılı bile kıpırdamadı. Yine nasıl olduysa olmuş minibüsten daha yaşlı ve daha emektar olan minibüsün şoförü Köşger Ökkeş onları aynı vakitte akşam ezanından önce köye ulaştırmıştı. Bu ihtiyar minibüsün en küçük kusuru arada bir lastiğinin patlamasıydı. Yolculara göre minibüsün en büyük kusuru klimasının sadece camlar açıkken araba hareket edince çalışmasıydı. Bu durum özellikle yaz aylarında yolculara daha fazla eziyet veriyordu. Minibüsün Köşger Ökkeş’e göre en büyük kusuru sadece on iki yolcu alabilmesi ve aracın yapısı itibari ile ayakta yolcu alamamasıydı. Gerçi bugüne kadar hiç mi hiç köye giden on üçüncü yolcusu olmamıştı minibüsün ama bunu hiçbir zaman Köşger Ökkeş’e anlatamadılar.
Yıl, ay, gün ne olursa olsun akşam ezanından önce evde olurdu ve herkesin evde olmasını isterdi Maşuk. Onun için akşam ezanından sonra dışarıda olmanın şartları şehadet parmağının boğumları kadardı: yatsı namazı, mübarek geceler ve davetler. Minibüs aynı vakitte aynı yerde aynı şekilde tıslayarak durdu. Maşuk, ayaklarının önüne koyduğu poşetlerini aldı hemen yanında şoför koltuğunda oturan Köşger Ökkeş’in omuzunu takdir edercesine tıpışladı:
⁃Eyvallah, dedi.
Köşger Ökkeş sanki takdir edilmesinden memnuncasına alışılmış bir baş selamı verdi. Maşuk, minibüsten indi ve hızlı adımlarla evine doğru yürüdü.
Eve girdiğinde akşam yemeği hazırdı. Elindeki poşetleri torunu Şamil’in eline tutuşturdu. Başını okşayarak, gözünü çocuğun gözünden ayırmayarak:
⁃Aslanım, artık okula hazırsın, her şeyin tamam oldu, dedi.
Öyle olacaktı tabi, “torundu bu başka bir şeye benzer mi?” diye düşündü. Şamil görenin dönüp bir daha baktığı hafif kıvırcık saçlı, tombul kırmızı yanaklı, gözlüklü tatlı bir çocuktu. Tatlı olmasa ne olacaktı? Dedik ya torundu bu başka bir şeye benzemezdi. Maşuk’un deyimiyle “baldan tatlı”ydı. Şamil, elindeki poşetlere ucundan baktı, siparişlerinin alınması mutluluğu ile dedesine teşekkür etti. Poşetleri yer minderinin üstüne bıraktı. Sofraya oturdu. Maşuk, dış kapının yanında sonradan yapıldığı belli olan lavaboda ellerini yıkadı. Hazırlanan yer sofrasına oturdu. Şamil’i yanına oturttu. Can yoldaşı Hatice, yemeği tam vaktinde hazır etmişti. İkisi de birbirine minnetle baktı. Maşuk, bakışı her zamanki gibi kısa tuttu. Maşuk, eşini ve çocuklarını severdi, bunu hissettirdi. Ama gereği kadar hissettirirdi ya da öyle yaptığını sanırdı. Eğer böyle yapmazsa otorite sağlayamayacağını düşünürdü. Ama Şamil bambaşkaydı, onu sevdiğini öbürleri kadar gizleyemiyordu. Dövme pilavından, yaz salatasından ve yufka ekmekten ibaret mükellef sofraya iştahla baktı Maşuk. Bu yemeği çok severdi, eşi de sevdiği için yapmıştı zaten. Eşine bir kez daha minnet duydu. Ancak bu minneti yüzüne yansıtmadı bu sefer. Maşuk, Yufka ekmeğin arasına dürüm edilmiş döğme pilavı ve salatadan son lokmayı yuttuktan sonra:
⁃Eline sağlık hanım. Elhamdulillah bugün de doyduk, dedi.
Hatice, buna memnun olarak ve bu memnuniyeti de belli ederek:
⁃Allah razı olsun. Şifa olsun bey, dedi. Atik hareketlerle sofrayı toplamaya girişti.
Maşuk, sofradan kalktı. Abdestini tazelemek için lavaboya giderken hanımına komşularının çay içmeye geleceğini hatırlattı. Bugün şehirden aldığı helvanın da Şamil’e aldığı poşetlerin içinde olduğunu söyledi. Misafirlere helva da ikram etmenin uygun olacağını söyledi.
Akşam namazını evde cemaat yaparak kılmışlar, çay demlenmiş, misafirler gelmiş, helva ikram edilmiş; Maşuk, bir yandan yine derin yarası olan hacca gidememe anılarını anlatıyor, bir yandan da Torunu Şamil’e aldığı okul malzemelerini incelerkenki mutluluğunu seyrediyordu. Bu derin yarasını bile dile getirerken gözünü torunundan alamıyordu.
“Ah!” diyordu “Ah! bir gidebilsem”. Her cümlenin sonunda bunu diyordu: “Ah! bir gidebilsem”. Komşusu ver dostu Ahmet ile aynı yaştaydılar, o bir kez gitmişti. Ama Maşuk’a nasip olmamıştı. Parası vardı, hep olmuştu. Ama parayla gidilmezdi ki o mübarek beldeye, çağırılacaktı ancak öyle gidilirdi. Ama çağırılmamıştı işte. Bu çağrılmamanın acısıyla bir kez daha dedi:
⁃Ah! Hacı Ahmet gardaş bir gidebilsem.
Hacı Ahmet sanki o mübarek beldeye çağrıldığına utanır gibi oldu. Yerinde doğruldu oturuşunu düzeltti. Lacivert avcı yeleğini çekiştirdi. Sık saçlarını hafiften bir okşadı. İri parmaklarını göbeğininin üstüne koydu.
⁃İnşallah sana da bir gün nasip olur gardaş, dedi. Sonra bu teselli cümlesini yetersiz buldu:
⁃Rabbim oraya gitmeyi nasip edecek ameli yapmayı sana nasip etsin inşallah, dedi. Sonra bu cümleyi yeterli buldu.
“Benim oraya gidecek kadar amelim yok mu ki orayı haketmiyor muyum ki böyle diyorsun.” diye düşünmedi ikisi de. Zaten düşünmezlerdi. Ne bunu söyleyen böyle bir şey ima eder ne de bunu dinleyen böyle bir şey anlardı. Çok iyi dosttu ikisi de.
Bütün bunlar olurken Şamil’in ufak çığlığı duyuldu. Herkes o yana baktı.
⁃Dede almışsın o beğendiğim matarayı, dedi. Elindeki siyah gösterişsiz basit tasarlanmış matarayı eviriyor çevriyor, içi içine sığmıyordu Şamil’in. Maşuk, en az torunu kadar mutluydu.
⁃Hayırlı olsun aslanım, dedi.
Hacı Ahmet hiçbir şeye anlam veremedi. Önce Şamil’in elindeki mataraya baktı. Sonra da dostunun canı yanan konuyu değiştirmek de isteyerek:
⁃Hele ver bakalım o neymiş yeğenim, dedi. Şamil’in elindeki matarayı aldı.
⁃Bu ne böyle, ne işe yarar? diye sordu.
Şamil atıldı hemen:
⁃Nasıl bilmezsin Ahmet emmi buna matara derler, içine su koyarsın şerbet koyarsın ayran koyarsın hem rahat taşırsın hem de akşama kadar soğuk tutar içindekini. Nenemin yaptığı ayranı anamın yaptığı reyhan şerbetini artık okula götürebileceğim sağol dede, dedi. Dedesinin boynuna sarıldı.
Hacı Ahmet elindeki mataraya tam umudunu kestiği anda yitiğini bulan bir insanın yüz ifadesiyle bakıyordu. İçinden “Ah! böyle bir şeyim olsa ne iyi olur. Arayıp da bulamadığım bir şey bu” diye düşünüyor. “Yıllardan beri buna ihtiyacım varmış.” demekten kendini alamıyor, aklına yaz günleri tarlada yaşadığı zorluklar geliyordu. Evet yanında su götürüyordu ancak su küpü yeteri kadar ağırdı zaten, tarlanın bir ucundan öbür ucuna taşımak zahmetli oluyordu. Hem zaten çok yoruluyor, yaşlı bacakları ağır yükü kaldıramıyordu artık. Mataralı hayaller kurmaya başladı, sonra: “şurasından şalvarıma asarım ulan! ne de yakışır he tarlanın ucuna mı gittin susadın mı çök yere iç suyunu hem hanımın yaptığı meyan şerbetinden de doldurum içine oyy keyfe bak. Sonra tarla komşuları bakar halime ‘yav Ahmet emmi o ne öyle nerden buldun onu, bak adamdaki keyfe bak’ derler, imrenirler.” Hacı Ahmet bütün bunları düşündü bir an. Sonra kendine geldi kurtuldu hayal dünyasından. Elindeki matarayı Şamil’e uzattı: iç çekerek “Peh malın olacak ki!!” dedi. Arkasından bir süre baktı mataranın.
Maşuk, Hacı Ahmet’in halinden hemen anladı ne düşündüğünü, ne hissettiğini, matarayı ne kadar beğendiğini; hatta kurduğu hayalleri matarayı şalvarına asacağına kadar hesap ettiğini, hepsini anladı. Maşuk, bu yaşına kadar kendinden kim ne istediyse hep Allah rızası için vermişti. Bunu çok önemserdi, mutlaka yapardı. Hatta bu yüzden bazen eşi, çocukları kendine darılırdı. Ama bunu hiçbir zaman belli etmezlerdi. Maşuk, matarayı dostuna vermeyi düşündü hemen, sonra torunu geldi gözünün önüne ne kadar mutluydu. Nasıl verecekti ki hem o küçücük çocuktu hem dostu açıktan istememişti ki matarayı versin. Nefsinin esiri olmadı Maşuk, hem illa istemesi mi lazımd, bir gönül yapmak Kabe-i Muazzamı yapmak değil miydi? Şamil’in elindeki matarayı aldı, dostuna uzattı. “Al gardaşım” dedi. Dostunun yüzündeki mutluluğu, eşinin yüzündeki kızgınlığı, torunu Şamil’in hıçkırıklarını görmüyordu. Uzaklarda bir yerde Kabe’yi görüyor gibi, kendine ne iyi yaptın Hacı Maşuk diyorlar gibiydi.
Yüreğine sağlık Maaşallah
YanıtlaSilMaaşallah Sübhanallah taze kalem e
YanıtlaSiltürk edebiyatının genç hikâyecisi hayırlı olsun. bizden bir hikâye, bizim hikâyemiz. var olasın.
YanıtlaSilŞamil'in hıçkırıklarının dindiği ikinci sayfayı merakla bekliyoruz azizim! Csm
YanıtlaSil