MODERNİZMİN YALNIZLAŞTIRMASINA KARŞI DOSTLUĞA SARILIN / Ahmet Doğan İlbey


Modernlerin dostu yoktur, “partner”leri, yâni ruhsuz hayatlarının ortakları vardır. “Tanrılarından” koptuklarından bu yana dostluğu ve dost olmayı unuttular. Ulvî olanı terk ettikleri içindir ki modernler birbirlerine dost değildir. Homoekonomikus, yâni ekonomik insan anlayışıyla bir aradadırlar.               

Modernizm yalnızlaştırıcı, menfaatçi ve bölücüdür. Dostluğu ve yakın olmayı engelliyor ve öldürüyor. Bu sebeptendir ki asrın büyük âfetlerinden biri olan modernizme mağlûp olmamak için dost ve dostluğa sarılın. Dost olamayanlar, dostu olmayanlar kalben malûldür. 
                                                               
Yalnızlaşma, yalnızlaştırılma, yalnızcılık modern bir tehdittir. Modernliğin kıskacına düşen insan yalnızlaştığı gibi, yalnızlaştırıcı bir tavır takınıyor.  Yalnızcılık, fertleri ve toplumu içten çürüten modern-kapitalizmin doğurduğu bir davranış, bir yaşayış biçimi. Aslında bir hastalık. Günümüzde çığ gibi büyüyen modernliğin saldırılarından biri olan yalnızcılık, yalnızlaştırma, ferdiyetçilik sosyal bir tehlike olarak toplumu ve fertleri çürüten bir hayat görüşü olarak hızla yayılıyor. 
                                                                      
Modernizmin “özgürlük” ve “bireyselliği” bir ideoloji gibi öne çıkarması gelenekli ailevî değerleri tahrip ettiğini izaha gerek yok. Daha kötüsü mesuliyetten kaçan, kendi başına bir hayat yaşamayı arzu eden fertler yaratıyor ve diğerkâm olmayan, bencil fertler üretiyor. Fertlerin yalnızcılığı tercih etmesi gittikçe sosyal yalnızlığa doğru gidiyor. Tüketim ve hazza hitap eden modern-kapitalist sistem, “düşenin dostu olmayacağı”, yâni dostluğun gereksiz bir zaman kaybı olduğu düşüncesini yerleştirdiği gibi dostluğu, arkadaşlığı, akrabalığı anlamsız hâle getiriyor.                                                                        

Dostluk insanı kalbinden tutup diriltiyor
                                                                                                                               
Dost ve dostluk ne sıcak kelime; insanı kalbinden tutup diriltiyor. Dine dayanır, dinden alır gücünü. İnsanlığın kurtuluşu dost ve dostluktadır. Çün­kü kal­bi vardır; bölücülüğe, sevgisizliğe, ayrılığa karşıdır.

Dost ve dostluk derece derecedir; vehbî olanı var, kesbî olanı var. İstikâmet dost olmak ve dostluk akidesine sarılmaksa kesbî de olsa güzeldir. Bunun içindir ki dostluk üstüne tâlim yapmak gerek.  Dostluk, Allah’a kul olmaktır, sonra da kuluna muhabbet. Kendini bilmek ve diğerine gönülden hissedilen ihtiyaçtır. Bu sebepledir ki Müslümanın vasfıdır dostluk. Tasavvuf terbiyesinde dostluk insan olmanın en temel ölçüsüdür.
                                                                                          
Bu ülkenin insanları Yunus Emre Hazretlerinin âhiret vuslatı için söylediği “Düştü özüme hubbü’l-vatan / Gidem hey dost deyu deyu / Anda varan kalır heman / Kalam hey dost deyu deyu” mısralarını gönlüne çeke çeke ve “Gel gidelim dosta doğru türkülerini” dinleye dinleye millet oldular. Dahası bu topraklar bin yıldır dostluk akidesiyle vatan kılındı.                                          
Dostluk akidesine sarılmak                                                                  

Bütün peygamberler ve veliler dost olmayı öğretmek için geldiler. Dostluk akidesini yaşatanlar, insanı kâmillerin öğrettiklerine sâdık kalanlardır. Dostuyla dilleşince sürur ve şifa bulanlar, dostluk akidesine sarılan bahtiyarlardır.   Dostluğun amentüsünü Efendimiz aleyhisselâtüvesselâm buyurmuşlar: “Ruhlar âleminde birbirleriyle tanışmış olanlar, dünyada da birbirleriyle uyuşurlar. Kişi dostunun dîni ve ahlâkı üzerinedir.”  
                                                                       
Hz. Ali Efendimizin “Dost edinin, onlar sizin için dünya ve âhiret sermayesidir” sözüne inananlar, dünyada ve âhirette rahat etmek istiyorlarsa dostlarını çoğaltmalıdırlar. Dünya imtihanını savuştururken ekmek ve su gibi dostu olan kârdadır. Bundandır ki, üç çeşit dosttan gıda gibi olanı tercih edin, diyor âlimler: “Bir dost vardır; gıda gibidir, insan onu her gün arar. Bir dost vardır; ilaç gibidir, gereğinde aranır. Bir dost vardır; hastalığa benzer, o seni arar.”                                                                                                                                      

Bir nasiptir dostluk, hesaba gelmez                                                 

Hesap yaparak falan kişiyle dost olmak istiyorum derseniz dost olamazsınız. Bir nasiptir dostluk, hesaba kitaba gelmez. Çevrenin, akrabanın, maddî münasebetlerin tayin etmediği kalbî bir emekle, gönül ve meşrep benzerliğiyle neşvünema bulur.
                                                                                                     
Hesapta olmayan biriyle dost olunabileceğini İmam-ı Gazâlî asırlarca önce söylemiş: “Bâzan iki kişi arasında sûret ve ahlâkta güzellik olmadığı halde ülfet ve ünsiyeti gerektiren bâtınî bir münasebet sebebiyle en kuvvetli samimiyet rabıtası da kurulabilir.”  (İhyau Ulumiddin, Cilt:2, s. 404)                                                  

Bir dostlukta ter dökülmüşse o dostluk helâldir               

Dostluk zorla olmaz; kerhen yürünecek bir yol değildir. Hâlini sorduğumuz, her dem yüreğimizi yolladığımız, birbirimizin derûnunu paylaşıp cezbeye kapıldığımız, hasbıhalinden huzur bulduğumuz, olmazsa olmaz dediğimiz, varlığına kalben “râzı” olduğumuz, yâni gönül yoluyla tanış olup gönlümüze ayna olan insan dostumuzdur. Bir dostlukta ter dökülmüşse, o dostluk helâldir, hilesizdir, hak edilmiştir.                                                                                     

“Kâinat dostluk üzere halkedilmiştir”                                               

Dostsuz insan taş misâli kupkuru ve soğuktur. Vaktin de bir eceli var, vakit geçip gidiyor. Vakit geçmeden dostluk ateşini yakmak, hayatı dostluk üzere kurmak istiyorsak, dostluğun pîri Fethi Gemuhluoğlu’nun “Dostluk Üzerine” kitabından dostluk akidesini tâlim etmek gerek:                                                        

“Dost, ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatan, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost, ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağındaki mübârek bir emanet vardır: Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Oradan Ebûbekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır. Önce yoldaş, sonra yol. Ezelde aşk vardı. Demek ki kâinat aşk üzere, dostluk üzere halkedilmiştir. Fikre dost, ağaca dost, komşuya dost, insana dost, dosta dost olunuz.”
                                                                                                                
Yanan yüreğimizle bir daha söyleyelim: Gemuhluoğlu’nun dostluk akidesince yargılananlardan, gönül üstüne kavilleşmiş olduğu dostlarını terk edenlerden olmayın. Dostlarını terkedenler, âhirette dostluk üstüne sual vereceklerdir. Dost ve dostluk sualini veremeyenlerden olmak ne hazin!                                               

Modern hayatın, paranın ve konforun fayda vermeyeceği zamanlar gelmeden önce dost olmak, dostluğu çoğaltmak gerek. Bezm-i elest’te tanış olup dünyada da dostluğunu devam ettirenlerden olmak bahtiyarlıktır. Yunus Emre Hazretlerinin sözüyle “Dost yüzünü göremezsem, bu gözlerim nemdir benim” diyen gönül olmalı. Dosttan gayrı gönle şifa var mıdır?




AYASOFYA’YA ŞİİR DENEMESİ -1- / Gün Sazak GÖKTÜRK














Hangi renk
Hangi çizgi
Hangi kelime anlatır seni ey gamze-i dilber
Hangi öyküde kahramansın sen;

Başını eğerken bir düşün anısına…
Yapayalnız ve yalınayak yürü Ayasofya’ya,
Bin bir hüznün anasına,
Gökyüzünün maviliği gelirken aklına
Erkek yetiştiren bir anaya...
Köklerden dallara giden damarları kesen bir kadına...

Uzaktan kıyıya yaklaşan Hüdai’ye,
Kıyıdan yolu kesilmiş kadırgalara,

Sen içimizdeki denizleri dalgalandıran bakışsın
Kızıl nehirleri sengine amade kılan perisin
Altın bir boynuz ucunda ki elmas gerdanlıksın
Yanı başında duran mavi kubbeye İsevi bir gelinsin…


TELEME / Teyfik KARADAŞ


Çiğ keçi sütüne, yabani incir sütü damlatılıp, çırpılarak yapılan süt kestirmesine teleme denir. Telemenin bundan başka yüzlerce tarifi bulunmakta olup, onlarca farklı yeni tarifi de yapılabilir. Önemli olan telemenin tanımı değil, ürünün pişmemiş keçi sütüne, yabani incir sütü damlatılarak yapılmasıdır. Telemeye; teleme peyniri, teleme yoğurdu gibi isimler veren bölgelerimizde mevcuttur. Teleme çiğ keçi sütünden yapıldığı için vitamin değeri çok yüksek bir yiyecek olup, sağlığımız açısından sayısız faydaları bulunmaktadır. Benim yaptığım araştırmaya göre; telemenin yapıldığı keçi sütünün, dolayısıyla telemenin sağlığımız açısından belli başlı faydaları şunlardır.

.Kanserin önlenmesine yardımcı olur.

.Kemik erimesini önler.

Çocuklara güç ve enerji verir.

.Fosfor eksiğini giderir.

.Diyetin vazgeçilmez besinidir.

.Mide rahatsızlığını giderir.

.Beyine enerji verir.

.Dişi çürütmez.

Bronşiti önler.

.Mikrobik enfeksiyonlara karşı etkidir.

Teleme sağlığımız açısından öneminin yanı sıra türkülerimize, şiirlerimize, ata sözlerimize, öz deyişlerimize velhasıl kültür ve edebiyatımızın tamamına sirayet etmiş, içine girmiş bir kavramdır. ”Güvercinim Süt Beyaz” isimli Aksaray türküsünün,
“Teşte koydum teleme
Kaşın benzer kaleme
Uğrun, uğrun severdim
 Sen duyurdun aleme ” dörtlüğünde teleme sözcüğünün kullanıldığını dikkatimizi çekmektedir. Türk Edebiyatının Ak Saçlı Beyaz Kartalı Baheaddin Karakoç’un” Toros Dağlarına Bir Güz Gezisi” şiirinin,
“Keklikler öterken kaş yaylasında
Abanoz yaylası öptü mü hızımı
Süt göynüğü ak teleme tasında
Çobanla bölüştüm gönül sızımı” kıtasında teleme tasından bahsederek, kaybolmaya yüz tutmuş bir zenginliğimizi gün yüzüne çıkartmaktadır. “Çobanın gönlü olursa, tekeden teleme çalar.” Atasözümüz, teleme ile ilgili atasözlerimiz için güzel bir örnektir. Bundan önceki örneklerden de anlaşılacağı üzere teleme edebiyatımızın bütün türlerine konu olmuş, önemli bir kavramdır. Teleme kavramı, hakkında kitaplar, ansiklopediler yazılabilecek kadar genişlik ve zenginliktedir.  Ben burada sizlere telemenin edebi yönünden ziyade bizim köydeki yapılışını, değerini ve benim için önemini anlatmaya gayret edeceğim.

Benim çocukluğumda yani bin dokuz yüz yetmişli-seksenli yıllarda bizim köyde her ailenin bir sürü davarı (kara keçisi) vardı. Keçisi çok olan sürü sahiplerinin çobanları, keçisi az olan fakir insanların hayvanlarını da güderlerdi. Haziran ayı gelip de havalar ısınmaya başladı mı, köy halkı atlara, katırlara, eşeklere yükü yükler, Keş Dağı Yaylasına göçerdi. Keş Dağ Yaylasında çakşır, kenger, kekik gibi doğal otlarla beslenen keçiler bol süt verirdi.  Kadınlar keçilerden sağdıkları sütten peynir, tereyağı, yoğurt ve çökelek yaparlardı. Kadınların yaptıkları süt ürünlerini erkekler şehirde satarak elde ettikleri gelirle geçimlerini sağlarlardı. Keş Dağı Yaylasında haziran- temmuz aylarında yüzlerce çadır olur, bu çadırlarda bine yakın insan yaşardı. Yayla zamanı, yayladaki düğünler, bayramlar, şenlikler diğer zamanlara göre daha coşkulu geçerdi. Babamın anlattığına göre bin dokuz yüz ellili yıllara kadar yayla zamanı köyde yaşayan insan kalmadığı için köyün imamı ve jandarma karakolu da köy halkıyla birlikte yaylaya göçermiş. Ağustos ayının başında Tekirdeki ekinlerin biçilip harman edilmesiyle birlikte davarcılar Keş Dağı Yaylasından Tekir Çayının etrafındaki muhtelif yerlere göçerlerdi. Yayladan göçen davarcılar çayın kenarına meşe ve çınar dalıyla hayma adı verilen bir barınak yapıp orda yaşalardı. Davarcıların çayın kenarında oturmalarının amacı o zaman buzdolabı olmadığı için yoğurtlarını, yağlarını çayın suyuna ıslayarak bozulmasını önlemekti.

Keş Dağı Yaylasından Tekir’e göçüldüğü zaman keçiler kurumuş otla beslenmeye başladığı için sütler koyulaşır, teleme yapma zamanı başlamış olurdu. Kuşluk vakti keçiler sağılır, istisnasız her haymada günlük olarak teleme tasıyla teleme yapılırdı. Keçi sütünün içine yabani incirin sütü damlatıldıktan sonra süt çırpılmaya başlanır ortalama beş dakika içinde teleme hazır hale gelmiş olurdu. Teleme yapmasını en iyi çobanlar bilir, haymaya gelen her misafire mutlaka teleme ikram edilirdi. Ben de yaz tatillerinde çobanlık yaptığım için teleme yapmasını öğrenmiştim. Yılda en az on defa teleme yapardım. Yılda ortalama otuz kırk kere teleme yerdim. Yılın ağustos, eylül ve ekim aylarında bizim bölgede teleme yapmak, teleme yemek günlük hayatın bir parçası sayılırdı. Ancak; ben şimdi sizlere yaşamış olduğum farklı bir teleme anısını anlatacağım.

Bizim aile o yıl Keş Dağı Yaylasından göçünce Tekir yerine Döngeldeki Abara Ağzı mevkiine konmuştu. Ortaokul ikinci sınıfta okuduğum senenin ekim ayının ilk günleriydi. Çobanımıza istirahat vermek için cumartesi günü davar gütme görevi bana verildi. Verilen görevi yerine getirmek için ben o gün, gün doğmadan evvel kalkıp davar sürümüzü Aşağı Yayla istikametine hareket ettirdim. Anam azığıma üç adet yufka ekmekle bir kilo kadar mahra başı üzümü koymuştu. Hava karanlık olduğundan, korkmamak için sürünün peşi sıra türkü söyleyerek, şiir okuyarak gidiyordum. Tömek Pınarına vardığımda hava aydınlandı, Koyun Oluğu Dağının tepesinden güneş göründü. Kısık’tan, Eski Döngel’den gelen çobanların sesleri uzaktan duyulmaya başladı. Böylece zihnimde yaşadığım o küçük korkuyu üzerimden atmış oldum. Balta girmemiş ardıç ormanların arasından, bazen bir tavşan yavrusunun kaçtığını, bazen bir sincabın ağaçların tepesine tırmandığını görerek yoluma devam ediyordum. Büyükçe bir tilki önümdeki tesbi ağacının içinden fırlayarak kaçınca o anda nasıl korkarak irkildiğimi anlatamam. Kartallık Tepesi ve Ayı Pınarı tarafından gelen keklik seslerini duydukça yaşadığım sevinci tarif edemem. Derin Dereden geçerken uzaktan uzağa duyduğum kurt ulumaları, beni davar sürüsüne daha iyi sahip çıkmam konusunda ikaz ediyordu. Böyle bir maceralı yolculuk neticesinde davar sürümüzle birlikte büyük kuşluk zamanı Aşağı Yayla mevkiindeki Çakran Pınarına ulaştık. Keçilerimiz Çakran Pınarının ardıç teknelerinden buz gibi suyu içip çevredeki sedir, ardıç ve mezdeği (köknar) ağaçlarının gölgesine yattı. Bende pınarın yanındaki küçük bir kayanın gölgesinde dinlemeye başladım. Ağaçların gölgesinin uzunluğu öğle vaktini geldiğini işaret etmeye başladığı sırada çocukluk arkadaşım Mustafa ve İsmail isimi iki çoban selam vererek yanıma geldiler. Mustafa bana “ Teyfik azığında ne var “ diye sordu.

Ben: “Azığımda açık ekmekle, mahra başı üzümü var” dedim.

Mustafa :”Benim azığımda da ekmek ile helva var. Kabul edersen sizin keçilerden iki- üçünün sütünü sağıp teleme de yapıp azığımızı yiyelim “dedi.

Ben : “İncir sütünü nereden bulacağız Mustafa” dedim.

İsmail :( Söze müdahil oldu) “ O iş kolay, bende incir sütü var “ dedi.

Ben : “Tamam yapalım, o zaman “dedim.

Ben tamam der demez İsmail bizim sürünün içine yıldırım hızıyla daldı. Sütü bol olan iki keçiyi canlı hayvan pazarında çalışan bir simsar gibi enselerinden tutup pınarın başına getirdi. Mustafa keçilerin sakalını tuttu. İsmail azık torbasından çıkardığı bakır teleme tasının içine büyük bir ustalıkla keçileri sütünü sağdı. Sağılan süt göz kararı bir litreden fazlaydı. İsmail hemen azık torbasından yaklaşık otuz santim uzunluğunda, dört beş santim eninde beyaz bir bez parçası çıkartıp sütün içine attı. Kurşun kalem büyüklüğünde bir ardıç çöpü ile sütü çırpmaya başladı. İsmail’in bezin üzerine deli incir sütü damlatarak kuruttuğunu da orada görmüş oldum. Daha önce böyle bir tekniğe şahit olmamıştım. İsmail sütü beş dakika kadar çırpınca teleme kıvamını aldı. İsmail bezi içinden çıkartıp teleme tasını teknedeki buz gibi suyun içine attı. Bende azığımdaki üzümü teknenin içine ısladım. On dakika kadar sonra tastaki teleme kerpiç gibi katılaştı. Tekneye attığım mahra başı üzümleri jiletle kesilmişçesine yarıldı. Telemeyi, üzümü, helvayı, İsmail’in azığındaki şekerli tereyağını bir araya getirip öğle yemeğimizi yedik. Ben o zamana kadar öylesine katı, öylesine lezzetli bir teleme yememiştim. Telemenin tadı damağımda kaldı. O günden sonrada öylesine lezzetli bir teleme yiyemedim. “Geçmiş zaman odur ki hayali cihan değer.”

Geçen gün eşimle teleme konusunda sohbet ediyorduk. On sekiz yaşında ve on iki yaşında iki çocuğumun da telemeyi duymadıklarına ve görmediklerine tanık oldum. İçim cız etti, gözlerimden yaş geldi üzüldüm. Telemeyi bilmemeleri çocuklarımın suçu değil, benim ihmalimdi. Bu ihmalim nedeniyle çocuklarımdan ve milletimden özür diliyorum. Bu vesileyle gıda konusunda veya gastronomi üzerine çalışma yapan insanlarımızı ikaz ediyorum. Türk Milletinin binlerce yıldan beri yaptığı ve iştahla yediği TELEMEmiz unutulmasın. Yok olup gitmeden gün yüzüne çıkartılsın.

Tadı damağımızda kalan TELEMEmiz gelecek kuşaklarımıza miras olarak bırakılsın!

Hem mutfağımızda hem de gönlümüzde ilelebet yaşasın!


MEKTUBUMUZDUR / Mustafa Alper TAŞ


Sana ilk gelişimi hatırlatıyorum. Bir Kurban Bayramı, yağmurlu bir bahar gününde kan henüz akıyorken ve eller üşüyorken ve gözler uykudan ayrılmamışken arabanın terli sıcaklığında akıyor içimin nehirleri. Bir yokuşu seyreder gibi senin yüksekliğini seyrediyorum. 

Dipdirisin. Göğsümü kavrayabilecek ve içini bir çuval gibi karıştırıp atabilecek kadar çevik ellerin var. Bindörtyüzyıl önce kendi kanının kokusuyla belki bir öğle sıcağında hızla giden bir tren penceresinden arada görünen sakin köyler gibi kendini seyretsen, kolların bıraksalar denize uzanıp üzerine örtecek, anlamsız bir şefkatle vurduğu düşmanın.

Sakinsin. Cennetinin, yalnızca Sevgiliye komşu olmak anlamına gelen cennetinin bir fotoğrafını göndermiş gibisin yeryüzüne. Öyle akıyor sular taşlar öyle duruyor, ağaçlar öyle huzurlu.

Sen benim Ukkaşe Ağabeyimsin, sabahları çocukların gözünü kırpmadan Nurdağlarını okşar o çevik ellerin. Esmer bir yaz akşamısın, demlenen çayın koktuğu ikindi haymalarısın. Okşar ve düzeltir, sever ve dağıtır seherin rüzgarlarını ellerin.

Sen ihtiyar arkadaşımızsın. Senden söz ederiz, özleriz bizi herkesten çok sevenlerimiz gibi. Kebapların en güzeli senindir, çünkü ihtiyar arkadaşımızsın, baş köşemizde gözler, düzeltirsin eteklerimizi. Sırtımızda hiç atmadığın bir yumruğun, hiç sallamadığın bir kılıcın gölgesi durur.

Çünkü hakkımız var, çünkü helalleşmek için seni gözlerinden öpüyoruz.
 
Şimdi bir oğlum var, huzurlu bir kurban yağmuru gibi gözler nasip etti ona Yaradan. Sana getireceğim onu da erkeklik etmeyi öğrensin kollarından, çevik ellerinle karıştır onun göğsünü de açmamış çiçeklerin kokusunu harmanla, bu büyük uykusunda zamanın, onun sırtında da dursun yumruğunun gölgesi, onun eteklerini de gözle ve düzelt yepyeni ekinler gibi.

Çünkü hakkımız var, gözlerinden öpüyoruz.


KADERE İMAN / Nurcihan KIZMAZ



Yusuf kuyudan bihaberdi
Firavun Yusuf 'tan
zaman öyle bir esti ki
rüzgârın bile
haberi olmadı
kimin nereye
savrulduğundan

Ne Züleyhalar
kondu göçtü de
gelmedi cihana bir daha
gömleği arkadan yırtılan

Kuru bühtan
kara zindan
ardından
tahtırevan
tam da böyle inanmıştı
gemiye binip
kurtulan...


CEYLAN UYKUSU’NDAKİ RÜYA / Hidayet BAĞCI


İnsanlar ismiyle müsemma olduğu kadar kitaplar da ismiyle ve de yazarıyla kimliğini belli eder; okuyucusuna yeni keşifler için yön verir. Hayatınıza olumlu yönde küçük dokunuşlar yapmasını istediğiniz bir yazar varsa onu okumaya şimdiden başlamalısınız.  “Ceylan Uykusu” öykü kitabının yazarı Ayşegül GENÇ,1978 yılında Konya’da doğdu. Selçuk Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Maden Mühendisliği bölümünden 1999 yılında mezun oldu. Öykü ve yazıları Hece Öykü, İtibar, Dergâh, Aşkar, Cins, Okur gibi dergilerde yayımlandı. Kuğu Boynu romanı ile Eskader yılın romanı ödülüne layık görüldü. Evli ve iki çocuk annesidir. Yayınlanmış kitapları: Metropol Bedevisi / Genç Kitaplığı / 2010- Ölü Serçe Dönemeci / Okur Kitaplığı / 2013-Çile Kırgını / Okur Kitaplığı / 2014-Dünyayı Kurtaran Kız / 2014-Kuğu Boynu / İz Yayıncılık / 2016- İç Bir Şey / İz Yayıncılık / 2017.

Bu zamana kadar Ceylan Uykusu’na dalan halimizi yorumlayacak hiçbir cümle yokken bu kitap ismiyle müsemma yirmi öyküden oluşmaktadır. Sayfalar arasındaki geçişlerim bir sonraki öykünün içeriği hakkında merak içerisindeyken kendimi onuncu öyküde bu yazıyı yazarken buluyorum.

Ayşegül GENÇ, “Kendimi anlatmaya kimin yarasından başlasam…” derken kendimi onun yarasını anlatma heyecanı içinde bulduğumda kendi yaramı iyileştirmeye çalıştığımı anlıyorum. Yazmak ve okumak her ikisi de cesurca bir eylem. Biri yazar diğeri okur konumunda, peki en kutsalı kim? Yoksa, melekler mi?

“Ancak kişiden kişiye aktarılmaz duygular içinde olanlar kişiden kişiye emanet edilebilir bir görevi bir başkasının omuzlarına bırakabilirdi.” Peki bu aktarılan şey kıymetkar değerler olabilir miydi?

İlk öyküden sonra kitaba ismini veren bir “Ceylan Uykusu” sizi “bir yatağın ölüm döşeği olup olmadığını anlamanız için yataktaki kişinin ölmesi gerekiyor” cümleleriyle sarsıyor düşüncelerinizi, işte o sarsılma noktasında bir fay hattı kırılıyor ve öyküyü idrak etmeye çalışıyorsunuz. “ Ölüm döşeği ölümden sonra odamızın ortasına güp diye düşüveren çiçekleri solmuş ağır yün minder gibidir.” Diye devam eden cümlede anımsarsınız kaç kişinin ölümüne şahitlik eden eşyaları, anıları…

“Babamın yumruklarının sadece bir dilencinin önünde gevşek bir ip yumağı gibi çözüldüğünü gördüm. Dilenciden kurtulmak için verdim demişti babam. Verirsek ondan kurtuluruz, vermezsek kendimizden kurtulamayız.” Dediğinde veren elin alan elden üstünlüğünü bir kez daha idrak edersiniz ve yolunda gitmeyen, ayağınıza dolanan her işi vermediklerinize bağlarsınız.

“Umut mucizenin ta kendisidir. Mucize emin olamayan insanlar içindir zaten…” bu cümlenin öyküsü sizi o kadar çok etkiler ki öykünün sonunda bir mucizenin olmasını istersiniz lakin dişleriniz arasında bir tahta parçasının tadını hissetmekten öte üğüntüler arasında elleriniz külleri topluyor farkında mısınız? Dişleriniz arasında kalan o tahta parçasında sonbaharın ilkbaharın göğsünden sökerek aldığı yaprakların telaşını ve sonrasında kütüğün bir fidana bakarken ağlayışını duyumsayamazsınız. Çünkü ellerinizde külden bir demet vardır.

“İki kişi aynı suçtan yakalanıp içeri tıkılınca dost olurlar. Yanlarında cellat belirinceye kadar birbirilerini aklamaya devam ederler. Sonra biri diğerini kurban eder...” diye başlayan öyküde çıkar üzerine kurulu ne kadar dostluk kurulduysa onların bittiğinin bir kanıtı olabilecek bir öyküyü okumaya başlarsınız. Sonrasında “annem yüzümden süzülen maskeyi kendi yüzüne taktığı başka bir maske ile karşılayıp kucaklıyor. Geçecek bu günler diyor…” sahi bunun adı teselliydi değil mi? Ve Ayşegül GENÇ’in dediği gibi, umut mucizenin ta kendisiydi…



Bir Rastlantı/ Bir Hakikat/ Bir Şiir / Ferhat ALTUN


Şair, var edildiği cemiyetin şuurunu taşır ve bu şuur bir şekilde (bilerek ve yahut meczubî bir hal içre) mısralara dökülür. 

Efendim malumunuzdur ki giden zaman içinde Şair ve yoldaşım İbnü’l-Orhan Ömer Faruk’a “İnsanoğlu Nankördür Çaya Karbonat Katar” namı ile bir şiir ithaf etmiş idim. (Kendileri hayli memnun ve mesrur olmakla beraber işbu manzumeyi çerçeveletip malikhanelerinin bir duvarına asmadıkları için fakir-i hakiri hayli mahzun etmişler idi)
Akabinde türküdar-ı dükkân, marot ile mücadele derneğinin serdarı, şair ve ismi ile müsemma olan kıymetli başkanım (burada niyyet olanı söylemek, aksi halde bir büyüğümüz için böyle ifadeler kullanmak haddimize midir bilmiyorum) Fazlı Bayram ağabey söz konusu şiire bir şerh yazmış ve işbu şiiri kıymetlendirmiş idi.

Giden gün bir vesile ile hayatımda ilk kez Urfa ilinin Siverek kazasına revan oldum. Şimdi diyeceksiniz ki efendi bu şiirle ne alakası var senin Siverek’e gidişinin! Çok alakası var efendim. Hatırlasanız şiirin ilk mısraı “Şeytan sancağın dikmiş pazara” idi. Öyle ki Siverekteki çarşının ismi “Şeytan Küçesi”…  Hülasa Şair Mehmet Akif İnan’ın da dediği gibi:

Soyumu yüklendim bu çağ içinde 
Urfa bir dağ gönlüm bir bağ içinde



DOSTLUK SUALİNİ VEREMEYENLERDEN OLMAYIN / Ahmet Doğan İlbey


Dostluk nazdır biraz. Vefadır, hâl hatırdır, arayıp sormaktır. Bir tenhada, bir çayhâne duldasında hasretle çay içmektir, bir gece yarısı bir elektrik direğinin altında buluşup halleşmektir. Dildaşlıktır bunun adı. Birbiriyle dost olanlar dilini konuşanları arar ve özlerler. İnsan aylar geçer de dilini bildiği, dildaşı olduğu dostunu aramaz mı?

Aylardır gönül dostlarını arıyor Refik Hüzünkâr. “Korona var, hele bir geçsin…” diyerek hüzünkâr dostlarını gecenin hüzünlü vakitlerinde aylardır yalnız bırakanlar, aramayanlar rûz-ı mahşerde kurulacak dostluk mahkemesinde sual edileceklerdir. Gönül dostlarını sürekli bir bahaneyle savuşturmanın vebali ağırdır.

Gönle şifa bir dost Yâ Rabbi!

Günler geçmek bilmez. Hele de gece sardı mı etrafı, dostlarını arayan Refik Hüzünkâr’ı düşünün… Telefonla dostlarını bir bir arıyor. Yok, yok, kimse yok…. Gönlüne şifa olacak bir dost Yâ Rabbi diye inliyor sessizce. Caddenin karanlık, sâkin yerlerinde adım adım kıvranarak yürüyor… “Bu mu benim yaşadığım şehir? diye bir “ah” çekiyor ve arıyor… arıyor… Dermân arayan yaralı gönlüne bir dost sesi arıyor…. Yok… Yok… Kimseler çıkmıyor… Dilleri bağlanmış, telefonları kilitlenmiş sanki….

O gün o gece bir dost dilinden şifa bulsa ölmekten kurtulacak. Fakat heyhat! Bir dostu Karadeniz turuna çıkmış, habersiz ve rızâsız… Allah’ım, insanlar bir tuhaf olmuşlar. Yaralı gönlüne şifa olacak ve kaç zamandır bahanelerle görünmeyen “hatip” bir dost, Refik Hüzünkâr’ı ve çoluğunu çocuğunu bırakıp “gezmeye” gitmiş. Vay yalan dünya!

Gecenin koynunda sokaklarda dost dilini arayan Refik Hüzünkâr’ın yüreğini bir dost türküsü yaktı geçti: “Ah o dostun firakına / kalmışam hasret çağına / dost elin hüsnü bağına / bir ömür verdiğim yeter…”

Az gitti uz gitti, caddenin karanlık ve tenha taraflarında “Böyle mi olacaktım âhir ömrümde” dedi. Bir dost aradı nasibine kim düşerse. Hayret! Dedi. Uzaya mı gitti dostlar? Kiminin işleri var, kiminin sokağa çıkmaya cesareti yok… Kiminin telefonu kapalı… Kimi de yatsıyı kılıp üstüne bol tatlı yiyip yatmış… Vay dünya yalan dünya! Böyle mi olacaktı dostluk imtihanı…. Kimi bu tarafa, kimi şu tarafa çekmiş… dar dünyalarına hapsolmuşlar herhalde…

Ah, dostlar! Nerdesiniz, buharlaştınız mı?

Kalbi sıkıştı… Ah, dostlar! Nerdesiniz? Öldünüz mü, gaflet uykusuna mı daldınız? Aylar geçti, korona morona, dediniz… hepsi mazeret… Birinci kuşak, ikinci kuşak dostlar! Evlerinizde çürüdünüz mü? Diliniz şişmedi mi? Gönlünüz yanmadı mı? Türkiye’nin meseleleri ve çözüm yollarını unuttunuz mu? Türk fikir hayatının durumu ne olacak? Mes’uliyet ve dâva şuurunuzu koronavirüs mi vurdu?

Gece ilerledi, “dost dost” diye inleyen hüzünkâr bir köşeye çöktü, bir sarma tütün yaktı ve mâzi bir film şeridi gibi gözünün önünde akmaya başladı. “Hocamgil” dedi, bir “ah! çekti. İki hocası vardı. İlkini gurbet çekti götürdü. İkincisinden râzıyım dedi, fakat o da köyüne gitti, cumaları gelir oldu. Bir de kendisi gibi gecelerin garibi tercümanı Ferhat’tan râzıydı. “Eski Dükkâncı dostlar” dedi bir “ah!” çekti. “Buharlaştınız mı? Öldünüz mü?”

İlk göz ağrısı vardı, tam dört buçuk aydır görmedi. “Hastaya kar lâzım, nerdesiniz?” dedi. Utanmasa nârâ atıp içini boşaltacaktı. Bir ân topladı kendini, “muhit ve gelenek…” dedi. Hocaları aklına düştü. “İtidal… İtidal…” diyorlardı.

Ah, bir dost bir çay olsaydı!

Caddenin bir yanı ışıklı, bir yanı karanlıktı. Karanlık leylî idi, hüzündü. Severdi geceyi, karanlığı hüzünden dolayı… “Ah, bir çay ve bir dost olsaydı! Dilimi bilen, Türkçe konuşan, Dükkân dili, yâni hâl dili bilen biri olsaydı…” dedi, başı döndü, gözleri çakmak çakmak oldu… Başına bir iş gelmeden binanın önündeki kanepeye zar zor oturdu.

Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluk akidesince yargılananlardan, gönül üstüne kavilleşmiş olduğu dostlarını ihmal edenlerden olmayın. Dostlarını ihmal edenler âhirette dostluk üstüne sual vereceklerdir. Dost ve dostluk sualini veremeyenlerden olmak ne hazin!

Bezm-i elest’te tanış olup dünyada da dostluğunu devam ettirenlerden olmak bahtiyarlıktır. Yunus Emre Hazretlerinin sözüyle “Dost yüzünü göremezsem, bu gözlerim nemdir benim” diyen gönül olmalı. Dosttan gayrı gönle şifa var mıdır?


YA ANNESİ ÖLÜRSE KIZLARIN YA DA KIZLARI ANNELERİN/Hasan EJDERHA


Ne zaman bir kız çocuğu görsem
“Ya annesi ölürse!” diye kaygılar kaplar içimi
Seçimi babalara kalmış
Sönük renkli saç tokalarıyla dolar dünya
Öksüz kızlar büyüten ninelerden
Hüzün abidesi dedelere kadar
Yaşanan acılar çöreklenir kalır yüreğimde
Ansızın biter anneyle süslü, kocaman bir rüya.

Minicik kızların minicik omuzlarında
Kocaman yükleri görür de yanarım
Kırk annesiz kız, kırk gece açıp göğe ellerini
Haykırsalar acılarından yanan kalpleriyle
Sallarlar mı dünyayı, hatta arşı bile
Diye söze başlayıp, haykırabilirim dağlara
Oysa bırakmaz beni ifşası zor kahrım
Hülyalara dalarım, acılarla dolu hülyalara
Kendi kurduğum hülyaya kendim kanarım.

Annesi ölünce kızların, babası da ölür
Bir defter acılarla birlikte dürülür
Sisler kaplar her yanı ve karanlık
Kız kendi halinden bile yorulur
Ve hali: Kızı olmayan babalar gibi olur
Saklanır her şey, üstüne örtüler örtülür
Örtülenleri sadece öksüz kızlar görür
Annesi ölünce kızların, babası da ölür.

Ninede bir telaş, tutunmak ister ha bire
Aniden çeker mezara uzattığı ayağını dede
Hem de bir doğruluş ki kendisi bile şaşırır
Kıza yetmez, olmadık şeyleri verseler de
Hep sayıklar bütün azaları: “Annem nerede?”
Yutkunur da dedesi ninesine bakar kızın
Açar ninesi ağzını haykıracakmış gibi ansızın
Gene de cevap bulamazlar sorusuna kızın

Bin bir melek bin bir yerden çığrışır
Kaynar da yüreği kızın ateş gözlerine ulaşır.

Bir kazan kaynar içinde gözlerini yakar kızın
Melekler gelir geceleri yüzüne bakar kızın
Kız için anlamı yoktur artık hiçbir yıldızın
Bir isyan başlar cümle azalarında ansızın
Acısı bitmesin ister yüreğinde ve anne hasreti
Bitmesin, hatta artsın, kavursun ister içini
Niçini yoktur artık hiçbir ağıdın
Acıtan ne varsa yüreğini toplamak ister
Anneyi andıran ne varsa koklamak ister.

“Akabe yetimleri” diye başlamadım daha söze
Belki o zaman canım çıkar da kalırdım ortada
Hangi ağıt acı, hangi ağıt şifadır göze?
Acı ve şifa, milletçe karışmış özümüze
Ağıtlardan türkülerimize kadar acıdır
Çanakkale, Mekke, Medine ve Yemen’de
Ağıtları yakanlar bile anadır, yardır, bacıdır
Hüzün, taşımadan edemeyeceğimiz kutlu sancıdır.

Bunca acıdan mıdır bir kız çocuğu görünce
“Ya annesi ölürse” diye korkulara kapılmam
Hep böyle yaşadım ben hayatımı ömrümce
Acıya dayanırım da acısızlığa dayanamam
Allah’ım milletimdeki bu gen hiç bitmesin
Bir öksüz ve yetim gören her yürek titresin.

Ey kalbim! Yaltaklanma asla sevince
Senin en ileri sevincin hüzündür
Ansızın acılar yüreğine gelince
Sırrını ele verecek olan yüzündür
Aldırma karanlığa yıldızlar senin gözündür
Acısız başlayan gece ise gündüzündür.

“Ya kızları ölürse annelerin” diye
Korkmaktan bile korkarım
Ey kalbim! Yeter! Uğraşma benimle
Cümle acıları toplar, yüreğimle birlikte yakarım
Ağlarım şimdi; zaten budur halim
Ey gözyaşı! Bırakma, ben bırakmam seni
Melalim yok, gönlümdür melalim
Acı türküler bile kesmez oldu beni
Ağıtlara gark olmuş yüreğim.

Ne anneler kızların ne de kızlar annelerin
Acısını yaşamasın, ben yaşarım onlar için
Cümle arabesk şarkılardaki hüzünlerin
Hüznünden benim için hüzünler seçin
Ne anneler kızların ne de kızlar annelerin
Acısını yaşamasın, ben yaşarım onlar için.

ŞİİR YARIŞMASI / Teyfik KARADAŞ

Anı Hikâye-
Anam ümmi bir kadın olduğu halde mutlu günlerimizde güzelleme, kederli günlerimizde de ağıt ve taşlama türünde uyaklı, kafiyeli şiirler söylerdi. Kardeşlerimin beşiğini sallarken de irticalen maniler uydurduğuna şahit olurdum. Yaşı yetmişi geçtiği halde, halen şiir söylemeye devam etmektedir. Ben de anamdan mı etkilendim, bizim köydeki ağıtçı kadınlardan mı etkilendim bilemiyorum ama on iki yaşındayken hece ölçüsüyle şiir yazmaya başladım. Bundan dolayı şairliğin bana anamdan sirayet ettiği kanaatindeyim. Lise birinci sınıfta yazdığım bir şiir Yeşil Afşin Gazetesinde yayınlandığında nasıl mutlu olmuştum anlatamam. Üniversite öğrencisiyken şiir yarışmalarına katılır, yarışma sonunda mansiyon ödülü alsam dahi, sevinçten göklere uçardım. Öğretmen olarak göreve başladıktan sonra bir ara yazdığım şiirleri kimseye göstermeden dosya arasında saklamaya başladım; ama şair ve şiirle olan ilişkimi yaşamımın hiçbir aşamasında kesmedim.

Bin dokuz yüz doksan altı senesinin kasım ayı ortalarında, Valilik; Adıyaman’ın il oluşunun 42. yıl dönümü münasebetiyle Adıyaman konulu şiir yarışması düzenlediğine dair bir duyuru yazısını okulumuza göndermişti. Ben de o zaman Adıyaman ili Gölbaşı ilçesi Belören İlköğretim Okulunda Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyordum. Bu yazının ekindeki yarışma şartlarını dikkatlice okudum. Yarışmaya katılmamda bir mahsur olmadığını gördüm. Bu tespitten sonra yarım saatlik süre içerisinde kadim şehir Adıyaman’ımızı coğrafi, kültürel ve tarihi zenginliklerini anlatan “Sen Adıyaman “ isimli güzelleme türü, hamasi bir şiir yazdım. Yazdığım şiirin karalamasını odasına girerek kıymetli insan, değerli hemşerim, okul mürdüm Ali Kaya’ya okudum. Ali Kaya yazdığım şiir için “peh, çok güzel olmuş Teyfik“ dedi. Ben de bunun üzerine şiiri okulda kullandığım emektar daktilo ile temize çekerek, şartnamede belirtilen kurallara uygun vaziyette Adıyaman’a gönderdim. Gönderdiğim şiirin dereceye girmesi konusunda en ufak bir umut taşımıyordum. Adıyaman da Adıyaman sevdalısı o kadar şair, söz yazarı kültür ve sanat insanı varken benim bu insanlar arasından derece beklemem kırk sekiz kilo bir pehlivanın ağırsıklet pehlivanla güreşerek yenmek istemesi gibi olur diye düşünüyordum. Ancak, ismimin bu şiirle Adıyaman’ın kültür tarihine yazılmasını istedim. Hadiseye böyle farklı bir cepheden bakarak şiir yarışmasına katılıp, derece yapamamaktan mütevellit herhangi bir üzüntü yaşayamayacağım konusunda kendimi şartlandırmıştım.

Adıyaman konulu şiir yarışmasından dereceye girme konusunda hiçbir beklentim olmadığı için, arkadaşlarla beraber Belören’den kiraladığımız Fazlı Özdemir’e ait minibüsle yirmi dokuz kasım cuma günü Erciş’te görev yaparken aynı evde birlikte kaldığım öğretmen arkadaşım Süleyman Keleş’in düğününe katılmak için Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinin Akbucak köyüne gittim.

Akbucak köyüne vardığımızda düğünü yöneten bölükbaşı bizleri davul-zurna eşliğinde saygıyla, sevgiyle ve coşkuyla karşıladı. Bizleri misafir olarak kalacağımız evlere taksim etti. Ev sahipleri bizleri istirahat etmemiz için evlerine götürdüler. Akşam yemeğinden sonrada düğün şenliklerine katılmak için köy meydanında toplandık. Kasım ayının sonunda Yozgat’a kar yağmamıştı ama kış mevsimi bütün özellikleriyle kendini hissettirmeye başlamıştı. Güneş aşar aşmaz hava eksiye düştü.  Misafir olduğumuz evdeki sobalar aralıksız olarak hiç durmadan yanıyordu. Adıyaman’dan giderken soğuğa karşı hazırlıksız olduğumuzdan, düğündeki seğmenler üşümememiz için bize evlerinden kaban, palto ve mont gibi giyecekler getirdiler. Seğmenlerin getirdiği kıyafetleri üzerimize giydik.  Ben bu sırada Akbucak Köyü gençlerinin davul zurnayla çektiği halayları bir folklor araştırmacısı gözüyle en ince ayrıntısına kadar inceliyordum; davulcuların çaldığı makamlar, oyuncuların yaptığı figürler, bizim güney illerine göre büyük farklılıklar arz ediyordu. Örneğin; Kahramanmaraş’ta halaya “kaba” ile başlanırken, Yozgat’ta halaya “ Timur Ağa “ ile başladılar. Akşam saat on civarında havanın iyice soğuması üzerine, düğün şenliklerine köy odasında devam etmek üzere köy meydanından ayrıldık. Köy odasında oynanan “cıncık saklambaç” oyununa iştirak edip, iki palaska darbesiyle düğündeki dayaktan bende nasibimi almış oldum. Gece saat on ikide misafir kalacağım eve giderek yattım. Sabah erkenden kalkarak kahvaltımızı yaptık. Evinde kaldığımız amca, çok misafirperver, çok kıymetli bir insandı. Minibüs şoförü Fazlı ile beni evinde rahat ettirebilmek için imkanları ölçüsünde her türlü çabayı sarf ediyordu. Kahvaltıdan sonra düğün evine gittik. Düğün evinde cumartesi sabah saat on civarında yüzlerce seğmen toplandı. Bir tarafta mahsere kazanlarında düğün yemekleri hazırlanırken, bir tarafta gençler oynamaya, halay çekmeye devam ediyorlardı. Ben de köyün ileri gelen insanlarıyla bölgenin geçim kaynakları konusunda koyu bir muhabbete dalmıştım.

Tam da benim muhabbete daldığım anlarda düğünün yapıldığı köy meydanına, bir askeri araçla bir uzman çavuş ile üç jandarma geldi. O saate kadar düğünde silah sıkılmamış, kavga, gürültü gibi bir asayiş olayı meydana gelmemişti. Uzman Çavuş araçtan inmeden, bir çocuk gönderip, damadın abisini yanına çağırttı. Askeri aracın düğüne bu şekilde gelmesinden ötürü, bütün seğmenler olaya kulak kabarttı. Uzman çavuş ile Yaşar abi konuşmaya başladılar. Biraz sonra Yaşar abi beni yanına çağırdı.

” Teyfik askerler seni soruyor, karakola gitmen gerekiyormuş “dedi.

Ben : “ Gitmem gerekiyorsa hemen giderim de niye gidecekmişim Yaşar abi” dedim.

Uzman Çavuş : “Hocam, ben konuyu bilmiyorum. Komutanımız çağırdı, kusura bakma “ dedi.

Yaşar Abi :” Komutanım misafirimizi karakola biz aracımızla götürsek olur mu? “dedi.

Uzman Cavuş : “ Olur tabi, bizi takip edin” dedi.

Bizim uzman çavuşla görüşme yaptığımız esnada askeri aracın yanında toplanan kalabalık bir hayli artmış, elli-atmış kişiyi bulmuştu. Benim gibi bir öğretmenin, Yozgat’ta, yabancı bir memlekette Jandarmayla ne işi olabilirdi. Düşündüm, taşındım; hesap ettim, kitap ettim, Yozgat’ta beni tanıyan okul arkadaşlarımın, beni korkutmak için bir oyun yaptıklarına kanaat getirdim. Fakat uzman çavuşun tavırlarından işin şaka olduğu konusunda herhangi bir sinyal alamadım. Memlekette kötü bir durum olsa, eşimde Süleyman’ın evinin telefonu numarası var, onu ararlardı. Benim karakola çağrılmama hiçbir şekilde anlam veremiyordum. Bizim Adıyaman’dan gelmemiz ve jandarma tarafından karakola götürülmemiz düğün seğmenleri ve köy halkı tarafından şüpheyle karşılanacak bir durumdu. Böyle bir atmosfer içerisinde Yaşar abinin otomobiliyle Akbucak Köyünün bağlı olduğu karakola gittik. Karakol komutanı beni Karakolun girişinde nezaketle karşıladı.

Karakol Komutanı : “Hocam kusura bakmayın sizi rahatsız ettik. Sizinle Adıyaman Vali yardımcısı İbrahim Şeker bey görüşmek istiyor. Onun için çağırdım” dedi.

Ben : Vali Yardımcısının benimle görüşme isteğine de bir anlam veremediysem de önemli değil komutanım” dedim.

Karakol Komutanı :  Telefonda bir numarayı çevirdikten sonra Sayın Valim Teyfik beyi veriyorum “dedi.

Ben :  Şaşkınlıkla ahizeyi elime alarak sayın Valim buyurun ben Teyfik Karadaş “dedim.

Vali Yardımcısı İbrahim Şeker : “ Teyfik bey Adıyaman konulu şiir yarışmasında birinci oldunuz. Vali bey yarın (Pazar günü) akşam sekizde yapılacak ödül törenine bizzat katılmanızı istiyor. Bulunduğun yerin adresini Belören Jandarma Karakolundan tedarik ettik. Sana bunu söylemek için aradım” dedi.

Ben : “Baş üstüne Sayın Valim gelirim,  kusura bakmayın, Cuma gününe kadar bana bu konuda bilgi verilmedi. Saygılar sunuyorum.” diyerek telefonu kapattım.

Askerlerin düğün alanına gelmesinden, benim karakolda telefonla vali yardımcısıyla görüşmeme kadar geçen yarım saatlik süre içerisinde beynimde kopan fırtınalar, düşündüğüm kötü senaryolar sona erdi. Birdenbire bütün üzüntüm sevince dönüştü. Karakol komutanının birer bardak çayını içerek, Yaşar abiyle birlikte mutlu bir şekilde Akbucak köyüne döndük. Yaşar abi düğünde bulunan seğmenlerin merakını gidermek için “arkadaşlar, Teyfik Bey şair bir kişi olduğu için Adıyaman da girmiş olduğu bir şiir yarışmasında birinci olmuş, Vali de Teyfik’in yarın ödül törenine bizzat katılmasını istemiş, karakolda bunu haber verdiler, başka korkacak bir durum yok” şeklinde bir açıklama yaptı. Açıklamanın akabinde, orada bulunan bütün vatandaşlar beni dakikalarca ayakta alkışladılar ve düğün kaldığı yerden aynı şekilde devam etti.

Pazar günü öğlen düğün programını bitirip, gelini indirdikten sonra yola koyulduk. Sarıkaya, Boğazlıyan, Kayseri, Bünyan hattından Pınarbaşı’na kadar olan yolculuğumuz çok güzel geçti. Minibüste düğünün kritiği, Erciyes dağının karı, Kayseri’nin ticareti gibi konular üzerine muhabbet ettik. Pınarbaşı’ndan Kahramanmaraş yoluna dönünce çok şiddetli şekilde yağmur yağmaya başladı. Yağan yağmuru silmekte minibüsün silecekleri kifayetsiz kalıyordu. Şimşekler çakıyor, hava kararıyor, gökyüzü atam bombası atmışçasına gürlüyordu. Dokuz dolambaç mevkiinde birkaç aracın kayarak kaza yapması şoförümüzün kuvveyi maneviyesini iyice zayıflatmış, Pınarbaşı’na kadar jet hızıyla gelen şoförümüz Pınarbaşı’ndan sonra kaplumbağa hızıyla yola devam etmeye başlamıştı.  Bu esnada akşam saat sekizde Adıyaman’a yetişememe korkusuyla beni bir sıkıntı basmıştı. Göksun’da yağmurun kesilmesiyle şoförümüz Fazlı Özdemir hızını maksimum seviyeye çıkarttı. Göksun, Kahramanmaraş, Pazarcık güzergâhını ihtiyaç molası bile vermeden acele bir şekilde geçip bizi salimen Gölbaşına kavuşturdu. Gölbaşı’nda minibüsteki diğer yolcuları hızlıca indirip, benimle birlikte hemen Adıyaman’a hareket etti. Şoförün almış olduğu risk ve göstermiş olduğu yoğun gayretler sonunda akşam saat yedide, yani tören başlamadan bir saat önce sorunsuz bir vaziyette Adıyaman’a intikal etmiş olduk.

Adıyaman da hemen bir berbere girip hızlı bir şekilde sakal tıraşı oldum. Şoför Fazlı Usta beni Halk Eğitim Konferans Salonunun önünde indirip, törenden sonra benim Belediye Garajına gelmemi söyleyerek gitti. Konferans salonuna girip, program sorumlularına geldiğimi söyleyerek, dinlemek üzere kulise geçtim. Kuliste kıymetli hemşerim, ünlü halk ozanı Hilmi Şahballı ile tanıştık. Şahballı’ya şiir yarışmasında birinci olduğumu söyleyince çok sevindi. Kısa bir süre sonra ismi anons edilince Şahballı sahneye çıktı.

Hilmi Şahballı konser programının giriş bölümünde Mevlana’nın ilminden, Yunus’un feyzinden, Karacaoğlan’ın aşkından başladı anlatmaya, sonunda sözü bana getirdi. Sayın Valimizin himayelerinde düzenlenen Adıyaman Konulu Şiir Yarışmasında öğretmen hemşerim Teyfik Karadaş birinci olmuş, ikinci olsa zaten ayıp olurdu diyerek ödül töreni başlamadan beni onura etmiş oldu. Şahballı’nın konser programı sona erince ödül törenine geçildi.

Program sunucusunun “Adıyaman’ımızın il oluşunun kırk ikinci yıl dönümü nedeniyle düzenlenen şiir yarışmasında birincilik ödülüne layık görülen Gölbaşı Belören İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı şair-öğretmen Teyfik Karadaş’ı  “Sen Adıyaman” isimli şiirini okumak üzere kürsüye davet ediyorum” şeklindeki anonsu üzerine sahneye çıktım. Dokuz kıtalık “Sen Adıyaman” şiirinin her kıtasını okudukça, salonu dolduran Adıyamanlılar beni ayakta alkışlıyor, Teyfik, Teyfik, sloganlarıyla konferans salonu inletiyorlardı. Şiiri okuyup sahneyi terk edeceğim anda program sunucusu “ Teyfik Kardaş’ın ödülünü vermek üzere Sayın Valimizin eşleri Aysel Çalışıcı hanımefendiyi sahneye arz ediyorum” şeklinde bir anons daha yaptı. Aysel Çalışıcı hanımefendi sahneye gelerek beni tebrik ettikten sonra adıma düzelenmiş başarı belgesi ile birincilik ödülü olan altını kapalı bir karton kutu içinde bana takdim etti. Ödül töreni tamamlanıp ben sahneden ayrılacağım sırada Gölbaşı Kaymakamı Şeref Ataklının sahneye gelip, bana sarılarak tebrik etmesi sevincimi zirveye çıkarttı. Adıyaman Valisi Kadir Çalışıcı yanında oturan bir il müdürünü kaldırıp, beni yanına oturtarak benimle sohbet etmesi esnasında yaşadığım gururu kelimelerle anlatamam. Böylesine muhteşem bir atmosfer içinde Vali beye olan saygım gereği program bitinceye kadar zafer kazanmış komutan edasıyla konferans salonunda bekledim. Program sona erince protokol üyeleriyle vedalaşarak salondan ayrıldım.

Araç parkına giderek minibüse bindim. Benim minibüse binmemle birlikte şoför Fazlı Özdemir Gölbaşı- Belören istikametine hareket etti. Ödül şartnamesine göre birinci olan şaire bir cumhuriyet altını verilecekti. Adıyaman şehir merkezini biraz dışarı çıkınca ödül olarak verilen altın kutusunu cebimden çıkarttım. Bir de ne göreyim bana verilen kutunun içinden bir cumhuriyet altını yerine çeyrek cumhuriyet altını vardı. Bunun üzerine şoför Fazlı hemen geri dönelim, itiraz edelim hocam dedi. Ben hayır olmaz, geri dönmemiz görgüsüzlük olur, beni küçük düşürür dedim ve yolumuza devam ettik. Benim için böylesine güzel geçen bir gecenin sonunda Belören Kasabasındaki evlerimize ulaştık.

Benim Adıyaman konulu şiir yarışmasında birinci olmam Belören Kasabasında, Gölbaşı ilçesinde büyük yankı uyandırdı. Ben Belören’de, Gölbaşı’nda ve bütün Adıyaman’da halkın gönlünde büyük sevgiler kazandım.  Ödül olarak aldığım çeyrek altını ihtiyacıma binaen harcadım ama benim için çok büyük manevi değeri olan başarı belgesini yıllardan beri gözüm gibi sakladım. O gün bu gündür Adıyaman halkının gönlünde bazen Pehlivan Hoca, bazen Şair Teyfik olarak zirvelerde yaşadım.