1. Ferhat Ağca ile nasıl tanıştınız, ilişkiniz nasıl şekillendi?
Nasıl tanıştık? Sorular elime ulaştığından beri bunu düşünüyorum. Kıyı şeridinde büyüyen bir çocuk, “Ben hep yüzme biliyordum” der ya, işte öyle... Sanki her zaman tanışıklığımız vardı. Bir gün bu soruyla gerçekten karşılaşır mıydık? Karşılaştık.
Ferhat, üniversiteye yeni başlamıştı. 2012 yılı olmalı… Kültür ve Medeniyet Topluluğunun bir faaliyeti vardı. 2005 yılında kurulan bu topluluğun etkinliğine katılmıştı. Ferhat, lise yıllarında da oldukça aktif biriydi. Dayısı, yapımcı ve yönetmen Ahmet Okur olduğu için kültürel ve sanatsal meselelere ilgisi vardı. Üniversiteye geldiğinde de bir topluluk arayışına girmişti. “Burada bir şeyler yapabilir miyim?” diye soruyor, programlara katılıyor, araştırıyordu.
Sanırım birinci dönemdi, büyük ihtimalle kış aylarıydı, yani 2012’nin sonları… O, programa gelmişti ama biz o gün tanışmadık. Etkinlik, Cahit Zarifoğlu Konferans Salonu’nda gerçekleşmişti. Ferhat, sonrasında o günle ilgili birkaç şey anlatmıştı. Aslında bizimle doğrudan bir bağlantısı olmayan bir programdı.
Bizden rica ettiler, programlarını bizim toplulukla yapmak istediler. Sütçü İmam programıydı. Bazı arkadaşlar organize etmişti. Sahnede ilk kez kadın katılımcıların yer aldığı bir program gerçekleştirmiş olduk. Aslında bir tiyatroydu; Sütçü İmam olayını canlandıracaklardı.
Ferhat, Kültür Medeniyet Topluluğu hakkında bir şeyler araştırmaya çalışmış. Sonra sahnede kadınları görünce “Bunlar yaramaz” diyerek bizimle tanışmaktan vazgeçmiş. O programda Mehmet Abi yine sunucuydu ve yine şiir okudu. Tiyatro yapıldı, program sona erdi.
Birkaç gün ya da bir hafta sonra Ferhat’ın hem evinin hem de dayısının değirmeninin bulunduğu kaldırımdaydık. Ferhat’tan bahsederken, ara ara gerek diğer sorularda gerek sohbetin içinde büyük dayısı Veli Hoca’dan (Veli Okur) ve en küçük dayısı Ahmet Abi’den (Ahmet Okur) bahsedeceğiz. Artık biz de onlara dayı diyoruz. Onlardan kesinlikle söz edeceğiz...
Veli Hoca’nın değirmeninin, iş yerinin ve mahallelerinin bulunduğu, Maraş tabiriyle söylemek gerekirse, Nahırönündeydik. Değirmen ve marketin olduğu kaldırımda… Ferhat da değirmende çalışıyordu. Saçlarında hafif un vardı. Yaklaştı. İlk kelimesinin ne olduğunu tam hatırlamıyorum ama o güldü, ben güldüm. Beni orada görünce şaşırdı. Çünkü kafasında farklı bir profil vardı. Sanki biz her hafta kadınların tiyatro oynadığı programlar yapıyormuşuz gibi bir düşüncesi oluşmuştu. Halbuki durum öyle değildi.
Sonrasında birbirimizi daha iyi tanıdık, ortak tanıdıklarımız olduğunu fark ettik. Görüşmelerimiz başlarda kesik kesik oldu. Birkaç hafta sonra “Tekrar üniversitede buluşalım, bir çay içelim” dedik. O sırada Çanakkale programı yapmayı planlıyorduk. Ahmet Dayı’nın “Son Kale Çanakkale” adlı bir belgeseli vardı. Programın afişine de aynı ismi koyduk. Ferhat, belgeselin orijinalini getirdi. Ahmet Dayı ile görüştük. Sonra İsmail Göktürk Hocamın da Ahmet Dayı ile tanıştığını öğrendik. Böylece programa odaklandık.
Bu süreçte Ferhat’la daha fazla vakit geçirme fırsatımız oldu. Ben dükkân konusunda biraz kıskancımdır, pek fazla kalabalık olmasını istemem. Ferhat’ı dükkâna davet etmek kolay olmadı, üç-altı ay kadar sürdü. Sonunda geldi ama belki bir yıl kadar, yani 2013’ün başına kadar sürdü bu süreç. 2013’ün sonlarına doğru artık her gün ya da her hafta görüşmeye başlamıştık. Program sonrası ilk kez dükkâna geldi ve o günden sonra daha sık görüşmeye başladık diyelim.
2. Sizce Ferhat Ağca’nın hayatını ve düşüncelerini şekillendiren en büyük etken neydi?
Rahmetler olsun… Anne babasının emeklerini göz ardı etmemek lazım. Televizyonu olmayan evde büyüyen bir anne, dayıları da aynı şekilde. Ahmet Dayı ile ilgili en büyük esprimiz de buydu aslında: Televizyonsuz bir evde büyüdü ama şimdi yapımcı, yönetmen… Tabii, diğerlerinin hayatları farklı şekillendi.
Veli Dayısı ve Ahmet Dayısı… Ferhat’ın üzerinde bu ikisinin etkisi çok büyük. Biri gönül mimarı, diğeri ise dünyadaki pek çok meselede her istişaresini yaptığı kişi. Veli Hoca, gönlünü mayaladığı, tasavvufla tanışıklığında en büyük yardımcısı. Ahmet Dayı ise fikirleriyle, yönlendirmeleriyle, lise yıllarından beri çok etkili.
Ama en güzel tarafı şu: Ferhat, bizimle ve dükkânla tanıştığında, orada yazıp çizen, konuşan insanları gördüğünde şu soruyu sormuştu, kaç kişiydik tam hatırlamıyorum ama Raşit Hocam da vardı: “Ben konuşabilir miyim? Yazı yazabilir miyim?”
Raşit Hoca ise ona şöyle dedi: “Seni konuşturacağız.”
Mesele şu… Dükkânın bize en büyük mucizesi, mirası, faydası: Ne isen o hâlinle kabul edilmen. Bir süre sonra insan kendisiyle savaşmayı bırakıyor, olduğu gibi kabul ediliyor. Orada herkes kimliklerini dışarıda bırakır. Sana çay ikram eden kişi bir yerde profesör olabilir, bunun bir önemi yoktur. İçeri giren kişi sünnet üzere neresi müsaitse oraya oturur. Ahmet Abi’nin meşhur sözüdür: “Koltuklarımız numaralı değil, buyurun oturun.” Selamlaşılmaz, İstiklâl Marşı ile başlanmaz, belirli bir gündem olmaz.
İşte Ferhat’ın o soruyu sormasının temel sebebi de buydu. “Konuşabilir miyim?” sorusunun ardında, “Ben zaten bir miktar bir şeyler yapmaya çalıştım” değil, “Ben hiçbir şey değilim” fark edişi vardı. Teslim olmayı çok iyi başarabilen biriydi. Peki neye teslim? Dosta teslim… Geriye dönelim; aile büyüklerine teslim, büyüğüne teslim, hocasına teslim, yoldaşına teslim… Konu ne olursa olsun.
Tasavvufta belki en iyi bilmemiz gereken, belki ilk öğretilen ve hakikatin özü olarak sona geldiğimizde de anladığımız şey şudur: Evvel refik, badel tarik. Yani, önce yoldaş, sonra yol.
Dükkânla birlikte Ferhat… Bir kere, o anlamda ailesi itibarıyla bembeyaz bir sayfaydı. Tabii, bu ailedeki bütün çocuklar öyleydi gibi anlaşılmasın. Bunu okuyacak kuzenleri falan olur, onlar beni anlasın diye söylüyorum. Ferhat’ın kendi özelinde apayrı bir yeri vardı. Ailenin en büyük erkeği, ikinci çocuğuydu.
Depremden önce de dinlemiştik, sonrasında da… Emine Annenin hasbelkader öğrendiği, biraz okuma yazmayla yazdığı şiirleri vardı. Evde bir şey okumak da izlemek de kolay değildi. Veli Dayısı ile birlikte Emine Annenin bir şeyler okuduğu zamanlara şahit olmuştu. Yıllar sonra onlara tekrar ulaşınca, “Anneden de bir şeyler varmış demek ki…” diye düşünmüştüm ben de. Buna bir yüzdelik vermek doğru olmaz, çünkü yüzdeliğin içine sığdıramayız onu.
Dükkândaki her günümüz, her anımız, her hatıramız, bu şekillenme ile devam etti ve ediyordu. Karakterimiz de, hayallerimiz de, istikbale dair ne düşüneceksek… Kariyer dersek kariyer, evlilik dersek evlilik… İleriye dair her ne düşünüyorsak, bunların hepsini şekillendirirken, dükkân bizim için bir ev, bir medreseydi. Kimine göre küçücük bir oda belki, ama Muzaffer Hocamın dediği gibi: Bazen canımız sıkılırsa, “Yeşile bak” derdi. “Yeşil olan yerde olsak da olmasak da hemen yeşile bak.”
Dükkân, uçsuz bucaksız dağlara, yeşile bakar gibi bakabildiğimiz, bakmayı öğrendiğimiz bir yerdi Ferhat adına. Dediğim gibi, bunu bir yüzdelikle anlatamam. Çünkü yüzdelikteki yüz buna yetmez. Ama “dükkân” derim, ötesine başka diyemem.
3. Ferhat Ağca’nın sizin için en belirgin özelliği neydi, onu diğer dostlarınızdan ayıran şey nedir?
Bu çok zor bir soru… Bunu geçebilirdik.
En belirgin özelliği neydi? Rabbülâlemin bize bir frekans vermişti sanki. Diyelim ki bir cümle var, doksan dokuz kelimeden oluşuyor. Biz, Ferhat’la sadece son kelimeyi söylerdik. Öncesindeki doksan sekiz kelimeyi ise bakışarak paylaşırdık. Konu konuşulur, biz mevzuyu anlar, son kelimeyle tamamlayıverirdik. Çünkü zaten hepsini anlamıştık.
Bulunduğumuz ortamdayız… Diyelim ki bir horoz sesi duyduk. O an, sekiz yıl önce bu sesle yaşadığımız bir şeyi hatırlıyoruz. Son kelimede biz sadece şunu diyebiliriz: “Kozalak düştü.” Halbuki horoz sesiyle doğrudan bir ilgisi yok. Ama “Kozalak düştü” dedikten sonra, mevzunun tamamını –o doksan sekiz kelimeyi, cümlenin hepsini– birbirimize anlatmadan da anlayabiliyoruz. Herkesten ayıran en büyük özelliği bunu söyleyebilirim.
Dostlarımın beni konumlandırdığı yer, kendi dünyalarında bana biçtikleri rol hep aynıydı: Çok iyi bir ikinci adam olduğumu söylerdim. Bu yüzden, Ferhat’la tanışır tanışmaz, topluluğumuzun ve derneğimizin başkanı o olmuştu. O sorumluluk ona çok iyi geldi. Kendini her anlamda geliştirmeye başladı. “Diğer dostlarınızdan ayıran” ifadesi için bunu söyleyebilirim.
Bu röportajı yapan ya da bu yazıyı yazacak kişinin bir hanımefendi olması üzerine, şimdi Ferhat’la zihnimde bunu konuşuyorum. Çünkü Ferhat dernek başkanı ve topluluk lideriyken, haliyle kız öğrenciler de kendisine ulaşmaya çalışırdı. Bir gün çay ocağında otururken telefonu açtı ve oldukça hızlı, sert bir şekilde,
“Biz sizinle ilgilenmiyoruz” diyerek kapattı.
“Ne oldu?” diye sordum.
“Kızın biri ya,” dedi.
“Ne dedi?” diye üsteledim.
“Derneğe gelecekmiş, Maraş’ı kazanmış,” diye cevap verdi.
“Eee, sen ne dedin?” dedim.
“İşte, öyle kapattım yüzüne,” dedi.
“Birine yönlendirmek daha doğru olmaz mıydı?” diye sordum.
“Beni niye arıyor ki?” dedi.
“E demek ki bir tek senin numaranı bulabilmiş olmalı,” diye yanıtladım.
Bayanlarla konuşamazdı. Bu konuda tam anlamıyla kaçınırdı. Kaçınırdı derken, yetiştirilme tarzından gelen bir mahcubiyet hâliydi bu; utanırdı, asla rahat konuşamazdı. Şimdi dönüp baktığımda, Ferhat sanki bana şöyle diyor:
“Giden sen, kalan ben olsaydım bile, bu röportajı yapmazdım. Bu röportajı bana Zehra Boyraz yaptıramazdı.”
Mehmet Abi’ye de demiştim. Geldiğimiz noktada, Ferhat’la ilgili böyle bir çalışmaya girişen yine bir hanımefendi oldu. Gerek tasavvufî edep gerek aile terbiyesi bakımından bu tavrı hep sürdü. O, bu konuda beş yaşında, yabancı bir ülkede dil bilmeyen bir çocuk gibiydi; ürkek, çekingen ve kelimelere hâkim olamayan... Bir hanımefendi karşısında kesinlikle böyle olurdu.
4. Ferhat Ağca için Maraş sadece bir şehir miydi? Yoksa onun ruhunda bambaşka bir anlamı mı vardı? Şehrin neresinde onun ayak izlerini, sesini, hatırasını en çok hissediyorsunuz?
Sorunun başı… Cevabı kendi içinde saklı. Maraş, kesinlikle sadece bir şehir değildi, sadece memleketi olduğu bir yer de değildi. Orayı yalnızca doğduğu, büyüdüğü yer olarak görmezdi. Sosyal medyada Ferhat, her zaman kuytu bir köşe bulur ya da herkesin bildiği ama fark etmediği bir açıdan fotoğraf çeker, üzerine yazarak paylaşırdı. “Maraş doğası” diye bir kavramı yaygınlaştırmaya çalışmıştı.
Burada bir kez daha Ahmet Dayıyı analım. Onun bir sözü Ferhat için hem bir ilham kaynağı hem de bir kanıt olmuştu. “Maraş’ı neden bu kadar seviyoruz?” sorusuna cevaben Ahmet Dayı şöyle derdi: “Maraş çok iyi bir mutfak.” Bunu hem sitemle, hem övgüyle hem de Maraş’ın kendisine kattıkları adına söylerdi.
Şimdi bir restorandayız, bir kafedeyiz, bir mekândayız. Mutfağı hiçbirimiz görmüyoruz. Mutfakta kim var, kim çalışıyor, hangi malzemeleri kullanıyorlar, ocakları nasıl, duvarları nasıl, ışıkları nasıl bilmiyoruz. Aynı bunun gibi, Maraş da çok iyi bir mutfak. “Maraş Akdeniz Bölgesi'nde mi?” sorusuyla başlayan, lise yıllarımıza, hatta yirmi yıl öncesine gidersek üniversitemizin isminin beğenilmemesine kadar uzanan bir mesele var. Maraş’ın yetiştirdiği pek çok isim, farklı alanlarda önemli işler başarmış büyükler olarak anılabilir. Ancak Maraş, hâlâ sadece bir mutfak olarak anılmaya devam ediyor. Peki, iyi bir meydan mı, iyi bir restoran mı, iyi bir kafe mi? İşte bu tarafı tartışmaya açık.
Bundan hareketle, Ahmet Dayı’nın söylediği bir söz gelir akla. Ferhat da bunu zaman zaman bazı sohbetlerde dile getirirdi. Aslında Ahmet Dayı’nın vurguladığı şuydu: “Mutfakta kalmaya devam et.”
Mutfağın merkezi de mutfağın ortası da bizim için elbette ki “dükkân”dı. Sorunun devamı zor. Şimdi, tıpkı uçan beyaz bir kelebek gibi... Bizim teorik hafızamız pek iyi değil. Ferhat’ın hafızası bu konuda bir miktar daha iyiydi, çünkü akademide yol almıştı. Ama benim teorik hafızam o kadar güçlü değil. Kelimeler, şiirler, kitap isimleri bazen aklımdan uçar gider. Ana hafızamız ise bizi bazen çok acıtacak kadar… –Vallahi, beyaz kelebekler çoğaldı.–
Şimdi kelebeğin birkaç anlamı var. Bunu ileride dile getirir miyim, söylemez miyim bilmiyorum…
Bir gün Ferhat’ın mezarının başında, rengârenk bir tırtıl vardı. Üstelik mevsim bahar değildi, tırtılın koza örmesi gereken bir zaman da değildi. Fotoğrafını, videosunu çektim. Sonra oturup düşündüm, mezarlıkta yüzlerce mezarı dolaştım. Kapıçam’ın her köşesini gezdim, gerisine, ilerisine doğru yürüdüm ama başka bir tırtıla rastlamadım. Sadece Ferhat’ın mezarının üzerinde, kocaman ve rengârenk bir tırtıl vardı. O an dedim ki: “Bana başka bir kanıt gerekmiyor.” Tek bir tane tırtıl vardı, o da Ferhat’ın mezarının üzerindeydi.
Hemen Kevser’e, eşime, fotoğrafı ve videoyu gönderdim. Dedim ki: “kelebek görüyorum, çocuklara kelebek gösteriyorum. Beyaz kelebek bulup gösterene çikolata hediye ediyorum.” Çünkü Ferhat buydu benim için. Kanıt, keramet ya da her ne derseniz, o rengârenk tırtıl benim için o olmuştu.
Şehrin her köşesinde onun izleri vardı. Polis okuluna gittiğim hafta, Ferhat bir şiir yazmıştı: “Gid/işine” diye. Gitmek zordu, ama şartlar… Sonrasında bana bir fotoğraf attı: En çok oturduğumuz Mis Çay Evi’nden, artık olmayan o sokaktan… Müftülüğün yanında, masada iki çay… Fotoğrafın altına da şunu yazmıştı: “Bu fotoğrafın çekilmesine vesile olduğun için…” Devamı üç nokta. Sonra beni arardı, konuşurduk. Tabi benim telefonum çalıyor, kendisinin artık telefonu çalmıyor. Ben iki yüz kilometre kadar gitmiştim de ona kilometre hesabı yapamıyoruz.
“Kaldırımlar” benim de sık kullandığım bir mazmun. Üstâdın koskoca Kaldırımlar şiirini yabana atmayalım tabii. Aynı şekilde Ahmet Abi’nin de. “Amaçsızca” kelimesi pek uygun düşmez, hadi bir kaldırımda yürüyelim. Nereye gittiğimizin önemi yok, biriyle buluşacak mıyız, yemek yiyecek miyiz, birini arayacak mıyız, bunlar da önemli değil. Yürüyelim, sadece yürüyelim…
Şimdi ben iki şeye tutunuyorum: Biri dut ağacı, diğeri kaldırımlar. Kaldırımları kazıdılar, dut ağaçlarının bazılarını da söktüler. Geriye kelebekler kaldı. Her gün doğup, her gün yeniden doğan… “İyi ki kelebekler var” diyorum. Çünkü bir sürü dut ağacını söktüler. Şehir, bir şekilde yeniden kurulacak.
Depremden birkaç ay sonra, bu fotoğrafı telefonuma koydum. İşte, iki yıldır o fotoğraf var ekranda. Ahmet Abi’nin bize aldığı ikiz gömlekler… Tabi bir sürü dost “Yapma” dedi, “Sakın, iyi olmaz” dediler. Ama buradayım, eşim de şahittir, günde birçok kez hatıra isim anıyorum. Bulunduğum mekân fark etmeksizin, uzağa doğru “Ferhaaaat” diye bağırıyorum, ne kadar uzatabilirsem…
Bunu gören dostlar da aldı bu sesi. Enbiya, Bosna’ya gitmişti mesela. Oradan bana bir sürü video gönderdi. O güzelim nehirlerin kıyısından, dağlara doğru “Ferhaaaat” diye seslenirken… Bulundukları yerlerden bağırıyorlar, dağlara, göğe, boş sokaklara… Bu kaldı işte. Yaşadığımız sürece bağıracağız. O da bize sesleniyor. —Ama böyle zor oluyor. Şimdi bunları konuşarak, ağlamadan bitirebilirsek iyi olacak.—
Bilmiyorum, belki bu soruda mı söylemek lazım, emin değilim. Ama o fotoğrafı attığı Mis Çay Evi… Oranın şöyle bir özelliği vardı: Kaldırımda oturursun, Müftülüğün yanındaki Denizbank’ın klima motorları tam oraya bakar. En oturulmaz yerdir aslında. Ama biz giderdik. Çünkü dünyanın en güzel, hiç değişmeyen çayını, Çaycı Durdu Abi yapardı. Öyle ki, birine çay ikram etti mi, altı ay sonra geri geldiğinde o kişinin şeker atıp atmadığını hatırlardı. Özel bir yerdi yani. Belki kırk yıla yakındır orada çaycılık yapıyordur. Bizim içinse, çayı kadar o kaldırımda oturmak da her şeyden güzeldi…
Bir kere diz boyu kar yağdığında, biz yine Durdu Abi’nin kaldırımındaydık Ferhat ile birlikte. Adana’dan tatile geldiğim günlerden biriydi. Şimdi orada bir cümlesi var… Not aldım, yazı yazmaya çalıştım, ardından şiir yazmaya çalıştım, olmadı. Haftalık, on günlük geldiğim günlerden biri işte. Bir tatil, yıllık izin…
Baş başa oturuyorduk, kimse yoktu yanımızda. —Vallahi, hakkınızı helal edin, zor olacak bu— O cümleyi söylediğinde önce ben ağladım, sonra o ağladı. Sonra Ahmet Abi’ye naklederken bir daha ağladık. O kelimeyi şimdi söylemek zor geliyor.
“Tatilim sensin.”
Böyle demişti. Sonra açıkladı tabi.
“Gurbette olan benim, yalnız olan benim. Akif Abi burada, Mehmet Abi burada, dükkân burada… Sen niye böyle diyorsun?” dedim.
“Onlar saydıkların kadar” dedi.
“Onlar vasıf, onlar büyükler. Orası dükkân, onlar Ahmet Abi, Fazlı Abi. Ama ben kendime buralardan, bu dünyadan tatil olsun diye seni bekliyorum. O yüzden tatilim sensin.”
Bu cümleyi keşke bir sevgilisine söyleseydi. Bir sevgilisi olsaydı da ona söyleseydi… Üç cilt şiir kitabı yazacağına, bir hanımefendiye söylemeliydi.
Tatil dediğin, içinde bir sürü şey barındırır: Hazırlıktır, hatıradır, gidilecek yerlerdir. Ama sen bütün bunları bir kenara bırakıp “Tatilim sensin” diyorsun… İki yıldır yazmak nasip olmadı bunu. Yani altını doldurmak. Belki de yazılamayacak bir şeydir. Zira bazı şeyler, başlığıyla birlikte bir yazıdır zaten.
Ve yine dükkânda, Ahmet Abi’nin tabiriyle “Bir hocam”dan gördüğümüz, öğrendiğimiz, hissettiğimiz dostluk… Sevmek… Şimdi, o kavramlardan, o hislerden, o duygulardan hareketle söylüyorum: Bu, bugüne ait, bu çağa, bu bin yıla ait bir dostluk değildi. Yer, zaman, mekân fark etmeksizin, gün aşırı, saat aşırı, yeniden, yeniden görüşmek isterdim…
5. Ferhat Ağca akademik çalışmalarını sadece kariyer için değil, “memleketin hayrına” diyerek sürdürüyordu. Onun ilme bakışı ve bu anlamda taşıdığı ideal neydi? Akademisyenliği sadece bir meslek değil bir dava olarak mı görüyordu?
Ziraat Fakültesini tercih ederken, aynı yıllarda polislik sınavını da kazanıyor. Tabi, neticede memleketin hali ortada; bir iş güç bulacak, bir yol tutturacak… Ziraat Fakültesine geldi ve biz tanıştık bir şekilde. Belki başka türlü de yollarımız kesişecekti, bilmiyorum. Ama vesilemiz buydu. İyi ki de geldi.
Bu kararı almasına vesile olan, Veli Hoca. Veli Dayısına gidiyor. “Ne yapayım?” diye soruyor. Polislik sınavını kazanmış, polis olabilir. Maraş Ziraat Fakültesine de gidebilir. Veli Hoca da çok sevinerek “Yaa, çok güzel olmuş! Sana Rabbim müjdeler vermiş.” diyor.
Başta da söylediğim gibi, o anlamda tam bir teslimiyet içindeydi. Sorgulamazdı. Veli Hoca kim ki? Lise mezunu… İlmi bir derinliği olabilir, manevi bir derinliği olabilir ama… Oradan kafasında eksik kalan bir şey olursa da Ahmet Dayısına sorardı. O karara böyle vardı. Bunu sonradan anlatmıştı bana.
Ve böyle başladı. Sonrasında hep söylediler… Kendisi de hep söyledi. Hayatında verdiği en iyi karardı ziraat ile uğraşmak.
Bahçeyle, bitkiyle, böcekle… Ziraat Fakültesindeki ilk yılında işte böyle tanıştı. Gerçi hususen böcek değil de kelebek toplamıştık. Bak, bunu ne zamandır anlatmak istiyordum, bir türlü nasip olmamıştı. Ziraat Fakültesi’nin yaklaşık dokuz bölümü var. Hepsi bu çalışmayı yapıyor, kelebek topluyor. Biz de o gün hocamızla balık tutmaya gitmiştik. Ferhat’ın elinde kocaman bir file vardı. Sonra sırayla fileyi alıp, on beş kişi kelebek toplamaya çıktık. Aramızda Yasin de vardı, birkaç ziraatçı dost daha… Hepimiz en güzel kelebeği bulmaya çalışıyorduk.
Şimdi her kelebekte Ferhat’a yeniden “Hoş geldin” diyorum. Çünkü onun ziraat macerası da kelebeklerle başlamıştı. Tabii, onları tam kalbinden nefessiz bırakıp, bir kutunun içine koyarak yaşamlarına son vermek, sonra da kanatlarından çivileyerek sergilemek… Sonradan bunu ne zaman söylesem utanırdı ama, tabi yapacak bir şey yok. Çalışmanın yapılması gerekiyordu. Hocalar bu çalışmayı şart koşuyordu. Ben de rahatlatmak için “Edem, zaten birkaç saati kalmış, sonra ölecek” derdim. “İyi ki yapıyorsunuz, ziraatçıler iyi iş çıkarıyor” diye eklerdim. Ama o hep sorardı: “Yahu, öldürmeden bir yolu yok mu acaba?”
Bu vesileyle bir dostumuzu da analım. Ali… Ali Yıldırım. Ali, bu dünyadan bir “komutan” olarak gitti. Korkunç büyük bir kelebek bulmuştu. O gün öyle bir anlatmıştı ki, dükkânda defalarca anlattırdık. Telefonda heyecanla arıyor:
“Hacım, koşun! Ferhat’a bir kelebek buldum, kartal kuşu kadar! Kanatlarından tuttum ama gücüm yetmedi!”
Hakikaten büyüktü ama koskocamandı. Kullandığımız klasik telefonlardan bile büyük… Hem Ali’yi anmış olalım hem de gerçekten en büyük kelebeği onun bulduğunu kayda geçirelim.
Ferhat ve kariyer… Aslında kariyer kelimesi annesiyle “Ben maaş alıyorum, artık bir işim var ve istediğim kızla evlenebilirim, anne” demesinden ibaretti. “Yaşın şu oldu, yaşın bu oldu…” Her annenin evladına söylediği o sözler… Ferhat da bu anlamda alması gereken baskıyı alıyordu. Eğer kariyer diyeceksek bu kısımdan bakabiliriz. Ama onun asıl olarak kariyer dediği şey, memleket hayrına çalışmaktı. Bugün eksik olan, yapılmamış ne varsa, onlar için büyük bir emek verirdi. İşlerini pürüzsüz, arı duru, dört dörtlük yapardı.
Değirmende çalışırken, bir çuvalı açacaksa, ipi simetrik açardı; çuvalın ağzı asla yırtılmazdı. Bir konuyu anlatacaksa, herkesin anlayacağı şekilde anlatırdı. Bir sunum yapacaksa, içine türkü de katardı. En son verdiği derslerden biriydi galiba… Ahmet Özkarcı Hoca’nın tarih dersinde. O gün burada değildim ama dostlar sıkça anlatmıştı. Fazlı Abi’yi ikna edip, bağlamasını alıp derse götürmüş. Halbuki bir ziraat öğrencisinin sunumunda türkü ne arar? Hocası onu geçirebilir bir şekilde… O, konuyu en anlaşılır hâle getirmiş. Hem de türküsüyle… Sağ olsun Fazlı Abi de reddetmemiş. O gün o sunumu birlikte yapmışlar.
Hemen hemen her kitap fuarına birlikte katılırdık. Hususen özel bir kitap varsa, özellikle de ziraat ile ilgiliyse mutlaka alır incelerdi. Ona göre birçok şey yarımdı. Ferhat’ın gözünden baktığında, bunca nimetin içinde, yaşadığımız memlekette, toprağın altında ve üstünde, sağımızda solumuzda, bugüne kadar yetişmiş büyümüş keşfedilmiş bitkilerde, hayvanlarda, böceklerde, kuşlarda ve onların faydalarında hâlâ eksik bir şeyler vardı. “Daha fazlası olabilir” diye düşünürdü ve bunu dert edinirdi.
Bunu da öyle anlatırdı ki… Ferhat’la iki saat süren telefon konuşmalarımız olurdu. Onu dinlemekten zevk alırsın. Mesela, “Kekik yağı çıkarılırken şu derecede meher kullanıyoruz, tüpün içine koyduk” derdi. Bak şimdi gözümün önünden geçiyor, sanki laboratuvardayım. İki saatlik konuşmamızın bir bölümünde bunu anlatırdı. Ve ben iki türlü keyif alırdım. Hem Ferhat aslında kafasındaki bilgileri tazeliyor, notlarını zihninde yazıya döküyordu hem de ben onun anlattıklarıyla o anı yaşıyordum. Defalarca kez telefonunun hoparlörünü açmıştır, laboratuvarda tüpü alır, maşayı tutar, “Tamam, şimdi şunu koyuyoruz” der. Ama bir yandan da konuşmamız devam ederdi. Falanca bir mesele vardır, belki Ahmet Abi dün gece şu konuyla ilgili şunu söylemiştir. Bir yandan da o konuyu konuşmaya devam ederiz.
Ve o iki saat boyunca ben, deney tüplerinin içindeyimdir. Ferhat beni deney tüpüne koyar, çıkarır, ateşi yakar, bir şeyler olur… O arada ben Adana’nın elli beş derece sıcağında balkondayımdır, terliyorumdur ve hiçbir çare yoktur. Sohbet sırasında tütün içmek zorundasın, yapacak bir şey yok. Onun içemediği tütünü de ben içiyorumdur, laboratuvarda ya malum. “Edeciğim, tamam, şu an tütünü yaktım” derim. “Yav, iyi ettin Hacım, sağ olasın” der. O bana hep “Hacım” derdi, ben ona “edem.” “Ya iyi oldu ya tütün…” derdi, kendi ya sanki. Ne benim dudaklarım ne ciğerim ne nefesim. Ferhat içiyor o tütünü, ben onunla birlikte laboratuvardayım.
Güneş doğmaya yakın, gece yarılarına kadar dükkânda ne sohbet edildiyse, ertesi gün—hafta sonu da olsa— laboratuvarda işi varsa gitmiştir ya da üç gün sonra gitmiştir. Gönlünün yaptığı, gönlünün harmanladığı duygu her ne ise, o duygunun içerisinde, severek, isteyerek, aşkla yaptığı ziraat ile ilgili, bitkilerle ilgili her ne varsa Ferhat bunu yerleştiriyordu. Olması gereken duygudan çıkmadan, gönlüne zerre kadar bir leke bulaştırmadan, dünyanın kirini, pasını ruhuna sindirmeden… Akademinin, o soğuk koridorlarının sıkıcılığına kapılmadan…
Belki “entrika” kelimesi uygun olmaz ama, bir kadroyu, bir akademik unvanı çoktan hak etmiş olmasına rağmen kısmet olmadı. Rabbim, unvanların en büyüğünü nasip etti, daha da güzelleri olsun inşallah. Akademik hayatın getirdiği yükleri kendine dert edinmezdi. Bu, onun kızmadığı, sinirlenmediği anlamına gelmezdi elbet. Saatlerce konuşurduk. Yeri gelir Memduh Hocamın, Mehmet Abi’nin kapısını çalar, üniversitedeki dostlarını toplar, ya da onun kapısını çalan bir kimse olursa, hemen ilgilenirdi.
Bugün onun da adını analım: Konya Selçuk Üniversitesinde araştırma görevlisi Melih Erdem. Melih için de Ferhat’ın odası bir şifahaneydi. Yüksek lisans yapıyor, doktora için çeşitli üniversitelere başvuruyordu.
Senin bir derdin varsa da sen Ferhat’ın odasına koşardın. Kapısına yakınlığı bakımından, hayatında büyük bir boşluk olan isimlerden biri de Melih’ti. Ve her iki şeyi birbirine karıştırmadan yapardı.
“Rezene” kelimesini söylemeliyim. Rezene geçmeli. Cümle dostlar—gurbetteki, sıladaki, yoldaki, kaldırımdaki, üniversitedeki, memuriyetteki, esnaf olan olmayan, belediyede çalışan çalışmayan—herkes rezene saymıştır. Rezene sayılmadan bu iş yapılabilir mi diye hepimiz araştırma yaptık, ama kısmet olmadı.
Örneğin, rezeneden yağ yapacaklardı. Ne kadar rezeneden ne kadar yağ çıkıyor, bunu anlamaya çalışıyorlardı. Çok özel bir çalışmaydı ama muvaffak olamadılar. Bir kısım veriler elde edildi ama… Rezene küçücük bir şey, ağırlığı da yok. İki yüz tane rezene, iki bin tane rezene, iki milyon tane rezene… Ne oluyor ki?
Evde kardeşinle, arkadaşlarınla, dükkânda dostlarla bir araya gelip herkes bir tane rezene alır, saymaya başlardı. Küçük büyük herkes rezene saymıştır. Çünkü o çalışmayı yapmanın en zor taraflarından biri buydu. Kuyumcu arkadaşlar vardı, kuyumcu tartısında tartmaya gidiliyordu. Bin tane, beş yüz tane rezene kuyumcu terazisine konuyordu. Beş yüz rezene bir buçuk gram geliyor, dört yüz rezene bir nokta iki gram… Bunları çok net hatırlıyorum.
Düzgün bir veri çıksa tamam, diyecek. Avucuyla alıp kuyumcu terazisine koyacak, tamam, üç gram… Tamam ya, bu iki bin tane diyecek. Ama olmadı.
Rezene yıllarca sayıldı Maraş’ta. Belki iki yıl boyunca… Tatile gelen de saydı, izine gelen de. Herkes rezene sayıyordu, çünkü saymak zorundaydık. Yapacak bir şey yoktu. Çok emek verdi ama nasip olmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder