İnsan belli bir yaşın üstüne
çıktığı zaman ya da çoluğu çocuğu yuvadan uçurup anılarıyla baş başa kaldığı
zaman desem daha mı doğru olur, tavan adeta beyaz perdeye dönüşür ve çocukluk
zamanındaki yaşadıkları filim şeridi gibi gözünün önünden geçer durur uyku
tutmadığı gecelerde...
Kendi çocuklarımızı büyütürken
zaman zaman eski günlerimizden örnekler verdiğimiz olmuştur. Varlık-yokluk
kıyaslamaları bir yana oynadığımız oyunlar, bizden küçüklerimizle geçirdiğimiz
vakitler, sokakta akranlarımızla hayal gücünün sınırlarını
zorladığımız anlar... Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık, her evde
bulunan çok basit şeyler, atık malzemeler, oyuncağı bozduğumuz zaman
tekrardan kullanabileceğimiz ufak tefek ev eşyaları, günümüzdeki zeka
geliştirici vb. adı altında çok pahalı olan oyuncaklardan daha ziyade mutlu
ederdi, aile bütçesine dokunmadan hem kendimizi hem bizden küçük kardeşlerimizi
eğlendirirdik.
Geçtiğimiz günlerde bir hafta
sonu torunumla kitap fuarına gittik. Girişte gördüğüm antika eşyalar,
büyüklerimizin kullandığı zamanları hayal meyal hatırladığım araç gereçler beni
adeta zaman yolculuğuna çıkardı. Şundan ninemin vardı bunu dedem çok kullanırdı
diyerek bir sürü anı ile birlikte tekrar döndüğümde bir şey dikkatimi çekti. Bu
bir tahta arabaydı. İki çocuk birer arabaya binmiş yüzlerinde o eskiden
hatırladığım mutluluk ifadesi bir oraya bir buraya koşuşturup etrafa neşe
saçıyorlardı. Oysa ben uzun zamandır o mutlu ifadeye çocukların yüzlerinde
neredeyse hiç şahit olmamıştım.
Dünya kadar para verip çocuğumuza aldığımız her akşamı yerinde gerçeğini aratmayacak teçhizata sahip akülü araba bile bu denli sevindirmemişti...
Herkesin elinde birer tablet, telefon kendinden geçmiş bir şekilde, etrafından bihaber başka âlemlere dalmış, adını çağırdığında duymayacak kadar kendini kaptırmış çocuklar görmekten muzdarip biri olarak o iki çocuğun tahta araba üzerindeki mutluluklarını izlemeye koyuldum ve erkek kardeşlerimin kendilerinin yaptığı tahta arabalarla yokuş aşağı uçarcasına heyecandan attığı çığlıklar çınladı kulağımda.
Mahalle aralarında oynanan
misketler… Beş on çocuğun hararetli tatlı sert sürtüşmeleri… Sen uttun ben
uttum tartışmaları… Ancak akşam saatinde babanın eve doğru geldiğini
görmeleriyle son bulur, yoksa saatlerce uzayıp giderdi. Evde yemek yapmak için
malzeme bekleyen annelere rağmen o manzara büyük bir hazla izlenir, bir
elimizde para bir elimizde henüz poşet icat edilmediği
için makrome ipiyle örülmüş file denilen delikli çanta, saatlerce
oyunun sonunu bekler tuttuğumuz tarafın galip gelmesiyle ancak ordan
ayrılırdık. Çocuklardan bazıları okumaya (mahalle hocası) gittikleri için oyuna
geç dahil olur "şu Kur'an ı biraz tutar mısın" diye rica ettiğinde
bir emanetçi ciddiyetiyle evden azarlanmak pahasına o emanete sonuna kadar
sahip çıkmayı vazife bilirdik...
Kız çocuklarının oynayabileceği
fazla seçenek yoktu ama evcilik adı altında ürettiğimiz oyunların haddi hududu
yoktu. Yemek kaşığını bez parçalarıyla sarıp sarmalayıp bebek yapar, kaş göz
çizmesi için büyüklerimize yalvarırdık. Bazı büyükler surat çizmeyi günah sayar,
bazıları ise çocuk sevindirmek sevaptır diyerek bizi reddetmez; o anki ruh
haline göre bir ifade çizerdi. Çizimin sonunu sabırsızlıkla beklerdik. Çıkacak
sonuç bizim için çok önemliydi çünkü. O bebeğin yüzündeki ifade bize de
yansırdı. Ortaya güleç bir yüz çıkar ise bizi de gülümsetir, mutsuz bir görünüm
çıkarsa bütün şevkimiz kaçardı.
Evcilik oyununun bir çeşidi olan
okulculuk oyunu en sevdiğim oyundu. Ben hep öğretmen olur bir beyaz gömlek
bulup giyerdim. Etekleri dizime kadar gelir, kolları kıvırıp kısaltır, oyunun
sonunda da kırışıklığını gidermek için türlü çareler arardım. Duvara hayalî
yazılar yazarak kardeşlerime sorular sorarken gerçek bir öğretmen edasıyla
okulda öğrendiğim fişlerden onlara öğretmeye çalışırdım.
Benim iki küçük kardeşim okula
başladıklarında neredeyse okumayı çözmeye başlamışlardı. Birinci sınıfta
okumayı ilk söken ben olmuştum ve öğretmenim yakama kırmızı kurdele dikmişti. O
anki duygularımın şimdinin üniversite cübbesi giymesiyle eşdeğer olduğu
düşüncesindeyim. Öğretmenimin defaatle babamı çağırıp bu kızdan zekâ fışkırıyor
sakın ola bu kızı eve kapatmayasın dediği hala hafızamda bütün ayrıntılarıyla
mevcut. Babamın o sözler karşısındaki yüzüne yansıyan mutluluğu nasıl oldu da yıllar
içinde silindi gitti, bu hala benim için bir muamma. Hâlâ rüyalarımda beni
okutmayan büyüklerime sitem ederek ağlamaklı bir şekilde uykudan uyanıp uzun
bir süre toparlanmaya çalışırım. Neyse bu konuyu fazla uzatmayayım lafı her
açıldığında içimde volkanlar kabarıyor ve kendimi yatıştırmak hayli zor
oluyor, en iyisi ben merhum babama bir Fatiha hayatta olan büyüklerim e
hayır dua etmek üzere kısa bir ara vereyim.
Çocukluğumuzun en unutulmaz
hatıraları yaz ayına tekabül eden ramazan geceleriydi. O sahura kalkmanın
hazzını tarif edecek kelime bulamadım şu an. Gün boyunca biriktirdiğimiz
iftariyelikleri köşe bucak saklayıp, arada bir yerinde duruyor mu diye
kontrol edişimiz yok mu... Ucundan tadına bakarsak orucumuz bozulur mu diye
birbirimizden cesaret alma ihtiyacı, akşam içeceğimiz suyun hayali, minarelerde
kandillerin (minareyi çevreleyen lambalara kandil diyorduk nedense, belki de
kandil günlerinde yandığı içindir) yanmasıyla birlikte daha da dayanılmaz bir
hal alırdı. İftara yarım saat kala mahallemizde buz dolabı olmayan evlere
annemin kâselere dondurduğu buzlardan dağıtma görevi en ulvi görevlerimizden
biriydi. Çaldığımız her kapıdan tonlarca hayır dua almak gün boyu sıcaktan ve
açlıktan bitap düştüğümüz o dakikalarda omuzlarımıza kanat takılmış hissini
verir, eve gelirken adeta ayaklarımız yere değmezdi. Tam o dakikalarda
kucağında sıcak ramazan pidesi ile eve gelmekte olan kardeşimin ekmeği burnuna
kadar dayamış koklaya koklaya bir ısırık alıp almamak arasında gidip geldiği
görüntü şu anda bile hafızamda hâlâ o ekmek kadar sıcak. İftarımızı
yaptıktan sonra teravihe kadar olan süre içerisinde, oğlan çocukları yine
dışarıya fırlar, gündüz açlıktan dolayı eksik kalan coşkuyu telafi etmek üzere
kaldıkları yerden oyuna devam eder, sesi güzel olanlar sırasıyla minareye çıkıp
bildikleri ilahileri mahallenin dinletisine sunarak ebeveynlerinin gönlünü
kazanmak için yarışırlardı. Bunlardan birisi de benim merhum abimdi.
Özellikle babamın kızacağı bir haylazlık yaptıysa o akşam kesinlikle akşam
ezanını kendisi okur, baba ezanı ben okudum sesimi tanıdın mı diye muzip bir
ifadeyle eve gelir, babamın ağzını açacak hâlini bırakmazdı. Birde aklımın
almadığı teravihte çocukların bitmek bilmeyen kıkırdamalarıdır. Bu merakımı
geçenlerde bir şiirimde şu mısralarla gidermeye çalıştım.
(Camilerin en kısa zamanda tekrar ibadete açılması temennisi ile...)
Yapmayın etmeyin çocuklar
Camide gülünmez
Bak büyükler kızar sonra
Çünkü onlar
Sizi güldüren
Melekleri
Göremez...
Kim bilir belki de camideki o
ilahî huzur çocukların içini kaynatıyor, gülmelerine neden oluyordu. Selam
vermeye yakın hepsi sus pus olur imam arkasını dönüp baktığında en arka safta
dizili huşu içinde namazlarını eda etmiş pozu veren beş on çocuk tesbihatı bile
beklemeden fırlayıp tekrar sokakları çınlatmaya devam ederlerdi. Ramazan'ın son
günlerinde her evde hummalı bir çalışma başlar bayram için "teşt"
dediğimiz bakır büyük leğenlerde çörek için hamurlar yoğurulur, fırına
gönderilir evin delikanlıları sabaha kadar fırında sıra bekleyip selelerle eve
çörek taşırlar ve yerlere temiz bezler açılır ve çörekler dizi dizi
serilirdi. Sabah çörek kokusuna uyanırdık. Gün hesabı yapamadığımız için
bayramın çok yakın olduğu nu anlamış olurduk böylece. Arife günü akşamı
ellerimize kınalar yakılır, bayramlıklar büyük bir itinayla başucumuza dizilir,
bir bayram klasiği olan o rüya (ellerimize kınanın hiç geçmemiş olması) alemine
dalar giderdik...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder