SÖZ UÇTU YAZI KALDI / Nurcihan KIZMAZ


Altı üstü küçük mavi bir sandıktı, çok gizemli gelirdi bize o zamanlar. Bazı günler babam o sandığı açar, içinden bir kâğıt bir kalem çıkarır uzun uzun düşünüp bir şeyler yazar, sonra itina ile sandığı kilitler, anahtarı köstekli saatinin zincirine iliştirip ceketinin iç cebine yerleştirirdi. Sandığın her açılışında bir bahane ile babamın yanına yanaşır onun uzaklara bakarak derin düşüncelere dalmasına sebep olan o kâğıtta ne yazdığını görebilmek için şekilden şekile girer bir türlü amacıma ulaşamazdım.

Küçük mavi sandık her daim babamın yatağının başucunda durur, üzerinde de bir çalar saat bulunurdu. O saati İstanbul’dan getirmişti. Ortasında mütemadiyen yem yiyen bir tavuk figürü vardı ve sabah ezan vakti o saat uzun uzun çalar ev halkını -en büyüğünden kundaktaki bebeğe kadar- herkesi uyandırır, bu önemli görevini ifa ettikten sonra sandık bekçiliğine kaldığı yerden devam ederdi.

Babam yazıp çizmeyi pek severdi, not tutmayı, önemli günlerimizin tarihlerini yazmayı hiç ihmal etmezdi. Her bayram özenle süslenir püslenir o zamanlar kentin tek fotoğrafçısı olan foto Yaşar’da aile fotoğrafı çektirirdik ve o fotoğraf her birimiz için tap ettirilir; evlendiğimiz zaman özel belge, karne, diploma gibi şeyler ile birlikte teslim edilmek üzere mavi sandıkta yerini alırdı. Bilumum evraklar; sağlık karnelerimiz, nüfus cüzdanlarımız da bu sandıkta reşit olacağımız günü beklerdi. Günü geldiğinde yuvadan uçurduğu her yavrusuna güzel nasihatler ve duygu dolu sözler eşliğinde o sandık açılacak ve o belgeler sahibini bulacaktı. 

Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. Babam sağlığını kaybetti, gözlerindeki ışığı kaybetti; ama o mavi sandık gizeminden hiçbir şey kaybetmedi. O kâğıtta ne yazıyordu? Neden ona bir şeyler yazarken babamın bal sarısı gözleri bulutlanıyordu? Kâğıdı katlayıp tekrar yerine koyarken göz göze geldiğimizde neden ürperiyordum bilmem. Sorsam söylerdi ama sormayarak belki boş yere ben gizemli kılıyordum o sandığın içinde olanları. Hem ne diyecektim ki, "baba o kalem neden mürekkebini ciğerinden alıyor?" mu diyecektim. Sormadım. Soramadım. Çocuklar soru sormazdı. Bilhassa kız çocukları... Babam da gözlerimden anlamadı, anlasaydı kesin söylerdi. Halbuki ben onun gözlerinden hayatı okumuştum; bakışlarıyla eğitmişti hepimizi. Ağzından çıkan kelimelerden çok gözündeki ışıktan görmüştük yolumuzu. Acıklı bir çocukluk yaşamış; daha doğmadan babasını kaybetmiş olması ona babalığı öğretmiş, eksikliğini hissettiği her şeyi kendisi tamam etmiş, olgunlaşmış hayata hazırlanmıştı. Ama ömür bu işte. Onun da bir nihayeti vardı ve emaneti sahibine teslim etme vakti gelmişti. Babam göz bebeklerindeki son tecrübeyi de tek tek gözlerimize bıraktıktan sonra bir daha açmamacasına kapattı ışıklarını.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder