Memduh Atalay’ın Anlatımıyla: Ahmet Doğan İlbey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram/ZEHRA BOYRAZ

 


Bu metin, depremde kaybettiğimiz üç kıymetli edebiyat adamı —Ahmet Doğan İlbey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram— hakkında, onların dostu Memduh Atalay ile 04.01.2025 tarihinde yapılan bir telefon görüşmesine dayanmaktadır. Tez çalışmamın ilk safhalarında gerçekleştirdiğim bu görüşme, belirli bir soru-cevap kurgusundan ziyade, samimi bir hatırlayış ve paylaşım atmosferinde cereyan etmiştir. Görüşme esnasında Atalay’a şu temel soruyu yönelttim:

Ahmet Doğan İlbey’le tanışıklığınızdan başlayarak, onunla ve diğer dostlarınızla ilgili neler söylersiniz?”

Bu soru vesilesiyle, Memduh Atalay bir hatıralar penceresi araladı; Ahmet Doğan İlbey’i, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram’ı kendi dostluk hafızasından süzerek anlattı.

Tezimin daha sonraki aşamalarında, belirli sorular eşliğinde yapılan sistemli röportajlar gerçekleştirdim. Ancak bu görüşme, hem zaman itibarıyla daha önceye dayanması hem de doğallığı sebebiyle ayrı bir anlam taşımaktadır. Bu sebeple, onu röportaj başlığıyla değil, bir dostluk anlatısı ya da tanıklık metni olarak değerlendirmeyi daha uygun buluyorum.

Zehra BOYRAZ

1990 yılında Maraş’a tayinim çıktığında, üniversite yıllarımda –siz de bilirsiniz ki– edebiyat, tarih, psikoloji, felsefe okuyanların ister istemez bir düşünceyle, grupla, mefkûreyle bir ilgisi olur. Maraşlı birisi, coğrafi melekeler sebebiyle, Antepli ve Kayserili birine göre doğal olarak tarihe, fikre, ideolojiye daha yatkın bir yol tutar. Çünkü bu coğrafya buna elverişlidir.

Ben de şehrimin ve branşımın melekesiyle Maraş’a geldim ve doğal olarak kendime bir zemin aramaya başladım. O dönem edebî camiada Dolunay dergisi vardı. Dergiyi Bahaeddin Abi çıkarıyordu; yazarları arasında ise Ahmet Doğan İlbey bulunuyordu. Bunun dışında, bizim üniversitemizden mezun olduğu için öncesinden tanıdığım Mehmet Narlı ile de irtibatım vardı. O sıralar Mehmet Narlı’nın iki şiir kitabı çıkmıştı; “Çiçekler Üşümesin” ya da “Çiçekler Satılmasın” gibi bir adı vardı. Hatta bir mısrası hâlâ aklımdadır:

“Çiçeğimi ver, dul Ayşe’nin öksüz kızına vereceğim...

Mehmet Narlı bana, “Senin şiir kitabını Hasan Ejderha’ya verdim. Seni çok merak ediyorlardı, gel tanıştırayım,” dedi. Böylece 1990 yılının Kasım ayında, Ahmet Abi’yle tanışmış oldum. Aynı zamanda Ali Yurtgezen Hocamla, Bahaeddin Abi’yle ve Hasan Ejderha’yla da tanıştım.

Bunun dışında Fazlı Bayram, İmam Hatip Lisesinde benim öğrencimdi. Alperen Ocaklarında yetiştirdiğimiz bir gençti. Fazlı benim ideolojik ürünümdür. Bir şiirinde diyordu ya:

“Memduh Atalay benim babam,

Rüzgârı üstünde eriten adam...”

Allah rahmet eylesin.

Ferhat Ağca, Hasan Keklikçi, Cüneyt Cesur gibi isimlerle de, şimdi “Yazarlar birliği” ya da “Dükkan” diye tabir edilen o zeminde birlikte olduk. Bu ilişki hiç kopmadı. Son on yılda Dükkân’a gidiş gelişlerim seyrekleşti ama bağ hiç kesilmedi.

Ahmet Abi benim annem gibi bir şeydi. Hatta anamla tanıştırdım ben Ahmet Abiyi. Annem Maraş’a gelmişti, ben Sivaslıyım biliyorsunuz. Bak dedim “benim buradaki annem bu”. Hakikaten ben şefkati anne boyutunda Ahmet Abi’de yaşadım.

Öylelikle 1990’da tanıştık. O benim hep Ahmet Abim oldu, ben de onun hep Memduh Beyiyim. Onun değişik bir Memduh Bey demesi vardı ve beni şöyle severdi:

“Sivas’ın fikirli soğuğu”

Ahmet abi herkese bir isim verirdi bana verdiği isim de buydu. Benim bir şiirim vardı:

“günde beş vakit şairim ben” diye.

