Hasan Ejderha ile Ahmet Doğan İlbey Hakkında/ Röportaj: Zehra Boyraz



1-Ahmet Doğan İlbey’i ilk olarak nasıl tanıdınız, onunla ilişkiniz nasıl şekillendi?

Ahmet Bey, Bayındırlık’ta çalışıyordu, ben ise Kahramanmaraş Valiliğinde görev yapıyordum. O dönemde İstiklal gazetesinin edebiyat sayfasına yazılar gönderiyorduk. Bir gün Ahmet Bey’in adını o sayfada gördüm. Sayfa komisyonunda yer alınca gidip kendisiyle tanıştım. Meğer bizim taraflıymış, Hartlaplı olduğunu öğrendim. Ben de Karadereliyim.

Bir süre sonra, bir gün bir yerde otururken babalarımızın yan yana geldiğini fark ettik. Sohbet ilerleyince onların daha önceden tanıştığını ve hatta akraba olduğumuzu öğrendik. Nenesi, babamın halasıymış. Bu şekilde başlayan tanışıklığımız zamanla pekişti. Sonrasında Ahmet Bey, edebiyat sayfasını yönetmeye başladı. O dönemde yapılan her işe estetik açıdan katkıda bulunur, mutlaka bir şekilde müdahil olurdu. Uzun yıllar boyunca orada edebi yazılar yazdık, şiirler ve hikâyeler yayımladık. Ta ki Türkiye Yazarlar Birliğinden önce kurulan Türk Sanat ve Eğitim Derneğine kadar... O süreçten sonra da beraber okumaya, yazmaya devam ettik.

Sonra Dolunay dergisi kuruldu. Öncesinde ise Türk Ocağı vardı ve onun bir edebiyat gazetesi bulunuyordu. O gazetede de yazılar yazıyorduk. Dolunay dergisi çıkmaya başlayınca yine bir araya geldik. O yıllarda Bayındırlık ile Valilik yan yana olduğu için öğle aralarında sık sık birlikte yemek yerdik. En azından bir yerde çay içip sohbet etme fırsatı bulurduk. Bazen de ben onun odasına giderdim. Ahmet Bey odasında olmasa bile masasında notlar bırakırdı. Sonradan “Takvim Yaprağı Sözleri” adıyla yayımlanan notları, o dönemlerde takvimine düştüğü edebi notlardı.

Zamanla görüşmelerimiz sıklaştı. O dönemde, şu anda yerinde olmayan eski Öğretmenevinde cumartesi sohbetleri yapılırdı. Bahaeddin Karakoç Abi, Ahmet Bey, Fazıl Tiyekli Hocam, Ali Yurtgezen Hocam ile bir araya gelir, edebiyat ve sanat üzerine konuşurduk. Sonrasında Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesinin kurulmasıyla birlikte, her cuma “Dükkan” veya “Cuma Kapısı” diye tabir edilen yere gidip gelmeye başladık. Bu dostluk, bu muhabbet, Ahmet Bey rahmetli olana dek devam etti.

2- Ahmet Doğan İlbey’i diğer yazarlardan veya şairlerden ayıran en belirgin özellik neydi?

O tam anlamıyla bir gönül adamı olmasıydı. Bu ifadeyi öylesine rahat söylüyorum ki… Çünkü onun için her şey gönüldendi, gönülle alakalıydı. Nitekim sizin radyo programınızda da o ifadeyi kullanmıştınız: “Her şey bin miligramlık olmalı.” Ona göre türkü bin miligramlık olmalıydı, şiir bin miligramlık olmalıydı, yazı bin miligramlık olmalıydı. Yazı geleneğimizde gençlerden biri iyi bir yazı kaleme aldığında, Ahmet Bey bunu “Efendim, işte Cenap da şöyledir, falan da böyledir; bu tam bir yazı olmuş!” diyerek överdi.

Ben “Seni Yaşamadan Olmaz” adlı kitabımı kendisine imzalarken şu sözleri yazmıştım: “Rahmetli Ahmet Doğan İlbey, coştuğu anlarda benden dökülenleri şiir olarak kâğıda dökmeme vesile oldu.” Neredeyse o yıllarda yazdığım tüm şiirler, ondan beslenerek ortaya çıkmıştı. Dehşet bir gönül adamıydı. Zaten kendisi de buna büyük önem verirdi. Sohbeti “Sürtünme” diye tabir ederdi. O sohbetlerden yazılar doğardı. Bizim nesil ve bizden önceki nesil, Ahmet Bey’e temas eden herkes, ondan aldıkları ilhamla güzel şiirler, hikâyeler ve yazılar kaleme aldılar.

3-Onun insani yönünü dostluklarını ve çevresiyle olan bağlarını nasıl tanımlarsınız?

 Tam anlamıyla dostluk kavramının karşılığı, Ahmet Doğan’dı. İnsani yönü öylesine derindi ki, her an ağlayabilirdi. Sokakta insanların görüp geçtiği, belki hafifçe üzülüp sadece “Vah” diyerek yollarına devam ettiği şeylere, o oturup gerçekten ağlayacak bir adamdı. Müthiş bir gönle sahipti.

Dostluklarında son derece fedakârdı; hatta “Fedakâr” kelimesi bile onu anlatmakta yetersiz kalır, tam anlamıyla bir “Fedakârlık abidesi” denilebilirdi. Dostluğa büyük önem verirdi. Dostlarıyla bir araya gelmek onun için vazgeçilmezdi. Hatta, dostlarıyla bir araya geldiğinde bile eksik olan bir dostunun yokluğu, iç dünyasında bir boşluk oluşturur, sohbetin insicamını bozardı.

Çoğu zaman akşamları bir araya geldiğimizde, hava çok soğuk olur ya da Maraş’ın meşhur poyrazı sert eserse, telefonu eline alır ve şöyle derdi: “Ben Kıbrıs Meydanı’nda, elektrik direğinin altında oturuyorum; yüreği yeten dostlar gelsin.” Çünkü o, hiçbir şeyi dostları olmadan tam anlamıyla yaşayamazdı. Bir bardak çay bile, ancak dostlarla içildiğinde onun için gerçek anlamını bulurdu.

4-Türk kültürüne, irfanına ve edebiyatına yaptığı katkıları nasıl değerlendirirsiniz?

Öncelikle, Ahmet Doğan İlbey çok ciddi bir okuyucuydu; hem samimi hem de titiz bir okurdu. Çevresindeki gençlere de bu anlamda Türk kültürünü ve irfanını kavramaları için tavsiyelerde bulunurdu. Özellikle anlamalarını istediği eserler konusunda yönlendirmeleri olur, kitap tavsiyeleri yapardı.

Cemil Meriç’e büyük bir hayranlık beslerdi ve onu “Âmâ Üstat” olarak anardı. Gençlerin Cemil Meriç’i mutlaka okumalarını isterdi. Genel olarak irfanımıza, kültürümüze ve medeniyetimize dair okunması gereken ne varsa, tamamının okunmasını teşvik ederdi. Bununla da yetinmez, kitabı bulur, gençlere temin eder ve okumalarını takip ederdi. Adeta kendini bu işe adamıştı.

Bu hassasiyeti, yazılarında da açıkça görülüyordu. Ancak asıl etkisini gençler üzerinde daha güçlü bir şekilde gösterdi. Onun yönlendirmesiyle pek çok insan okuma alışkanlığı kazandı ve yetişti.

5-Kahramanmaraş depremi sürecinde onunla ilgili son hatıralarınız nelerdir?

En son, cuma günü Türkiye Yazarlar Birliği Şubesindeydik. Cuma namazından sonra, tıpkı bugün olduğu gibi, orada oturup sohbet etmiştik. Akşama doğru bir telefon gelmişti. Bizde, birini gidip alacakları zaman “Nakliye işi var” derler. O da, “Nakliye işi var” diyerek kalkmıştı. Onu son kez o şekilde gördük.

Cumartesi günü ise, Mehmet Doğan Abi’nin bir kitabında geçen bir ifadeyle ilgili beni aramıştı. Ardından, malum felaket yaşandı…

6-Deprem sonrasında onun eserleri ve hatırasını yaşatmaya yönelik bir çaba gözlemlediniz mi?

Onu anlatan duygusal bir televizyon haberi yayımlandı. Bu vesileyle, tanınması ve bilinmesi için bir çerçeve belirledik. Ardından, malumunuz, yazıları bir araya getirilerek kitabı hazırlandı ve yayımlandı. Ancak, hâlâ tam anlamıyla kendimize gelemedik. Ne olacağını, bu yokluğa nasıl alışacağımızı bilmiyoruz. Gerçekten, kendimize gelebilmiş değiliz… Bunu ancak böyle ifade edebilirim.

7- Onun adı geçtiğinde insanlar neyi hatırlamalı?

Onun adı geçtiğinde akla ilk gelen kelime "Dost" olmalı. Gerçek anlamda, tam manasıyla bir dost.

8-İlbey’in dost, yazar ve insan olarak size kattığı en değerli şey nedir?

Onun çabası malumdu; gençlere ve dostlarına katkı sağlamak, onların gelişimine destek olmak en büyük gayelerindendi. Ama bana sağladığı katkı bambaşkaydı. Bana “Büyük Alparslan” derdi. Oğlunun adı Alparslan’dı ve beni onun büyüğü olarak görürdü. Bu hitabı beni son derece mest ederdi. Yazdığım her şiiri, her hikâyeyi ilk ona okumuşumdur. Bir kitap dosyası hazırladığımda mutlaka bir nüsha ona gönderirdim. Onun onayı olmadan hiçbir şiirimi yayına sokmazdım. Çünkü dedim ya, fikirle, edebiyatla coşan bir insandı. Ondan dökülenleri şiire çevirirdim.

Benim şiirde, edebiyatta, romanda gelişmem tamamen ona dayanır. Hani Bahtiyar Vahapzade diyor ya: “Men heçem, kitap-kitap sözlerimin müellifi menim anam.” İşte benim yazdıklarımın müellifi de o. Şiirlerimin, hikâyelerimin, romanlarımın… Beni en çok o heyecanlandırdı. İlk romanım yayımlandığında da en çok o sevinmişti. "Sokak Başı" romanım çıktığında yine en büyük heyecanı o yaşamıştı. Hatta, “Hasan Bey ne kadar sevinebilir ki?” diye takılmıştı. Benim yazın hayatıma en büyük katkıyı o sağladı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder