GÜNYÜZÜ / Ömer Faruk GÜNAY


Dışarıya adımını atar atmaz, eve varıncaya kadar sırılsıklam olacağını yağmurun şiddetinden anlamıştı. Paltosuna sarıldı. Vakit henüz ikindi olmasına rağmen, havayı dehşet verici bir karanlık kaplamıştı. Vardiyası biten işçiler, şehrin kıytırık sokaklarına dağılmak üzere koşar adım uzaklaşıyor, yerlerini yine koşar adım gelen meslektaşlarına bırakıyorlardı.

Delikanlı başını eğerek yürümeye başladı. Bugün bolca toz yutmuş, bolca rasyon sigarası içmişti. İçinde bir tiksinti hissediyordu. Üstelik çok yorgun ve uykusuzdu. Çevresinde ıslanan her nesneyi ölü gözlerle süzerek uygun adım ilerliyordu. Onun için yaşamak buydu işte: Her gün aynı sıkıntılardan yakınmak, her gün aynı makinanın köleliğini yapmak, her gün aynı insanlarla aynı şeyleri konuşmak, her Allah’ın günü aynı yollardan geçip aynı yatakta debelenmekti. Uzun zamandan beri tüm bilincini saran bıkkınlık, onu ruhi bunalıma sokmuştu. Kendini en son ne zaman iyi hissettiğini hatırlamıyordu. Nitekim dikkati çabucak dağılıyor ve kendini bir takım karanlık duyguların içine saplanmış buluyordu. Tüm bunları bir kenara itmek, hayatı aç gözlerle izlemek, tüm anlarını kayda değer geçirmek istiyordu. Fakat her gücünü topladığında üstüne çullanan sıkıntılar onu büsbütün karamsar yapmıştı. Yine benzeri düşüncelere kapılmış yol alıyordu bugün de. Daha şimdiden sırılsıklam olmuştu. Kuvvetle üşüdüğünü fark etti. Bir anlık duraksamadan sonra yönünü değiştirerek yürümeye devam etti. Adımlarını sıklaştırdı. Boğazkesen’deki sahafa uğrayabilir, sıkıcı birkaç kitap alabilir, böylece yağmur dinene kadar orada bekleyebilirdi.

Elindeki kitabı durmadan açıp kapayan bir adam, telaşlı telaşlı sahafa bir şeyler anlatmaktaydı. Delikanlı daha yeni gelmiş, bir köşede olan biteni seyrediyordu. Meseleyi anlamaya çalıştı ilkin. Adam elindeki kitabı ısrarla sahafa satmaya çalışıyor (galiba epey paraya sıkışmış); sahaf ise belirttiği fiyattan bir kuruş fazlasını veremeyeceğini söylüyordu. Adamsa bir-iki lira daha fazla kopartmak için boyuna övüyordu kitabı. Sahafın artık sinirlendiğini fark eden delikanlı sırf meseleye son vermek için adama doğru yaklaştı ve: “Ne kadar istiyorsunuz?” Dedi. Kitaba en sonunda bir müşteri bulan adam bu fırsatı kaçırmak istemedi. “90 lira istemekteyim. Fakat emin olunuz hak ediyor beyefendiciğim. Müellif hanımefendi uzaktan akrabam olurlar. Ah, bilseniz ne kadar içten sayfalar yazmış. ” Dedi. (Gerçekten fazla istiyordu.) “50 veririm” dedi müşterisi ve başını yanındaki rafa çevirdi: “Fakat vermiyorsanız hiç pazarlık etmeyin.”

Yağmurdan kaçışı bir günlük yevmiyesine mal olmuştu. Adam çıktıktan sonra masanın altından bir iskemle çekti ve kuruldu. Kitabı incelemeye başlayınca el yazısı olduğunu fark etti. Sahafa dönüp “Ne iş?” der gibi baktı.  “Bir kızınmış” dedi sahaf. ”Hasta bir kızın güncesi. Ara sıra iyi kitaplar bulur getirir bana. Ama böylesi yaramaz işime. Hem onu incitmekten çekiniyor hem de paramı heba etmek istemiyordum. Bu aralar durumlar fena malumunuz. (sesini alçaltarak) Sıkıyönetim kimsede mecal bırakmadı.  Hele en son olanları işittiniz mi bilmiyorum? Mersin’de ….” Sahaf uzun bir yakınma konferansına başlamıştı. Delikanlı sahafın öksürük nöbetine tutulduğu bir boşluktan istifade ederek müsaade istedi ve ayrıldı oradan.

Yağmur hâlâ atıştırıyordu. Fakat eski şiddetini yitirmişti. Bulutlar yavaş yavaş dağılıyor, Akçatepe’nin eteğine kurulmuş pencereler günün son ışıklarına göğüs geriyordu.

Delikanlı eve vardığında hava tamamen kararmıştı. Alnında biriken ıslaklığı yenine sildi, sabah çıkmadan evvel doldurduğu sobaya ateş attı, elbiselerini kurularıyla değiştirdi sonra neredeyse buz kesilmiş koltuğuna kuruldu. Haddizatında bir defter olduğu anlaşılan kitabı evirip çevirdi elinde. Okumaya hiç niyeti yoktu fakat yapılacak başka bir şeyin olmadığının da farkındaydı.

“12 Mart” dedi sesli düşünerek: “Bu babamın.. öldüğü tarih.” Defterin ilk yazısına atılan bu tarih, delikanlının tecessüsünü uyandırmıştı.

Yine de isteksiz başladı okumaya. Fakat birkaç sayfadan sonra doğruldu, kaşlarını çatarak mücadeleye devam etti. Habire sigara yakıyor, zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordu. Uzun zamandan beri hissetmediği, acı, sevinç, aşk duyguları içinde depreşiyor ve gittikçe bağlanıyordu kitaba. Fazlasıyla etkilenmişti yazılardan. Okuyuşu nihayete erdiğinde de ağlamaktan kendini alamadı. Kapatıp dizine bıraktı defteri. Onca kitap karıştırmış hiçbirinde bu mertebe etkilendiği olmamıştı. Günlüğün müellifi kadın, ardı arkasına gelen talihsizliklerden bitap düşmüş en sonunda ince hastalığa yakalanmıştı. Kadınının hislerini döktüğü sayfalarda delikanlı kendinden geçiyor, kadının yaşadığı tüm hisleri, kendi hislerine benzetiyor ve resmen kendini görüyordu sayfalarda.

Kadın başkentte tedavi gördüğü Verem-Savaş ocağında, mütemadiyen kendisiyle ilgilenen doktora âşık olmuş fakat bu aşkı karşılıksız kalmıştı. Üstelik eşi benzerine az rastlanır bir aşktı bu. Sıkıntı çekmekten genişleyen ruhunu tüm benliğiyle bu aşka adamıştı. Doktoru öyle kuvvetli sarsıntılarla seviyordu ki, onu gördüğünde tüm vücudunun sarsıldığından söz ediyor, gözleri yanıyor, sırtına ağrılar saplanıyor, sesini işittiğinde Züleyha misali tutuşuyordu. Kadın sonradan iyice kötüye gidince uzak akrabaları tarafından memlekete getirilip şehrin tek Verem-Savaş ocağı olan Günyüzü’ne yatırmışlardı. Delikanlı muhakkak görmeliydi bu kadını. Hatta gece yarısına aldırmadan çıkıp gitmeyi bile geçirdi aklından. Mamafih sabahı beklemek zorundaydı.

İşten çıkar çıkmaz Günyüzü’ne koştu. Delikanlının onca kibar ısrarına rağmen hasta yakını olmadığı için malumat veremeyeceklerini söyledi hasta bakıcı kadın. Olsun en azından yaşadığını biliyordu; buradaydı işte! Hemen şu duvarın arkasında bir yerlerde. Ertesi gün tekrar gitti. Hastabakıcı kadın tanıdı delikanlıyı.

“Söylediniz mi görüşmek istediğimi?” Kadın başını iki yana salladı.

“Belki kabul eder, niçin sormuyorsunuz? Hem böyle bir hakkınız yoktur. Söylemek zorundasınız!” diye çıkıştı kadıncağıza.

“Dün gece fena halde rahatsızlandı.” Dedi hastabakıcı.

“Yoğun bakıma alınmak üzere hastaneye sevk edildi. Şimdi orada yatıyor, garip kızın kimi kimsesi de yok başında, dün geceki halini görseydiniz içiniz acırdı vallahi.”

“Hangi hastane?” diye çıkıştı delikanlı. Öğrendiğinde telaşla ayrıldı oradan.

Devir Hastanesi şehrin arka çevreyoluna tertip edilmiş, büyükçe bir tepenin kuzey yakasındaydı. Allah’tan bir aksilik olmazsa yarım saate varırlardı. Fakat delikanlı bir anda karar değiştirip bindiği taksiyi durdurdu. İnip meydana doğru koşmaya başladı. Bir şeyler yapmalıydı. Kadını ölmeden mutlu edebilecek her ne varsa, her ne olursa olsun yapmalıydı. Büfeden kâğıt-kalem ısmarladı. Derhal yazmaya koyuldu. Doktorun dilinden kadına mektup yazacaktı. Hem kadın, doktor hakkında sürüsüne malumat vermişti günlükte. Yolda görse tanırdı doktoru.

Kâğıdı katlayıp zarfa yerleştirdi. Alladı pulladı, birazda gürgen masaya sürüp yıprattı zarfı. Hastaneye vardığında kadını bulmakta hiç zorlanmadı. Kadın ünitenin içinde ilaçlarla uyuşturulmuş öylece yatıyordu. Başı duvar tarafına düşmüş, ince boynundaki sinirli damarları gözüküyordu. Sağ eli bileğinden itibaren yataktan sarkmış avuç içini delikanlıya gösteriyordu. Alelade bir kadındı görünüşte. Lakin göğüs kafesinde sallanan o deryayı kim görebilirdi? Kim her nefeste bıçak yarası gibi saplanan acıyla senelerce yaşayabilirdi?

Hava karardıktan sonra açtı gözlerini kadın. Göz çukurları neredeyse simsiyah, baştan tırnağa sapsarı uyandı.

Eline bir mektup tutuşturdular.

Ağır ağır kaldırdı başını, halsizce şaşırdı. Doktordan gelmişti mektup. Hemşireye okuması için rica etti. Mektup bittiğinde sol gözünden iri bir damla süzüldü yanaklarına. Ardından mektubu eline aldı ve göğsüne bastırdı, uzun bir uykuya daldı.

Delikanlı olan biteni camın arkasından yan giriş kapısının sütununa yaslanmış izliyordu.

Ertesi gün geldiğinde yatağında bulamadı kadını. Uzun uzun boş yatağı seyretti. Hemşireler dün gece yarısı onun çok daha uzun bir uykuya daldığını söylediler.


2 yorum:

  1. Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap..

    YanıtlaSil
  2. Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan..(Ferhat)

    YanıtlaSil