Bunu çok dile getirirdi, bir de “Sivas’ın fikirli soğuğu” derdi. Bu anlamda beni hep korudu sevdi. Yani hayatında hiç incinmediğin beş adam sayısı deseler, buna eşim de dahil, dostlarım da dahil, kardeşlerim de dahil, birinciyi Ahmet Abiyi sayarım. Yattığı toprak onu incitmesin, Allah ahirette buluştursun. İnşallah ruhu geldi bizi dinliyor.

Ahmet abi beni anne şefkati ile kucaklayan bir ağabeyimizdi. 1990’da başlayan ağabey-kardeşlik ilişkimiz 2023 depremine kadar devam etti. Allah nasip etti. Ahmet Abi’nin cenazesinin çıkmasında bulundum. Mübarek naaşını toprağa koyarken yanındaydım. Kucağımda taşıdım, yani şöyle söyleyeyim size, kuş gibiydi hiçbir ağırlık hissetmedim, hiçbir koku hissetmedim, hiçbir rahatsızlık hissetmedim. Allah mekanını cennet eylesin, Ahirette buluştursun inşallah…

Ahmet Abi’nin şöyle bir özelliği vardı: Mesela diyelim sizin benimle bir irtibatınız var, nasıl bir irtibat olsun, örneğin, siz benim bir şiirimi yorumladınız. Sizi severken şöyle sever, aynı zamanda beni de sever,

“Bu Memduh Bey’in şiirini yorumlayan Zehramız.”

Yani tabi benim arkadaşlarımı severken öyle severdi mesela. Ben dışardan birilerini götürdüğüm zaman, tabii onlara öncesinde Ahmet Abi’den bahsetmişimdir, Ahmet Abi onu severken aynı zamanda beni de sever, yani

“Ha bu Zehra evet Memduh Bey’in şiirini yorumlayan Zehra” gibi..

Ahmet Abi’de şöyle bir şey var, tabii bu dikkatimizden kaçmamıştır. Türkiye’de sanat ya da fikir zemininde olup “Abi” olan çok azdır, bunlardan en hakkıyla layık olan Sezai Abi’dir, Sezai Karakoç’tur. Sonrası Yedi Güzel Adam’dan Nuri Pakdil’dir, Bahaeddin Karakoç’tur ve Ahmet Abi’dir. Fethi Gemuhluoğlu’dur bunların pîrî bu arada. Allah rahmet eylesin. Dostluk üzerine en güzel yazıyı yazan adamdır ve şöyle de bir sözü var bilirsiniz:

“Dost o dur ki, göze hissettirmeden gözyaşını silendir.”

 Ali Yurtgezen Hocaya, Ali Abi denilmez mesela. Muzaffer Gözükara Hocaya, Muzaffer Abi denilmez. Savaş Kıyak Hocaya, Savaş Abi denilmez. Ali Hoca, Muzaffer Hoca, Savaş Hoca olur. Ahmet Abi, ağabeydi. Yani emsallerinin de abisiydi, kendilerinden küçüklerinin de abisiydi. Böyle enteresan bir çelebi tarafı vardı.

Hatta şöyle bir hatıramız oldu: Biz Bilge’yle beraber Beyza Koleji’nde çalışıyoruz. Tabi Ahmet Abi onun babası, benim annem gibi bir pozisyonda olunca, biraz herhalde laubali davrandım Bilge’ye. Yani böyle kadın-erkek sınırı gibi değil de, kardeş gibi ya da evladımmış gibi. Din dersi hocamız da bunu biraz tuhaf karşılamış, bana şaşkınlıkla bakıyordu. Tabi ben de şimdi kimlik sahibi bir adamım, kendi kızları olan, gelinleri olan bir adamım. Yani hanımlarla daha ölçülü, daha edepli konuşmayı biliyorum tabii ki. Bilge’yle benim böyle nasıl diyeyim, laubaliliğimi hoş görmedi hoca, bana yakıştıramadı daha doğrusu. Allah rahmet eylesin çok sevdiğim bir hocaydı, mekânı cennet olsun. Ben de durumu fark ettim dedim ki:

“Hocam” dedim,

baktı bana, “Efendim” dedi.

“Hocam, bu hoca hanım var ya” dedim,

“Evet” dedi,

“Onun babası, benim annem oluyor” dedim.

“Nasıl ya” dedi.

Çok temiz bir adamdı, çok güzel bir insandı Allah rahmet eylesin. Hoca, “nasıl yani” dedi, “şefkat bakımından hocam” dedim ondan sonra. Sonrasında en son görüşmemiz depremden 15 gün önce idi Ahmet Abi ile.

Ferhat’la beraber biz aynı odayı paylaşıyorduk. Daha doğrusu Orman Fakültesinde bir odam vardı ama TÖMER’de derse girdiğim için Ferhat’ın odası da oradaydı, beraber çay kahve içiyor, sigara içiyor, dertleşiyorduk… Tabi ben bu arada Ferhat’ı evlendirme derdine düştüm. O konuda bir anekdot aktarayım.

Artık bir öğrencime Ferhat’ı almayı düşünüyorum. Ona talip olanlar var, Ahmet Abi’ye dönüp dedim ki:

“Abi, bu Ferhat’ı sana şikayet ediyorum. Kıza demiş ki: ‘Teşekkür ederim, siz çok iyi bir insansınız ama benden daha iyilerine layıksınız.’ ”

Dedim ki:

“Yahu ben 54 yaşındayım, altı çocuk babasıyım. Bir kadın gelse, dese ki ‘Memduh Bey ben size aşığım, sizinle evlenmek istiyorum,’ ben ona yok diyemem. Bu Ferhat öküz kalpli!”

Ahmet Abi gülümseyerek, her zamanki nezaketiyle,

“Yaa öyle demeyelim Memduh Beyciğim…” derdi.

Yine anlattım:

“Abi, bu kız doktora yapmış, eli yüzü düzgün, hanımefendi, tesettürlü, zarif bir kız. Gelmiş diyor ki ‘Ben seninle evlenmek istiyorum’, Ferhat ise susuyor. Abi bu Ferhat öküz kalpli!”

Ben böyle deyince Ahmet Abi,

“Yav Memduh Bey… Lütfen öyle demeyelim Memduh Bey…”

derdi.

Ferhat’ı çok severdi, Ferhat onun tercümanıydı. Aralarında özel bir bağ vardı. Bizim de Ferhat’la gerçekten samimi bir ağabey-kardeş ilişkimiz vardı.

Bir gün Ferhat’a dedim ki:

“Sana bir talebemi alacağım.”

İlahiyatta derse girdiğim bir öğrencimdi; kumaşı temiz, belagati yerinde, muhakemesi güçlü bir kız. Hatta bir sözü vardı hiç unutmam:

“Kirpiğim kaşıma değmiyor ama çok güzel yemek yaparım.”

Çok hanım bir kızdı, bahtı açık olsun, sizin de onun da inşallah. Dedim ki:

“Ferhat, sana bu kızı alacağım, bu iş böyle olmaz.”

Ablası birini buluyor mesela konuşuyor, hemen ilk celsede eliyordu Ferhat.

“Hocam bak, ben onunla sohbet arkadaşı olabilirim, ama eş olamam diyordu.”

Ben de ona kızıyordum,

“Sen öküz kalplisin, böyle bir şey olur mu bir kadına nasıl yok dersin!”

Demek ki arkada ağlayacak birini bırakmak istemiyormuş. Kader öyle tecelli etti. Mekânı cennet olsun inşallah. O hakiki bir dervişti, yani hakikaten Allah dostu bir adamdı Ferhat.

Ben ona, darda kaldığım zamanlarda diyordum ki:

“Ferhat’ım bir dua et çok müşkül bir durumdayım” diyordum.

Çok gördüm Ferhat’ın duasından sonra müşküllerimin çözüldüğünü. Allah mekanını cennet eylesin. İyi bir dervişti, iyi bir sofiydi, tasavvufa çok yatkındı. Ud çalardı, çiçeklerle konuşurdu, böceklerle konuşurdu. Değişik bir adamdı, çok güzel bir adamdı.

Fazlı da, o benim gara başkanımdı. Ben ona “Gara başkan” derdim. Onunla da tabi, hem Alperen Ocaklarında beraber olduk hem İmam Hatip’ten öğrencimdi. Allah mekanlarını cennet eylesin.

Ahmet Abi ile ilgili söyleyeceğim şey şu: “Yerli aydın” tabirini hak eden bir adamdı. Yani bu coğrafyayı, haritadan tanıyanlardan, Yeşilçam filmlerinden bilen bir insan değildi. Bizim Anadolu insanımızın iki cephesi vardır bilirsiniz: Birinci kısmı çok güzeldir, her sokak başına bir cami konduran cömertliği vardır. İkinci kısmı ise hacdan kıyma makinası getiren bir kabalığı vardır. Dolayısıyla Ahmet Abi her iki tarafı, Anadolu insanını ölçen biçen biriydi. Kent soylu bir adamdı, aslı köylüydü ama medeni bir insandı. Asla kaba söz kullanmazdı, asla incitmezdi. Siz ona mutlaka abi ya da bey demek zorunda kalırdınız. Onun o nezaketli hali, karşısındakini terbiye ederdi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder