MAARİF DAVASINDA NEREDE DURMALIYIZ? Bekir BÜYÜKKURT



“Yazılarından istifade ettiğim
Ali YURTGEZEN Hocam’a
ve YEDİKITA Dergisine
Selam ve Hürmetle”
GİRİŞ:
Bir insanın kendisini karşısındakine en iyi şekilde anlatabilmesi, konuşma esnasında kullanılacak kavramların tam olarak anlaşılmasıyla olacaktır. Bu da kavramlarda mutabık kalınmayla olacak bir iştir ki, kurulan diyalog sağlıklı bir şekilde ilerlesin. Bu sebepten dolayı, mevzu ile alakalı temel kelimeleri açıklayaraktan yazıya başlamak doğru ve yerinde olacaktır.
       Eğitim, kelime manası itibarıyla bilgi ve beceri kazandırmayı ifade etmektedir. Eğitimi tedrisat olarak ifade de edebiliriz. Lakin eğitim kelimesi, tedrisat kelimesinin yanında biraz güdük ve sığ kalmaktadır. Tıpkı, maarif kelimesinin yerine kullanılan bilgi ve beceri kazandırma kelimesinde olduğu gibi. Aslında kelimelerin asıl manalarını kaybedip daha basit ve sığ kelimelerle konuşmaya çalışan milletlerin düşünme havsalaları da ister istemez küçülmektedir. Kelimelerin ihtivasının geniş olması, zihinlerin de geniş olduğunu gösterir ki, kültür ve medeniyetin inşası ve ihyası ancak bu yolla olur. Bizler Türk-İslam kültür ve medeniyeti gibi büyük bir mefkûrenin davacıları olarak inşadan ziyade ihyaya yönelmeliyiz. İnşayı yapan o Güzel İnsanlar güzel atlara bindiler ve gittiler.

TEMEL EĞİTİM AİLEDE BAŞLAR:
     İnsan toplum içerisinde önce bir ailede gözlerini dünyaya açtığından, devletten önce ailenin eğitim çevresinde bulur kendini. Eğitimin ilk basamağını böylece aile eğitimi oluşturur. Çocuğun kişiliğinin oluşmasında, toplumun değerlerinin çocuk tarafından benimsenmesinde aile eğitiminin bu büyük rolü hiçbir zaman inkâr edilemez. Çünkü yapılan araştırmalar çocuğun zihinsel gelişiminin ve kişilik-kimlik oluşumunun 6 yaşına kadarki sürede büyük oranda gerçekleştiğini söylemektedir. Ve bu eğitim çocuk doğduğunda değil, anne karnında başlamaktadır. Bu süreçte anne babaların şu hususlara dikkat etmeleri gerekir ki, hem dünya he de ahiret saadeti oluşsun: Eve haram sokmamak ve haram lokma yememek. Dili gıybetten, gözü namahremden, kulağı kötü söz işitmekten ve tüm azaları kötülüklerden uzak tutmak gerekir. Esasında çocuk eğitiminde temel mesele, anne-babanın müspet dairede yaşam sürmeleridir.

MİLLİ EĞ(R)İTİM SİSTEMİ YA DA TORNA TEZGÂHI:
Mevzu eğitim olduğunda, eğitimi gören ve gösteren kişilere de değinmek gerekir. Günümüzde bu eğitimi veren kişilere öğretmen, eğitim gören kişilere ise öğrenci demekteyiz. Ama kavramların asliyetini kaybetmesi, bu kavramlarla anılan kişilerin de ne iş yapacağında bir takım karmaşalara sebep olmuştur. Öğretmen, eğitim ve öğretim işleriyle uğraşan kimse demektir. Öğrenci ise, öğrenim görmek amacıyla bir okulda okuyan kimse demektir. Hâlbuki öğretmen yerine kullanılması gereken “Hoca-Muallim” ve öğrenci kelimesinin yerine kullanılması gereken “Talebe “ kelimelerini çoktan unutmuş durumdayız. Bu durumu, kamusu namus olarak ifade eden Cemil Meriç şu kelimelerle ifade etmiştir: "Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin kelime… Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan."
       Bugün eğitim denilen devre büyük bir keşmekeş görünümü arz etmektedir. Bugünün eğitim sistemi neyi, niçin ve nasıl öğrettiğini bilmeyeni milyonlarca gencin en değerli zamanlarını eriten, yok eden ve Allah’ın bin bir renk ve kabiliyette yarattığı yavruları hepsi birbirine benzeyen(adeta torna tezgâhından çıkmış profiller gibi) okumaz, yazmaz, düşünmez, rahat yaşamaktan başka tasa taşımayan kitleler olarak yetiştiren bir yapıdadır. Modern eğitim sisteminde, temel hedef sınavları kazanmak olduğu için, öğrenmekten ve öğretmekten başka kaygı gütmeyen öğretmen-öğrenci taifesi ilmin izzetini ayaklar altına düşürmüş vaziyettedir. Ne öğreniyoruz, ne öğretiyoruz? Malumat yığınına gömülmüş milyonlarca insan var. Gençliğe ve geleceğe yazık ediliyor! Yarış atı misali hedefe odaklanmış ve at gözlükleri sebebiyle çevreyi göremeyenlerin, dünyalık hedeflere ulaşması sonucu, derununda büyük sarsıntılar olması kaçınılmazdır. Zira günümüzde Türk Milli Eğitim Sistemi değerler adına herhangi bir dava gütmemektedir.

NİZAMİYE MEDRESELERİ’NİN VARLIĞI:
Düşmanla savaş yöntemi olarak sadece meydan muharebeleri ile yetinmeye çalışan milletlerin varlığının çokta uzun ömürlü olmadığını tarih bize birer ibret vesikası olarak göstermektedir. Bu hususa Moğolları örnek olarak verebiliriz. Kısa sürede geniş toprakları ele geçiren ve her gittiği ülkeyi yerle bir eden bu milletin bugün adı sadece tarih kitaplarında vardır. O da barbar ve zorba bir millet olarak geçmektedir. Hâlbuki kendisini askeri alanda olduğu gibi, ilmi ve siyasi alanlarda da geliştiren milletler bugün hâlâ kendileri olarak hayat sürmektedir.
Nizamülmülk’ün adından dolayı Nizamiye Medresesi adını alan Nizamiye Medreseleri, İslam dünyası için ciddi tehlike oluşturan Rafızî-Batıni düşünceyle siyasi ve askeri sahada olduğu gibi ilmi sahada da mücadele etmek ve devlet görevlileri yetiştirmek amacıyla kurulmuş müesseselerdir. Ayrıca okumaya imkânı olmayan fakir öğrencilerin de okumalarını sağlamak için kurulmuştur. Hocaların ve talebelerin ders okuma, yeme-içme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde planlanan medrese için Dicle Nehri’nin doğu yakasında uygun bir arazi seçilir ve üzerindeki meskenler istimlâk edilir. Bu kadar imkâna rağmen, günümüz eğitim kurumlarının inşaatının geç bitmesi durumunu da göz önünde bulundurursak, Nizamiye Medresesi’nin iki yılda bitmesi takdire şayandır.
            Nizamülmülk ve çocukları zamanında, hocaların ve yardımcıların vezirin emri ile atanmaları esastı. Bu atama işlemi keyfiyet esası üzere değil, tamamen ehliyet ve liyakat üzere yapılmaktadır. Tayin edilen hoca, ilk dersi yüksek dereceli memurların, hocaların, âlimlerin ve şairlerin huzurunda, bazen halifenin de katıldığı bir merasimle verirdi.  Nizamiye Medresesi’ne hoca olmak kolay bir şey değildi. Buraya girebilmek için yüksek bir ilmi seviyeye sahip olmak gerekiyordu. Medresenin hocaları meşhur âlimlerdi ve Bağdat’ın siyasi ve içtimai hayatı üzerinde büyük tesirleri vardı. Medresede genellikle dini ilimler okutulmaktaydı. Kur’an-ı Kerim ve ilimleri, Hadis, Şafii fıkhı ve usulü, Eş’ari kelamı, Arap dili ve edebiyatı, vaaz, matematik ve İslam miras hukuku bu derslerden yalnızca birkaçıdır. Bugün Nizamiye Medreselerinin adındanhâlâ şerefle bahsedilmesi, bu derslerin tamamen ilme yönelik olmasından ve hocaların liyakat ehli olmasından gelmektedir.

OSMANLI’DA MAARİFİN GENEL ÇERÇEVESİ:
Osmanlı medreselerinde yıllar boyu Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi ilimlerle birlikte matematik, tıp, astronomi gibi fenler at başı gitmiştir. Bazı zamanlarda dini ilimlere ilginin azalması sonucu içtimai yapıda birtakım aksaklıklar çıksa da, tez elden gerekli tedbirler alınmak suretiyle tekrardan halin düzeltilmesi yoluna gidilmiştir. Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar medreseler tedrisata devam etmiştir. Osmanlı’da aşağı yukarı kuruluş yıllarından itibaren hemen her köy ve mahallede sıbyan mektepleri bulunuyordu. Bu mekteplerde eğitim ve öğretimin esası din ve ahlaktı. Buralarda Kur’an-ı Kerim, İlmihal bilgileri ve Kitabet öğretilirdi. Zamanla sıbyan mekteplerinde Türkçe dersi de verilmeye başlamıştı.
            Tanzimat’a kadar sıbyan mekteplerine kız-erkek hemen her Osmanlı çocuğu devam eder, bu müessesedeki eğitimini tamamlayıp tahsile devam edecek olanlar medreseye geçerlerdi. Medrese haricinde, hususi eğitimle yetişenler olduğu gibi, Enderun Mektebi’nde ilim tahsil edenler, askeriye mensubu olup ilim öğrenenler, mesleki yoldan yetişenler de mevcuttu. Talebenin hangi alanda marifet sahibi olduğu küçük yaşlarda belirlenir ve o doğrultuda bir yönlendirmeye tabi tutulurdu.
            Tanzimat sonrasında modern tarzda mektepler açılmaya başladığında sıbyan mektepleri iptidai mekteplere, idadilerle birlikte rüştiyeler, idadi-sultaniler, darulmualliminler, ziraat ve sanayi mektepleri açıldı. Bilhassa Sultan İkinci Abdülhamid Han döneminde Osmanlı ülkesinde tam bir eğitim seferberliği yaşandı. Maalesef o seferberlikte yetişen kişiler daha sonra Hünkâr’ı beğenmeyerek Sultan’ı tahttan indirme edepsizliğimde bulunmuşlardır. Yaptıkları yanlışın farkına daha sonraları kendileri de varmış olmalarına rağmen vakit çok geçmiş oluyordu. Koca Sultan ahirete irtihal eylemiş ve ülke artık son demlerini yaşar olmuştu. O talihsiz neslin hissesine Padişah Efendimiz’in arkasından gözyaşı dökmekten başka yapacak bir şeyleri kalmamıştı.
            Maksadımız bir devri göklere çıkarmak değil; yanlış bilgilerle dolu zihinleri geçmişin ışığı doğrultusunda aydınlatmaktır. Daima yerin dibine sokulmak için gayret sarf edilen, tarihimizin karanlık ve örümcek ağlarıyla dolu bir dönemi olarak tarif edilen Osmanlı devri hakkında doğru bilgiler vermeye çalışmaktır. Hele hele bu bilgi geleceğe dair önemli bir konumu olan eğitim mevzuunu içermesi münasebetiyle daha bir önem arz etmektedir.
          Atalarımız boş adamlar değillerdi. İlim ve terakki yolunda inanılmaz gayretler sarf etmişlerdi. İçlerinden nice büyük âlimler, ilim ve fen adamları çıkmıştı. Pozitif bilimlere büyük değer verirlerdi. Yeni nesillerin bunları bilmesi icap etmektedir. 1928 yılında yapılan Harf İnkılabı ile Osmanlı devrinin basılmış-basılmamış muazzam külliyatına tabiri caizse bir nisyan perdesi çekilmiştir. Türkçemizi mahveden uydurukça dil faaliyeti de meselenin tuzu biberi olmuştur. Yanlış bilgilerin ve peşin hükümlerin temel sebebini burada aramak gerekir.
            Osmanlı mekteplerinde en çok ehemmiyet verilen derslerden biri Türkçe idi. Bu dersin, bir senede altı farklı ders halinde işlendiği bile vakidir. Mesela bir mektep karnesinde Kıraat, İmla, Sarf ve Nahiv, Tahrir, Ezber ve İnşad, Yazı dersleri görülmektedir ki bunların tamamı hakikatte Türkçe dersinin konularıdır. Bugünkü Türkçe dersi olarak gösterilen dersin ne kadar yetersiz ve hatta gereksiz olduğunu tüm bunları görünce daha iyi anlıyoruz.
            Açılan bahis üzerinde tartışarak ders işleme usulü, medreselerde öteden beri uygulanan en yaygın metotlardan biridir. Bu metodun talebede öğrenilmiş bilgileri kullanabilme, ayrıntılara dikkat etme, söz söyleme inceliklerine riayet kabiliyetleri ile mantık ve muhakemenin gelişmesini sağladığı bir vakıadır. Modern eğitimle yetişen nesillerin eskilerdeki mantık selasetine ulaşamamış olması böyle bir yöntemi tanımamalarındandır. 19. yüzyılda dünya çapında, hazerfen bir ilim adamı olarak sadece Ahmet Cevdet Paşa’nın varlığı dahi, modern eğitim kurumları hâlâ bu kıratta bir adam çıkaramadığına göre, medreselerin verimlilik ve kalitesi için yeterli bir ölçüdür. Klasik medrese tahsiliyle yetişen Ahmet Cevdet Paşa, bugünün YÖK üniversitelerindeki hukukçu, tarihçi ve sosyologlarla kıyas kabul etmez ölçüde ‘yüksek’ bir ilim erbabıdır. 
            Din derslerine Osmanlı mekteplerinde büyük ehemmiyet verilirdi. İlk mekteplerde derslerin ağırlığını dini dersler teşkil ederdi. Eğer bir talebe bir İslam âlimi olarak yetişmek arzusundaysa zaten iptidaiden veya rüştiyeden sonra medreseye geçerdi. Orta ve lisede de dini eğitime ağırlık veriliyordu. Bütün Osmanlı devri karnelerinde din dersinin ilk sırada bulunması bu ehemmiyetin bir göstergesidir. Zaman zaman yapılan düzenlemelerde din derslerinin saatinin artırıldığı da görülmektedir. Bu gün din derslerinin tek ders olarak var olması, liyakatten yoksun, seküler ilahiyatçı tiplerin öğretmenlik yapmaları, öğrenci taifesinin umursamaz bir hal sergilemesi, ailelerin dini yaşantıyı camiye ve kılıfa hapsetmeleri ve devletin, milletin değerleri ile barışmaması günümüz neslinin halinin normal olduğunu göstermektedir.
            Arapça ve Farsça da mekteplerde çok ehemmiyet verilen derslerdendi. Zira Osmanlı Türk-İslam kültürü, Müslüman Arap ve Fars kültürüyle harmanlandığı gibi bu iki dilden Türkçeye çok sayıda kelime de girmişti. Mekteplerde Arapçanın öğretilmesi klasik medrese tahsilinde olduğu gibi Emsile, Bina, Maksud, Avamil ve İzhar okutularak yapıldığı gibi modern tarzda yazılan kitapların tedrisiyle de icra ediliyordu. Yabancı dil olarak o devirlerde bütün dünyada diplomasi dili olması itibariyle Fransızca öğretiliyordu. Mantık ve felsefe, aynen tarih ve coğrafya gibi eski ilimlerden olup mekteplerde de okutulduğunu görüyoruz. Ruhiyat ve içtimaiyat ilmine de Osmanlı’nın son devirlerinde ehemmiyet verilmiştir. Bu, bahsi geçen ilimlerin sonradan keşfedilmesiyle alakalı bir durum değildir elbette. Çünkü ‘Namaz kılan bir toplumun psikolojiye, zekât veren bir toplumun sosyolojiye ihtiyacı yoktur.’ Biz ne zaman Millet olarak asli vazifelerimizden uzaklaştık ise, o zaman taun ve felaketler yakamızı bırakmamıştır.
            Osmanlı devrinde okutulan fen ve teknik derslerin ilmi seviyesi, bugünkü seviye ile elbette ki aynı değildir. Bugünkü uçaklarla o devirdeki uçakların, bugünkü son model arabalarla o devir arabalarının aynı olmadığı gibi. Fakat bazı dersler ise bugüne birkaç gömlek büyük gelebilir; mesela en basitinden Türkçe dersi. Bugünkü gibi katliama maruz kalmış, kısırlaştırılmış bir Türkçe yoktu o zamanlar; 1000 yıllık bir kültür ve medeniyetin izlerini taşıyan koca bir dünya dili vardı.
Osmanlı devrinde mekteplerde okutulmak üzere basılmış binlerce kitabın tamamına ismen ulaşmak isteyenlere Seyfettin Özge’nin beş ciltlik kataloguna veya Eski Harfli Türkçe Basma Eserler Bibliyografyası’na müracaat etmelerini âcizane tavsiye ederiz.

OSMANLI’NIN İNSANLARA OLAN HASSASİYETİ:
       Osmanlı sağır ve dilsiz çocukları da unutmamış, içtimai hayatta bulunması gerektiğini düşünerek, onlar için de mektep açmıştır. Osmanlı Devletinde sağır ve dilsiz çocuklara “bi-zeban” deniliyordu. Dilsiz mektebi kurulana kadar bu çocuklar için bir mektep yoktu. Bunların bir bölümü sarayda istihdam edilerek çeşitli görevleri yerine getiriyordu. Mesela; konuşulan sözler, alınan kararlar dışarıda söylenmesin diye dilsizlerin bir kısmı da Babıâli’de istihdam ediliyordu. Bu mektepten mezun olanlar ise genellikle okula muallim olurlardı. Osmanlı’nın nezaket ve zarafetine bir örnek vermek gerekirse “bi-zeban”ın elbiselerini söylemek çok yerinde olacaktır. Çünkü Osmanlı bu çocukların dışarıda tehlikeyle içi içe olmaları münasebetiyle, giyim kuşamlarını da halkın şefkat ve merhamet nazarını üzerine çekecek şekilde hazırlamıştır ki duymamaktan kaynaklanan bir kaza olmasın. Kırmızı çuhadan ceketle siyah fakat kalın ve kırmızı şeritli pantolon bu talebelerin kıyafetini teşkil ediyordu. Halk sokakta bu kıyafetteki çocuklara rastlayınca ya kör, ya sağır olduğunu derhal anlar ve bir tehlikeye maruz kalmasınlar diye ellerinden gelen yardımı esirgemezlerdi.

OSMANLI’NIN MAARİF DAVASINDA YEMEN ÖRNEĞİ:
             Mübarek Osmanlı, Batılı devletler gibi sömürü düşüncesi ile hareket etmemiştir. Batılı devletler kendi dininden olanlara dahi sömürü anlayışı ile yaklaşırken, Osmanlı Müslüman olmayan milletlere dahi hoşgörü ile yaklaşmıştır. Gittiği yeri sömürmekten ziyade oralara hizmet etmiş ve insana insan olmanın değerini vermiştir.
            İşte yemen örneği bunlardan yalnızca biridir.  Yemen’deki ilkokullarda Kur’an-ı Kerim, Tecvid, İlmihal, Türkçe, Hesap, İmla, Ahlak, Hüsn-i Hat, Sarf ve Esma-i Türkiyye verilmesi kararlaştırılmıştır. Hatta Yemenli bazı çocuklar daha iyi bir eğitim için İstanbul’a gönderiliyorlardı. Bu meseleye çok büyük ehemmiyet veren ve bunu teşvik eden Sultan İkinci Abdülhamid Han, bu konuyla yakından alakadar oluyordu. Nitekim 1903’te, Sultan Abdülhamid Han’ın talebi ile Yemen’den 83 talebe adayı İstanbul’a gelmişti. Sağlık kontrolleri yapılan bu talebelerin 33’ünün yüksek mekteplerde, 16’sının ilkokullarda, 28’inin sanayi mekteplerinde tahsilleri uygun görülmüştü. Hastalığı tespit edilen 6’sı ise Hamidiye Etfal Hastanesi’ne sevk edildiler.
            Eğitim ve öğretim sisteminin, bir toplumun yükselmesinde yahut geri kalmasında önemli bir rol oynadığı gerçeğinin gayet farkında olan Osmanlı Devleti, memleketin bu en uzak köşesi Yemen’de bile, sistemli bir programın takip etmiştir. Takip edilen sistemin de çağa ayak uydurabilmesi ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilmesi için çok büyük gayret ve fedakârlıklar göstermiştir.

AHMET CEVDET PAŞA’NIN MAARİF RAPORU:
            Bize anlatıla geldiğine göre Osmanlı, son dönemlerinde fen ve matematiğe önem vermediği için geri kalmıştır. Hatta bazılarına göre bu, yıkılma sebebidir. İşte bu tür anlatıların maksadı ‘Osmanlı fen ve matematiğe önem vermeyip, sadece dini ilimlerle uğraştığı için yıkıldı’ intibaını vererek insanları dini ilimlerden uzaklaştırmak, sadece fen ve matematiğe yani maddiyata yönlendirmektir.
             Ahmet Cevdet Paşa ahirete irtihal etmeden iki sene evvel Maarif meseleleriyle ilgili bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda klasik Osmanlı tarih bilgilerini alt üst eden bilgiler mevcuttur. Yıllarca çığırtkanlığı yapıldı ki; Osmanlı fen ve teknik dersleri aksattığı için geriledi. Hâlbuki Cevdet Paşa işin aslının hiçte böyle olmadığını, eğitim sistemindeki eksikliklerden dolayı (bu eksiklik sonucunda, dini ilimlerin ders programlarında azalması ve yerine fen ve felsefe derslerinin almasıdır) itikadı bozuk talebelerin yetişmeye başladığını, Devlet-i Aliye, esasını din üzere kurmuş olduğundan, mevcut durumun ilerisi için pek vahim görünmekte olduğunu ifade etmiştir. Ahmet Cevdet Paşa’nın raporda sunduklarını bugüne uyarlayacak olursak, eğitim insanlara sağlam bir inanç ve itikat vermelidir. Bunu vermeyen eğitim ‘başa bela’ olacak nesillerin yetişmesine zımnen destek olmuş demektir. ‘Başa bela’ nesil deyince o günün neslini dahi fevkalade edepli bulan bizler, acaba şimdiki nesle nasıl bakmalıyız.

SON SÖZ YERİNE:
Muallimlere, gelecek nesil sizin eseriniz olacak diyenlere buradan seslenmek isterim: ‘Neslinizi gördük ve görmeye devam ediyoruz. Siz bir de Asım’ın Neslini görün! Namusunu çiğnetmeyen, değerlerinden verilecek tavizi ölmeye tercih eden o kutlu nesil.
O Kutlu Nesle selam olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder