Bin günah ettim amma
bir gün âhım yok benim.”
Lâmî Efendi
Bir yıl önce pamuktan para arttırmıştık
Emmi. İki ortak bir yayla bağı aldık. Bağın sahibi Uncu Ali rahmetli yaşlanmıştı
inip çıkamaz olmuştu yaylaya. Babamı severdi, evdeki çocukları zor zekat
doyurduğunu bilirdi. Çalışmasını takdir ederdi. Köydeki bahçelerindeki
asmaların üzümlerini kiraya verirdi babama. Kaç paraya? Bir paket tütüne! Türk
milletinin bağrındaki taş, boğazındaki yumru Yemen’de, günlerce aç kalmış Ali
Emmi. Meşhurdur onun eşek eti yeme hikâyesi Emmi.
Bilirsin köyün bağlarındaki üzümler
eylül gibi kesilir; pekmez kaynatılır, pestil, bastık yapılır biter. Yayla
bağları kışa kadar kalır. Ocak şubat gibi üzümlerin üzerine kar yağar. Yağan
kar soğuğun etkisiyle donar. Donar ama bir karış kalınlığındaki karın sadece
dış kısmı donar. İç tarafı üzümlerin üzerine adeta bir çadır gibi koruma
sağlar. Doğal, dalında kalan üzümler şubat sonuna hatta marta kadar kaldığı
olur. Ha bu arada ortak dediğim yabancı değil. Bizden biri. Tarif etsem kim
olduğunu hemen anlarsın Emmi. Kısa boylu, ince bıyıklı, ince dudaklı, yüzünü
çirkin göstermeyen, her şeye sokmadığı bir burnu var; kaşları, kirpikleri sarı;
dişleri köy yerinde bulunmayacak kadar düzgün, küçük ve güzel görünümlü, kafasında
kılın eseri yok. Hiç mi hiç… Ha, evvelden varmış. Bir hastalık geçirmiş ondan
sonra hiç saçı kalmamış. Askerde komutanları değnekle kafasına vururlarmış.
Hemen her gün yaparlarmış bunu. Değneğin izi çıplak kafasında çok güzel
görünürmüş, dediğine göre. Kendine de komutanları demiş. “Sopadan adam ölse ben
ölürdüm.” der. Babası erken ölmüş. Kendinden küçük üç kardeşi daha var. Bildin
mi lafını verdiğim adamı Emmi. Nasıl bir fakirlik içerisinde büyüdüğünü de
anlatacağım da hiç gerek yok.
Mayıs gibiydi. Pamuk çapalamak için
Türkoğlu ovasındaki köylerin birindeydik. Bizimkiler bir sabah, yayla bağını
dallamak gerektiğini söyleyip köyün yolunu tuttular. Bizimkiler iki kişi Emmi; bir
dayı bir yeğen. Aşağı yukarı aynı yaştalar. Yeğeni sana tarif ettim Emmi. Dayı
da onun dayısı işte.
Tabi bağ dallamayı herkes bilmez. Hatta
bağ dallamanın ne demek olduğunu bile çoğu kimse bilmez. Kitapta defterde filan
yazacağını da sanmıyorum. Bilen birinden dinlemek lazım. Sen bilirsin Emmi.
Hatta sen çam dallamayı, kamalak dallamayı, dut dallamayı da bilirsin. Herkes
bilmez. Konumuzun dışında ama bir de sade dallama var! Onu herkes bilir. Bağ
dallama dışındaki dallamalar çok kolay Emmi. Keskin bir darha ile ağacının
tepesine çıkılır; tepede, ağacın yaşaması için bir miktar dal bırakılır kalanı
kesilip inilir. Kesilmiş olan bu dallardan çam dalı; yufka ekmek yapımında,
bulgur kaynatılırken, tarhana yapılırken ve don -çamaşır- yıkanırken kazanın
altında yakacak odun olarak kullanılır. Kamalak dalları kışın küçükbaş
hayvanlara yem olarak verilir. Dut dalları ise oğlaklar için en güzel
yiyecektir. Hani var ya Emmi “Her şey hesapla dut pançaynan.” diye bir laf.
Dalın da bir hesabı, hesap birimi var: Onun birimi “koltuk”tur. Köyden birisi
laf verirken “Oğlaklara bir koltuk dut dallayıp getirdim.” diyorsa bil ki, bir
koltuğunun altına sığacak kadar dal getirmiştir.
Bizimkiler bağın yakınlarındaki meşe
ağaçlarından yeşil dallar kestiler. Sonra o dalları koltuklarında, kucaklarında
bağa taşıdılar. Taşıdıkları dallarla; bağda, yaprakların kapatamadığı korukları
güneşin yakıp kavurmasından korumak için sağlam bir şekilde kapattılar.
Bağı dallayıp bitirdiklerinde vakit
öğleni geçmişti. Güneş ışıtmayı ısıtmayı bir yana bırakmış, tengirşek şapka
-fötr- gibi Kavlaktepe’nin tepesine binmiş memleketi yakıyordu. Tepenin güney
yamacında bulunan Köreyeri’nden çıkan alev; Belicek’ten geçip Sarımezleği’nin
ateşiyle birleşerek Uludaz’a doğru gidiyordu. Kuzey tarafında; Çıtlıklı, Kozlar
yanıyor alevler Dede’ye kadar çıkıyordu. Dağlar, tepeler, tarlalar, bahçeler,
ağaçlar kendi gerçek renkleriyle serilmişti güneşin altına. İlaç niyetine göze
sürülecek bir çinke bulut yoktu gökyüzünde. Güneş, şu uçsuz bucaksız evrenle
biraz önce cenk etmiş, kesin bir galibiyetle yeri göğü teslim almış da gücünü
gösteriyordu sanki Emmi.
Dayı yeğen sabah azık çıkınını
astıkları alıç ağacının dibine gelip oturdular. Bir müddet soluklandılar.
İsmail Mustafa’nın nohut tarlasına baktılar. Göğ İsmail’in ekinlerine daldı
gözleri bir zaman. Bir zaman Kavlaktepe’ye… Kavlaktepe’nin meşelerine,
ardıçlarına, tespilerine, çamlarına, ağaçların arasından görünen kayalarına,
ağaç olmayan boş topraklarına baktılar. Başlarını yere eğip, oturdukları
yerdeki topraklara baktılar. Her zaman birbirlerine “bir” dedirtmeden konuşan,
lafı birbirlerinin ağzından alan dayı ve yeğende ses seda yok. Öyle
oturuyorlar. Ne konuşuyorlar, ne gülüyorlar, ne ağlıyorlar, ne esniyorlar, ne
parmaklarını çıtlatıyorlar, ne boyunlarını kaşıyorlar, ne burunlarına
dokunuyorlar, ne ıslık çalıyorlar, ne türkü söylüyorlar, ne öksürüyorlar. İkisi
de mühim bir şey düşünüyormuş gibi öylece duruyorlar. Hal bu ki her şeyi
bilirler; “icik” desen güler, suratını azdırıp sertçe “laan” desen ağlar ikisi
de. Babaları kendileri çok küçükken ölmüş ya, ağıtları öyle yapma da değil
hakkını verirler.
Kafasında kıl olmayan el yordamıyla
yere bıraktığı şapkasını buldu. Öbürü yerden bir kuru dal aldı; dizinin üstüne
koyup iki yanından bastırmadan öyle havada iki eliyle iki yanından bükerek
kırdı. Çıkan sesten cesaret almış gibi; tepelerinde sallanan, içinde
kaynatılmış dört yumurta ve katlanmış dört yufka ekmek bulunan azık çıkınını
daldan indirmesini söyledi; kuru dalı kıran, şapkası elinde olana. Yeğeni
dayısının yüzüne bakmadan çıkını indirdi. Orta yere bıraktı. Öksürdü. “Bura”
dedi “her yerden görünüyor.” Konuştu mu
yoksa ağzından çıkan öksürüğü o manaya mı yordular, farkında olmadan
etraflarına bakındılar. Ayağa kalktılar. Evin büyük hanımının; üstüne kuma
gelen küçük hanımın oğlan çocuğunun elinden tutarken duyduğu tiksintiye benzer
bir duyguyla azık çıkınını yerden aldı yeğen. Üzerlerinden henüz atamadıkları
yorgunluk ve açlığın üstüne sıcağın ağırlığını da yüklenerek Kavlaktepe’nin
zirvesine doğru yürümeye başladılar. Arada bir öksürerek, durup derin nefes
alarak tepenin çok da uzak olmayan zirvesine ulaştılar.
Bir evlek soğan dikilir dikilmez,
otlarının yarısı kurumuş, yarısı yeni kurumaya başlamış, ağaç ve çalı bulunmayan
tepenin zirvesine ulaştılar. Kavlaktepe’nin zirvesi seyrangâhtır. Aklı yerinde,
gözleri görür, karnı tok; oğlundan, kızından dertli olmayan, anası babası
başında; ayakkabılarının altı deliksiz, sırtında mevsimine göre bir giyeceği
bulunan, döş cebinde bir ayna bir tarağı, şalvarının cebinde bir bıçağı, bir
cücük lastiği olan; her gördüğüne selam veren, verilen her selamı alabilen
düşmansız; evine misafir gelse bile kendisine bir kat yatak düşen biri, burada
elini kulağına attığında;
“Hemene de Karacoğlan hemene
Canlı
kervan indirmişim Yemen’e
Sevdim
ise ben yârimi kime ne
N’ettin
ola şu koğlaşan ele ben.” diye bir uzun
havayla; Karadere’nin gediğinden Anabat gediğine, Dede’den Fenk’e kadar
dağları, tepeleri, dereleri ve esikleri nennilendirir, Ceyhan Nehrini beşik
gibi sallar alimallah. Fakat bizimkilerin her yeri dert Emmi. Bir an önce
ellerindeki azık çıkınından kurtulmaları gerekiyor. Açlıktan ölüyorlar. Etrafı
iyice kolaçan ettikten sonra bir çalının dibine oturdular. Önlerine koydukları
azık çıkınına ellerini uzattıkları anda bir eşek anırdı. Telaşla çıkını çalının
arasına bırakıp etrafı kolaçan ettiler. Görünürlerde kimse yoktu. “Mağara” diye
aklından geçirdi dayı. Hemen vazgeçti o fikirden, dillendirmedi. Çünkü
büyüklerin anlattığına göre Kavlaktepe’nin mağarasına giren bir daha çıkamaz,
orada ölürmüş. Çalının içine attıkları çıkını alıp etrafı çalılarla sarılı bir
ardıç ağacının dibine oturdular. Her ihtimale karşı çıkının üzerini
kapatabilmek için, irice bir meşe dalı kesip yanlarına koydular. Birbirlerine
bakmadan çıkını açtılar. Birinci yumurtaları taşa vurup kırdılar, kırılan
yerine tırnaklarını geçirerek soymaya başladılar. Üzerinden kabuk gittikçe
ortaya ağır yumurta kokusu yayılmaya başladı. Yaydıkları kokunun tedirginliği
geçene kadar yumurtalarını avuçlarının içerisinde tuttular. Birer yufkaya dürüm
yaptılar. O kadar aç olmalarına rağmen ağızlarında çoğala çoğala birinci
dürümlerini zor bitirdiler. Hal bu ki çok güzel yemek yerlerdi. Hiç artmazdı
yemekleri. Dayı, kalan ekmeğini küçük küçük parçalara ayırdı. “Bismillah” deyip
en yakın çalının dibine bıraktı. Ayağa kalktı. Kalan yumurtasını olanca gücüyle
tepeden aşağı fırlattı. Yeğen de dayıya uydu Emmi.
Yeğen, boş azık çaputunu gömleğinin
içinden beline bağladı. Aşağıya, Köşkerlilerin pınarına indiler Emmi. Aslında
Kavlaktepe’de bir su varmış zamanında ama gâvurlar kaçıp giderken cıva
akıtmışlar kuyuya. Su kaybolmuş. Pınarın etrafında bir iki tur attılar. Bir
türlü yaklaşma cesaretini bulamadılar. Pınarın suyunu bahçelere götüren arkı
takip ederek büklerin içinde kimsenin göremeyeceği bir yer buldular. Yosunlu,
yavsılı -kurt- sudan önce yeğen içti ağzı üstü yatarak Emmi. Sonra dayı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder