EY YAR! / Fazlı BAYRAM

EY YAR

bir cezbe halidir
zemherinin gök yüzü
ruh yiyen akrebin özü
vicdanlar ciks ayakkabılar
bir de yakut yüzük
benzim sapsarı

biraz da bana kal ey yar
bu vaveylanın cümlesi şeref  konuğumdur
bu yara yüzlü ay doğmaları bahtıma
vicdanlar ciks ayakkabılar
biraz da bana kal ey yar

arı kovanlarında bir çalışmadır ömrüm
ölüm yalan hayat gerçek havsalama
mecnun gölgeleri sızmış dallarla örtülü aydınlığım
biraz da bana kal ey yar
ey zemherinin gök yüzü
ey kan kokulu yürek yarası

arzu korku ve umut
aşkın talihsiz yüzü
çam yaprakları
altında küf kokusu
etten kemikten ayrı tırnak acısı eğlencem
parmak uçlarında sabaha açım
biraz da bana kal ey yar
ey dirilişin güzel sancısı

 ***

 İSMAİL OLMAK                      

İsmail hocama hürmetle
bir ismaildir seni ve beni çağıran
süleymaniye kubbelerine cehennem ateşinden
dağı taşı seni ve beni
sağ yanını eskite esikite Türkü öğreten
sana bana dağa ve taşa
ismail olmadan ateşten beri olmak
şiirler içre olmak ne mümkün

                  /senin damdan düşer gibi çıkışların vardır
                   zemheri ayazlarında sokak ortalarına/

adamdır İsmail
hüzün çapında bir adam
gözüm seni kapatıyor
kalbim seni açıyor İsmail

bin yıllık maceramızın
isyana dönüşmüş halidir ismail

 ***

YEDİ KERE HAFIZ

Memduh hocama hürmetle
hafızların ülkesinden bakılmaz
benim geceleri gölgelerime
kırılan ayna yüreğimin yansımasıydı
kanayan kalbin her damla kanı
ırmak ırmak satır satır haykırışlarımdı

âmalara da hafız denir ülkemde
içevi aşikârdır dışarıdan ama dünyayı görmez hafız
bilir yerini ağyar öğretmiştir zulmede zulmede
çarkların gövdesinde yaşar hafız ağlaya ağlaya
âma gözleriyle bakar dünyaya hafız

gel hafız gel omzuma koy başını
bana aşkı kusmadan bu taş bu beton
seninle meşk edelim
karın doyurmayan fikirler çekelim ciğerlerimize
profesyonel cümleler kur sen dil ustasısın
ben türkü çalayım hep ellerin türküsünü
mikrofanladan haykırayım yalnızlığımızı

"NAR AĞACI"/M. Memduh GÖKTÜRK


Kitabı K.S.Ü kütüphanesinde görev yapan
Hasan Ejderha amcamın tavsiyesiyle okudum.
Buradan bu güzel eseri okumama vesile olduğu için teşekkür etmek isterim.

Bu kitapta çok şey anlatılmış. İnsanların aşk ihaneti mi, hayatlarını yaşamadan gönüllü olarak savaşa gitmesi mi, yerinden yurdundan koparılması mı daha neler, neler…
Bu kitabı okuduğumda, hayatın zorluklarını, herkesin bir sınav içinde olduğunu fark ettim. İnsanlar bu zorluklara karşı pes etmemeli mücadele etmelidir. Kitap Balkan savaşlarından Büyük harbe uzanan seferberlik yılları ve muhaceret zamanlarında; Batum, Bakü,  Tiflis, Tebriz, Trabzon, İstanbul gibi şehirlerde geçiyor. Bolşevik İhtilalinden Osmanlının yıkılışına büyük sosyal olayların yaşandığı zamanlar ve o dönemde yaşanan mücadele hayatın değişik veçhelerinde günümüzde de devam ediyor.
Savaşın getirdiği ölümler, hastalıklar, çileler birçok hayatlara konu oluyor. Genç yaşta er olmak, vatan için canını feda etmek, düşman askerine bir mermi bile sıkamadan ölmek, işe yaramama hissi...
Kitabın içine girdiğimizde sanki sen olanları yaşıyorsun izliyorsun gibi. Bu kitap bende çok derin izler bıraktı. Çeşit anılar, ilginç hayatlar, farklı farklı insanlar, renk renk ülkeler, şehirler… Hayatın zorluklarına karşı mücadele etmeyi öğrendim.
Kitapta çok güzel anılar, sözler mevcut.
“Elimi bastırdım kalbime yerinden çıkmasın diye. Görüyor ama görünmüyordum, vardım ama yoktum. Gölgeydim sadece.” 
Bu anlamda yazarla beraber eski zamanlara yolculuk yapıyoruz.  Seferberlik yıllarına gidiyoruz, Trabzon sultanisinin son sınıf öğrencileri gönüllü olarak vatanı için savaşa gidiyorlar. Bu sırada İran Ruslar tarafından işgal altında, balkan savaşına doğru yol alıyoruz. Osmanlı devleti yavaş yavaş sona eriyor.
Bolşevik ihtilali Batum’da patlak veriyor, şehir yangınlar altında kalıyor. İhtilalden kaçan Settarhan deniz üzerinden motora binip Trabzon’a kaçıyor. Trabzon’da yeni bir hayat kuruyor. İlk önce bir kahvehanede çalışmaya başlıyor, sonra İran konsolosu ona yeni bir kimlik hazırlıyor.
Bu sırada Zehra ve ailesi muhacirlikten dönüyorlar. Settarhan burada İran konsolosunun annesi vesilesi ile Zehra ile tanışıyor ve evleniyorlar.  “Sen Öyle Çağırmasan Ben Böyle Gelmezdim… ‘’

Kitabı yeni bitirmiştim ki yazar Maraş’a çıka geldi. Kültür sitesinde imza etkinliğinde, kitap yazmanın emek vererek olacağını söyledi.  En önemlisi de kitabı yazarken romanda geçen coğrafyalara ziyaret ettiğini, yazma serüveninin dört senelik bir zaman sürdüğünü, incelemeler yaptığını binlerce siyah beyaz fotoğrafa tekrar tekrar baktığını, romanın gerçekçi bir serüvene oturması için çaba sarf ettiğini söylemesi oldu.
Yazar kitaba başladığında üniversitedeki derslerini azaltıp kitaba daha çok zaman ayırmış. Bu kadar emek verdikten sonra kitap yayınevine teslim edildiğinde yazarın olmaktan çıktığından bahsetti.  Bu kitabı yazarken ve yazınca daha önceki kitaplarında hissetmediği bir duygu yaşadığını anlattı. Bu his hem emek yönünden daha fazla yoğunlaşmasını, hem gerçekçi bir kurguya dayanması sebebiyle romandaki kahramanların acılarını, hayatlarını, aşklarını paylaşmaktan kaynaklandığını ifade etti. Ben bile kitabı okurken kahramanların gerçekte yaşamış olduğu hissine kapıldım.  Romanı okuyarak nihayet ben de yazarla beraber onların acılarını, hayatlarını paylaştım. Anladım ki yazarlık emek vererek, çaba harcayarak oluyor.

***

ÜSTAD’A MEKTUP/M. Memduh GÖKTÜRK


Sevgili Üstadım,
Seni rahmetle yâd ediyor, ellerinizden öpüyorum.
Henüz küçük bir çocukken “Bizim Yunus” şiirini okumuş, büyük bir heyecan duyarak babama koşmuştum. İlgimi çeken mısralarını bir çırpıda babama okumuştum.
“Bir zaman dünyaya bir adam gelmiş
Bütün sayıları silmiş, bir’e yönelmiş”
O zaman henüz bir ilkokul öğrencisiydim ve sizi tanımamıştım. Babam, mısralarınızın bende uyandırdığı heyecanı görünce bunu değerlendirmek istemiş olmalı ki, önce mısrada geçen “Bir”i anlattı bana. Sonra da sizi anlattı. O günden sonra her ezan sesi duyduğumda “Bir” beni çağırıyor diye düşündüm.
 Sonraları evimizin kitaplığında bulunan “Çile” kitabınızdaki şiirleri, özellikle babamın istediği şiirlerinizi mutluluk ve heyecan duyarak sürekli okudum. En çok “Bizim Yunus, Şarkımız, Utansın, Sakarya Türküsü ve Zindandan Mehmet’e Mektup” gibi şiirlerinizi sevdim.
Bir gün babam bana “Çöle İnen Nur” kitabınızı hediye etti. Efendimiz ve sahabelerinin hayatını sizin dilinizden okudum.
Babamla sohbetlerimizde, senin çileli hayatını ve mücadeleni konuştuk. Zor zamanlarda “Kim var denildiğinde, sağına ve soluna bakmadan ben varım diyebilen bir gençlik” dediğin gibi tek başına yaptığın mücadeleyi öğrendim. Senin Maraşlı olduğunu öğrenmem ayrı bir heyecan verdi. Şehrimizde adına yapılan Kültür Merkezinde “Maraşlılığımla İftihar Ederim” cümleni okuduğumda, ben de seninle iftihar ettim.
Üstadım kitaplarınızı okumaya devam ediyorum. Son günlerde hikâyelerinizi okudum. Sırada “Peygamber Halkası” kitabınız var. Sizden feyiz almaya, hayatımızı öğrettiğin yolda yürümeye devam ediyoruz. İyi ki gelmişsin üstadım. İyi ki bütün sayıları silmiş, Bir’e yönelmişsin. Her zaman dualarımızdasın.   
 


MAARİF DAVASINDA NEREDE DURMALIYIZ? Bekir BÜYÜKKURT



“Yazılarından istifade ettiğim
Ali YURTGEZEN Hocam’a
ve YEDİKITA Dergisine
Selam ve Hürmetle”
GİRİŞ:
Bir insanın kendisini karşısındakine en iyi şekilde anlatabilmesi, konuşma esnasında kullanılacak kavramların tam olarak anlaşılmasıyla olacaktır. Bu da kavramlarda mutabık kalınmayla olacak bir iştir ki, kurulan diyalog sağlıklı bir şekilde ilerlesin. Bu sebepten dolayı, mevzu ile alakalı temel kelimeleri açıklayaraktan yazıya başlamak doğru ve yerinde olacaktır.
       Eğitim, kelime manası itibarıyla bilgi ve beceri kazandırmayı ifade etmektedir. Eğitimi tedrisat olarak ifade de edebiliriz. Lakin eğitim kelimesi, tedrisat kelimesinin yanında biraz güdük ve sığ kalmaktadır. Tıpkı, maarif kelimesinin yerine kullanılan bilgi ve beceri kazandırma kelimesinde olduğu gibi. Aslında kelimelerin asıl manalarını kaybedip daha basit ve sığ kelimelerle konuşmaya çalışan milletlerin düşünme havsalaları da ister istemez küçülmektedir. Kelimelerin ihtivasının geniş olması, zihinlerin de geniş olduğunu gösterir ki, kültür ve medeniyetin inşası ve ihyası ancak bu yolla olur. Bizler Türk-İslam kültür ve medeniyeti gibi büyük bir mefkûrenin davacıları olarak inşadan ziyade ihyaya yönelmeliyiz. İnşayı yapan o Güzel İnsanlar güzel atlara bindiler ve gittiler.

TEMEL EĞİTİM AİLEDE BAŞLAR:
     İnsan toplum içerisinde önce bir ailede gözlerini dünyaya açtığından, devletten önce ailenin eğitim çevresinde bulur kendini. Eğitimin ilk basamağını böylece aile eğitimi oluşturur. Çocuğun kişiliğinin oluşmasında, toplumun değerlerinin çocuk tarafından benimsenmesinde aile eğitiminin bu büyük rolü hiçbir zaman inkâr edilemez. Çünkü yapılan araştırmalar çocuğun zihinsel gelişiminin ve kişilik-kimlik oluşumunun 6 yaşına kadarki sürede büyük oranda gerçekleştiğini söylemektedir. Ve bu eğitim çocuk doğduğunda değil, anne karnında başlamaktadır. Bu süreçte anne babaların şu hususlara dikkat etmeleri gerekir ki, hem dünya he de ahiret saadeti oluşsun: Eve haram sokmamak ve haram lokma yememek. Dili gıybetten, gözü namahremden, kulağı kötü söz işitmekten ve tüm azaları kötülüklerden uzak tutmak gerekir. Esasında çocuk eğitiminde temel mesele, anne-babanın müspet dairede yaşam sürmeleridir.

MİLLİ EĞ(R)İTİM SİSTEMİ YA DA TORNA TEZGÂHI:
Mevzu eğitim olduğunda, eğitimi gören ve gösteren kişilere de değinmek gerekir. Günümüzde bu eğitimi veren kişilere öğretmen, eğitim gören kişilere ise öğrenci demekteyiz. Ama kavramların asliyetini kaybetmesi, bu kavramlarla anılan kişilerin de ne iş yapacağında bir takım karmaşalara sebep olmuştur. Öğretmen, eğitim ve öğretim işleriyle uğraşan kimse demektir. Öğrenci ise, öğrenim görmek amacıyla bir okulda okuyan kimse demektir. Hâlbuki öğretmen yerine kullanılması gereken “Hoca-Muallim” ve öğrenci kelimesinin yerine kullanılması gereken “Talebe “ kelimelerini çoktan unutmuş durumdayız. Bu durumu, kamusu namus olarak ifade eden Cemil Meriç şu kelimelerle ifade etmiştir: "Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime… Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan."
       Bugün eğitim denilen devre büyük bir keşmekeş görünümü arz etmektedir. Bugünün eğitim sistemi neyi, niçin ve nasıl öğrettiğini bilmeyeni milyonlarca gencin en değerli zamanlarını eriten, yok eden ve Allah’ın bin bir renk ve kabiliyette yarattığı yavruları hepsi birbirine benzeyen(adeta torna tezgâhından çıkmış profiller gibi) okumaz, yazmaz, düşünmez, rahat yaşamaktan başka tasa taşımayan kitleler olarak yetiştiren bir yapıdadır. Modern eğitim sisteminde, temel hedef sınavları kazanmak olduğu için, öğrenmekten ve öğretmekten başka kaygı gütmeyen öğretmen-öğrenci taifesi ilmin izzetini ayaklar altına düşürmüş vaziyettedir. Ne öğreniyoruz, ne öğretiyoruz? Malumat yığınına gömülmüş milyonlarca insan var. Gençliğe ve geleceğe yazık ediliyor! Yarış atı misali hedefe odaklanmış ve at gözlükleri sebebiyle çevreyi göremeyenlerin, dünyalık hedeflere ulaşması sonucu, derununda büyük sarsıntılar olması kaçınılmazdır. Zira günümüzde Türk Milli Eğitim Sistemi değerler adına herhangi bir dava gütmemektedir.

NİZAMİYE MEDRESELERİ’NİN VARLIĞI:
Düşmanla savaş yöntemi olarak sadece meydan muharebeleri ile yetinmeye çalışan milletlerin varlığının çokta uzun ömürlü olmadığını tarih bize birer ibret vesikası olarak göstermektedir. Bu hususa Moğolları örnek olarak verebiliriz. Kısa sürede geniş toprakları ele geçiren ve her gittiği ülkeyi yerle bir eden bu milletin bugün adı sadece tarih kitaplarında vardır. O da barbar ve zorba bir millet olarak geçmektedir. Hâlbuki kendisini askeri alanda olduğu gibi, ilmi ve siyasi alanlarda da geliştiren milletler bugün hâlâ kendileri olarak hayat sürmektedir.
Nizamülmülk’ün adından dolayı Nizamiye Medresesi adını alan Nizamiye Medreseleri, İslam dünyası için ciddi tehlike oluşturan Rafızî-Batıni düşünceyle siyasi ve askeri sahada olduğu gibi ilmi sahada da mücadele etmek ve devlet görevlileri yetiştirmek amacıyla kurulmuş müesseselerdir. Ayrıca okumaya imkânı olmayan fakir öğrencilerin de okumalarını sağlamak için kurulmuştur. Hocaların ve talebelerin ders okuma, yeme-içme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde planlanan medrese için Dicle Nehri’nin doğu yakasında uygun bir arazi seçilir ve üzerindeki meskenler istimlâk edilir. Bu kadar imkâna rağmen, günümüz eğitim kurumlarının inşaatının geç bitmesi durumunu da göz önünde bulundurursak, Nizamiye Medresesi’nin iki yılda bitmesi takdire şayandır.
            Nizamülmülk ve çocukları zamanında, hocaların ve yardımcıların vezirin emri ile atanmaları esastı. Bu atama işlemi keyfiyet esası üzere değil, tamamen ehliyet ve liyakat üzere yapılmaktadır. Tayin edilen hoca, ilk dersi yüksek dereceli memurların, hocaların, âlimlerin ve şairlerin huzurunda, bazen halifenin de katıldığı bir merasimle verirdi.  Nizamiye Medresesi’ne hoca olmak kolay bir şey değildi. Buraya girebilmek için yüksek bir ilmi seviyeye sahip olmak gerekiyordu. Medresenin hocaları meşhur âlimlerdi ve Bağdat’ın siyasi ve içtimai hayatı üzerinde büyük tesirleri vardı. Medresede genellikle dini ilimler okutulmaktaydı. Kur’an-ı Kerim ve ilimleri, Hadis, Şafii fıkhı ve usulü, Eş’ari kelamı, Arap dili ve edebiyatı, vaaz, matematik ve İslam miras hukuku bu derslerden yalnızca birkaçıdır. Bugün Nizamiye Medreselerinin adındanhâlâ şerefle bahsedilmesi, bu derslerin tamamen ilme yönelik olmasından ve hocaların liyakat ehli olmasından gelmektedir.

OSMANLI’DA MAARİFİN GENEL ÇERÇEVESİ:
Osmanlı medreselerinde yıllar boyu Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi ilimlerle birlikte matematik, tıp, astronomi gibi fenler at başı gitmiştir. Bazı zamanlarda dini ilimlere ilginin azalması sonucu içtimai yapıda birtakım aksaklıklar çıksa da, tez elden gerekli tedbirler alınmak suretiyle tekrardan halin düzeltilmesi yoluna gidilmiştir. Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar medreseler tedrisata devam etmiştir. Osmanlı’da aşağı yukarı kuruluş yıllarından itibaren hemen her köy ve mahallede sıbyan mektepleri bulunuyordu. Bu mekteplerde eğitim ve öğretimin esası din ve ahlaktı. Buralarda Kur’an-ı Kerim, İlmihal bilgileri ve Kitabet öğretilirdi. Zamanla sıbyan mekteplerinde Türkçe dersi de verilmeye başlamıştı.
            Tanzimat’a kadar sıbyan mekteplerine kız-erkek hemen her Osmanlı çocuğu devam eder, bu müessesedeki eğitimini tamamlayıp tahsile devam edecek olanlar medreseye geçerlerdi. Medrese haricinde, hususi eğitimle yetişenler olduğu gibi, Enderun Mektebi’nde ilim tahsil edenler, askeriye mensubu olup ilim öğrenenler, mesleki yoldan yetişenler de mevcuttu. Talebenin hangi alanda marifet sahibi olduğu küçük yaşlarda belirlenir ve o doğrultuda bir yönlendirmeye tabi tutulurdu.
            Tanzimat sonrasında modern tarzda mektepler açılmaya başladığında sıbyan mektepleri iptidai mekteplere, idadilerle birlikte rüştiyeler, idadi-sultaniler, darulmualliminler, ziraat ve sanayi mektepleri açıldı. Bilhassa Sultan İkinci Abdülhamid Han döneminde Osmanlı ülkesinde tam bir eğitim seferberliği yaşandı. Maalesef o seferberlikte yetişen kişiler daha sonra Hünkâr’ı beğenmeyerek Sultan’ı tahttan indirme edepsizliğimde bulunmuşlardır. Yaptıkları yanlışın farkına daha sonraları kendileri de varmış olmalarına rağmen vakit çok geçmiş oluyordu. Koca Sultan ahirete irtihal eylemiş ve ülke artık son demlerini yaşar olmuştu. O talihsiz neslin hissesine Padişah Efendimiz’in arkasından gözyaşı dökmekten başka yapacak bir şeyleri kalmamıştı.
            Maksadımız bir devri göklere çıkarmak değil; yanlış bilgilerle dolu zihinleri geçmişin ışığı doğrultusunda aydınlatmaktır. Daima yerin dibine sokulmak için gayret sarf edilen, tarihimizin karanlık ve örümcek ağlarıyla dolu bir dönemi olarak tarif edilen Osmanlı devri hakkında doğru bilgiler vermeye çalışmaktır. Hele hele bu bilgi geleceğe dair önemli bir konumu olan eğitim mevzuunu içermesi münasebetiyle daha bir önem arz etmektedir.
          Atalarımız boş adamlar değillerdi. İlim ve terakki yolunda inanılmaz gayretler sarf etmişlerdi. İçlerinden nice büyük âlimler, ilim ve fen adamları çıkmıştı. Pozitif bilimlere büyük değer verirlerdi. Yeni nesillerin bunları bilmesi icap etmektedir. 1928 yılında yapılan Harf İnkılabı ile Osmanlı devrinin basılmış-basılmamış muazzam külliyatına tabiri caizse bir nisyan perdesi çekilmiştir. Türkçemizi mahveden uydurukça dil faaliyeti de meselenin tuzu biberi olmuştur. Yanlış bilgilerin ve peşin hükümlerin temel sebebini burada aramak gerekir.
            Osmanlı mekteplerinde en çok ehemmiyet verilen derslerden biri Türkçe idi. Bu dersin, bir senede altı farklı ders halinde işlendiği bile vakidir. Mesela bir mektep karnesinde Kıraat, İmla, Sarf ve Nahiv, Tahrir, Ezber ve İnşad, Yazı dersleri görülmektedir ki bunların tamamı hakikatte Türkçe dersinin konularıdır. Bugünkü Türkçe dersi olarak gösterilen dersin ne kadar yetersiz ve hatta gereksiz olduğunu tüm bunları görünce daha iyi anlıyoruz.
            Açılan bahis üzerinde tartışarak ders işleme usulü, medreselerde öteden beri uygulanan en yaygın metotlardan biridir. Bu metodun talebede öğrenilmiş bilgileri kullanabilme, ayrıntılara dikkat etme, söz söyleme inceliklerine riayet kabiliyetleri ile mantık ve muhakemenin gelişmesini sağladığı bir vakıadır. Modern eğitimle yetişen nesillerin eskilerdeki mantık selasetine ulaşamamış olması böyle bir yöntemi tanımamalarındandır. 19. yüzyılda dünya çapında, hazerfen bir ilim adamı olarak sadece Ahmet Cevdet Paşa’nın varlığı dahi, modern eğitim kurumları hâlâ bu kıratta bir adam çıkaramadığına göre, medreselerin verimlilik ve kalitesi için yeterli bir ölçüdür. Klasik medrese tahsiliyle yetişen Ahmet Cevdet Paşa, bugünün YÖK üniversitelerindeki hukukçu, tarihçi ve sosyologlarla kıyas kabul etmez ölçüde ‘yüksek’ bir ilim erbabıdır. 
            Din derslerine Osmanlı mekteplerinde büyük ehemmiyet verilirdi. İlk mekteplerde derslerin ağırlığını dini dersler teşkil ederdi. Eğer bir talebe bir İslam âlimi olarak yetişmek arzusundaysa zaten iptidaiden veya rüştiyeden sonra medreseye geçerdi. Orta ve lisede de dini eğitime ağırlık veriliyordu. Bütün Osmanlı devri karnelerinde din dersinin ilk sırada bulunması bu ehemmiyetin bir göstergesidir. Zaman zaman yapılan düzenlemelerde din derslerinin saatinin artırıldığı da görülmektedir. Bu gün din derslerinin tek ders olarak var olması, liyakatten yoksun, seküler ilahiyatçı tiplerin öğretmenlik yapmaları, öğrenci taifesinin umursamaz bir hal sergilemesi, ailelerin dini yaşantıyı camiye ve kılıfa hapsetmeleri ve devletin, milletin değerleri ile barışmaması günümüz neslinin halinin normal olduğunu göstermektedir.
            Arapça ve Farsça da mekteplerde çok ehemmiyet verilen derslerdendi. Zira Osmanlı Türk-İslam kültürü, Müslüman Arap ve Fars kültürüyle harmanlandığı gibi bu iki dilden Türkçeye çok sayıda kelime de girmişti. Mekteplerde Arapçanın öğretilmesi klasik medrese tahsilinde olduğu gibi Emsile, Bina, Maksud, Avamil ve İzhar okutularak yapıldığı gibi modern tarzda yazılan kitapların tedrisiyle de icra ediliyordu. Yabancı dil olarak o devirlerde bütün dünyada diplomasi dili olması itibariyle Fransızca öğretiliyordu. Mantık ve felsefe, aynen tarih ve coğrafya gibi eski ilimlerden olup mekteplerde de okutulduğunu görüyoruz. Ruhiyat ve içtimaiyat ilmine de Osmanlı’nın son devirlerinde ehemmiyet verilmiştir. Bu, bahsi geçen ilimlerin sonradan keşfedilmesiyle alakalı bir durum değildir elbette. Çünkü ‘Namaz kılan bir toplumun psikolojiye, zekât veren bir toplumun sosyolojiye ihtiyacı yoktur.’ Biz ne zaman Millet olarak asli vazifelerimizden uzaklaştık ise, o zaman taun ve felaketler yakamızı bırakmamıştır.
            Osmanlı devrinde okutulan fen ve teknik derslerin ilmi seviyesi, bugünkü seviye ile elbette ki aynı değildir. Bugünkü uçaklarla o devirdeki uçakların, bugünkü son model arabalarla o devir arabalarının aynı olmadığı gibi. Fakat bazı dersler ise bugüne birkaç gömlek büyük gelebilir; mesela en basitinden Türkçe dersi. Bugünkü gibi katliama maruz kalmış, kısırlaştırılmış bir Türkçe yoktu o zamanlar; 1000 yıllık bir kültür ve medeniyetin izlerini taşıyan koca bir dünya dili vardı.
Osmanlı devrinde mekteplerde okutulmak üzere basılmış binlerce kitabın tamamına ismen ulaşmak isteyenlere Seyfettin Özge’nin beş ciltlik kataloguna veya Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası’na müracaat etmelerini âcizane tavsiye ederiz.

OSMANLI’NIN İNSANLARA OLAN HASSASİYETİ:
       Osmanlı sağır ve dilsiz çocukları da unutmamış, içtimai hayatta bulunması gerektiğini düşünerek, onlar için de mektep açmıştır. Osmanlı Devletinde sağır ve dilsiz çocuklara “bi-zeban” deniliyordu. Dilsiz mektebi kurulana kadar bu çocuklar için bir mektep yoktu. Bunların bir bölümü sarayda istihdam edilerek çeşitli görevleri yerine getiriyordu. Mesela; konuşulan sözler, alınan kararlar dışarıda söylenmesin diye dilsizlerin bir kısmı da Babıâli’de istihdam ediliyordu. Bu mektepten mezun olanlar ise genellikle okula muallim olurlardı. Osmanlı’nın nezaket ve zarafetine bir örnek vermek gerekirse “bi-zeban”ın elbiselerini söylemek çok yerinde olacaktır. Çünkü Osmanlı bu çocukların dışarıda tehlikeyle içi içe olmaları münasebetiyle, giyim kuşamlarını da halkın şefkat ve merhamet nazarını üzerine çekecek şekilde hazırlamıştır ki duymamaktan kaynaklanan bir kaza olmasın. Kırmızı çuhadan ceketle siyah fakat kalın ve kırmızı şeritli pantolon bu talebelerin kıyafetini teşkil ediyordu. Halk sokakta bu kıyafetteki çocuklara rastlayınca ya kör, ya sağır olduğunu derhal anlar ve bir tehlikeye maruz kalmasınlar diye ellerinden gelen yardımı esirgemezlerdi.

OSMANLI’NIN MAARİF DAVASINDA YEMEN ÖRNEĞİ:
             Mübarek Osmanlı, Batılı devletler gibi sömürü düşüncesi ile hareket etmemiştir. Batılı devletler kendi dininden olanlara dahi sömürü anlayışı ile yaklaşırken, Osmanlı Müslüman olmayan milletlere dahi hoşgörü ile yaklaşmıştır. Gittiği yeri sömürmekten ziyade oralara hizmet etmiş ve insana insan olmanın değerini vermiştir.
            İşte yemen örneği bunlardan yalnızca biridir.  Yemen’deki ilkokullarda Kur’an-ı Kerim, Tecvid, İlmihal, Türkçe, Hesap, İmla, Ahlak, Hüsn-i Hat, Sarf ve Esma-i Türkiyye verilmesi kararlaştırılmıştır. Hatta Yemenli bazı çocuklar daha iyi bir eğitim için İstanbul’a gönderiliyorlardı. Bu meseleye çok büyük ehemmiyet veren ve bunu teşvik eden Sultan İkinci Abdülhamid Han, bu konuyla yakından alakadar oluyordu. Nitekim 1903’te, Sultan Abdülhamid Han’ın talebi ile Yemen’den 83 talebe adayı İstanbul’a gelmişti. Sağlık kontrolleri yapılan bu talebelerin 33’ünün yüksek mekteplerde, 16’sının ilkokullarda, 28’inin sanayi mekteplerinde tahsilleri uygun görülmüştü. Hastalığı tespit edilen 6’sı ise Hamidiye Etfal Hastanesi’ne sevk edildiler.
            Eğitim ve öğretim sisteminin, bir toplumun yükselmesinde yahut geri kalmasında önemli bir rol oynadığı gerçeğinin gayet farkında olan Osmanlı Devleti, memleketin bu en uzak köşesi Yemen’de bile, sistemli bir programın takip etmiştir. Takip edilen sistemin de çağa ayak uydurabilmesi ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için çok büyük gayret ve fedakârlıklar göstermiştir.

AHMET CEVDET PAŞA’NIN MAARİF RAPORU:
            Bize anlatıla geldiğine göre Osmanlı, son dönemlerinde fen ve matematiğe önem vermediği için geri kalmıştır. Hatta bazılarına göre bu, yıkılma sebebidir. İşte bu tür anlatıların maksadı ‘Osmanlı fen ve matematiğe önem vermeyip, sadece dini ilimlerle uğraştığı için yıkıldı’ intibaını vererek insanları dini ilimlerden uzaklaştırmak, sadece fen ve matematiğe yani maddiyata yönlendirmektir.
             Ahmet Cevdet Paşa ahirete irtihal etmeden iki sene evvel Maarif meseleleriyle ilgili bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda klasik Osmanlı tarih bilgilerini alt üst eden bilgiler mevcuttur. Yıllarca çığırtkanlığı yapıldı ki; Osmanlı fen ve teknik dersleri aksattığı için geriledi. Hâlbuki Cevdet Paşa işin aslının hiçte böyle olmadığını, eğitim sistemindeki eksikliklerden dolayı (bu eksiklik sonucunda, dini ilimlerin ders programlarında azalması ve yerine fen ve felsefe derslerinin almasıdır) itikadı bozuk talebelerin yetişmeye başladığını, Devlet-i Aliye, esasını din üzere kurmuş olduğundan, mevcut durumun ilerisi için pek vahim görünmekte olduğunu ifade etmiştir. Ahmet Cevdet Paşa’nın raporda sunduklarını bugüne uyarlayacak olursak, eğitim insanlara sağlam bir inanç ve itikat vermelidir. Bunu vermeyen eğitim ‘başa bela’ olacak nesillerin yetişmesine zımnen destek olmuş demektir. ‘Başa bela’ nesil deyince o günün neslini dahi fevkalade edepli bulan bizler, acaba şimdiki nesle nasıl bakmalıyız.

SON SÖZ YERİNE:
Muallimlere, gelecek nesil sizin eseriniz olacak diyenlere buradan seslenmek isterim: ‘Neslinizi gördük ve görmeye devam ediyoruz. Siz bir de Asım’ın Neslini görün! Namusunu çiğnetmeyen, değerlerinden verilecek tavizi ölmeye tercih eden o kutlu nesil.
O Kutlu Nesle selam olsun!

SANA GELİYORUM SEVGİLİ / Merve SÖYLER


Gecenin karanlık yüzü içinde örtünür tüm aydınlıklarım
Soğuk sarp tepelerde, şimdilerde yaralı bir kırlangıcım
Gözlerim yaşlı, yüreğimde kesif bir hüzün, varlığınadır iştiyakım
Esmanı zikredip gönlüme nakşetmem hasretindendir Sevgili




Sevgili, gurbet ellerinde yanmalarım aşktandır
Ağlayan bir geliş şimdilerde bu, kanmalarım sanadır
İçimde bir yerlerde buram buram hasretin dolar gönül sokağıma
Senden gelen her şey revadır, yeter ki hanenden ayrı bırakma


Razıyım tüm çilelere Sevgili, vur ellerime artık kelepçeni
Bir kez bağışlasan yeterli bu bir kaçış değil dönüş hali
Sana geliyorum Sevgili, zalimler otağından kan doldu muhitim
Kurak toprakların bağrından Kevser’e koşarcasına Sana geliyorum


Güle meftun bülbül, yârine her dem muhabbetin fısıldar
Adını andığımda yıldızlar kayar, usulca ay güneşe susar
Senin toprağın için çırpınıp dururum, bedenim tûrabında açar
Sıyrılıp ten kafesinden, uçarcasına Sana geliyorum Sevgili

Dikenli çalılar arasında çırpınan bir ceylanım, kanaya kanaya geliyorum
Hasretler ülkesinden ufuktaki vuslatı seyreyliyorum
Yer gök çiçek açsın, gelincikler her bir yanı sarsın, sular çağlasın,
Ezanların sadası yükselsin mavi göklere
Vatanına göç eden kuşların kanatlarıyla, sana geliyorum Sevgili
 
***

ÇOCUK OLMAK


          Küçük bir kızken her akşam babamın işten dönüşünü kapıda beklerdim. Henüz sokağın başında görür görmez tüm sevinçler benim olur ve ona doğru koşardım sarı saçlı küçük bebekler getirirdi bana uzaklara gittiğinde yine oyuncaklar alırdı. Mutlu olurdum. Hayattan bir haber o oyuncaklarla hayaller kurardım. Masum günahsız ve suçsuzdum…

Çocuk olmak silahsız hayaller kurmak, çocuk olmak anneli babalı yuvada yaşamak, çocuk olmak el ele tutuşup şarkılar söylemek, bazen bezden bir bebek de olsa ona sarılıp uyumak; takvim kâğıtlarından uçaklar yapmak, okuldan kaçırdığımız tebeşirlerle çizgi oynamak biz çocuklar oyun oynarken bile arkadaşlarımıza dokunur elim sende derdik seninleyim derdik. Biz çocuklar eleleydik.
Büyümek yok.
Büyüdük mü?
Silahlar üzerimizde benlik davasından.
On binlerce hayat yıkık virane.
Hayaller paramparça; bencillik had safhada; insanlık yok, kardeşlik yok, çocukları düşünen bir Allah’ın kulu yok; onlar bizim geleceğimiz, onlar bizim canlarımız.
Ben küçük bir çocuğum şimdi. Her korktuğumda anneme sarılıyorum; kapa gözlerini diyor. Kapıyorum gözlerimi, kulaklarım duyuyor. Silah sesleri yaşamımın bir parçası oldu artık. Her gün dökülen kanlara alışıyorum. Cansız kanlı bedenlerin arasında oynuyorum… Sonrası, sessizlik. Bir fırtına kopuyor; kayıplar… Sabah yine aynı güneş doğuyor yine güneş batıyor. Ben Suriyeli, Lübnanlı, Filistinli, Afganistanlı, Somalili, Çeçenistanlı, Pakistanlı, Iraklıyım.
Dünyanın her köşesinde çocuğum her şeye rağmen…
Ben, senin oyuncağınla düşler kurduğun yaştayım. Şimdilerde battaniyeme sarılıp hayallerimle avunuyorum, bir kurşun kalemle kâğıda çizdiğim otomobille oynuyorum. Ben şimdi takvim kâğıdından uçaklar uçuruyorum ve poşetten yaptığım uçurtmaları başka ülkelere gönderiyorum.
 Ayrıştıran, bölen, parçalayan, savaştıran, öfke kusturan, zalimin zulmüne kulak tıkayan o aşağılık dünya siyasetinin hesaplarının, çıkar denklemlerinin ötesinde bir çocuğum. Tertemiz, masum yüreğimle her yerde aynıyım; çocuk olmak yönüyle hayallerim rengârenk; ne kadar ağlasam da güldürür beni ufacık bir şeker. İştahı doymak bilmeyen zenginlere inat, çocuksu kanaatimle hepsinden zenginim. Annem babam yanımda olsun beni koruyup kollasınlar; daha ne olsundu hayat?
Çocukların gülmediği hep ağladığı bir dünya ister miydik?
Ne kadar da çekilmez olurdu değil mi böylesi bir dünya?
Bizim çocuklarımız gülüyorken bir başkasının çocuğu ağlıyorsa, anaları babaları kardeşleri kör kurşunlara hedef oluyorsa… Bu dünya kokuşmuş, bu dünya laçka…
Barışın huzurun olduğu bir dünyada yaşamak istiyorum. Gerçekleşmesi zaman alsa da çocuklar bunu zihinlerinde yaşıyor. Hiçbir bir şey onların yaşama umutla bakması kadar değerli değil. Hadi sen de bir adım at çocukluğunu hatırla ve çocuklarımız için el ele verelim. Onlar tüm masumiyetleriyle yaşasınlar. Hayatı emin adımlarla küçük yuvalarında huzur bulsunlar. Adaleti ve mutluluğu tesis etmek istiyorsak dünya üzerinde çocukça bir bakış, çocukça bir yürek lazım hepimize. Zarif insanlar çocuk ruhludur, zarafet de zariflerden sadır olur.
 
İçinizde hep bir çocuk yüreği taşımanız duasıyla.

KUSURSUZ YENİLGİ / Sibel KÖK









Tanrım
Seninle benim arama bir gölge miktarı uzaklığı
Yüzümü ağaca, yüzümü isyana yüzümü dünyaya
Döndüğümden beri
Sırtımdır çiziktiren
Bağışla

Havva kızıyım bir ısırıkla cennetten sürülen 
Ya isyan ya ağaç ya da şeytan
Fark eder mi sürgünlüğüme sebep ne 
Yediğim elmanın tadı hala damağımda
Hala bir miktar isyan taşırım
kalbimin siyaha çalan yanında
Bağışla

İncecik bir rüzgar tanrım, incecik
Yani öper gibi bir çiçeği hafif
ikindi sonrası serinliği 
ırmağın beş vakit 

gövdemden geçişi gibi
İncecik, incecik, incecik
Bir rüzgar okşadı saçlarımı 
Yenildim
Bağışla

-Tanrım
bütün yenilgiler ağırlık
Bütün gölgeler uçurum artık
Bağışla-




***
AYNAYA YANSIYAN













Hikayeler sakladım yüzümün odalarında
Anısı derinleşen alınlar
Rengi solmuş yüzler
Kelimesi tükenmiş yalnızlıklar

Böldüm, çarptım, çıkardım
Bir yüze kaç hikâye sığar bulamadım
Kaç ayna daha kırılır ağrısından bir yüzün?
İnsan insanın yurdudur dedim sonra
Yüz özün açık mektubudur
Sen yine de ey kalbim,
Sakla, kimden hangi kaderi ödünç aldınsa
Bırak yarısı aynada kalsın
Nasılsa hikâyesi tamamlanmış bir yüz eklerim
Dağılmış suretime

Biraz dua biraz umut çokça şükür
Allah bir çiçek daha eker nasılsa göğsüme
Dedim ve sarıldım gövdesine ülkemin
Yeniden aşkı, yeniden inanmayı
Ve sabrı, bin ah ardından
Ezber ettim bir bir
Geçmişim ve geleceğim
Emanet dedim gölgesine gövdenin
Emanet ellerim, omzuna ey sevgilim!
Yüzüm, ellerim, kelimem ve kalemim
Yani demem o ki;
Ayak bastığın coğrafya kaderim
Ben bu hikâyeyi seninle tamam eyledim




***
FİYAKALI ŞİİR












Bahara adanmış kiraz kuşuyum 
Tomurcuk patlasa dalda benim sesim çiçeklenir 

Kentin en entel cafesinde bu nasıl şiir böyle 
Kuşlu çiçekli 
Kiraz kuşu ölsün en iyisi
Tomurcuk patlamadan henüz 
Şiire böyle başlamak baştan kaybetmektir 
Biraz daha çalışmalıyım 
En fiyakalı cümlelerimi
Salıvermeli meydanlara
Mangalda kül bırakmamalıyım 
Amerikaya küfredip
Sosyolojik değerlendirmeler yapmalıyım 
Muhafazakar kızların eşarp üstü gözlüklerine taş atıp 
Kafa göz yarmalıyım icabında

Fikir hamallığına lüzum yok
Bir kaç şair adı bilsem yeter
Filistin, Suriye,direniş söylemleri etkisini yitirdi 
Yeni bir söylem tutturmalıyım
şöyle en içlisinden

Sevgilime de bir çift sözüm olmalı elbet
Ey benim,
" Sakalından akan abdest suyunu şalımla silemediğim" sevgilim!
Devir değişti ve biz yenildik
Öyle uzaktan sevmeleri 
Yüzündeki göz izine sitemleri bırakalım bir kenara 
Ayaklarımız yol ayrımına geldiyse eğer 
Düşelim kendi yolumuza 
Ne de olsa modası geçmiş bir aşk bizimkisi.



***
H/İÇLENMELER









nedir elimizde avcumuzda kalan ömürden geriye?
sarılmamış yaralar
dinmemiş sızılar 
çokça yarım kalmışlıklardan başka 
göğümde sema eden çığırtkan bir kuş değil de nedir acı 
nedir abdullah'ın gözlerinden taşıp benim kabıma dolan? 
-abdullah'ın gözleri ki
bütüncül bir acıdan payıma düşen sınır çizgisi -
bir yetimin gözlerinden bakınca dünya ne kadar da yalan
rabbim, dünya yüzkırk karakter mücahitler kadar yalan

esrik bir sitemden daha fazlası 
kalbimin oyuğunda deveran eden
delişmen bir öfke 
bir derin hınç bu hastalıklı çağa duyduğum 
biliyorum,
ağlak gözlü gök çocuklarını avutmak nasıl imkânsızsa 
imkânı yok öylece geçen vakti geri getirmenin 
yürüyen ölüleriyle kirlendi dünya 
ne yapsalar boş,
bir avuç duadan başka biliyorum yok merhemi
ah bu bilmek sancısı ne çok acıtıyor içimi 

rabbim,
tut ellerimden
birazdan düşeceğim göbek taşına dünyanın 
sendeliyorum rabbim, 
ya tut ellerimden
ya yeniden
döşkemiğine hapset beni âdem'in

***
MAHFİ MEKTUPLAR-II










Efşâ...

Kalbime; hüznün ve sevincin, gurbetin ve sılanın, ağlamanın ve gülmenin, kısacası insan olmanın her halini bahşeden lütufkâr dost...

Bu kez mektubumu bir zafer gecesinin gölgesinden yazıyorum. Şehre yine yağmur yağıyor. Gün boyunca biriken kiri pası temizlemek için olsa gerek bu kez akşamı bekliyor yağmur. Ellerini tutabilmek, yağmurla hasbihâl edebilmek umuduyla atıyorum kendimi sokağa. Kalbim, yağan her damlaya bir dua düşürüyor. Şah damarım sızlıyor göğe doğru uzandığında başım. O ve sen ve yağmur... Dört başı mamur cümleleri takıyorsunuz peşim sıra... "Dostu yağmur altında görmeli ", "Allah yağmurları ve nergisleri korusun", "Hiçbir yağmura şemsiye açmadım" mısraları koşuşturuyor zihnimin bir köşesinde. Sokağı dönüp caddeye vardığım vakit irkiliyorum şehrin sevinç çığlıklarından.


Bütün şehir cezbeye gelmiş de Hazret'in gönül iklimini aydınlatan Şems'inin dönüşünü bekliyor sanki. Yunus'un kalbine kalbini bağlamış da kabul gününün sevincini yaşıyor. Sanki bağrından koparılan kutlu insanı, yıllar sonra hem de elinde kapılarının anahtarıyla dönen muzaffer bir komutan olarak karşılayan şehrin o muazzam ve haklı sevincini taşıyor. Şaşırıyorum. Her sokak başını tutuyor sevinç çığlıkları, zafer naraları, şükür ıslıkları!


En son neye bu kadar sevindiğimi hatırlamaya çalışıyorum: 
Bayramlık elbiselerim... 
Kırmızı pabuçlarım... 
İlkokul günüm... 
Ya yüreğimin menzilini işaret eden rüya... 
Rüyamdaki gül kokusu... 
O gül kokusunu, bahçesi gül dolu bir köyde ciğerlerime çektiğim gün... 

Zihnimin, gözlerimin önünden geçirdiği hiçbir hatıra şehrin cezbeli sevincini duyuramıyor içimde. Utanıyorum Efşâ... 

Bütün sevinçlerimin toplamının sokaklara dökülen insanların malum takımın zaferini kutlayan sevinci kadar etmediğini anladığım vakit hem de hiç olmadığı kadar çok utanıyorum. Sonra "Allah haddi aşanları sevmez" ikazını hatırlıyor ve ferahlıyorum. Annemin sevincini taçlandıran gözyaşları ve şükür secdeleri tutuyor ellerimden. 

İnsanı itidalden uzaklaştıran iki hâlden biri sevinç anı. Peki bu insanlar neye sevindiklerinin farkında mı Efşâ?

Bu nasıl bir hâl ki insanların söylemlerine, davranışlarına ve kalplerine nüfuz ediyor? Bir takımın zaferi insanları nasıl böylesine sokaklara döküp haddi aşan söylemlere sevk ediyor onları?

Ömrümüzün cevaplanamayan sorular kısmına bunları da ekleyelim Efşâ.

Biz geçici sevinçleri bir kenara bırakıp ilâhî kudretin bize lütfettiği bütün güzelliklere gözyaşıyla şükredelim ve süsleyelim alnımızı secdeyle Efşâ.

Haydi, açalım ellerimizi sesimizi kuyularda bırakmayana, her sıkıntının ardından ferahlık bahşedene. 

Lebbeyk dendiğinde "buyur" diyene, hayr ile ettiğimiz her duaya icabet edene, açalım ellerimizi Efşâ:

"Ey yeri ve göğü yaratan Leylâ
  Ey lütuf ve kerem sahibi Leylâ
  Burdasın
  Uyanıksın 

  Varsın ya! "


***
MAHFİ MEKTUPLAR









Efşâ,


Sana bu mektubu yağmurlu bir Mayıs gününden yazıyorum. Parmaklarımı eskitiyor kalemin ağırlığı. Dilime bir türkü olup dolanıyor yağmur ve adın. Sırtınla sırtım arasına düşen kaç hasret var hesap etmeye çalışıyorum. Hasret, merhemi yeni sürülmüş yara gibi sızlıyor göğsümde. Sınırları olmayan ülkelere yalınayak gitmeyi istiyorum ansızın, gitmeyi ve ayak basmadığın yerlerde aramayı seni...



Efşâ,

Seni bulsam, biliyorum kurtulacağım bu çağın katılığından. Dağılacak şehrimi istila eden modern karanlık. Vitrinlerdeki cezbedici ışıklar yerini güneşin samimâne tebessümüne bırakacak. Unutulacak ruhumuzu kuşatan bütün özgürlük söylemleri.


Sahi, özgürlük neyi ifade ediyor Efşâ, özgür olmak hangi hal ile mümkün, kuşlar bile rüzgara tabiyken nasıl bahsedebiliriz sınırsız özgürlükten? 



Ah Efşâ, modernite bizi öyle özgür bireyler haline getirdi ki her türlü nefsâni isteklerimize köle olduğumuzun farkına bile varmadık. Bedenin özgürlüğünü teşhir etmekte, dilin özgürlüğünü dokuz boğumu unutarak her kelamı söylemekte, idrakin özgürlüğünü farklı bir duruş sergileme adına aykırı fikirleri savunmakta bulduk.

Peygamber yârânı asırlar öncesinden "idrakin aczini idrak ilimdir" diye sesleniyor . Acz mi? Acz...ne uzak bir kelime... acziyet bizim yakınımızdan dahi geçemez; çünkü biz,küçük tanrılarıyız kurduğumuz sahte dünyanın. "Seçkin bir kimse değilim / isminin baş harfleri Acz tutuyor/ bağışlamanı dilerim" diyen derviş, yalnızca televizyon ekranlarımızı süslüyor.

Ağlamak da uzağımıza düştü hayli zamandır. "Sakın ağlama. Güçlü ol, olamasan da güçlü görün. Dik dur." tavsiyeleri alır olduk dostlarımızdan. Bir mısranın omuzlarına dayayıp başımızı ağlayamaz olduk. Zira gözyaşı acziyetin en büyük göstergesi şimdilerde. Sanki ağlarsa insan, kurduğu hükümdarlık son bulacak,özgürlüğü kuş olup uçacak ellerinden.

Ağlamak istiyorum Efşâ, anlamını yitirmiş tüm kelimeleri gözyaşımla yıkayıp başım dizlerinde hüngür hüngür ağlamak... Çağa inat, bütün insanlar ve insanlık adına tertemiz ağlamak...İnsanım çünkü,acizim.

Efşâ,
Bir sabah ansızın gel, beraber ağlayalım.



***
UYKUYA ÇEKİLEN




Aziz Dost'a 





Gecenin kenarında duruyorum
Ayaz yemiş bir düşe aralıyorum gözlerimi
Ayaklarım uçurumlar çağırıyor;
Uçurumlar, kül renginde
Yılkı atlarla haramiler geliyor kenti talan etmeye
Uyanmazsam vurulacak ebabiller
Yağmalanacak İbrahim'in düştüğü gül bahçesi
Çocukları da vuracak hem
Ortadoğu'nun politik katilleri
Kim bilir belki misket oynarken sokakta
Uçurtma uçururken bozkırda
Elde kalem bir mektep sırasında

Fotoğraflar geçiyor gözlerimin önünden
Bir gül bağrında büyüttüğü dikeni kanatıyor
Dağ devriliyor bülbülün sesi üzre
Lambanın titrek ışığında konuşuyor bir anne
Gölgesi geziniyor kızlarının yüzünde
Ya susarsa aniden
Ateş denizinde sevda hikâyeleri anlatırken kızlarına
Ya mumdan gemileri eriyiverirse
Ya kızlar göz çukurlarında biriken korkuyla
Çağırırsa Allah'ı yardıma
Bu düş başıma yıkılmaz mı?

Ben bu düşten sağ salim dönersem şayet
"Annem hasta değildi o zamanlar" diyen bilge çocuk,
Bu düşü sen tabir et
Ateş ve gül ve çocuk ve anne ve kızları
Kaç acıya bölünür?
Ve bu acı beni kaç zaman sonra öldürür? 


***ÇAĞRI












beş vakit kıyısında gezdiğim deniz
ateş nöbetlerine tutulduğum sevda
gelişini hasretle beklediğim nazlı yar!
boğazıma tıkalı düğümlerle anıyorum adını
ürperiyorum
sen herkese en uzak,
bir nefes kadar yakınsın bana
adını andıkça duyduğum bu ürperti hep
korku ve ümit arasında gidip gelmelerimden

Asr'ın gölgesine bıraktım sırtıma yüklediğim sabır yükünü
bir zamana erdim ki sorma
unuttum adımdan gayrı ne varsa
gel, dünya bir uzun yol
bir garip durak
dünya çetrefilli bir hikaye
dünya dert, dünya keder, dünya gurbet
ahh çatlayacak birazdan
bozkırda dört nala sürdüğüm atlar
seni bunca çağırdığım boşuna değil, yoruldum
ne olur gel
dünya bir uzun sefer
gel ey!
adını andıkça yüzümde beliren bu tebessüm
hep korku ve ümit arasında gidip gelmelerimden
...
/ve vakti geldiğinde
ve ferman verildiğinde
ve son göç başladığında
önü alınmaz bir gitmek kalır geriye.../


***

EFŞÂ
















/geceye hüznü giydiren
gündüzü hüzne beleyen rabbe hamd/

biz karanlıktan korkanlar usul usul bakarız göğe Efşâ
yedi kapısından geçeriz yetmiş türlü korkunun
ellerimiz yerle gök arasında bir aydınlık arar önce
bildiğimizce yasemin kokulu duaları
dudaklarımızda kıpırdanır kâinat
değince alnı secdeden kalkan dervişin dili damağına;
anlarız, zamansız ve mekansız karanlığın kalbimizde olduğunu
çokça kalbimizden korktuğumuzu
biz karanlıktan korkarız Efşâ
biz en çok da
hüzünsüz ve ağlamaksız kalbin karanlığından korkarız

/yitirip yitirip kendini bulduran
gidilen bütün yolları kendine çıkaran Rabbe senâ/

biz ne çok insan olduk
acıyla yoğururken yüreklerimizi Efşâ
kanla sulanan coğrafyalara
bilek damarlarımızdan âb-ı hayat sunarken
sınır çizgilerini kaldırmışken takılıp düşmesin diye çocuklar
ve acıdan bitkin düşen ülkeleri sallarken ayaklarımızda
ahh ninnilerle şehâdete yolcularken niceleri
ne çok büyüdük Efşâ
emin olduk korktuğumuz ne varsa
çünkü bildik, mümince çekilen her acı
aydınlıktır miraca çıkılan yolda

/geceye hüznü giydiren
gündüzü hüzne beleyen
yitirip yitirip kendini bulduran
gidilen bütün yolları kendine çıkaran
daraltıp da kalbe inşirâh veren Rabbe hamd,senâ/



***


 HAYAL İLE GERÇEK ARASINDA DÜŞÜLEN HABERİN KAYDI

Her sabah olduğu gibi bu sabah da çalar saate kızarak uyandı uykusundan. Uykunun en derininde olduğu ânı bulmasa çalmak için, hatta unutsa bir defa çalmayı, sanki kıyamet kopacaktı. Ona olan öfkesini sesine bir tokat indirerek gidermeye çalıştı. Yarı uykulu yarı uyanık yerinden doğrularak sırtını karyolanın paslı demirlerine dayadı. Bir müddet pencereden vuran aydınlığı seyreden gözleri, yine saate takıldı. Zamanın alıp veremediği neyseydi sanki onunla.

Yine de bir an önce saatin ihtarını dinleyip kalkmalıydı. Biraz daha oyalanırsa işe geç kalacak, bir türlü barınmayı beceremediği iş hayatından yine kovulacaktı. Kalktı, her zamanki kahvaltı faslını da aradan çıkardıktan sonra kapıyı çekip çıktı küf kokulu evinden -yalnızlığı oldum olası sevmez, küf kokusuna benzetirdi- merdivenleri hızla indi, ilk günaydını bir türlü sevemediği asık suratlı üst kat komşusuna verdi. Apartman kapısından çıkar çıkmaz odasında seyre daldığı gün ışığıyla göz göze geldi.

Gün zemheride hiç bu denli gülümsememiş, bu gülümseyiş hiç bu denli soğuk, solgun ve sahte olmamıştı. Son yaprak da kış güneşinin gözlerinden süzülüp düşmüştü ayaklarına. Böylelikle yaprak dökümü mevsimi 'sonbahar'  bitip gitmişti. Ömrüm, işte o da tıpkı bu yaprak gibi düşüyor hayat ağacından diye geçirdi içinden. Bir parça hüzünlendirse de onu sonbaharın ayrılık sahnesi, güneşle inatlaşan soğuğu bedeninde hissettikçe fikrine düşen hisli içlenmeler yerini somurtkan bir hırçınlığa bıraktı. Sabahın bu erken vaktinde, iliklerine işleyen soğukta sıcak yatağından çıkıp işe gitme fikri bile onu çileden çıkarmaya yetiyorken, bu fikri fiile çevirmek büyük bir işkence, ağır bir imtihandı onun için. Zaten ne diye çalışıyordu ki; ne bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi ne de uğruna çalışmasını gerektiren bir ideali vardı. Sadece yaşamak için yaşadığını, amaçsız bir uğraşın içinde kaybolduğunu işlerine gülümseyerek giden insanların yüzlerindeki memnuniyeti gördüğü an fark eder, derin bir hüzne kapılırdı.

 Eviyle işyeri arasındaki mesafenin kısa oluşu ve araç kullanmasını gerektirmeyişi işine geliyordu. Yürümeyi seviyor, bu yürüyüşle hem rutubetli yaşantısını havalandırıyor hem de bu kısa bir o kadar da uzun yürüyüş geçmişiyle bugünü arasındaki pamuk ipliğini itina ile örmesine fırsat veriyordu.

Sahi kimdi o, bu şehre nereden gelmişti, nasıl bulmuştu kendini bu beton yığını kentin ortasında, hiç kimse yok muydu ona bilmediklerini anlatacak, geçmişinden haber verecek?

Geçmişe dair hatırladıkları; koridorlarına kimsesizlik sinmiş bir yetimhane, gecelerine öksüzlük ve yetimlik sinmiş bir çocukluktu. Bir de Sâye…

Hayal edip avunacağı, düşündükçe sığınacağı güzel günleri hiç olmamıştı. Acı bir yokluktu yıllardır peşinden sürüklenip gelen. Derin bir kimsesizlik… Bir tek Sâye'yi düşününce tebessüm ediyor, onun dağ gibi gövdesine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sâye kimi zaman müşfik bir baba, kimi zaman muzip bir arkadaş oluveriyordu ona. Ne zaman sıcak bir aileye özlem duysa başını onun dizlerine koyup teselli buluyor, kalbini derin bir ferahlık kaplıyordu.

Sâye onda kalan tek masum ve güzel olandı. Onu da yetimhaneden çıktığı gün kaybetmişti. Dünyanın olanca kirinin ellerine bulaştığı, kibirli bir hırsla dünyayı kucakladığı gün… Sâye'yi yeniden bulmak…  Tam da '' acaba''sını söyleyecekken cümlenin, yanından geçen siyah, lüks bir arabanın korna sesiyle irkildi. Daldığı hüzünlü hasretten çıkıp zamanın orta yerinde kalakaldı.

Yolu yarılamış, eviyle işyerini eşit mesafeye bölen parka gelmişti. Parkın kaldırıma demir bir sınır çizdiği yerde gördü çıplak ayaklarını bankın avuçlarına salan adamı. Birkaç adım ötede duran kapıdan içeri girdi.

Kim bilir bu halde kaç zemheriye kafa tutmuş, çıplak ayakları kaç nehrin buzlarını eritmişti saçı ve sakalı kar kaplı adamın. Yorgunluğu yüzündeki çizgilerden belliydi. ''yazık şu garibe!'' diye mırıldandı. Bu mırıldanış büyük bir gürültü etkisi yaptı bankta yatan adamda. Gözlerini hafifçe araladı. Yüzüne doluşturduğu acıma hislerine iğrenerek baktı karşısında duran yabancının. Ve kalkıp oturdu. Tepesinde dikili bir taş gibi duran yabancıya gür bir sesle ''otur!'' dedi. Adamın bu komutana hiçbir şaşırma emaresi göstermeksizin itaat edip oturdu. O, adamın ne söyleyeceğini, ne anlatacağını heyecanla beklerken, bank sakini gözlerini bir noktaya sabitleyerek başladı konuşmaya:

''Ben'' dedi, çok uzak diyarlardan geldim. Adım yoktur benim, haberci diye anılırım ülkemde. Ülkem size bir an kadar yakın, bin yıl kadar uzak. Sizinle bizim dostluğumuz ezel kadar eski, el olmuşluğumuz şu yılgın çağ kadar yeni.

Adamın konuşması bir deli saçması, bir sarhoş rüyasıydı belli ki. Belli ki aklını yitirmiş, kimsesiz bir divaneydi. Yine de konuşmasının sonu nereye varacak merak ediyor, anlattıklarını dinlemek istiyordu. Tuhaf bir farklılık vardı bu adamda.

Adam, gözlerini sabitlediği noktadan kaldırarak bir müddet uzaklara baktı. Sonra kirli ellerini bir yed-i Beyzâ edasıyla göğsüne götürdü. ''İşte'' dedi, görünmeyeni göğe kaldırarak elinde. İşte bu, size bir ihtar mektubudur. Sizin çağa kurban oluşunuzu, gizil yaşlarla seyreden halkımın feryadıdır. Bu beton yığını arasında, bu ruhsuz cesetlerin içinde kalmışlığınızın ağıtıdır.

Yabancıyım, haberciyim, evet yorgunum. Bunca yolu arşınlayışım, ayaklarıma kara suları salık verişim, bu mektubun elinize ulaşması, davetin kulaklarınıza varması içindi.

Bağırdım, çağırdım. ''Gelin'' dedim insanlara; gelin, gidelim ülkeme, hüzün ülkesine… Orada İbrahim sizsiniz, kurban maddeperest dünya… Gelin ve kurban edin dünyalarınızı.


Adam konuşuyor, onun beyninde bir uğultudur çoğalıyordu. Yerle gök arasında nerede duracağını kestiremedi. Bu adamın söyledikleri hem gerçekti, hem düş. Adam hem vardı, hem de yok. Ruhunun, aklının sınırlarını zorladığı bu demde Adam, kirli ellerini onun avuçlarında gezindirerek, görünmeyen nameyi avuçlarına bırakarak oturduğu yerden kalktı, görevini yerine getirmiş olmanın verdiği huzurla yürüyüp gitti, geride dudağının kıvrımından dökülen ince bir tebessüm bırakarak. 

***

SEYRİMİN SEFERİNDE SON DURAK:KUYU














billur bir sesin yankısı gelir kuyudan
bu ses bana biraz yakın biraz uzak bana
yabanlığı keskin öteli bir âşinalıkta
hür bir susku-nun yazgısında bu ses
biraz benim alnımda biraz dudaklarında kuyunun
ses Yusuf'un değil bildim
bildim Nakkaş'ın çağrısıdır bu, gel makamından 

çağrıyı duyan ruh hadi der kalbe, gidelim
aldırmaksızın dünya denen kocamışın kal ihtarına
sürüklenir bedenim ruhumun ardı sıra
ayaklarımda pranga yok
ayaklarım yollara pranga

arşınlaya arşınlaya bir ömrü
seyrimin son seferi deyip
varırım kuyudan sızan ışığa
İçerde göz gözü görmez bir aydınlık
kuyunun dışı zindan karası
içerde gürül gürül akan bir hayat
dışarısı som sessizlik
ve gelir kurulur yükselen bütün sesler
sessizliğin gözbebeğine
sonra arşa değen bir el uzanır kuyudan
bir el ki; İbrahim'in düştüğü serinliğin habercisi
bir el ki; ılgıt ılgıt rahmetin esintisi
bu el ki bildim Nakkaş'ındır kabul makamından
istiğfar otağından

bu boyun büküş, bu teslimiyet Nakkaş'adır
bu varış
bu sessizlik
bu haykırış
bu varoluş ve kayboluş Nakkaş'a

Nakkaş!
var et beni aşkta
aşk et beni sende
nakş et gizil bir bend ile




***


DÜŞ ÜLKESİNİN MELİKESİ

Ey zamanın düş yorgunu yürekleri! Durun ve dinleyin beni. Ben; düş ülkesinin melikesi. Adını hiçbir lügatin yazmadığı diyarlardan geldim. Benim hikâyem zamanın en kadim hikâyesidir. Hiçbirinizin bilme- diği, bilemeyeceği tarih düşün söylediklerime! Asırlar önce- sinden sesleniyorum. Asırlar ötesinin siz düş (kün) lerine. Ben; düş ülkesinin melikesi, iyi tanıyın beni. Parmak uçlarım var benim her dokunuşunda bir coğrafya var eden gökyüzümde. Her birinizin düşlerine düşen sayısız güneş ışıldar, avuçlarımın zirvesinden süzülür Anka.

Kaf dağının eteğine Simurg'u yakan benim bakışımdır. İyi bilin, ellerimdir her birinizin düşlerinde gezinen. Sesimin ve sözümün yankısıdır içinizde devinip duran rüzgâr. Ben; düş ülkesinin melikesi ve siz; düş yorgunu gözlerini ülkeme dikenler! Halkımı çağlar ötesinin silahlarıyla katledenler! Haberler saldım gelişinizi engellemek için dört bir yana. Haberciler ulaşamadan daha menziline yorgun düştü dörtnala koşturdukları atlar.

Lanetlendi şehirleri ülkemin bilirim; lanetlenmiş şehirlerin kapısını açamaz hiçbir eğreti tebessüm. Ve siz! Eğreti tebessümlerle zamana caka satanlar! Tebessümünüzü damgalayıp lanetliyorum her birinizin düşlerini. Ben; düş ülkesinin melikesi…
                                      
***

HÜKÜM GİTMEYE İSE KALANIN PAYI SUSMAKTIR






Yazgısına gitmek düşene;








Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim. Örgülerim yeni uzamıştı al yazmamın altından. Yanaklarım narçiçeğinin rengiyle yarışa yeni girmişti. Bizim zamanların âdeti böyleydi işte.  Kız kısmı baba ocağını erken terk eder, kafesinin yeri erken değişirdi. Haklılardı elbet böyle düşünmekle. Kolay mıydı öyle bir yüreğe sevda, bir yuvaya kadın, bir evlâda anne olmak; emek isterdi, yürek isterdi.
            Babam; elleri nasırlı, yüreği yaralı, gözleri sevdalı atam yaralı bir ceylana bakar gibi baktı bana. İncitmeden, ürkütmeden, merhametle… Elini öpüp kapıdan çıkacağım vakit yere düşen bakışlarımı gözlerine değdirerek:
—Artık bu kapıdan çıkma, yuvadan uçma vaktin geldi kızım. Gittiğin yer hicret ettiğin yer olacak unutma. Senin hicretin kocanın evinedir, sana düşen orayı Allah'ın razı olduğu bir yuva yapman, annenin seni yetiştirdiği gibi senin de evlâtlarını yetiştirmendir. Seni Rabbimden aldığım bir emanet olarak ben de kocana emanet ediyorum. Allah iki cihanda da saadet versin yavrum.' demişti. Babamın alnıma değen dudakları gözyaşıyla ıslanınca gördüm evlat sevgisini.
Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim. Gözü kapalı bir kuşken atamın evinden uçup babanın evine kondum. Gözümü babanla açtım. Sevdayı, anam kadının erine baktığı saf, temiz, edep dolu bir çift bakışta görürdüm. Görürdüm de bilmezdim nedir, nasıldır. Babanın bakışlarına yakalandığımda tanıdım onu. Bildim. Öğrendim. Anladım ki insan yazgısına sevdalanırmış bir tek ve sevda bir tek yazgıda rızasını taşırmış Rahman’ın.
Baban beni bir gelincik çiçeğini sever gibi sevdi. İncitmeden, ürkütmeden, aşkla… Ayağıma değen taştan, canımı acıtacak kederden, saçıma değen rüzgârdan bile sakındı sakladı beni. Emanete gözü gibi baktı. Allah ondan razı olsun.  
Beni babana verdiklerinin üzerinden birkaç zaman geçmişti ki o güzel haberi verdim babana: Artık evimizin yuva olma, bereketlenme vakti gelmişti. Sen müjdelemiştin gelişini yüreğimi saran heyecanlarla, gözlerimi dolduran, bitmez sandığım deli bir hasretle. Seni, canımdan can, kanımdan kan katıp dokuz ay bekledim. Bayram geceleri bir türlü sabahı edemeyen çocuklar gibi, asker yolu gözleyen sevdalılar gibi bekledim. Evlat sevgisi, varlığını ilk hissettiğim an doldurmuştu tepeden tırnağa her zerremi. Sen büyüdükçe o sevgi de büyüdü içimde. Onca sancılı bekleyişin ardından geldin, öyle güzellikler getirdin ki cennet kokuları sardı her yanımızı, evimiz yuva oldu, bereketlendi, şenlendi. Dedene hürmeten adını onun adıyla çağırdı baban.
Seni seyrederek saydım zamanları. Ellerin havada bir takım işaretler yaparken meleklerle oynayıp onlara tebessüm ettiğini gördüm. Minicik ayaklarınla adım atışlarını hayal ettim günlerce. Sonra yürüdün. O pamuk ellerinle elimi tutup cennete yürür gibi yürüdün.
Anneydi ilk kelimen. Başka hiçbir kelimeyi öğrenmene lüzum yoktu bana göre, anne demiştin ya bütün kelimeler hükmünü yitirmişti artık. Anne demiştin ya başka kelimelere sağır kalmaya razıydı kulaklarım. Anne; kadının ayaklarının altına cenneti seren kelime... Sen benim ayaklarımın altına cennetleri seren vesileydin oğul. Nasıl şükreder kadın bu nimete bilen var mı acep? Ben nasıl şükrederim anne oluşuma, evlât verişine rabbimin.
Zaman geçti ve eskidi zaman. Babanla benim saçlarımızdaki aklar arttıkça büyüdün sen de. Delikanlı çağına erdiğinde dağları bile kıskandıran heybetini yine adımlarında gördüm. Yürüyüşünden bildim sevdalı halini; başın önde, mağrur ve mahzun yürüyüşünden.
Büyüdün oğul… Büyüdün. Yine de küçücüktün benim nazarımda. İlk adımlarını attığın, ilk anne dediğin günkü kadar küçük… Bir evlat anne babasını nasıl sever, nasıl sayarsa öyle sevip saydın bizi bu zamana kadar. İncitmeden, hürmetle ve edeple... Nice zamanları doldurduk iki göz odamıza, nice bayramları geçirdim ellerim kınalı, dudağının izlerinden. Bayram namazını kılar kılmaz koşar gelirdin, öperdin ellerimden her zamanki hürmetinle. ''evlât kokusu, cennet kokusudur'' diyen güzeller güzelinin sözünü sende seyrederdim. Ayaklarımın altında hissederdim her gelişinle cenneti. Ne sen büyüdüm derdin ne de ben büyüdüğünü bilirdim. Ben körpe kuzum diye okşadıkça başını sen daha sıkı sarılırdın boynuma.
Vakitlerden bir bayram vaktidir şimdi oğul. Gün ağardı, bayram sabahına uyandı herkes. Ben namaz bitişini yine sabırsızlıkla bekledim koşa koşa ellerimi öpmeye gelirsin diye. Baban bu bayram yalnız geldi camiden, gözlerime bile bakmadan usulca bayramlaşıp geçti köşesine. Sakın babalar ağlar mı diye bir tereddüde düşme oğul. Ben babanın bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladığını o gün o köşede gördüm. Gelemeyişine yaktığı, onca zaman içinde biriktirdiği ağıtları o gün duydum. Gittiğin gün bile tevekkülle başını öne eğip ''veren de O, alanda…'' diye sabrı kucaklayan adam, o gün boşaltmıştı bütün hasretini. Sensiz sabahına uyandığımız o ilk bayram günü… Bil oğul, hep babaları giden çocuklar yetim kalmaz, çocukları giden babalar da yetim kalır, kolu kanadı kırılır. Hep babaları giden çocuklara ağlanmaz, çocukları giden babaların ağrılarına da ağlanır. Onların sancısı daha derin, yürekleri daha yaralıdır. Şimdi Baban kolsuz kanatsız, ağrılı, ağlamaklı yine de her daim hamd makamında.
Ah oğul… Can oğul… Sen bohçanı hazırlayıp gideceğin vakit: ''soluğu sağken, nefes alıyorken son kez gösterin evladımı bana'' dedim, dinlemediler. Dayanamazsın, bırakamazsın dediler. Gitmeli dediler. Çağrısı ötelerden dediler. Sustum. Gözümden akan nehre emanet ettim feryadımı. Sustum oğul… O yiğit başın koynuma düşerken sustum. Can evim cayır cayır yanarken, Cehennem yüreğimin orta yerine kurulmuşken, Sabrın selametine sığınıp sustum ben. Hüküm verilmişti bir kere. Hüküm O'ndandı. Seni bana veren O'yken benden alışına isyan etmek haddime miydi?
    Seni yolculamak ötelere, ardından Yâsin'lerle, Fâtihâ'larla el sallamak bana düştü, ölüme düğün gibi gitmek sana… Al yazması başında gelin gideceği günü beklemek sevdalına düştü, ölümün duvağını açmak sana… Alnın diye şu soğuk taşı öpmek bana düştü, kara örtüye bürünmek sana… Oğul… Ay oğul… Ey oğul... Üşüme oğul.

***

'S/ÂB/IR'LA BEKLENİR ÖZLENEN/ÖZLEYEN











'Özledim' dediğinden beri
muştulanan bir vuslatın sevincindeyiz Yâr
içimizde güze kıyam duran bir bahar
vuslata boyun eğen bir hasret var
 
bildim, öğrendim ve inandım
meğer ne kutlu harflerden kurulu bir kelimeymiş özlem
ne serin bir cümleymiş 'özledim' ki
İnşirah esintisi salar yangın yerine dönen kalplerimize
 
âh ruha şifâ diye sürülen Yâr
özlem dudaklarında can buldu ya
yitirmiştir anlamını bütün kelimeler
yitirilmiştir kalbi dâr'a düşüren eğreti kederler
'özledim' dediysen sen
umut tohumlarını ekmişsindir yüreklerimize
geleceğinin muştusu verilmiştir bir kere
bize düşen sancılı bir bekleyiştir gelişini
tohumun toprağı yardığı âna dek
 
öyle bir bekleyiş ki bu
Tabduk'un dergâhından bizim diye giren bile
düşmeli utancı çok bir hayrete
öyle bir bekleyişle beklemeliyiz seni Yâr ki
Şems'in kıvılcımından tutuşan Aşk Pîri
demeli, görmemiştir cihan böyle bir ateşi
 
Bekliyoruz Yâr
orucunu açmak için
rahme üflenen ruhu bekleyen Meryem gibi
bekliyoruz
kalbimiz cennetle cehennem arası bir yerde
adına Âraf dedikleri
gözlerimizde sabrı telkin eden bir âyetin tefsiri dururken
sırrı gözyaşıyla yıkayıp adına s/âb/ır diyoruz
ve b/ekliyoruz
tohum toprağı yardı artık
geleceksin biliyoruz


***

YEDİ ADAMA GÜZELLEME









Şiir kokulu, türkü dokulu adamlar 
dağların sessizliği ayak uçlarında 
kehribar renkli yollardan geçerek 
gelip durdular kentin kapısında 
-kent ki çınar yaprağının damarlarına kazınmış iz 
kent ki buğulu camların ardında kalan giz 
yitirilmiş coğrafyaların kadim tanığı 
saklı kalan isyanların son sığınağıdır- 

yürüyüşlerinden tanıdı yeryüzü onları 
toprağın gergefine işledikleri adımlarından 
''yürürüm 
Irmaklar yürür ardım sıra'' deyişlerinden 
önce ırmağı ardından yürüten yürüdü 
ve yürüdü ardından ırmak ırmak  
altı ağrılı yaşamak 


Şiir kokulu, hüzün dokulu adamlar 
zamana devşirilmiş içlenmeler ellerinde 
zifiri bir sessizlikle haykırarak 
varıp durdular kentin orta yerinde 
durup sustular 
susup tebessüm ettiler 
omuz başlarında asılı duran yaralı kırlangıç sürüsüne 

gülüşlerinden tanıdı kuşlar onları 
acısı derinde gizli sancılı gülüşlerinden 
sonra yüreklerinden akan 
ve göğün gözlerine ağan yakarışlarından 
''Rabbim ne çok acı var'' deyip 
kederlerini ve hüzünlerini  
yalnız Rablerine arz edişlerinden 

Şiir kokulu,isyan dokulu adamlar 
''Kayaları kelimeler olan  
gamdan kurulu dağların'' yüreğinden  
öfke dolu naralar attılar  
kuşandılar bütün mısraları 
söylenecek ne varsa söylediler zamana 
gidişlerinden tanıdı gökyüzü onları 
kanatlanırcasına yepyeni diyarlara 
akarcasına delisi derin yatağına 
yeryüzünü yırta yırta gidişlerinden 

Şimdi,tanıyın sizde onları ey insanlar! 
çehrelerine kümelenmiş hüzün bulutlarından 
teslimiyetin acziyle bükülen boyunlarından 
ve secde duvağıyla Rahman'a süsledikleri alınlarından 

onlar,  
hamuru türküden,hüzünden ve isyandan yoğurulu adamlar 
çağa meydan okuyan yedi adamdılar 
öfkesi de sevdası da şiirden olan 
Yedi Güzel Adam'dılar 

                                                                  

***

(...)





















Ne ayrılıklar

Ne hüzünler

Ne hüzzam sevdalar biriktirdik

Zamana dair.



Kimimiz emaneti emanet ettik bir başkasına

Kimimiz gayrının avuçlarına bıraktık

Gözyaşlarıyla ıslanan çehrelerimizi

Söz anlatamadık

Lisanı farklıdır deyip gönüllerimize.



Hiç birimiz dinletemedi akıl denen komutanın emirlerini

Yürek denen toy savaşçıya

Ve hiçbir yürek anlayamadı

Verilen kararların doğruluğunu
Kanayana kadar


***

ZELİHA MASALI

''Ben ateşler içinde İbrahim değilim

Ama
İbrahimî bir ateş var içimde
Her yanım yangın yeri
Her yerim bir yangından arta kalan matem sessizliği
Nice nemrut fermanıdır
Yaktıran ateşimi
Yandıran beni''
...
            Günlerdir zihnime üşüşen, yürüdüğüm yollara, baktığım yerlere kazınan, vücudumun her zerresine hükmeden kelimeler nihayet cümle halini almış, bir seher vaktinde niyaz olunmuştu İbrahim'e… madem cümle bir niyaz makamına ermişti yarım kalmamalı, bir seher vaktinde başlayan niyaz varmalıydı makamına vakitlerin en güzelinde. İbrahim'li yakarışlardan İbrahim'ce haykırışlara sıralanmalıydı cümleler. Oysa benim lügatim eksik,kelimelerim yorgundu ''düşüncelerimin ufuklar ötesi eli uzanıp dokunduğundan beri belleğime.''
             İbrahim'e dair biriktirdiklerimin hepsi uzun kış gecelerinde yüzüne güller düşürülmüş, tatlı tebessümlerle, sımsıcak bir sesle peygamber kıssaları anlatan, gözyaşlarıyla anlattığı kıssaları süsleyen bir annenin söylediklerinden ibaretti. O gecelerden birinde sıra dost peygambere geldiğinde, beş kelimeden oluşan bir kıssa dinledim annemin dilinden. İman, teslimiyet, ateş, aşk ve sadakat… ilk kez duyduğum bu kelimeleri anlamak için bir hayli yol kat etmem gerektiğini anladım zamanın bağrına doğru. Ve yolculuğum ilk dönemeçten sonuncusuna kadar bu kelimeleri devşirip, anlamlandırmakla geçti. Bir çoğuna vakıf olduğum kelimeler sıra aşka ve ateşe gelince kuytusuna çekildi birer birer. O vakit anladım aşkın ve ateşin;imanı,teslimiyeti ve sadakati anlamlandıracağını . Ve geriye bu iki kelimeden ibaret bir masal yazmak kaldığını. Ateşi bulmak kolaydı dinlediğim kıssalardan, okuduğum kitaplardan elbet ama ya ateşi yakacak aşk? O İbrahim'in kıssasının neresindeydi?
            Elimde kalanları heybeme doldurup, yolu peygamber şehrine niyetleyip çıktım kapıdan. ''şehirlerin de bir kalbi''olduğuna göre cevap peygamber şehrinin kalbinde gizliydi. Biliyorum gülümseyerek karşılayacak,''hoş geldin'' diyecekti bana Şehr-i İbrahim. Ve an geldi,yolculuk bitti,menzil göründü…
            Buraya kadar nasıl geldim,arabayı nasıl kullandım,yolda nelere rastladım hiçbiri hakkında tek bir fikir bile yürütemiyordum. Bir an gözüme ''ayn-ı zeliha çay bahçesi'' yazılı tabela ilişti. Ayn-ı zeliha gölünün çevrelediği bu şirin çay bahçesinde soluklanmak için köşede sakin bir masaya oturdum ve etrafımı çevreleyen olaylar halkasını izlemeye koyuldum. Ne konuştuklarını anlamadığım insanların tuhaf karşıladığım konuşmalarına dalmışken,az ötemde balıkları izleyen kız çocuğunun ağlayan sesiyle,dikkatim yanı başımdaki masada oturan çifte yöneldi.Buraya ilk kez geldiklerini anladığım çift,Urfalı bir çocuğun dilinden şehrin bahtına yazılanı dinliyordu.
 Sol yanımdaki tepede Hazreti İbrahim'in ateşe atılması için yapılan iki sütun… Tepenin hemen aşağısında '' ey ateş,İbrahim'e karşı serin ve selametli ol'' emri neticesinde ateşi suya, odunları balığa dönüşen göl ve asırların izlerini taşıyan balıklar… bu balıkları büyük bir ilgi ve hayranlıkla izleyen insan grupları…sağımda ise azametli duruşuyla ve göklere yükselen minareleriyle Halilür'rahman camii duruyordu. İnsan, Allah'ın evini gördüğü zaman bu azamete merhametle sığınmak istiyor. Bir an önce caminin içerisine girip alnımı secdeye vurup hıçkıra hıçkıra ağlamalı diyorum, geçmiş günlerden kalma pişmanlıklarla.Ağlamalı ve durmalı tövbeye ''Ya Rabbi ben pişmanım'' diyerek...
 Rahman ve Rahim olanın adıyla masadan kalkacakken omzuma dokunan bir el beni geri çevirdi. Gözleri asırlar öncesinden yola çıkmış bir haberci kadar yorgun,bir o kadar anlamlı ve ateşîn,örtüsünün altından görünen dalgalı,siyah saçları ve bakanı kendine hayran bırakan endamıyla etrafımda gördüğüm insanlardan oldukça farklıydı. Başını öne eğip hafifçe gülümsedi ve:
-sen,dedi. Sen ayn-ı Zeliha'yı bilir misin?
            Onun bu sorusu biraz önce gördüğüm ama üstünde fazla durmadığım tabelayı hatırlattı. ''ayn-ı Zeliha''… dört yıllık edebiyat tahsilim gereği tamlamayı çözmek pek zor görünmüyordu. Ayn: göz, gözyaşı. Tamlama ''Zeliha'nın gözleri ya da gözyaşları'' manasına geliyor.
            Peki Zeliha kim,ne işi var İbrahim'in hikayesinde. Teorik edebiyat bilgilerim tamlamayı çözmeye yetmişti ama Zeliha'ya dair bir fikir verememişti bana. Karşımda duranın cevap beklediğini hatırlayarak:
-         ben Zeliha'yı sadece Yusuf'un masalından bilirim,dedim. Okuduğum kitaplar,dinlediğim kıssalar hep Yusuf'un adıyla yazmıştı adını..
    Yüzündeki tebessümü biraz daha belirginleştirerek:
'' dinle o vakit bu hikayeyi. Ve yaşa. Kendi hikayeni yaşar gibi.''
             - İbrahim'in hikayesine düşen Zeliha asırları aşkına ağlatan,aşkına asırlar boyu ağlayan kadın…Zeliha, Nemrud'un uğruna canlar feda edilen,yürekler dağlanan kızının adı. Kralların,şehzadelerin,halkın aşkıyla yandığı Zeliha, sarayın putlarını yapan Azer'in,imanı ve sadakati temsil eden oğluna gönül vermişti ateşin de adıyla anılacağını bilmeden…iman ve aşk ateşi İbrahim'le düşmüştü Zeliha'nın gönlüne,Zeliha gönlünü İbrahim'in ateşine atmıştı ya,çok geçmeden İbrahim'in atılacağı ateş fermanı da verilmişti Nemrut dilinden.Putlara tapmayı reddeden İbrahim bir de saraydaki tüm putları kırmış ve onları kendine Rab edinenlerle alay etmişti. Nemrut'un en sevdiği adamının oğlu olsa da onun cezalandırılması,büyük bir mancınıktan ateş dolu bir çukura atılması kararlaştırılmıştı… Halkın arasında,sarayın koridorlarında yankılanan haber,en çok da Zeliha'nın odasındayken hissetmişti karalığını. Çıktığı dudaktan,yayıldığı yürekten hiç böylesine utanmamıştı. Bir haber ancak bu kadar acıtırdı bir yüreği. Zeliha acıyla kararan bir gecenin ardından yorgun gözleriyle baktı yapılan hazırlıklara. Birazdan ateş yanacak ve İbrahim herkesin gözü önünde atılacaktı ateşe. Daha fazla dayanamayıp koştu babasının yanına. Hıçkırıklarına karışan sesinin tınısı sineleri yakıp geçen bir melodi gibi  acı ve hüzünle dolu varıyordu babasının kulaklarına:
-   ''Baba,diyordu Zeliha. Ey baba! Ey halkını zulmün ateşinde yakan Nemrut… ya bırak İbrahim'i,kaldır fermanını ya da beni onunla birlikte at ateşe,kül olsun her zerrem.''
Zeliha başını ortaya koyup haykırdı haykırmasına ama Nemrut'un sinesindeki kalp görmez/duymaz olmuştu bir kere. Ve Zeliha….
    Bedenim dinlediğim hikayenin ağırlığını daha fazla taşıyamamış, dizlerimin üstüne çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.Mecalim yoktu daha fazlasını dinlemeye.Başımı kaldırdığımda etrafımda toplanan kalabalıktan başka kimse yoktu,kalabalığı yarıp onu aramamın da hiçbir faydası olmamıştı. O an anladım, peygamber şehrinde peygamber sevdalısı Zeliha'nın heybeme aşkın ve ateşin anlamlarını bıraktığını…
   Kendime geldiğimde vakit bir hayli geçmiş,yanımda getirdiğim iki kelimeye ek gözyaşını da heybeme bıraktıktan sonra kendimi camiinin avlusuna atmıştım.
   İbrahim'den miras yangınlarla,Zeliha'dan miras gözyaşlarıyla saat fecri vururken artık tamamlanmıştı  niyaz,asırları aşıp ulaşmıştı İbrahim'in yüreğine. İbrahimliklerin yüreğine…
  
'' Ahh İbrahim!
Benim Zeliha'm yok
Yangınlarına gözyaşı dökecek
Aynı ateşte kül olmayı göze alacak
Bir duam yok İbrahim
Serinliğe ve selamete ulaştıracak
Ey İbrahim!
Ey Ah'a dost,ateşe dost olan
Benim ahım ancak dudaklarında can bulur
Bir tek senin avuçlarından duyulur yakarışım
Haydi aç avuçlarını İbrahim
Dua dua döktüğün gözyaşlarıyla
Haydi aminle yanmışlığımı
Aminle Hakka adanmışlığımı
Aşk-ı Zeliha hürmetine ''



***


UNUTTUKLARIMIZ

İnsan; özünde ilahi nuru taşıyan, ünsiyet ve n/isyanı fıtratında barındıran hilkat harikası… İnsan, Yaradan'ın yeryüzündeki en büyük imzası, yaratılmışların en şereflisi… Göğsünde asılı duran yürek sayesinde şerefli kılınan varlık… Yüce Yaratıcı'nın ruhundan ruh üflediği, meleklerine secde emri verdiği, âlem içinde âlemleri kendinde barındıran… Düşünen ve hisseden, aklı ve kalbi olan varlık…
Geçmişten günümüze insanlık tarihine bakacak olursak, her devirde ve her asırda yürek ve akıl terazisini eşitleyebilmiş, aklının süzgecinden geçirdiklerini yüreğinde damıtabilmiş, aklı yüreğe, yüreği akla kurban etmeden kendi çağına hükmedebilmiş insanı görürüz. Ta ki günümüze kadar…
Yirmi birinci yüzyılın rasyonalist ve modern insanı, aklının sınırlarını zorlayarak bir teknoloji ve bilgi çağı meydana getirmiş, bu çağa kalbini, ruhunu ve mutluluklarını kurban etmiştir. Bizim terazimizin akıl kefesi ağır bastığından beri unuttuk bir kalbimizin olduğunu… Kalpsizliğimiz bizi, kurduğumuz o mükemmel çağa esir etti… İlkin kalbin en büyük sermayesi olan sevgiyi unuttuk. Sevdik; sevdik çünkü… Sevdik belki… Sevme eylemimizin sonundaki noktalar sonsuza giden sayılarca arttı. Sevemedik sonuna nokta koymadan ve koyamadık beklentilerin sonuna bir nokta zamana aldırmadan…
     Sevmeyi unutunca hissetmeyi de unuttuk. Yüreksizdik yaşarken, hissiz, aldırmaz… Sonbahar yağmurunun hüzünlü melodisi hoş bir tını bırakmadı örneğin kulağımızda; göremedik eylül vakti düşen yaprağın ayrılık sahnesini. Rahmet rahmet yağan yağmura inat, yapay çiçeklerle süslenmiş bahar dallı şemsiyelerimizin altına sığındık. Cilası bozulmasın diye markalı ayakkabılarımızın, yürümeye bile korktuk rahmetin serildiği caddelerde. Biz modern dünyanın sağır yürekleri duymadık. Duyamadık sokak başlarını tutmuş çocuk çığlıklarını. Işıl ışıl gözleriyle etrafına tebessümler dağıtan çocuk yüzler hep ıskaladı kalbimizi.
Anadolu'nun çorak topraklarına has yüreklerimizde sevda tohumları filizlenmedi bizim. Bir türküye öykü olamadık sevmelerimizle, bir şiire mısra olamadık. Asırlara kazınan aşklara yazılmadı adımız. Sahi bizim cümlelerimiz var mıydı zamana şerh düşülen, yoksa başkalarının fiyakalı sözleriyle mi avuttuk kendimizi?
Biz… Zamanın düş yorgunu yürekleri! Unuttuklarımızı hatırlayabilseydik, ceplerimizde biriktirdiğimiz hüzünlerle ve yanağımıza dokuduğumuz tebessümlerle zamana başkaldırırdık. Oysa biz unuttuğumuzu bile unuttuk insanlığımızın verdiği sorumlulukla…


***

YARALI KUŞUN BÜYÜYOR ANNE

Büyümek böyle mi olurmuş anne
Böyle sancılı
Böyle yaralı
Kör kuyularda kaldığımdan beridir
Korkmuyorum karanlıktan
Şimşekler beynimde yankılandığından beri
Bölünmüyor uykularım
Yüreğim kanadıkça
Duymuyorum acısını dizlerimin
Anne
Yaralı kuşun büyüyor


Artık kırmızı pabuçlarımla dolaşmıyorum ortalıkta
Allı pullu elbiselerle şirinlik yapmıyorum sana
Oyuncak bebekler sallamıyorum ayaklarımda
Düşünce ağlamıyorum
Ağlamak güzeldi oysa
Ne zaman düşsem ve ağlasam
''hadi öpeyim de geçsin yaralı kuşum'' derdin
Öpsen geçer mi acısı kalbimin anne
Avutur mu sözlerin beni
Silinir mi sahte gülüşlerin açtığı izler
Eğilsem toplar mıyım masumiyetimi
Ellerimin temizlenir mi kirleri 
Yaralı kuşun büyüyor anne


Anne
Tebessümü bir sokak çocuğunun
Kirli yüzüne bırakmış
Özgürlünü müebbete mahkûm bir ölünün gözlerine
Ve sesini son çığlığına martıların
Büyüyor yaralı kuşun
Demek büyümek böyle olurmuş anne
Böyle sancılı
Böyle yaralı
Böyle yalanlı…
 
***

BEN BİR YARALI KUŞUM ANNE

Anne
Benim hayallerim niye soğuk
Niye ısıtmıyor güneş ülkemi
Bahar cemreleri niye düşmüyor toprağıma
Yemiş vermiyor ağaçlarım
Nehirlerim kurumuş
Niye anne
Niye ölüyor gökyüzümde kanat vuran kuşlar
Oysa ben baharlara yazgılıydım
İlk yaz sevinçleriyle uyanırdım her sabah
Papatyalar toplardım minicik ellerimle
Uçurtmamı takardım kanatlarına güvercinlerin
Rengârenk gülüşler bırakırdım avuçlarına

Yanağımdaki çukuru kim kapattı anne?
Adımı kara kışa kim yazdı?
Kim saldı karanlıklarını şehrin üzerime?
Ben karanlıktan korkarım bilirsin anne
Gök gürültüsü böler uykularımı
Bir çığlık fırlatır yatağımdan
Yoksa duymuyor musun hıçkırıklarımı
Korkuyorum anne
Korkuyorum artık yaksınlar ışıklarını dünyanın
Çocuklar korkunca
 En çok annelerini özler
Bir de sabahları
Anne benim gecelerim niye varmıyor sabaha

Avuçlarımda buz tutmuş dualarım
''Âmin''leyemiyorum anne
Sesim yankısını yitirmiş derinlerde
Haykıramıyorum
Dilim dönmüyor, dudaklarım yorgun
Yorgun bedenim
Yılgınım
Çaresizim anne

 Tutsana ellerimden
Kanayan dizlerime merhem sürsene
Öpsene gözlerinden yaralı kuşunun
Bak örgüleri bozuldu saçlarımın
Yalan değil
Okşa diye söylemiyorum saçlarımı
Anne
Bir dokunsan yaralarıma iyileşeceğim
Bir gülsen ısınacağım
Bir baksan
Bütün yıldızların toplaştığı gözlerinle
Avunacağım
Bırakma beni dünyanın kucağında anne
Senin kollarında ölmek istiyorum
Ölüm sıcacık dururken kollarında
Anne
Ölmek istiyorum

***

GİDİYORUM

Artık gitme vakti
Bütün yaşanmışlıklarla doldurup
Boş bir sayfayı
Hüzne ve sevince
İsyana ve sükûta
Ve dahi bir ömre ait ne varsa
Ne varsa sana dair
Bir bir sıralayıp veda cümlelerini
Gitme vakti bu şehirden.

Biliyorum
Geceden başlamalı bu yolculuk
Biliyorum henüz aydınlanmamalı şehir
Duymamalıyım
Çocukluk günlerinden kalma
Sevinç çığlıklarımı
''kal'' dememeli fotoğraflar.

Sanki hiç yaşamamış gibi
Hiç seyretmemiş gibi akşamın hüzünlü rengini
Adımlarım hiç dolaşmamış gibi sokaklarında
Sol yanım yaralı ve yenik
Başım inadına dik
Biliyorum
Ne varsa yaşadığım,
Zamana şerh düşüp
Gitmeliyim bu şehirden.

Umutlarım,
Sokak lambalarının titrek ışığına emanet
Gülüşlerim,
Kahkahası bol caddelere terk
Eylül yorgunu gözlerimde
İki damla yaş
Yüzümde,
Ömrümün son baharından kalma tebessüm
İçimde,
Zamana yenik düşmüş bir aşkın sızısıyla
Gidiyorum bu şehirden
Gidiyorum…
 ***

DÜŞ GÜZELİ

Bir düşe düşerim ansızın
Ellerim uzanır sonsuzluğun orta yerine
Ortasındadır yüzün sonsuzluğun
Her bir dokunuşumda
Bir başka güzellik akseder
Bin yıllık duanın serinliği vurmuş yüzünden
Avuçlarıma
Ötelerden bir nişan
Ötelerden bir yankı yüzün
Ve dua dua çıkılan miracıyla
Yüzün kıblesidir aşka düşmüşlerin

ben bu düşe düştüğümden beri
zamanı eskitir
zamansızlığın kıyısında gözlerin
asırlar önce yağan yağmurun
ıslaklığı durur
ayaklarıma dolaşan saçlarında
ve sesin…
çağlar ötesi bir haberi müjdeler gibi sesin
çağlar öncesi devirlerden

ben bu düşe düştüm düşeli
mürekkebine hüzün damıtılır kalemin
kağıdın şah damarına ismail'in bakışları saplanır
ortasından başlar gece
en münzevi
en zifiri
en hüzzam yerinden
sonra ben en sevdalı yanımla
ve en hoyrat sesiyle yüreğimin
adını fısıldarım hece hece
adını geceye
adını
ey düş güzeli!