Dışarıya adımını atar atmaz, eve
varıncaya kadar sırılsıklam olacağını yağmurun şiddetinden anlamıştı. Paltosuna
sarıldı. Vakit henüz ikindi olmasına rağmen, havayı dehşet verici bir karanlık
kaplamıştı. Vardiyası biten işçiler, şehrin kıytırık sokaklarına dağılmak üzere
koşar adım uzaklaşıyor, yerlerini yine koşar adım gelen meslektaşlarına
bırakıyorlardı.
Delikanlı başını eğerek yürümeye
başladı. Bugün bolca toz yutmuş, bolca rasyon sigarası içmişti. İçinde bir
tiksinti hissediyordu. Üstelik çok yorgun ve uykusuzdu. Çevresinde ıslanan her
nesneyi ölü gözlerle süzerek uygun adım ilerliyordu. Onun için yaşamak buydu
işte: Her gün aynı sıkıntılardan yakınmak, her gün aynı makinanın köleliğini
yapmak, her gün aynı insanlarla aynı şeyleri konuşmak, her Allah’ın günü aynı
yollardan geçip aynı yatakta debelenmekti. Uzun zamandan beri tüm bilincini
saran bıkkınlık, onu ruhi bunalıma sokmuştu. Kendini en son ne zaman iyi
hissettiğini hatırlamıyordu. Nitekim dikkati çabucak dağılıyor ve kendini bir
takım karanlık duyguların içine saplanmış buluyordu. Tüm bunları bir kenara
itmek, hayatı aç gözlerle izlemek, tüm anlarını kayda değer geçirmek istiyordu.
Fakat her gücünü topladığında üstüne çullanan sıkıntılar onu büsbütün karamsar
yapmıştı. Yine benzeri düşüncelere kapılmış yol alıyordu bugün de. Daha
şimdiden sırılsıklam olmuştu. Kuvvetle üşüdüğünü fark etti. Bir anlık
duraksamadan sonra yönünü değiştirerek yürümeye devam etti. Adımlarını
sıklaştırdı. Boğazkesen’deki sahafa uğrayabilir, sıkıcı birkaç kitap alabilir,
böylece yağmur dinene kadar orada bekleyebilirdi.
Elindeki kitabı durmadan açıp
kapayan bir adam, telaşlı telaşlı sahafa bir şeyler anlatmaktaydı. Delikanlı
daha yeni gelmiş, bir köşede olan biteni seyrediyordu. Meseleyi anlamaya
çalıştı ilkin. Adam elindeki kitabı ısrarla sahafa satmaya çalışıyor (galiba
epey paraya sıkışmış); sahaf ise belirttiği fiyattan bir kuruş fazlasını
veremeyeceğini söylüyordu. Adamsa bir-iki lira daha fazla kopartmak için boyuna
övüyordu kitabı. Sahafın artık sinirlendiğini fark eden delikanlı sırf meseleye
son vermek için adama doğru yaklaştı ve: “Ne kadar istiyorsunuz?” Dedi. Kitaba
en sonunda bir müşteri bulan adam bu fırsatı kaçırmak istemedi. “90 lira
istemekteyim. Fakat emin olunuz hak ediyor beyefendiciğim. Müellif hanımefendi
uzaktan akrabam olurlar. Ah, bilseniz ne kadar içten sayfalar yazmış. ” Dedi.
(Gerçekten fazla istiyordu.) “50 veririm” dedi müşterisi ve başını yanındaki
rafa çevirdi: “Fakat vermiyorsanız hiç pazarlık etmeyin.”
Yağmurdan kaçışı bir günlük
yevmiyesine mal olmuştu. Adam çıktıktan sonra masanın altından bir iskemle
çekti ve kuruldu. Kitabı incelemeye başlayınca el yazısı olduğunu fark etti.
Sahafa dönüp “Ne iş?” der gibi baktı.
“Bir kızınmış” dedi sahaf. ”Hasta bir kızın güncesi. Ara sıra iyi
kitaplar bulur getirir bana. Ama böylesi yaramaz işime. Hem onu incitmekten çekiniyor
hem de paramı heba etmek istemiyordum. Bu aralar durumlar fena malumunuz.
(sesini alçaltarak) Sıkıyönetim kimsede mecal bırakmadı. Hele en son olanları işittiniz mi bilmiyorum?
Mersin’de ….” Sahaf uzun bir yakınma konferansına başlamıştı. Delikanlı sahafın
öksürük nöbetine tutulduğu bir boşluktan istifade ederek müsaade istedi ve
ayrıldı oradan.
Yağmur hâlâ atıştırıyordu. Fakat
eski şiddetini yitirmişti. Bulutlar yavaş yavaş dağılıyor, Akçatepe’nin eteğine
kurulmuş pencereler günün son ışıklarına göğüs geriyordu.
Delikanlı eve vardığında hava
tamamen kararmıştı. Alnında biriken ıslaklığı yenine sildi, sabah çıkmadan
evvel doldurduğu sobaya ateş attı, elbiselerini kurularıyla değiştirdi sonra
neredeyse buz kesilmiş koltuğuna kuruldu. Haddizatında bir defter olduğu
anlaşılan kitabı evirip çevirdi elinde. Okumaya hiç niyeti yoktu fakat
yapılacak başka bir şeyin olmadığının da farkındaydı.
“12 Mart” dedi sesli düşünerek:
“Bu babamın.. öldüğü tarih.” Defterin ilk yazısına atılan bu tarih,
delikanlının tecessüsünü uyandırmıştı.
Yine de isteksiz başladı okumaya.
Fakat birkaç sayfadan sonra doğruldu, kaşlarını çatarak mücadeleye devam etti.
Habire sigara yakıyor, zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordu. Uzun zamandan beri
hissetmediği, acı, sevinç, aşk duyguları içinde depreşiyor ve gittikçe
bağlanıyordu kitaba. Fazlasıyla etkilenmişti yazılardan. Okuyuşu nihayete
erdiğinde de ağlamaktan kendini alamadı. Kapatıp dizine bıraktı defteri. Onca
kitap karıştırmış hiçbirinde bu mertebe etkilendiği olmamıştı. Günlüğün
müellifi kadın, ardı arkasına gelen talihsizliklerden bitap düşmüş en sonunda
ince hastalığa yakalanmıştı. Kadınının hislerini döktüğü sayfalarda delikanlı
kendinden geçiyor, kadının yaşadığı tüm hisleri, kendi hislerine benzetiyor ve
resmen kendini görüyordu sayfalarda.
Kadın başkentte tedavi gördüğü
Verem-Savaş ocağında, mütemadiyen kendisiyle ilgilenen doktora âşık olmuş fakat
bu aşkı karşılıksız kalmıştı. Üstelik eşi benzerine az rastlanır bir aşktı bu.
Sıkıntı çekmekten genişleyen ruhunu tüm benliğiyle bu aşka adamıştı. Doktoru
öyle kuvvetli sarsıntılarla seviyordu ki, onu gördüğünde tüm vücudunun
sarsıldığından söz ediyor, gözleri yanıyor, sırtına ağrılar saplanıyor, sesini işittiğinde
Züleyha misali tutuşuyordu. Kadın sonradan iyice kötüye gidince uzak akrabaları
tarafından memlekete getirilip şehrin tek Verem-Savaş ocağı olan Günyüzü’ne
yatırmışlardı. Delikanlı muhakkak görmeliydi bu kadını. Hatta gece yarısına
aldırmadan çıkıp gitmeyi bile geçirdi aklından. Mamafih sabahı beklemek
zorundaydı.
İşten çıkar çıkmaz Günyüzü’ne
koştu. Delikanlının onca kibar ısrarına rağmen hasta yakını olmadığı için
malumat veremeyeceklerini söyledi hasta bakıcı kadın. Olsun en azından
yaşadığını biliyordu; buradaydı işte! Hemen şu duvarın arkasında bir yerlerde.
Ertesi gün tekrar gitti. Hastabakıcı kadın tanıdı delikanlıyı.
“Söylediniz mi görüşmek
istediğimi?” Kadın başını iki yana salladı.
“Belki kabul eder, niçin
sormuyorsunuz? Hem böyle bir hakkınız yoktur. Söylemek zorundasınız!” diye
çıkıştı kadıncağıza.
“Dün gece fena halde
rahatsızlandı.” Dedi hastabakıcı.
“Yoğun bakıma alınmak üzere
hastaneye sevk edildi. Şimdi orada yatıyor, garip kızın kimi kimsesi de yok
başında, dün geceki halini görseydiniz içiniz acırdı vallahi.”
“Hangi hastane?” diye çıkıştı
delikanlı. Öğrendiğinde telaşla ayrıldı oradan.
Devir Hastanesi şehrin arka
çevreyoluna tertip edilmiş, büyükçe bir tepenin kuzey yakasındaydı. Allah’tan
bir aksilik olmazsa yarım saate varırlardı. Fakat delikanlı bir anda karar
değiştirip bindiği taksiyi durdurdu. İnip meydana doğru koşmaya başladı. Bir
şeyler yapmalıydı. Kadını ölmeden mutlu edebilecek her ne varsa, her ne olursa
olsun yapmalıydı. Büfeden kâğıt-kalem ısmarladı. Derhal yazmaya koyuldu.
Doktorun dilinden kadına mektup yazacaktı. Hem kadın, doktor hakkında sürüsüne
malumat vermişti günlükte. Yolda görse tanırdı doktoru.
Kâğıdı katlayıp zarfa
yerleştirdi. Alladı pulladı, birazda gürgen masaya sürüp yıprattı zarfı.
Hastaneye vardığında kadını bulmakta hiç zorlanmadı. Kadın ünitenin içinde
ilaçlarla uyuşturulmuş öylece yatıyordu. Başı duvar tarafına düşmüş, ince
boynundaki sinirli damarları gözüküyordu. Sağ eli bileğinden itibaren yataktan
sarkmış avuç içini delikanlıya gösteriyordu. Alelade bir kadındı görünüşte.
Lakin göğüs kafesinde sallanan o deryayı kim görebilirdi? Kim her nefeste bıçak
yarası gibi saplanan acıyla senelerce yaşayabilirdi?
Hava karardıktan sonra açtı
gözlerini kadın. Göz çukurları neredeyse simsiyah, baştan tırnağa sapsarı
uyandı.
Eline bir mektup tutuşturdular.
Ağır ağır kaldırdı başını,
halsizce şaşırdı. Doktordan gelmişti mektup. Hemşireye okuması için rica etti.
Mektup bittiğinde sol gözünden iri bir damla süzüldü yanaklarına. Ardından
mektubu eline aldı ve göğsüne bastırdı, uzun bir uykuya daldı.
Delikanlı olan biteni camın
arkasından yan giriş kapısının sütununa yaslanmış izliyordu.
Ertesi gün geldiğinde yatağında
bulamadı kadını. Uzun uzun boş yatağı seyretti. Hemşireler dün gece yarısı onun
çok daha uzun bir uykuya daldığını söylediler.
Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap..
YanıtlaSilBakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan..(Ferhat)
YanıtlaSil