Bana Yanıldığımı Söyle/ Sibel Kök


Beni duy, bana yanıldığımı söyle
Geceyi ve gündüzü yaratan var
Seni ve beni
Yaratan var yeri ve göğü

İnançlarımı yerle bir eden rüzgâr
Bu bir itiraftır
Yenik düştüklerim boynumda birer ilmek
Dünya kayıyor ayaklarımın altında
İnandır beni
İnandır yeniden aşka
Kavgaya

Ve insana


Bildiklerim yetmiyor madem
Başımı göğe erdirmeye
Çek ipini sarkacın
Ki kurtulayım kalbin mahşerinden
Kırık bir hikaye
Eski bir masal
Yarım bir şiir
Görülmedik rüyaların tabiri sen
Beni bul, bana yanıldığımı söyle


DUYMAK/Mustafa Alper Taş


göğün içinde

bir inanmak telaşı

kuşlara, akşam kuşlarına

bir kez daha gelmeyecek olan

 

çoğalıyor birden gülüşmeler

evlerin sağında süzülen

pencere bakışlarında sen

 

ellerimi bir kez çektiler

dağ koktum uzun uzun

bir gölge gibi

geçtim gençliğinden

çeşmelerin

 

tepede kızaran ağaçlar

seni bağırır içten içe

 

NEŞTERİN AÇTIĞI AÇIK /Samet YURTTAŞ


Denizin turkuaz göğsüne

Neşterle giriyor kaptan

Beni de gömün

Neşterin açtığı açık kapanmadan

Çünkü berraktır denizin göğsü

Ve mezarları uzak

İnsanlardan

 

Rüzgarın bıçak darbelerinden sıyrılarak

Döndükçe sivrilen

Ve daha çok sivrilen

Tavafıdır martıların

Şu gördüğüm girdabın

Beni tek lokmada yutmasına

Boyun eğeceğim

Ve gözlerine denizin

 

Marşlara ayarlanmış dalgalar

Sarsıyor beni

İnatçı vapur seslerinden

İrkildi ruhum

Yitirdim cesaretimi

Söndü bana yol gösteren

Deniz fenerleri

Ölüm parlıyor bir inci gibi

 

 

BEKLENTİ / Nurcihan KIZMAZ









Güneş nerden bilsin senin üşüdüğünü
Onun gittiği yerde çocuklar hep şen
Giden düşünse ardında bıraktığını
Bütün viran bağlar olurdu gülşen

Mehtap nerden bilsin senin karanlığını
Kim yakmayı unuttu sokak lambalarını
Rüzgar talan ederken bülbül  yuvalarını
Aşiyan yollarından bir seda versen

Yağmur nerden bilsin senin ıslandığını
Karıncaya sor toprağın dualarını
Emzirince bulutlar buğday tohumlarını
Gökkuşağı'nın sevincini bir görsen



KOKULU SAYFALAR-I / Hidayet BAĞCI

Okudukça zihnimin aydınlandığını hissediyorum. Sahaftan aldığım kitaplar kütüphanemin rafına sıra sıra dizilirken “Acaba bunları okumaya zamanım yetecek mi?” diyorum çoğu kez. Yine de seçerek aldığım kitapların kütüphanemde olması bambaşka bir duygu katıyor ruhuma. Onları hayatıma almadığım insanlara göre kıyaslarsam öyle her kitabı da kütüphaneme almamaya özen gösterdiğimi düşünüyorum.

Uzaktan bakınca hiçbir şey ne okunduğu ne de göründüğü gibi, sadece her şey hissedilebildiğinde var oluyor. Yani empati kurabildiğin kadar insan oluveriyorsun bir anda. Sanırım empati kurabilme yeteneğimi insanlardan değil de kitaplardan öğrendim. Ne tuhaf değil mi? Okudukça derinleşebildiğin bir dünya sana yürümesini, koşmasını, düşmesini, konuşmasını, ağlamasını ve gülmesini öğretiyor, incitmeden. Sonrasında farkında olmadan empati kurma sanatını öğreniyorsun.

İki kapak arasına yerleşen dünyaları gezmenin en etkili yolu örnek vermek gerekirse Can Atilla’dan Mara Despina’yı dinleyerek ve bir de gül veya sandal ağacı kokusu eşliğinde okumaktır. Mesela odanıza yayılan bir gül kokusu birçok hatırayı canlı tutacak veya size şifa olacaktır. Sayfalar arasında adımladığınız yollar kısalacak ve kitabın kahramanıyla veya düşüncesiyle birlikte yol alacak, onun kalp atışına ortak olacaksınız. Bu sebeple sahaftan aldığınız her kitap herhangi bir kitap olmaktan ziyade sizin melazınız olacaktır.

Geçenlerde bir sahafa gittim. Sandal ağacı kokusunu anımsatan kokulu kitaplara dokundum. Ellerime kokusu geçti mi bilemem ama her birinin sayfasında altı çizili yani sahiplenilmiş cümleleri okudum. Kimisinde umut vadeden kimisinde hayal kırıklığını niteleyen cümlelerin altı kurşun kalemin ucuyla ince çizgi çekilerek belirtilmiş. Okuyan öyle sahiplenmiş ki cümleyi peki neden bu kitap sahafta? Şaşırmadan edemedim. Çoğu kez, üniversite kütüphanesinden ödünç alarak okuduğum kitapları eğer beğendiysem kendi kütüphanemde olmasını istediğim için satın aldığım olmuştur. Tekrar okumasam da bir köşede dursun derim. Aslında “o kitabın bana duyumsattığı koku, zihnimde canlandırdığı dünyanın varlığıdır. O dünyanın kokusu benim kütüphaneme de sinmelidir. Diğer sıraya giren ya da girecek olan kitapların sayfalarına kokusu dokunmalıdır” diyerek kitabı satın alırım.

Sahaflarda ikinci şaşırdığım bir durum daha var. Yazarı tarafından imzalanmış, okuru tarafından satılan kitaplar neden sahafa düşer hiç anlamış değilim. Ben olsam kütüphanemin kıymetli rafında yer almasını istemediğim kitabı elden çıkarırım. Yanlış mı düşündüm bilemedim ama bu durum beni bu şekilde empati kurmaya sevk etti. Yazarı tarafından imzalanmış bir kitap benim için kokuludur, okuyan için altı çizilerek okunmuşsa yine kokuludur. Çok ince düşündüm sanırım. Beni bu incelikten ancak okumak kurtarabilir.

Bugünlerde “İnsan, insanın ufkudur” sözünü çok duyuyorum ama Cemil MERİÇ “İnsanlar kıyıcıydılar; kitaplara sığındım.” derken hangi insanları kastetti? Hangi kitapları kendine melaz olarak seçti?

-İşte bunları da bilemedim.

Ali İhsan KEKEÇ'e rahmet dileklerimizle...

 

ÇOCUK / Ali İhsan KEKEÇ




Ben nice ninniler dinledim ninemden
Nice düşlerini gördüm çocukluğun allı yeşilli
Uç uç böcekleri gibi kanat kırpan
Baharlara çiçek olup gül açan gülistana
Ayakları Kafdağı’nda elinde elma şekeri
O bulutsuz gecede ay ben ona aşık
Destanını yazamadım
Sırlarını çizemedim ben çocukluğun
Kırda sarıçiğdem dalda sarmaşık

Gel kuş tüyü uykulardan uyanma çocuk
Şu vefasız dünyanın derdine yanma çocuk
Ummanların şaha kalkan sularında boğul da
Kirlettiğimiz kıyılara dayanma çocuk

Bir çocuk bir çocuk bir daha çocuk
Günahkâr kucaklarda girmedi günaha çocuk
Semayı sorguya çeker galaksiyi savurur
Yıldızları koyup yıldızların üstüne
Aklınca akıl verir feleğe çocuk


YOLDAKİ / Samet YURTTAŞ


Kendimi eve kapattığım sıradan bir gün. Aslında eve kapatmak demeyelim de kabuğuma çekildim diyelim. İnsanların arasına karışmadan önce insanları anlamak, anlamlandırmak lazım. Tabi ki kendimi de.

Elime bir şiir kitabı alıyorum birkaç şiir okuyup tekrar kitaplığa bırakıyorum. Aradığım şey bunda değil. Bu sefer İsmet Özel’in Erbain kitabını alıyorum. Beni şiirle tanıştıran kitap; her sayfasını her mısrasını defalarca ve zevkle okuduğum kitap. Rastgele bir sayfasını açarak başlıyorum okumaya. “İnsan Eşref-i mahlûkattır derdi babam/ Bu sözün sözler içinde bir anlamı vardı/ Ama bir eylül günü bilek damarlarımı kestiğim zaman/ bu söz asıl anlamını kavradı.” Yok aradığım şeyi burada da bulamıyorum. Daralıyorum, terliyorum… Kitabı masaya bırakıyorum. İçimde sıkıntı denizi dalga dalga vuruyor beynime. Kendimi dört duvar arasından bir an evvel kurtarmalıyım. Hemen üzerimi değiştirerek dışarı çıkıyorum. Çavuşbey Mahallesi’nden Saraçlar’a doğru yavaş yavaş yürüyorum. Hava çok sıcak her adımım işkence gibi geliyor. Sanki Çölde yürüyorum. Ama su aradığım falan da yok. Benim derdim başka. Erimeye başlamış asfaltın kokusu geliyor burnuma. Yürümeye devam ediyorum. Işıklarda durup başımı kaldırarak etrafıma bakıyorum. Farkında olmadan kalabalığın içerisinde buluyorum kendimi. Bulgarlar, Yunanlar, Afganlar… Ve bir mülteci gibi onlara bakıp ne yapmaya çalıştıklarını anlamaya çalışan ben. Kendimi hiç bu kadar yabancı hissetmemiştim. Türkçe konuşan çok nadir kişi var. Bir de şu Pomakça konuşanlar var. Onlar bunun Türkçe olduğunu savunuyor ama ben bu zamana kadar ne konuştuklarını hiç anlamadım. İşte Yeşil ışık yandı karşıya geçebilirim. Karşıya geçince kalabalık, dünya telaşı iyice hissediliyor. Yürümeye devam ediyorum. Kulağımı tırmalayan yabancı sesler. Bulgarlar sabah erken kalkan ebeveynler gibi çoktan karnını doyurmuş, alışverişini yapmış. Bizim yerli halkımız da öğlen kalkan çocuklar gibi gözünü ovuşturarak ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor. Geç kalktıkları için büyük ihtimalle ebeveynlerinden azar işitecekler. Belki de yemek kalmadığı için yemek de yiyemeyecekler.

Kalabalık gittikçe artıyor. İğrenç kahkahaların arasından insanların yüzlerine bakmaya başlıyorum. Ne kadar da mutlular. Bu kadar kahkaha atacak ne olmuş olabilir. Şair: “bizde bağırarak kahkaha atılmaz, hafif tebessüm edilir” demişti.  Bu tebessüm değil, gülümsemek değil, avına yaklaşıp ağzını açan bir timsah… Başka birisiyle göz göze geliyoruz, elinde dondurma bir, iki, üç, dört, beşİçimden sayıyorum ne zaman gözünü benden kaçıracak diye. Dondurmasını ağzına götürüyor. Hiçbir zaman böyle kalabalıkta dondurma yemedim ben. Diğer insanların da nasıl böyle rahat davranarak yediğini de merak etmişimdir.  Utandığımdan ya da çekindiğimden değil ha. Başkasının canı çekerse diye düşünmüşümdür. Abes gelmiştir bu tür şeyler bana. Zaten bizim (Türk-İslam) gelenek göreneklerimizde de bu şekilde cadde ortasında ayakta bir şey yemek ya da içmek yoktur. Hoş karşılanmaz. Ama her nedense bu durum da her şey gibi normalleşti. Artık göze yabancı gelmiyor. Her şey normal artık. Abes olan benim bu yazdıklarım.

Biraz daha yürüyorum aradığım şey yine yok. Gökkuşağı gibi giyinen, süslenen insanların içerisinden Samimiyetsiz gülüşlere yakalanmadan aceleyle geçiyorum. Hiçbir insanda kendimi bulamıyorum hepsi birer yabancı gibi geliyor. Bunlar bizden değil, bunlar da… Bu hazırlık niye, nereye gidiyor bu insanlar, bu koşuşturma nerede son bulacak? Bunları düşünmekten aradığım şeyi bulamıyorum. Gittiğim yerin farkında değilim. Zaten önemli olan yolda olmak değil miydi?

Kafamı kaldırıyorum yolun sonuna gelmişim. Geri dönüp tekrar geldiğim yoldan yürümeye başlıyorum. Yanımdan rüzgâr gibi birisi geçiyor. “Bu nasıl Mahlûk” diye söylenerek. İşte aradığım şeyi buldum: Mahlûk. Evden çıkmadan önce Erbain kitabında bulmuşum aslında aradığımı. Farkında olmadan gelmişim bu yolu. Yürümem gereken yol varmış diyelim. İsmet Özel Amentü şiirine “İnsan Eşref-i Mahlûkattır derdi babam” diyerek başlamıştı. Benim aradığım şey tam olarak buydu. İnsan, yaratılanların en şereflisi. Peki bizim yaşayışımız bu tanımı karşılıyor mu? Bu tanımı hak edecek bir yaşam sürüyor muyuz?  Biz tam olarak Eşref-i Mahlûkat mıyız yoksa sadece Mahluk muyuz? Aradığım şey bu soruymuş. Peki bu sorunun cevabı ne? Bu sorunun cevabı için tekrar yola çıkmam gerekecek. Sonsuz bir yola.

 

 

Çay Soğumadan / Halit Dilipak

Çay bardakta buğulanırken neyin efkarıdır bu beni saran. Çayın deminde eriyen nedir içimden koparak. Buğusunda yükselen hangi arayıştır.

İçinde fırtınalar kopar birden, bir kasırga sarar bütün benliğini. Bir şeylerin yokluğunun sancısıyla ruhun daralır, boğazın düğümlenir, bedenin fersiz kalır. Ağır gelir, ezildiğini hissedersin. Kalbini prese alıp sıkıştırıyorlar zannedersin. Neden dersin? Niçin? Anlam katmak istersin hayata, anlamsızdır her şey. Bir manaya eremezsin. Mana bulmak umuduyla bir çift göz ararsın boşlukta ama bulamazsın. Aşina bir ses duymak istersin. Ruhuna tanıdık, bu dünyadan değil başka âlemlerden aşina bir ses. Ama duyamazsın. Kasırga diner, presten çıkar kalbin ama bilirsin ki tekrar uğrayacaktır bu acı hüzün.

Bir sıcaklık sarar, hoş bir meltem esintisiyle huzur bulur ruhum. Bir an hiçlikten gelen bir huzur kaplar tüm bedenimi hiçbir neden yokken. Bir hamd, bir şükür geçer kalbimin en derinlerinden. Varlık âleminin tanımlayamayacağı bir huzur doğar içime. Bir selam gelmiştir ötelerden, belki göremediğim bir tebessümün mesutluğudur. Belki gözlerimin bilmediğim âlemlerde hasret kaldığım gözlerinle buluşmasıdır. Başka âlemlerde hislerin buluşup hemhal olması mı yoksa! Bir an da olsa bir şeylerin huzurunu yaşarım sebepsiz.

Bir yol bulabilsem bir yol. Sessiz, sakin, kimsesiz bir yol. Ucunun sana çıktığı bir yol. Sadece sen olabildiğim bir yol. Seni yaşayabileceğim, sana ulaştıracak bir yol. Fani bedenimle yalnız ebediyete ulaşacak, ruhumun sen olabildiği bir yol. Aklımda, zikrimde, fikrimde Sen olduğum. Bu fani hayatta yalnız Sen olup seni yaşayabileceğim sessiz, sakin, ıssız bir yol. Sonunun hasret kaldığım gözlerine çıktığı bir yol. Bir içten bakışa hasretken, nice gözlerde seni arar bu gözler. Ama hiçbirinde sen yoksun. Hep ruhuma yabancı gözler.

Yorduk, üzdük, katılaştırdık çocuksu saflığımızı. Oysa hayat ne kadar güzeldi. Herşey saf ve temizdi. Büyüyen herşey kirlenip, saflığını kaybediyor. Ne koca koca kalplerimiz vardı. Büyüdükçe hırslandık, hırslandıkça bağlandık fani olan herşeye! Oysa huzur bahşedilene sarılırken içten bir hamdde saklıdır. Bir yudum suyu içerken duyduğun şükürdedir.

Ruhumun derinliklerinden gelen sızısın. Sebepsiz, nedensiz ruhum ısındı sana. Birden bir gariplik sarar benliğimi. Bir hüzün sarar ruhumu, bir şey eksiktir. Kalabalıklar içinde yalnızlık çekerim. Bir eksiklik vardır sol yanımda, kalbim atmak istemez senin yokluğunda. (Yine bir gariplik düştü serime, acep nolacak bizim halımız. At sürüp de bu ellerden gitmek isterim, belki tuz ekmektir de bağlar yolumuz…) Hani hafiften bir yağmur çiseler gökten. Ağır adımlarla yürürsün. Amaçsız, gayesiz sadece yağmurun yavaş yavaş iliklerine kadar işlemesini istersin. Ruhsuzdur adımların, amaçsız. Sadece yağmur kalbin en derinine insin istersin. Bir cümlede, bir tek kelimede her şeyi anlamlandırmak istersin. Lakin bulamazsın ya! Sen benim anlamını bulamadığım kelimemsin.

Bir "La" diyebilse bu yürek, tek bir "La"da Senin dışındaki her şeyi ret edebilip huzura erebilse bu ruh. Benlikten ve bencillikten kurtulup Sana erebilse bu yürek. Senle mutmain olsa, Senin hasretin dışında hiçbir şey acı vermese! Kor kor yansa Senlik aleminde Seni yaşayamamanın acısıyla!

LAİLAHEİLLALLAH MUHAMMEDEN RESULULLAH.

Suskunluğumda yaşadım seni. İçimde hıçkırıklarla yaşadım. Sen vardın her nereye baktımsa, hep seni gördüm. Hüznümü tatlı bir sevince dönüştüren de, neşemi hüzne dönüştüren de hep senin hasretindi. Oysa ben yoktum sen olmuştum. Yoksa bu hasretlik miydi beni sen yapan! İçimdeki yangını söndürmeyen. Sen olabilmem için yanmam mı gerekiyordu? Hasret ve özlemle için için yanmam. Ateşte cüruflarımdan ayrılıp saf sen olabilmem için...

Mahzundur, hüzünlüdür, her an bir özlem ve hasretlik çeker yürek. Bir şeylerin özlemi vardır derinliklerinde insanın. O hasrete son verebilmek adına sahte mutluluklar arar durur. Bu arayış bazen bulmaya bazen kaybolmaya neden olur. "Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur"un arayışı içindedir insan.

Bir yol bulabilsem bir yol. Gözlerinden ruhuna erebileceğim bir yol. Huzuru ve hüznü ruhuma yaşatan gözler. Gözlerime değdiği zaman ruhumu kor kor yakan gözler.

Bir dehlizdir gönül, derinliklerinde saklar bilinmeyen gerçekleri. Bazen bir huzur kaplar tüm bedeni sebepsizdir, bir mana veremezsin, nedenini sorgulamazsın. İşte o huzuru yaşatan başka bir dehlizin varlığı mıdır? Bir hüzün kaplar gönlümü. Ve yağmur yüklü bulutlar belirir gözlerimde. Sen olmuşken, benliği yok edememişliğin hüznü mü yoksa bu hüzün. Ey nefsim hani ben artık ben değildim. O olmuştum. O olamıyorsan hüzünlenmek niye ey nefsim. Eğer O olabiliyorsan, O'nda bütünleşebiliyorsan. Neden bu hüzün?

Gecenin karanlığı, şehrin Işık'larıyla aydınlanıyor. Gönlümün karanlığı gözlerinin parıltısına hasret. Gel gönlümün sultanı, gel ki gözlerin ruhumu aydınlatsın da huzura ereyim.

 

Bismillah bir hamle kılsam şeytana, Nefse Bismillah, Şehvete Bismillah, Arzulara Bismillah, Hırsa Bismillah, Öfkeye Bismillah, Kibre Bismillah, Nefrete Bismillah, Şerre Bismillah, enaniyete Bismillah, hadsizliğe Bismillah, haksızlığa Bismillah, Adaletsizliğe Bismillah… Vursam vursam yine vursam Bismillah.

Neden hüzün? Neden hep bir arayış ve hasret içinde bir boşluk? Yorgun, bitmiş ve bıkmışğın sebebi hasret mi? Özlem mi? En mutlu olduğun anlarda bile neden bu hüzün? Şükür ve hamd ettiğin bunca yaşadığın huzurun içinde bu arayış nedir? Eksik olan ne? Ne yaparsan yap yerini dolduramadığın şey ne? Eşte, çocukta, dostta, sigarada, çayda bulduğun huzurun neden bir yerlerinde hep bir eksiklik hissi var? Mal, mülk, para, pul, makam, şöhret, ün, her türlü şehveti tatminin içerisinde aranılan ve bir türlü ulaşılamayan nedir?

Gönül aşkından harap olmuş. Kalp hasretinden bitap düşş. Ruh sensizliğin ıstırabıyla yanmakta ey gönüller sultanı! Nefs, şeytanla koyun koyuna aciz bedeni ele geçirmiş darbe üstüne darbeyi o vurmakta! Sen varken Sensiz bir hayata katlanmak! Ey ruhun, gönlün ve kalbin sahibi, bu köleni nefsinin ve şeytanın boyunduruğundan kurtar! Ne Seni yaşayabiliyor, ne de Sensiz! Hep Sen varken, Sensizliğin ıstırabını çekiyor ruh! Her an her yerdesin! Sana açılan kalplerdesin! Uslanmaz gönüllerin kapısından içeri gir ey Sevgili! Harap olmuş ruhlara bir ferahlık ver! Neyin yokluğunun farkında olmadan ıstırap ve arayış içindeki gönülleri huzura eriştir. Seninle sensizliği yaşatan nefsin ve şeytanın boyunduruğundan kurtar! Muhtaçlığının farkındalığına eriştir! Sensiz bürgüne Seninle uyanan gönülleri, Kendinle mükafatlandır!

Gelseydin çayı bardakta soğutmadığımı görürdün. Sanki çay bardakta soğursa, sensizliğin sızısı da kalbimde bitecek...

 

 

ÜTOPYA / Nurcihan KIZMAZ



iki kalbi olsa insanın
biri yalnızca sevse
gündelik işler araya girmese

güneş istediğim zaman doğsa
yağmur geceleri yağsa
kuşlar kahvaltıya gelse sofraya

koyuna benzese bulutlar
bazen yelkenli gemiye
ardından baka kalsam öylece
bir tek dizlerim acısa düşünce

kaldığım yeri unutmasam
baş ucu kitabımda
rüyama girse özlediklerim
sabah bir top nergis olsa masada

babam ölmemiş olsa
annemin ördüğü kazak bol gelse
çay şekerli ve ılık
kahve bol sütlü
herkes mus mutlu
günlerden pazar olsa


CİNNET / Gün Sazak GÖKTÜRK


Bir ikindi vakti,

İnce bir tülün ardında kalan gölgede,

Sessizlik içinde, toprak dam altında,

Sürüden yılmış bir kurt kokusu varken üzerimde,

İçimdeki keşmekeşi, tanrılara kurban edip,

O son gecenin şafağında aşkını, kanla göğüme yazdın.

 

Mayhoş bir ayrılık kokusu yayılırken,

Islak ve karanlık hayallerin arasında,

Senin sesindi, sarhoş ekinleri ayıltan bozkırıma...

Kara kara dereler geçtim, doğurgan bozkıra ulaşmak için...

Uzak diyarlardan Diri memelerini kutsamaya,

 

Ve sana geldim

İçimdeki çocuğu büyütesin diye.

Ihlamur ağaçlarına çarşaf bağlayan, dingin bedenini saran,

Ter kokunda saklıdır,

İçimdeki hastalığı iyi edecek olan...

O ince tülün önünde kalan, çaylak bir kuş gibi çırpınan kalbim,

Toprağa bulanıp ellerinde hayat bularak,

Taşır çatlarcasına zonklayan damarlarımdan dağ çiçeği kokularını,

Ruhumda, domur domur izler bırakan adımı çığrışında,

Kim bilir çözülür dilimin bağıda, adını sayıklar yerin ve göğün sahibinin.



PİYASA ŞİİRİ 2 / Ferhat ALTUN



-Mehmet Yaşar'a nazire-

 





1.

Onlar bir kenti takdis ediyorlar

Çok konuşuyor

Az söylüyorlar

Bir de para satıyorlar

Yanlış duymadınız -para-

 

Ben öyle değilim

Dostlarla tartışıyorum

Parti açıp 

Parti kapatıyorum

Bazen devlet yıkıp 

Devlet kuruyorum

Prut bataklığı geliyor aklıma

 

2.

Onlar 

serbest piyasa ekonomisi istiyorlar

Liberalizm diyorlar

-Komünizmi şeytan işi biliyorlar-

 

Ben

Çoğu zaman ciddiyet ilan ediyorum

Rejim olarak tek sevdiğim bu

Ülkeyi palyaço da yönetse

Ciddi olacak

 

Sonra

Köylüyü çıkarıyorum lügatten

Ama sekiz köşeli kasket hâlâ serbest

 

3.

Onlar

Şehir diyorlar kente

Peygamber veya şair diyorlar

Ezdikleri adama

 

Hâlâ put yontuyorlar

Etten de taştan da

-

Dedem öyle değildi

Ağzında çürük dişi olmasa

Belki alamancı olacaktı ama

Hakkıyla hamallık yaptı Urfa'da

-

Onlar bir kenti takdis ediyorlar

Ben lanetliyorum







İCADE-İ VELDAR / Miraç DOĞANTEKİN


Toprak anlamsızdır
Göğü bilmez umudu düşü bilmez
Kör bir karanlıktır
Su anlamsızdır
Gayesizdir başıboştur
Kaybolmuş yapayalnızdır
Hava anlamsızdır sevgilim
Ele avuca gelmez hercai
İçi başka dışı başkadır
Oysa ateş oysa ateş
İnsan bir kıvılcımdan meydana gelmiş gibi
Ruhunu dostlukla bedenini aşkla sarar
Herkese bir adım uzak bana bir adım yakın
Ne onunla ne de onsuz
Yorulmaktır bir şey olmaktan
Yahut hiç bir şey olamamaktan

Bu düğümü çözecek olan
Susmaktır
Bir ateşin ağırbaşlılığıyla
Havadan sudan ve topraktan kopmadan
Dünyayı sevmek ateşi sevmektir
İnsan havadan sudan ve topraktan
Ateşi bitirdiği vakit
Göçüp gider bu dünyadan

 

SENSE / Muhammet Nacaroğlu



Sadece sevgimi göstermek istedim
Sevgi kokan ruhumdan görüntülerle
Sense garip manalar verdin tavrıma
Beni herkes gibi gördün
Sahnemin perdelerini kapattın yanlış anlamalarınla

Sesimi duyurmak istedim
Aşk dolu şarkılarımdaki titreşimlerle
Sense kulaklarını açmadan asla
Bana dönük değildi gönlün
Yitti gitti nağmeler umursamazlığınla

Bir rüyamı yaşamak istedim
Ellerimde miski amber çiceklerle
Sense şaştın yangınıma
Acınası gözlerinde asılmıştı yüzün
Beni hayat çölünde bıraktın bir başıma

AY’IN İLK HALİ / Samet YURTTAŞ



Ay’ın ilk hali sendedir

Gecenin gerdanında inci gibi parlayan

Ve parladıkça karanlığın imrendiği

Bir soylu gelin geçişi

Atların hayran kaldığı güzel sensin

 

Şehrin sokaklarından geçersin

Hafif bir esintiyle

Itır kokar adımların bile

Saçların dalgalanırdı

Bu bir ihtilal haberidir

Bilirim

Sevinçle karşılanırdın gecenin üçünde

Bir an seyre dalsam seni

Boynumda dipçiğin izin kalır

 

Seni düşünsem

Kanımdan yıldızlar geçer konvoy halinde

Öyle bir çırpıda geçemem yanından

Sana çıplak gözle bakacak kadar da

Cesur değilim


Güneşin kıskacından

Cımbızla çektiğim güzel sensin

Yerini dolduramadı hiçbir cisim.

Fezaya çizilmiş en güzel resimsin

 

Uyanırdın

Kirpiklerinde bir tabur şebnem

Yeryüzü yüzünü yıkardı

Her yıkayışta biraz daha gençleşen

Ve güzelleşen

 

Gülüşlerin dağıtırdı gecenin kasvetini

Gözlerin denize değerdi

Yakamoz olurdun

Seyrine doyum olmazdı

Ay’ın ilk hali sendeyken