H. Ahmet Eralp ile Ferhat Ağca Hakkında/ Röportaj: Zehra Boyraz (2. Kısım)


6. Maraş’ın çiçeklerine sevdalıydı. Çiçeklerle kurduğu bağ sadece bir akademik ilgi miydi, yoksa içinde daha derin bir anlam mı barındırıyordu?

Bu işin başlangıcı akademiyle ilgili değildi. Maraş’ın çiçeklerinden bahsetmeden önce çiğdem demeliyiz. Hatta önce Yavşan demeliyiz. Sonbaharda açan çiğdem, endemik bir bitkidir. Ferhat’la çiğdemin dostluğu da buradan gelir; ikisi de endemikti. Ferhat, bu çağın endemik bir dostu, endemik bir insanı, endemik bir Müslümanı ve endemik bir akademisyeniydi. Çiğdem de öyleydi. Ferhat, çiğdemi bin altı yüz rakımlı Yavşan’dan indirip yetiştirmek için çok uğraştı ama olmadı. Çiğdem, ekim başından kasım sonuna kadar, sadece iki ay—belki üç ay bile bulmaz—o yükseklerde açar.

Ferhat’ın Maraş’ın Çiçekleri yazıları, Evelâhir dergisinde yayımlanmaya başlamıştı. Yazı serisine lalelerden, sümbüllerden, ismini bildiğimiz ya da hiç duymadığımız nice çiçekten bahsederek devam etti, edecekti de. Başlangıç kesinlikle çiğdem olmalıydı. Çünkü onun doğayla ilgisi, çiçeklere duyduğu sevgi tamamen hissiyat ve gönül işiydi.

Bizi Yavşan’la Ferhat tanıştırdı. O gittikten sonra, altmış yetmiş yaşındaki Maraşlılara bile sordum: “Yavşan’a gittiniz mi?” diye. Çoğu gitmemiş. Yüz kişiden doksan beşi ya sadece ismini duymuş ya da hiç duymamış. Oysa Yavşan, Maraş’ın hakikaten özel yerlerinden birisi ve hepimizi Ferhat tanıştırmıştı. Yine, “Yağlıoluk’tan su alalım, içelim ve Yavşan’a gidelim.” dedi. Sonra daha sık gitmeye başladık. Fotoğrafçı dostlarımız, doğa meraklıları, diğer dostlar… Bir vesile bulup her fırsatta gidiyorduk. Ekim ve kasım aylarında gitmek en güzeli olurdu.

Çiğdem o kadar muhteşem bir şey ki… Ferhat çiğdemle ilgili üst üste pek çok cümle kurmuştu. Bir gün, patikalardan araçlarımıza doğru yürüyorduk. Bir şey sormak için arkamı döndüm ve o sırada farkında olmadan bir çiğdemi ezmişim. O dönemde çiğdem yeni yeni açıyordu, sayıları da azdı. Ekimin ortasında ya da sonlarında gitmiş olsak, dikkatlice, parmağının ucunda yürümek gerekir. Çünkü her yer mor çiğdemlerle dolardı. Çamların altında, kahverengi toprakların ve çam iğnelerinin arasında mora çalan muhteşem bir renk olurdu.

O gün öyle değildi. Ferhat uzaktan bakıyormuş meğer. Beni fark edince—tabii burada yazıya ve size söyleyemeyeceğim bir tepkiyle başlayarak karşılık verdi— İşte bana başladı saymaya. Ben tabi “ne oldu?” Dedim ama çiğdem ayaklarımın altındaydı, ezilmişti. Eğilip özür diledim, elime almaya çalıştım ama artık çok geçti. Kökünden kırılmıştı.

Bizden bir iki saat sonra başka dostlar geldi. Ferhat, gelir gelmez onlara seslendi:

“Hacım, az önce bir çiğdemi öldürdü!”

Soruyu çok dağıtmadan devam edelim. 6 şubattan sonraki projelerimizdendi: Bir türbe yapalım, oraya bir mezar inşa edelim, eskitme bir taş bulalım. Adına “Ferhat Baba” diyelim, ya da “Ağca Baba.” Bir türbe olsun; nasıl olsa yıllar sonra birileri inanmaya başlar. Efendim, oğlunu everemeyen teyzeler, iş bulamayan gençler Ferhat Baba’ya, Ağca Baba’ya gelir, dua ederler.

Yağlıoluk’un hemen yanında uzun yıllardır var olan bir türbe var. Ona bir kitabe yazalım diye düşündük. Hatta mezarı taşımayı bile aklımızdan geçirdik. Tabii bunlar, 6 şubattan sonraki ilk ayların sözleriydi; akılla asla söylenmeyecek laflar... Türbe yapmayı düşündük ama elbette yapmadık. Ya da belki kendiliğinden oluşur, kim bilir? Yarın bir gün oraya gideriz, bakarız ki birileri yapmış...

Türküde de diyor ya: “Ziyaret olmuş kurban istersin, kurban bulamadım candan ileri…”

Az önce tırtıldan bahsetmiştim, orası zaten bir ziyaret oldu ve olacak, bir türbeye dönüştü ve dönüşecek. Bu yüzden biz suni bir türbe yapmadık.

Anlattığım gibi, iki saat süren bir telefon konuşması içinde, burada yaşanan hatırayı gurbetteki dostuna, Hacısına anlatıyor. O sırada laboratuvarda bir şeylerle uğraşıyor. Maraş’ın çiçekleriyle ilgilenmesi de böyleydi işte… Evet, bunları yazıya dökmesi, başkalarına ulaştırması, akademik çalışmalarına, yarın bir gün yazacağı makalelere konu olması elbette kıymetliydi; fakat bu detay bile değildi. Ferhat’ın çiçeklerle ilgilenmesine, onları araştırmasına, yazması ve gezmesine teferruat bile diyemeyiz. Asıl yapmak istediği şey, yeşille hemhâl olmaktı.

Yeşilin her tonunda, Muzaffer Hocamın “Yeşile bak” dediği anı hatırlamaktı.

“Yeşile bak” sözü üzerine araştırırken karşıma bir şey çıktı. İnşallah sosyal medya safsatası değildir diye düşündüm. Sağlam bir kitapta bulamadım ama altına Hz. Mevlânâ, Hz. Şems yazılmış bir sürü söz gibi, şöyle bir cümle vardı: “Yeşile bakmak, rahm alır.”

Bunu Mevlânâ’nın eserlerinde görmedim, doğruluğunu bilmiyorum. Ama gelip hemen Ferhat’a ve Muzaffer Hocama söylemiştim: “Böyle bir vecizesi varmış Hz. Mevlânâ’nın.” Demiştim. Bu da böyle kalmıştı…

Burası, bu yer bir şekilde iyi oldu ya… Ferhat’lar, kelebekler eksik olmuyor. Bakın, bunlar tesadüf değil; bu röportajı baharda yapıyor olmamız da tesadüf değil. Mart bitiyor, nisan yaklaşıyor. Bahar geldiğinde Ferhat, bambaşka bir Ferhat oluyordu.

Ne diyor şarkıda:

"Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum,

Yoksa ben böyle olduğum için mi gelir bahar?"

Ferhat, Ferhat olduğu için bahardı. Her bahar ona bu cümleyi söylerdim. “Tatilim sensin cümlesinin intikamını senden bir ömür alacağım” derdim. Ama kısa sürdü… Dünya ömrüyle kısa sürdü. Gerisi cennete kaldı inşallah.

Bahar üzerine söylenmiş, yazılmış nice şiir var. Daha yazılacak nice şey de vardır eminim. Ama bahar geldiğinde sadece onun fotoğrafını çekmek, sadece şiirini yazmak… Ne bahara duyulacak hürmeti karşılıyor ne de baharın hakkını veriyor.

Bahar geldiğinde, Ferhat’la baharı karşılamıyorsanız, baharı tam anlamıyla anladığınızı söyleyemezsiniz. Bahar geldiğinde aldığınız oksijenin değiştiğini, nefesinizin farklılaştığını, ciğerlerinizin sizi yaşama davet ettiğini anlamanız ancak Ferhat’la mümkündü.

Yeryüzündeki vakit bu kadarmış… Ama Ferhat, her bahar geldiğinde biraz daha farklı olmuyordu. Aksine, bahar her gelişinde Ferhat’a “Merhaba, ben geldim” diyordu.

“Beni en iyi karşılayan eşref-i mahlûkat sensin” diye bahar Ferhat’ı selamlıyordu…

7. Özellikle tıbbi bitkiler konusunda çalışmalar yapıyordu. Bu alandaki gayesi neydi? Onun akademik çabasını, Maraş toprağına ve insanına hizmet noktasında nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ziraat Fakültesine başlarken, belki de tam anlamıyla farkında değildi. Neticede on sekiz, on dokuz yaşında bir gençti. Ama başladıktan sonra hep aynı cümleyi kurdu: “Benim için doğru yer burası.” Her aşamada Ferhat bunu söyledi.

Tıbbi bitkilere olan sevdası her zaman vardı. Uçucu yağlarla ilgili yaptığı çalışmalar örneğin… Şunu çok arzu ediyordu: Üzerine basıp geçtiğimiz, bazen baharda, bazen kışın hep bir yerlerde duran, on iki ay yeşil kalan, on iki ay çiçek açan nice bitkiler… Bugün adını bildiğimiz ya da bilmediğimiz, gözümüzün değdiği ya da hiç fark etmediğimiz ağaç türleri, bitkiler, çiçekler… Onların her birinden bir şeyler üretme hayali vardı.

Deneme hayali kesinlikle vardı. Vaktinin büyük bir bölümünü buna harcamak istiyordu. En ulaşılabilir olanlar; rezene, kekik… Onlarla ilgili çalışmalar yaptı. Az önce size esans ikram ettim ve “Ferhat kokusu” dedim. İşte, tam anlamıyla bizden olan bir koku… O nebatattan, o yaratılmış güzelliklerden bambaşka bir kıymet çıkarabilmeyi isterdi.

Koku konusunda da kendi memleketimizde, kendi akademisyenlerimizin, kendi hocalarımızın, kendi öğrencilerimizin emeğiyle üretilen esansları tam anlamıyla kullanalım. Yahut henüz ismi bilinse bile tanışılmamış bitkilerin, keşfedilmemiş özelliklerini gün yüzüne çıkarmayı arzulardı.

Ama bu, asla şu anlama gelmez: Ferhat’ın gönlüne, bedenine kibir, gurur, dünya hırsı uğramadı. O, bu dünyadan tertemiz göçtü. Ben en azından bunun on yıldan fazlasına şahidim. On iki yılına şahidim…

Akademiye bakarken de, “Ben şu adam olayım” diye düşünmezdi. Efendim, “Nahırönü Mahallesinden Emine ve Mehmet’in oğlu Ferhat, falanca bitkinin şu özelliğiyle ilgili bu ilacı, şu yağı keşfetti” Şu cümle bir yere yazıldığında ancak mahcubiyetle karşılayabilirdi. Akademik hayatında bir unvanın peşinde olmadı; “Ben falanca profesör olayım” gibi bir hırsı hiç taşımadı. Çok şükür, dünyaya dair böyle bir koşturmacası olmadı.

Burada sevilecek ve insanın gönlüne alabileceği şeyler az önce de konuştuğumuz gibi çiçekler… Önemli olan, mevsime gitmek değil, mevsimin sana gelmesi. Bahara koşmak değil, baharın sana “hoş geldin” demesi. Ferhat, yük olmak istemezdi. Memlekette tuğla kalınlığında, kimsenin kapağını açmadığı akademik çalışmalar arasında adının yazması, bir gün “Falanca unvana sahip olan filanca kişi” olarak anılması onun için hiçbir anlam ifade etmezdi. Baharda dediğimiz gibi akademide de hiçbir zaman yük olmadı. Ailesine, dostlarına, fakültesine, bulunduğu ortama yük olmamak için yaşadı. Hepsinden öte, doğaya da yük olmak istemezdi.

Belki az önce söyleyemedim ama baharla ilgili bir şey eklemek lazım. Büyüklerin “meccanen” dediği gibi, tamamen karşılıksız sevmek, tamamen karşılıksız beklemek… Baharın Ferhat’a hoş geldin demesi bundandı. Ferhat bahara değil, bahar Ferhat’a gelirdi.

İlme, akademiye, nihayetinde buna bir iş olarak bakarsak, elbette ki hayatını idame ettirmek için maaşını kazanması elzemdi. Ama o hiçbir zaman bunun hırsıyla hareket etmedi, zaman devam etseydi de etmeyecekti. Pek çok fırsat vardı önünde —şimdi bunu ben söylesem o incinir, bu yüzden kısa geçeyim— imkân olduğu halde olması gereken yerde işini, unvanını vermediler. Şimdi de isterlerse vermeye çalışsınlar. Verseler de artık fark etmez. Ben eminim ki o an, o makamı daha çok hak eden yoktu. Herkes kendi pişmanlığını yaşasın.

Çok uzun söylenebilir, anlatılabilir de Ferhat bundan razı olmaz. O yüzden biraz içimden geçiyordu. En azından bir yerlerde yazılsın istiyorum. Neticede teziniz de üniversitede yer alacak ve belki bir gün birinin gözüne çarpacak. O gözler, o suçlu gözlerdir belki, bilemem. Ama gerek de yok. Çünkü biz olayın içinde, yaşanırken bile sinirlendiğimiz, öfkelendiğimiz konuları telefonda karşılıklı bir tütün yakıp “Hayırlısı” diyerek kapatıyorduk.

Ben şimdi şuradan bakıyorum. Bu kişi Ferhat Ağca. Onun adına, onun için bir şeyler yapmayı Rabbim herkese de nasip etmiyormuş. Bu taraftan bakınca filmin sonunda ben bunu görüyorum. “Neden bunu yaptılar ki?” değil de neden yapamadıklarını görüyorum. Tam anlamıyla hak eden, emek veren, çalışan, hazır nazır Ferhat Ağca’ya olması gereken hak ettiği unvanı vesile olmaklığı Rabbim herkese nasip etmemiş diyelim.

8. Ona ‘Tamburi Ferhat’ deniyordu. Tambur, ince bir duygu dünyası gerektiren bir enstrüman… Onun müzikle kurduğu bağ nasıl bir şeydi? Onu dinlerken ne hissederdiniz?

Ferhat, “Ya ben bir enstrüman çalayım” diye yola çıkmadı. Onun musikiyle tanışması da her işte olduğu gibiydi; akademik hayatında, sosyal hayatında olduğu gibi… Mevzuya doğrudan tambur olarak baktı. Araştırmaya koyuldu, almak istedi. İlk çaldığı enstrümanın tambur olmasını istedi.

Bu işler yetenek gerektiriyor malum. “Yeteneğim var mı, yok mu?” yahut “Acaba yapabilir miyim?” diye geçen sohbetler sırasında bir büyüğümüz birkaç kere bu muhabbete şahit olup Ferhat’a bir tambur hediye etti. Ferhat böylelikle tambura başlamak niyetiyle hazırdı.

Peki, Maraş’ta bu iş kaç kişiyle olur ki? Tambur çalan, çalmayı bilen ve öğretebilecek kaç kişi var? Bu işi bilen kişilerle görüşmeye başladı. İsmini bu konuda analım. Ziraat Fakültesinden Beyhan Hocamız. Ferhat, Beyhan Hoca’nın tamburla ilgilendiğini duyunca hemen gidip tanışmıştı. Beyhan Hoca da aynı heyecanla ona mukabele etti, sağ olsun. Bu Ferhat’ın çok hoşuna gitmişti. Hem Ziraat Fakültesinde hem de Beyhan Hoca ile olacağını öğrenince azmi ve iştiyakı daha da arttı.

“Bu iş olur” dedi. Beyhan Hoca’nın heyecanında Ferhat şöyle anlatmıştı. “Ya, beni içeriye sanki uzun yıllardır tanıyormuş gibi büyük bir sevgiyle, hürmetle aldı ve oturttu. Ben bir ziraat öğrencisiyim ve ona tamburla ilgili bir şey soruyorum. Ama o da sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi bir heyecanla karşılık veriyor.”

Beyhan Hoca’nın heyecanı, Ferhat’a doğru bir tercih yaptığını anlamasına vesile olmuştu. “Evet,” diyor kendi kendine, “Bir ziraat mühendisi tamburla ilgilenmeli. Eğer Ziraat Fakültesindeki bir hoca da bile böyle bir heyecan uyandırıyorsa, ben doğru yerdeyim, doğru yoldayım” diyordu.

O günden sonra tambura daha büyük bir iştiyakla sarıldı.

Az önce tıbbi bitkilerden bahsederken söylemeyi unutmuşum. İstanbul’da Zeytinburnu Belediyesi olması lazım. Yanlış hatırlıyorsam affetsinler. Zeytinburnu Belediyesinin tıbbi bitkiler bahçesi vardı. Ferhat, tam kırk gün boyunca oraya gitti. Biz bundan pek hoşnut değildik tabii, neticede kırk gün boyunca Maraş’ta yoktu. Ama o ne yaptı etti, orayı buldu, yetkililerle görüştü. Orada staj yapmak kolay değildi; Türkiye’de belki de tekti o zamanlar. Bugün benzeri var mı, bilmiyorum. Hatta orada bir röportaj da vermişti. Röportajı yapan kanal CNN olduğu için biz ona ayrı zarflar atmıştık.

Ferhat, her zaman ulaşabileceği en iyi kaynağı arardı, en verimli bilgiye nasıl ulaşacaksa oraya giderdi. Yine İstanbul’dan devam edelim. Türkiye’de tambur denildiğinde akla gelen isimlerden biri Özer Özel’dir. “Elif Dedim Be Dedim” eserini Kurtlar Vadisi’nden dinleyip durduğumuz Özer Hoca...

Ferhat, tamburu öğrenmeye karar verdiğinde de en iyi hocayı bulmak için yola çıktı. Özer Hocayı buldu, onunla tanıştı. Enstrüman öğrenmek isteyen çok kişi olabilir ama Ferhat, en iyisini, en doğrusunu bulmaya çalışan biriydi. Özer Hoca da onu beklediğinden daha öte bir samimiyet ve alaka göstermişti. Maraş’tan kalkıp sırf tambur öğrenmek için gelmiş birisi, ona tamburla ilgili bir şeyler soracak, vakti varsa ufak eğitimler almak isteyecek. Kendisi de gayet geniş gönüllülükle karşılamış, telefon numarasını vermişti. Sonra hep görüştüler, mailleştiler.

“Tamburi Ferhat” hitabını, eğer yanlış hatırlıyorsam dostlar beni bağışlasın, ilk olarak Ahmet Abi kullanmıştı. Tambur deyince, sanatla edebiyatla az buçuk ilgileniyorsun. Tanburi Cemil Bey mesela… Zihnin bir yerine kitlenmiştir. Ferhat’a da bu hitap çok yakışmıştı.

Maraş’ta da güzel bir ekip bulmuştu kendine. Sekiz-on kişilik bir grup… Farklı işlerle meşgul olsalar da ortak noktaları tamburdu. Tamburu seven, çalan, tamburla ilgilenen bu arkadaşlarla müzik yapabilecekleri bir mekânda buluşuyorlardı. Hatta dükkânda da ağırlamıştı onları.

Şu cümleyi de unutmayayım: İlk tanıştığımız zamanlarda Ferhat, “Ben konuşabilecek miyim, ben yazabilecek miyim?” diye sorardı. Şahidi Raşit Hocamdır. Ferhat tambura başladı, bir miktar da öğrendi. Bir gün ona şöyle dedim:

“Tambur sana bir şey yaptı, farkında mısın?”

“Nedir Hacım?” diye sordu.

“Böyle... Seni Nahırönülükten daha bir kurtardı. Tamam, zaten kibar bir adamsın, baya yontuldun ama tambur sana ayrı bir yakıştı. Nezaketine nezaket, letafetine ayrı bir letafet, hitabetine de bir hitabet ekledi. Tambur başka bir şey kattı sana.” Dedim.

Gerçekten de zor eserleri çalabilecek kadar öğrenmişti. Dostlar bazen ona “Ya olmaz ki” diye zarf atardı. “Bakalım, bunu tamburla çalabilir misin?” diye sorarlardı. O da bir sürpriz yapar, parçayı çalar, kaydedip gönderirdi.

Tambur da bir hatıra olarak kalamadı. Onu da Ferhat gibi gönderdik… Yazı, şiir, dükkâna kattığı sohbet… Tüm bunların üzerine inşa ettiği, ona en çok yakışan şey tamburdu.

Hatırladığım kadarıyla zor sorular daha ileride bizi bekliyor, o yüzden devam edebiliriz.

9. “Babamın Elleri” adlı şiirinde, babasının fedakarlığını anlatıyor. Babasına duyduğu hürmeti siz nasıl gözlemlediniz? Babasının ona katı en önemli şey sizce neydi?

Ferhat’ın şiirleri içinde şah şiiri diyebiliriz bu şiire. Zaten gerçek bir olay üzerine, çok ciddi bir vaka üzerine yazıyor. Yangına gittikleri yerde büyük bir patlama oluyor. Zor bir an, zor bir müdahale… Mehmet Amca’nın ellerinde ciddi yanıklar oluşuyor. Ferhat merhem sürüyor. Ve evladın bir babaya yapabileceği en güzel şeylerden biri olarak bu şiir ortaya çıkıyor.

Ferhat’ın bütün serencamında dükkân demeliyiz ama, onu yetiştiren, büyüten, ya da kendi karakterinden duygusundan katan bir anne baba vardı. Babası gerçekten özel bir adamdı. Bugün, kalın Anadolu romanlarına sığmayacak kadar hepimizin bildiği ama artık pek göremediğimiz bir baba profiliydi Mehmet Amca. O artık bir hatıra, bir örnek olarak kaldı. Babası itfaiyeciydi, ama aynı zamanda birçok işle de uğraşırdı. Dört çocuk babasıydı: Üç erkek, bir kız… İtfaiyeciler vardiyalı çalışır, birkaç boş günleri olur. Mehmet Amca o vakitleri dinlenerek değil, çalışarak değerlendirirdi. Boyacılık yapardı mesela; ev, dükkân boyardı.

Bu vesileyle anlatmadan geçmeyeyim. Ahmet Dayı, depremden sonra mevzuyu birleştirip anlattı. Bir tespih vardı. O tespihi yazmaya ne bir şairin kalemi yeter ne de bir romancının… Ahmet Dayı, o tespihi Mehmet Amca’ya emanet ediyor ve diyor ki: “En iyi sende durur, geldiğimde alacağım.”

Ama bu nasıl bir gelmek? Memlekete dönmek mi, gurbete son vermek mi? Süreden emin olmamakla birlikte yirmi sene desem, belki az kalır. Ahmet Dayı ne zaman Maraş’a gelse, o tespih Mehmet Amcadaydı. O da her seferinde emaneti ona uzatıp: “Ede, emanet, aha burada.” derdi.

İtfaiyecilerin, polislerin, askerlerin, sağlıkçıların görevleri yirmi dört saat sürer. Bir vardiya biter, eve gelinir, kıyafet değiştirilir…

O sırada Emine Anne, bu hadiseyi kardeşi Ahmet Dayı’ya naklediyor:

“Mehmet Abin geldi ama geri giyinmeye başladı. ‘Ne oldu?’ dedim. ‘Ya, arkadaş elimden almıştı, tespih arkadaşta kaldı’ dedi gecenin bir yarısı. ‘Yahu, tamam, iki gün sonra zaten görüşeceksiniz’ dedim. ‘Yok, olmaz’ dedi. Arabası bile yoktu. Ama yine de giyindi, çıktı, tespihi aldı ve geri geldi. İki gün içinde ne tespih kaybolur ne de arkadaşı. Ama o riski bile almadı. Arayıp, “Ben geleyim, tespih bana emanet, geri alayım” dedi.

Tarih: 6 Şubat 2023. O binadan ilk Mehmet Amca’nın cenazesi çıkarıldı. Evden bazı eşyalar çıkarmaya çalıştık ama bulmak istediğimiz hiçbir şeyi bulamadık. Yine de birkaç parça eşya elimize geçti. Ferhat’ın kuzenlerinden biri bir gömlek getirdi. Gömleğin cebinde o tespih vardı. Gömleği enkazdan çıkar çıkmaz Ahmet Dayı’ya uzattılar. O da kontrol etti, tespih hâlâ yerindeydi.

“Babamın Elleri” şiirinin ithaf edildiği baba, işte böyle bir Mehmet Amca’ydı. Emanete böyle sahip çıkan bir adamdı. Tam da şu sözün hakkını vererek yaşadı: “Canım gider, emanet yerinde kalır.”

Naaşı çıktıktan kısa süre sonra, tespih sapasağlam Ahmet Dayı’ya ulaştı. Onları bir ömür anacağız. Mehmet Amca, farklı bir adamdı, çok fedakârdı. Allah’a şükür ki Ayşe Ablamız ve Ömer hayatta kaldı o aileden.

Ayşe Abla hemşireydi. Onun küçüğü Ferhat, ziraat mühendisi oldu. Onun da küçüğü Enes… Ferhat’ın şimdiki mekânının az aşağısında, Enes’in mezarı var. Enes’i de burada anmadan geçmek olmaz. O, farklı biriydi. Pek arkadaş çevresi olmayan, yalnız yaşayan biriydi. Makine mühendisiydi, okulunu bitirmek üzereydi.

Mezarının yeri bile, yaşadığı hayata benziyor. Ahmet Abi’den Ferhat’a doğru yürürken, Enes’ten geçmek zorundayız. Ona uğruyoruz, selamlaşıp bir Fatiha okuyarak yolumuza devam ediyoruz. Sonra Ferhat’a varıyoruz.

En küçükleri Ömer… Ömer, bu yıl doktor oldu, başladı görevine. Neredeyse lise mezunu bile olmayan bir anne babanın yetiştirdiği dört evlat… Buna helal ekmek, helal yaşam kavgası, ne dersek diyelim. Ama bütün derdi, evine getirdiği lokmanın helalliği olan bir baba, bakın neler yetiştirebiliyor. Büyük unvanlar, yüksek makamlar, büyük adamlar değil mesele. Anadolu’nun bir köşesinde, gözündeki ve gönlündeki en kıymetli şey ailesi olan bir baba... Aslında en önemli meselesi de bu.

Dünyada bir tane ve değişmeyecek en güzel, en kutsal kurum var: Aile. Cennette kurulan ilk kurum… Bunun alternatifi yok. Aileye sahip çıkarken, onunla ilgilenirken, onu dert edinirken aslında neyi ayakta tuttuğumuzu biliyoruz. Çok büyük şeyler olmaya değil, olduğumuz yerin ruhunu yaşamaya, hakkını vermeye ihtiyacımız var. Toplum olarak da derdimiz bu, kaygımız da bu. Çünkü ailenle varsın. Ailen varsa varsın. Onları mutlu ettiğin kadar varsın. Onların seni mutlu edebildiği kadar mutlusun bir şekilde.

Ömer Faruk Ağca… Elbette ki biz abisinin dostları olarak, babasının arkadaşları ve aile büyükleri olarak onunla ilgilenmek istedik. Babasının arkadaşları gelip şöyle dediler: “Hiç incitmedi biliyor musun?” Vardiya amiriydi, şefti Mehmet Amca itfaiyede. “Bir gün bile ‘öf’ dedirtmedi biliyor musun? Ne güzel adamdı... Hiç yanlışını görmedik, hiç üzmedi”

Annesini tanıyanlar da aynı şekilde konuştu: “O, bir melekti biliyor musun?”

Abisinin arkadaşları, bizler de öyle… Ömer bir gün hezeyanda bulunup şöyle dedi:

“Yahu, bir kötü ben miydim? Çünkü herkes şöyle başlıyor teselliye, alakaya, ilgilenmeye: ‘O kadar iyiydi ki…’ Tamam da, bana ne faydası var? Annem, babam iyiydi, abilerim iyiydi… Ailenin en küçüğü olarak ben çok mu kötüydüm? Ondan mı bu dünyada kaldım?”

Tabii bunun esprisini yapabilecek düzeydeyiz. Ömer, avucumuzun içinde tuttuğumuz bir mayın oldu bizim için artık. Dünyanın en güzel mayını… Ferhat’tan ses var onda, Ferhat’tan nükteler var. Buralara varacağını bilmiyorduk ama babasından ona geçmiş bir sürü şey var. Hikâyenin bu kadar olup olmayacağını kimse bilmiyordu.

Ömer, elbette ki Ferhat’ın kardeşiydi ama biz de ona “Biz buradayız” demeliydik. Zaten tanışıyorduk ama samimiyetimiz yoktu.

Birkaç ay sonra Ömer itiraf etti: “Abi, ben sizi özlüyorum ya!”

Ben de dedim ki: “Dur, itirafa ben devam edeyim. Ama şöyle değil, değil mi? ‘Abimin, bu dünyada herkese nasip olmayan dost meclisinden geride kalanlar’ gibi bir şey değil?”

“Hayır, hayır”, dedi.

Ben de devam ettim: “Ben de seni, en ben olan dostumun kardeşi olarak görmüyorum. Ama bir şey var… Ben Ferhat’ı Ömer’le aldatamam. Bu bana ağır geliyor. Senin bu sesinin benzerliğini, senin nüktelerinin benzerliğini… Benim mazrufum Ferhat’tan başkasının zarfına sığmaz. Yahut ben bir zarf elimde, gönlümde bekliyorum; sen gelip onun içini hazır nazır, peşin bir mazrufla dolduramazsın.”

Böyle nükteleşmiştik… Ama yapacak bir şey yok. Yeri geliyor, çok güzel bir acı oluyor. Yeri geliyor, çok güzel bir tatlı…

Ve geriye şu cümleleri söylemek kalıyor: “Ya, iyi ki de kalmışsın Ömer…”

Ömer’in başarısını da analım. Üniversite sınavında on bininci oldu. Ömer, yeni liseden mezun olmuş, mühendis olmak istiyor. Bu yüzden bir kez daha sınava girecek. Daha doğrusu, mühendislik tercih etmeyi düşünüyor. Ama ailesi, özellikle de annesi ve babası, doktor olmasını çok istiyor. “Neden olmasın ki?” diyorlar.

Ömer bir gün şöyle anlatmıştı: “Ben kendimde şu özelliği biliyorum; bir şeyi sonradan sevebilme yeteneğim var. Annemin de bir hatırasını hatırlıyorum. Enes Abim ile beni, birimiz sağ elinde, birimiz sol elinde tutup Kur’an kursuna götürüyor ve ‘Bir oğlum doktor olsun, bir oğlum hafız olsun’ diyordu. Tıp tercih etmemi, doktor olmamı çok istediler. Ben de düşündüm ki, bir şekilde severim ya...”

Ve tercihini böyle yapmış.

Bir de fotoğraf var... Şimdilik ulaşamıyoruz ama bir gün elimize geçer inşallah. Ferhat’ın çektiği bir fotoğraf… Annesi, babası ve Ömer, üniversitenin önünde. Ferhat çekiyor fotoğrafı, bir yandan da annesiyle babasına sesleniyor: “Gülün, gülün!”

Ömer, bu fotoğrafı anlatırken gülerek şöyle demişti: “Ya abim oradan fotoğraf çekiyor, ‘Gülün, gülün’ diyor ama adamın her santimetrekaresi zaten gülüyor!”

Çünkü oğullarını Tıp Fakültesinin birinci sınıfına kayda getirmişlerdi ve doktor olmasını o kadar çok istiyorlardı ki... Elbette vücutlarının, mimiklerinin, saç tellerinin ucuna kadar her zerreleriyle gülümsüyorlardı.

Cümlenin başı eğlenceli gibi görünse de sonunda bir hüzün var. Ömer, o ilk zamanlarda şöyle demişti: “Ben bunu böyle tercih ettim abi. Onlar için sevecektim ve sevmeye de başladım.”

Sonra durdu ve ekledi: “Ama iki an var. O iki anı nasıl aşacağım? Biri mezuniyetim, biri de düğünüm… Mezuniyetimde, yani onlar için mezun olacağım.”

Nitekim ısrar ettik, ama mezuniyete de gitmedi. Düğün meselesine gelince… Bakalım, süreç işliyor. O süreci göreceğiz.

Mehmet Amca’dan bahsederken aslında evlatlarından, yuvasından bahsetmek gerekir. Çünkü bizim çok fazla hatıramız, münasebetimiz olmadı. Bir dostunun babasıyla ne kadar görüşebilir ne kadar denkleşebilirse, o kadar… Ama bildiğimiz bir şey vardı: Tam anlamıyla bir babaydı.

Rabbim sayılarını artırsın, çoğaltsın böyle güzel insanların. Çünkü ondan bahsederken en kıymetli tarafı olan dört evladından bahsetmek, aslında ondan bahsetmekti. O yüzden anmak gerekiyordu.

Rahmet olsun hepsine…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder