YILDIZ DEMLERİ/Ufuk TÜRK

Biliyorum öleceğim,
Kefenimin cebine yıldızları da bırakın.
Biliyorum öleceğim, 
O bana şahdamarımdan daha yakın.

Gökyüzünde zaferler kazanmış bir yüreğin istiğnası bu.
Her gidişinle çoğalan,  bitmek bilmeyen hüznün sızısı bu.

Serzenişlerimde oldu ara sıra yokluğundan,
Pişman olup hep uzaklara gitmelerim de.
Boş boş düşünceler de oldu,
Senle dolan hafızanın sikletinden oflamalar da.
Sen bir çağın yangınıydın ateşi su ve ben olan.
Sen bir seher vaktinin en acı uyanması,
Ve sen yılmaz direnişlerin sahibiydin.

Kollarımdan tutup bağlasalar da zindanlarda,
Boynumdaki urganın O’nun olduğunu bilerek baktım gökyüzüne.
Ve asırları aşan bakışınızla beni yaktınız.
Saniyeler hiç bu kadar uzun olmamıştı
Ya da kalp atışlarımla saymamıştım zamanı hiç bu kadar.

Yine gece yine sımsıkı bir siyah,
Tek tek üflemek yıldızlara,
Ve siyahın evini başına yıkmak,  ya da öldürmek uykuyu.
Bir kolundan sen tut bir kolundan ben
Ayağına taş, atalım denize.
Atalım ki ateşler artık kanla sönmüyor.

DEVRİM ORKESTRASI/Fazlı BAYRAM











çelişkilerle dolu bir seremoni
orkestranın karar sesi mi
ritim bel kemiği hayatın
uzunca ve acıklı bir keman
yol göstericisi birazdan okunacak şarkının
makam bayati
bu çok uzun ve yorucu bir şarkı
ritim bel kemiği gerisi ona bağlı hayatın

cümbüş gırtlak yangını
Musul’u Kerkük’ü yakar
Urfa’da yeni bir endam kazanır
sesi kâlû belâ’dan kalma
klarnet çingene sokağı sahnenin
oyun havası kadar dokunaklı
kanun takipçisi her çalgının
her kalbe dokumuştur tırnağı
çelişkilerle dolu bir seremonide
bayati makamında
ritim bel kemiği hayatın

tambur
yaylı tambur
çarklardan ve raylardan alır sesini
salonikalıların dolma sonrası hazımsızlığıdır
ud İstanbul burjuvazisinin
light fingirdekliklerine yoldaş
çelişkilerle dolu bir seremoni
makam bayati
ritim bel kemiği hayatın

dermanı zehir böyle çalgıların ortasında
                                               /başka çalgılar da var hepsini saymayacağım/
otomobil lastiğine bakıp kahrını zümrüt sayarım
binlerce çenginin ızdırabı şah damarda
senfoni “dım tıs dım tıs” hangi karanlıkta dinlenir
dokunduğum putların kirli parmaklarında
para tiksinerek mezarlara kaçarım
ülkemdir kafa kol ve ayak
kızıp kızıp sövdüğüm uyku sonrası
ürkek şiirlerimi silahlanmak sayarak
koksa koksa gezdiğim toprak
ritim ülkemin de bel kemiği
her yazıklanma
tahterevalli sonrasından kalma.

Editörün Mesajı: Yüreğinden öpüyorum Fazlı Bayram

YILDIRIM/Metin ACAR














Çeşmesinden içtim
Tur attım aşındırdım kendimi
Dünya küçük bir yer dedi Ali
Damarlarımız kadar yakındır dedim
 

Sen salih bir adama benziyorsun
Birisine benzetiyorum seni
Susarak yollar aşıyorsun
Yıldırımlık bu olsa gerek diyorum

Damarların evet damarların
Sinirleri alınmış derviş misali
Sen onlar gibi konuşmuyorsun
Onlar seninle konuşmuyor ki Ali

Yakala yolları elini ver
Sigaranı sağlam çek içine
Hayat sadece bizlere akar
Yolların gülünde dünya ne güzel

Sesini duyuyorum sanki
Çığlık atacaktın biraz önce
Sen bir yola çıktın ki
Çığlıklardan daha da öte

Diyorum çeşmesinden içtim
Suyunun tadını unutamıyorum
Dünya dışında seni unuttum
Yıldırım gibi düştün önümde

Sen gözlerini kapat sesini dinle
Elini çekme gönül dilinle
Bir gün hatrına bizle gelince
Sessizce dur ve Ya Allah de


DOST / Şeyhşamil EJDERHA










Elif GÖK
ve Mustafa AVŞAR’a

Kıvrım kıvrım yol uzanıyor önümde
Hayaller düşlerimin eninde
Aklım kalbimin emrinde
Çağırıyor birkaç kelimelik sözümde
Ey dost neredesin? Çabuk gel

Gökler bana Elif miktarı uzakta
Heyecanım Mustafa’yla en ön safta
Sevgisiz sevgili olmaz bu tarafta
İşte dünya dediğiniz bu safsata
Ey dost neredesin? Çabuk gel

Hayaller ufkunda bir inci
İnci, incilikte birinci
Bulmuş dostunda sevinci
Kaybetmiş sevgiyle bilinci
Ey dost neredesin? Çabuk gel

Kıvrım kıvrım uzanır yollar
O yollarda tükendi adımlar
Artık bu dünya bana dar
Bekletme yeter bu kadar
Ey dost neredesin? Çabuk gel

Mecalim kalmadı artık
İşte gözümde yaşlar
Geriye kalan şu artık;
Seni çağırdığım mısralar
Ey dost neredesin? Çabuk gel

YAZI GÖRÜNCE/Fazlı BAYRAM


                                   /geldiğini ne güzel söylemiştin abi
                                    bittiğini de söylemelisin baharın/

yazı gör, bak geliyor, çiçek ibrik ısındı
içinde bahar tomurcukları açtı saçtı saçıldı
bayram şekerlerinin kağıtlarından bellikli
Elham cüzleri arasındaki yazı
bak gör sana neler neler ıtırdı.

bak bu yazı
al koynuna ruhuna kazı
asma kilitli tahta kubbeli kapı
anahtar deliğindeki heyecanın yazı
anlamaya çalış sıcaktır
terleyip terleyip soğuk sulara girme sonra
ipek gömlek giyme sakın
küstürme mağmursa yazı
hakkını vererek koy göl sümbüllerine
yangınlarının eteğindeki duvara
yazı çağır bahardan merdivenleri çıkarken
al önüne
bak nasıl geçiyor
ahtapot kolları gibi
sarsa da boğazını.

oldu bitti severim yazı
ama anlamam gözümden
akar gider yazı
bel bağlama çoğu da bir
anlayıp akledene azı da bir.

MUMDAN ALEV/Metin ACAR











Kağıttan yapılmış gemileri yakıyorum
Hayallerim yürümüyor
Meyvalarım dalında çürür gibi
Kuşlar bile yemekten aciz bir halde
Karşıdaki bankanın tabelasında konaklıyor
Ne gariptir bütün cisimler yer değiştiriyor
Ve özgürlük tutmuyor maya
Eksiği var pişirilmeyi bekleyen hamur gibi
Yarının nefesini hadi sat bana
Vakti geldiğinde harcarız
Çayı soğutmadan içeriz
Sevmeyi sebil gibi akıtırız
Yolu aşk ile aşarız
Açlığa sabır
Şiire kan sıcaklığı katarız

Mum ışığında hayaller kurdum
Belki bir dünya yanıbaşımda duran
Yüzümün gölgesi yansıdı duvara
Ruhsuz bir şekildim mekâna yansıyan
Sıktım elimdeki çay bardağını
Ya Allah dedim attım şeklime
Benim ben olduğumu hatırladım
Mumun gerçekten eriyip bittiğini gördüm
Ben üfledim o söndü
Ben yaktım mekân yandı şekil renge boyandı
Ve kağıttan bir gemi daha yaptım
Mumun alevini söndürsün diye




KAİNAT-I S(B)ENDE/Hidayet BAĞCI














Dalgaların sesinde çığlık çığlığa
Kanatlarını sonsuzluğa açan martılar,
Ne çok hızlı olun!
Ne de çok aheste!...
Hiçbir söz etki etmez,
Uçtuğunuz iklimlere...

Rüzgarın yelesine karışır buhar
Ve tütsü edasıyla
Sabaha diz çöker secde
Her bir tesbih tanesi
Ah! etse yine başa gelir sabır, lakin
Hiçbir şey etki etmez...

Ümide seranad yapılır mı ?
Ey aşk-ı kabul!
Ateş-i hicrana değer kelam.
Yar/edenin kabulü kabulüne şayandır...
Kul kimdir ki hak'tan gayrı?
Hiçbir şey etki etmez.

Bir damladan deniz ,
Bir rüzgardan gözyüzü olan
Kainat-ı b/sende,
Neyim var ki senden başka?
Bir de yağmurlar,
Eşlik eder hane-i saadetime.
Hiçbir şey etki etmez...

Ne güneş dinler ne de ay söyler.
Suskunluğun sırtına yaslı durur,
Tüm cümleler ve de kelimeler
Her biri gül goncası gibi
Senden bir fetih bekler, lakin
Hiçbir şey etki etmez...

Ümidden kim ümidsiz kalmış ki
Meded ey Rahman!
Halimize ve de ahvalimize...
Kem sözlerin bu mekanda
Hükmü geçmez, biliriz
Hiçbir beddua etki etmez...

Kainat-ı b/sende saadeti el-vedud'dandır.

Yağmurun her saniyesi
Karlaştırır saçlarımdaki her bir teli,
Dua makamıdır , kabulun dem bulduğu...
Ne ateş vardır ne de su...
Sadece "kün fe ye kun!"
Rıza makamı ala vardır...

Kainat-ı b/sende,
Saadeti el-vedud'dandır



UZAK NÖBETİ/Fazlı BAYRAM












Toprak damların tavanında çivili tahta
Eski  utanmaları bir bir getirir  akla
Ölümden kurtulmuş savaşçı yenilgisi
Ölümden kurtulmuş savaşçı zaferi
Ey artmaz azalmaz hünerli sevgi
Taşı ruhumu al götür  uzağa


GECE VE UMUT / Fazlıalp EJDERHA










Gece karanlığındaki çaresizliğim
Dalıp gittiğim düşlerim
Ve zamanla akıp giden düşüncelerim
Her satırda yok olan umutlar gibi…

Gece karanlığının verdiği korku
Ve o korkuda sessiz yatan bir pusu
Hayallerle gitti umutlar
Geride kalmadı, yok oldu kalanlar…

***

GELECEĞİN DÜŞÜ













Puslu gözlerle bakıyorum geleceğe
Her saatin her saniyesinde
Hayal oluyor düşlerim.

Düşünmek istiyorum
Geçip bir köşeye
Geleceği hayal ediyorum
Umutlarla birlikte

Kaybediyorum zamanı
Yalnızlığımın içinde
Hayal olma kaygısıyla

Gelecekteki kaderim
Umut ve sevinçlerim
Düşüyor yalnızlık çukuruna

Buslu gözlerle bakıyorum geleceğe
Düşünüyorum gelecekteki halimi
Olanlar gerçek mi hayal mi?

Kahramanmaraş Albayrak Ortaokulu
7-B Sınıfı

SENİN ESKİLERİN BİZE BAYRAMLIK OLUR/........ Ahmet ERALP

Bir ramazan gecesi; iftar sofrası yeni toplanmış, sigaralar peş peşe yakılıyor hızla yapılan çay servisine yetişmeye çalışırcasına. Kitaplık- ların arkasına saklanmış ve belki de yılda birkaç kez bulunduğu yerden çıkarılan küçük bir defterden şiirler okunuyor. Henüz varlığından hiç kimsenin haberdar olmadığı bir hazinenin keşfedilme anını dünya dolusu tribünde tek başıma sey- retmenin bahtiyarlığını yaşıyorum. Bir şiirden diğerine geçerken yetmez mi diye sorarken biliniyor ki yetmez aslında; heyecan var şiirleri duyan kulaklarda, şiir okunurken yürek ister gözleri seyretmek, çünkü ya hâkim olacaksın gözlerine ya da bırakacaksın kendini; aksın gitsin gözyaşların. Sayfalar çevrilirken biraz üzüntü var biraz da heyecan; üzüntü var korkuyla karışık, ya bir sonraki okunmazsa diye; heyecan var yürek güm güm çarparcasına yeni şiir okunacak diye! Tüm bu anlar yaşanırken defteri tutan el “eski” diyor şiirlere. Bir sonraki şiiri de oku dercesine, ya da yumuşak bir itiraz edercesine “senin eskilerin bize bayramlık olur” dedi gözlerinde daima hüzün, gözlerinde daima aşk, gözlerinde daima yaşama sevinci olan ses...

Söylediğin her türkü yeniden bestelenmiş gibi olur sanki yüreklerimize vururken en ince notadan. Anlattığın her menkıbe sanki o an bir daha yaşanıyormuş gibi dinlenilir. Sen gel diye seslen yeter ki, tüm eskilerin sadakatiyle zamanın tüm hızıyla gelinir sana doğru. Hele birde sen geliyorum de yeter ki beklemekle eskimez gönlümüzün saati. Tasavvuf bahçelerinden birinde tüm enstrümanların bir araya gelip en derin musikiyi en samimi hamlesiyle indirirken yüreklerimize seninle omuz omuza, diz dize verip dolaşmak cümle semayı. Seninle dolaşmak hiçbir yolculuğa benzemez; belki kanadı yaralı bir kuş görmüşsündür dağların ötesinde, koşup merheminden yetiştirirsin sana dair işleri öteleyip. Belki çay parası bitmiştir bir dostun, hemen masasına yetişip yalnız sesine muhabbet, çayına dem katarsın.

Her saniye anlam kazanır seninleyken; her vakit sana koşmak ister; her gün seninle doğup seninle batmak ister bir daha doğmak ve bir daha batıp bir daha doğmak için.  Demlikte ki çay en güzel rengine bürünür bardağına dolacakken, çay kaşığı tüm tevazusuyla bırakır kendini parmaklarının arasına ve bardak en çok senin elindeyken ince belindeki zarafeti hisseder.

En eski olanı yaşanır seninle tüm yenileri reddercesine. Tüm yeniler yanar kavrulur, eğilip bükülür, en eski olup sana gelmek istercesine.

Cümle eskileri alıp vermeyelim, en yeni olanları gönderelim bitpazarına, daha şimdi piyasaya düşmüş olanları koyalım hemen eskicilerin üç tekerlekli arabalarına. Yaşadığımız ânın farkındayız seninle; geçmişin pişmanlıklarını, geleceğin hayallerini değil yaşadığımız ânı kıymetlendiririz seninle.

Tüm cümleler ilk kez söyleniyormuş gibi sanki sen söylerken, tüm şiirlerin tüm dizeleri sıraya giriyor sen kalemle kâğıdı buluşturacakken sanki yeni baştan yazılacakmışçasına.

Sen söylediğinde anlamını bir kere daha hatırlıyor tüm kelimeler. Bütün söylenmişleri ilk kez duymak gibi; söylenecek her şeyi senden işitecekmiş gibi.  Senin her baba deyişin ölmek gibi, evladına her seslenişin yeniden doğmak gibidir.

SUSUŞ/Güzelay Bekiroğlu



 









Sakladım duygumu ben konuşarak
Bir acı tarlası sessiz yüzünde
Aşkı yürürlüğe koyma savaşı
İçimde bir düzen kaynaşmaktadır
Büyük ve çekingen bakışlarından
En iyi anlatış artık susmaktır.
 

Akif İNAN

Bugün yine susuşlarımdan birini yaşıyorum çünkü biliyorum ki hayata düşürülemeyen büyük notlardır susuşlarımız. Bazen doğru kelimeyi bulamamak bazen doğru mekânı ama hep yapmaya çalışırken yıkmamak için dayanaktır susuşlarımız. Çünkü susmak, kelimelerin kölesi olmaktan korkmaktır sanki ağzından çıkınca sözcüklerin kölesi olacaksın ve o kelimeler hayatını yönetecekmiş gibi. Ama anladım ki susmak bir cüsse işiymiş yani derin denizlerin işi…

Hiçbir şiir ve söz sükût ve amel kadar tesirli olamaz. Çok dinlemek çok konuşmak içindeki sükût dünyasını tanzim etmedikçe günübirlik geçer gider. Peki, susmakla neyi anlattık ya da herkesin anladığı dil susmak mı? Bazen susarız çok şey bilir gibi görünürüz. Bazen susarız bilgisizliğimizi gizleriz. Bazen anlattıklarımızı kelimelere döktüğümüzde bizi yanlış anlayacak insanlar vardır; gene susarız. Bazen ise susmak Hz Meryem gibi susma orucu tutmak olanı biteni takdiri kelama bırakmaktır. Bazen hissiz kalabalıklara sesini duyuramayanlar şamata da vaaz etmekten vazgeçmiş sükûta sığınmışlar. Ama bu sığınma korkaklık kaçış ve nemelazımcılık olmamış onlar, hep sıralarının gelmesini beklemişler yukarıya kalkan parmakların arasında; seçilmeyi ve susarken olgunlaşmanın meyvelerini paylaşmayı beklemişler. Ulvi olan sukuttur der Ving.

Sükût ikrardan gelir derler.

Gelin olacak kız için adaptandır belki de.

Belki de susmakta kocaman bir evet saklıdır.

İsrafın en kötüsü zamandır ve zamanın en kötü kullanışı sözü israf etmektir. Bazen öfkelerini isyanlarını mukaddes bir çığlığa dönüştüremeyenler sükûtun manalı zırhına asla bürünemezler. Ama bazen de bir mazlumun biçare sükûtu, bir âlimin ilim perdesini insanlarla arasına çekmesi bir zakirin zikrinin aşikâre söylenmemesi kıyamet saatini erkene alabilir. Suskunluk bazen bir ziynet gibi süslü durur. Mesela çiçekler susunca güzel; derviş susunca derin; kadın susunca esrarlı olabiliyor.

Yunus gibi sarı çiçekle konuşamıyorsan onun suskunluğundan anla kainatın sırrını diyorum. Bazen sözün bittiği yer deriz kelimeler düğümlenir ayrılık vardır işte o zaman, ölüm vardır, imkânsızlık, çaresizlik vardır; aşk vardır, heybetlidir susuşlarımız. Bir kitabı konuştururuz bazen; fakat yetmez anlamaya suskunluğumuzu. Sonra bir kitap, bir kitap daha; ben hep kitapları konuşturarak arıyorum suskunluğumu. Sonra kaleme sarılıp nasıl aradığımı yazıyorum sükûtumu. Bir Allah dostunun tek bir kelimesi için derin denizler kadar heybetli bir sükût aradım kendimde hikmet incilerinin gezindiği bir sükût kelimelere dökülüşünü aradım.

Sonra Necip Fazıl’ın dizeleri geldi duygularıma tercüman gibi.

Gittim gittim denizin
Sınır yerine vardım
Halin bana da geçsin
Diye ona yalvardım
Bir çığlık vesvesede
İçim didiklense de
Olaydım o cüsse de
Onun gibi susardım.

Ama Onun gibi olmak çoook uzun yoldu henüz benim için. Susarak anlattın bütün gizliyi.

ZÜLÜF / Mustafa Alper TAŞ
















Kırmızı çiçeklerle süslü fistanı rüzgârda onu binlerce ağacın ve meyvenin ve çiçeklerin süslediği bu dağ yolunda, çok da özenilmemiş bir korkuluk gibi sallıyor. Alnının esmerliğinde erken bir gelincik gibi kınalı bir tutam zülüf ifildiyor.

Akşam olmadan, ışıklar kısa bir süreliğine de olsa yakılıp sofraya oturulmadan yetişmek derdinde.

Elindeki sepetin üzeri kocaman incir yapraklarıyla örtülmüş. Ucundan, namazlığın birbirine ulanmış renkleri görünüyor. Adımları gittikçe düzensiz, gittikçe hafif…

Arada bir eliyle belini tutarak, aşağıda henüz kirece bulanmış damların akşama sarkan telaşlarını görerek gülümsüyor. Alnında kınası gelmiş bir tutam pembe zülüf.

Aşağıdan gelen ve kendi gibi kuru, esmer bir kadınla iki dakika sohbet ediyorlar. O iki dakikada görüşülmeyen uzun zamanların bütün hikâyeleri, büyüyen torunların sevgileri, buçuklu verilen ineğin durumu, bütün marazlar, akrabalıklar konuşulup bitiriliyor. Yollara devam ediliyor.

Kırmızı çiçekli fistanının gittikçe koyu örtüsünde ne erkekliğin getirdikleri, ne kadınlığın getirdikleri, dilinde yalnız belki dünyaya sarkan bir türkünün asla yaşanmaz hasretleri, torunların meraklı dinleyişlerinin gülümsettiği içinin eski bir sızısından başka. Ve onlar da Namazlığı gibi dürülüp koyulmuştur. Ancak onun kadar bir iştir.

Elinde yukarıdan, yayladan verilmiş yeşil bir elma var. Avucunda, ara sıra fistanının eteğine sürterek torunun dişlerindeki ilk sesini düşünerek elmayla kalbinin arasında bir yol açıyor. Sallanan o kupkuru eli ve yeşil elma ve eline henüz vurulmuş kınanın kesif kokusu, yeryüzünü kanatlarını havayla doldurup gökyüzünde durakalan büyük kuşlar gibi didikliyor, bembeyaz evlerin damlarını, torunların kalplerini ve komşuların ve bilinmedik insanların o anlarını dolaşıyor hep birlikte.

Alnında kınası gelmiş, beyaza yaklaşmış pembesiyle ifildeyen bir tutam zülüf…

YOL VE RÜYA/Hasan EJDERHA





















Kim, hangi rüyadan, riya çıkarası?
Yaygarası arşa çıkmış bir iyilik
Hangi kömürün çıkmaz karası?
Darası alınmadan tartılan söz gibiydik
Okumasaydık bilmeyebilirdik
Okuduk da; bilmediğimizi bildik
Sevindik, lakin ağlayanlar içinde ilktik.

Çare yok; kalkmadan yürümek olmaz
Acıyan ayaklarımızla yola dizildik
Solmaz bir çehreyle çile dolmaz
“Yol erleri” diyordu ya hazret; bizdik
Kanadı kırık kaç turna geçti buradan
Turnaların soyluluğu önünde eğildik
Kimi durakta beydik, kimi duraktaysa ezildik.

Yürüdü kervan, gökte turnalar sıralı
En son şimdiki durağa varalı
Yaralı ne kadar dost varsa yaralı
Bir türküden şifa buldular
Karlı dağların ardının maralı
Gördü olanları, cümle kuşlar duydular
Oluyordu olacak olan, olmadı; ama sezdik
Döndürüp yolu içimize, âlemi gezdik.

Sancıyan hangi yara, selamdır yâra?
Çıksa haykırsa başı dumanlı dağlara
Koca Muzaffer Gözükara; gelin dese
Gelse gelecek olan dostlar kâmilen
Melekler yukarıdan bakıp gülümsese
Tebessüm etse olanlara bir bilen
Adıyla hitap ettim mesaj olsun ağyara
Şiirleri emzirsin kelimeler doya doya.

Yaya ne kadar köylü varsa yaya
Aya gidecek kadar kıvamdadır yürekleri aya
Güya her şeyi bilen Avrupa ve Amerika
Patika yolların âhını bile çözememiş
Gülümseme kıvamında sırıtmışlar dünyaya
Bu ahmaklar içlerinde canavarlar gizlemişler
Dünyadan gizlemişler, gizlemişler lakin
Canavarlarının içlerinde öldüğünü bilememişler.

Kalktı sis; şimdi dünya her şeyi biliyor
Birçok yere ulaşıyor müslümanın elleri
En uzaktaki yetimin bile gözlerini siliyor
Onca acı ve onca insan; arşa çıkmış kederleri
Hesap günü ödenecek, tüm acıların bedelleri.