Dağ Destanı/Mustafa Alper Taş



herşey dağların ortasında oldu
böylece sevindik bir gelenin olmasına
sisler içinde
ormanın hışırtısına
aldanmadık

ya dağ değilse
şu akıp giden nehirlerde
denize doğru

başka bir şeyse gülmemizin nedeni
yeşil kurbağalarsa örneğin
ya da yaslandığında bir ağacın
ölümsüz gölgesine
boynundan aşağı süzülen
teri bir annenin

su dediğin de akmalı
sevinmeli bir şeyin gelmesine
sesiyle önce
sonra acıkmış balıkların gürültüsüyle
uykusuz balıkların gürültüsüyle
içine elma ve ekmek düşüren
ve giden bir şeyi olmalı
suların

yine güzel bir günde
mızraklarla ve uzun demirleriyle cesaretin
her şeyin çimenlerinin üstünde
yenilmek için ölüme

bir dağın ortasını bekleriz

 

BAKKAL MUZAFFER(1951-2017) / Teyfik KARADAŞ

Bakkal Muzaffer kıvırcık saçlı, uzun boylu, siyah gözlüklü bir adamdı. Çocukluk yıllarımdan beri onu hep üzerindeki çizgili gömleği, kareli ceketi ve petrol mavisi pantolonuyla hatırlarım. Köyümüzde başka Muzaffer isimli insan olmadığı halde, köy halkı ona yaptığı işten dolayı Bakkal Muzaffer derdi. Bizim köyde bakkal dense Muzaffer, Muzaffer dense bakkal akla gelirdi. Muzaffer abi hiçbir şeyi kendine dert etmez, en sıkıntılı günlerinde bile yüzü gülerdi. Radyo, televizyon ve gazete haberleri günlük olarak takip eden kültürlü bir insandı. Siyaset başta olmak üzere pek çok konuda söyleyecek sözü olan, bölgemizdeki entelektüel kişilerden biriydi. Köyümüzde yaşayan büyüğünden küçüğüne bütün insanlar onu severdi. O da köy halkının tamamına saygı duyardı. Kısacası Bakkal Muzaffer; giyimiyle, kuşamıyla, fiziki yapısıyla ve sosyal yaşamıyla adam gibi adamdı. Bakkal Muzaffer köyümüzde benzeri olmayan otantik bir insandı.

Muzaffer abi dayısı Kara Hamza’nın evinin alt katındaki dükkânda bakkallık yapardı.  Muzaffer abinin bakkalının sağ tarafında okul, ön tarafında köy meydanı ve sol tarafında cami vardı. Anlayacağınız Muzaffer abinin bakkalı köyün tam merkeziydi. Bakkalın eni üç, boyu on metre kadar vardı. Bakkalın kapısı ve tahtadan yapılmış tarabası açık mavi renge boyanmıştı. Bakkalın rafları da tahtaydı. Bakkaldaki nohutlu, pijamalı, çikolatalı şekerler cam kavanozların içinde saklanırdı. Köyümüzdeki başka yerlerde cam kavanoz olmadığı için dört-beş yaşlarında bakkalın önünden geçerken içi şeker dolu cam kavanozlar dikkatimi çekmişti. Hele tahta kasaların içindeki lokumlar ve şeker sucukları çocukluğumuzda her gün rüyalarımızı süslerdi. Karton kutuların içindeki gofretleri ve kaymaklı bisküvileri gördükçe ağzımız sulanırdı. Elimize yirmi beş kuruş para geçtiği zaman hemen Muzaffer abinin bakkalına koşardık. Muzaffer abi yirmi beş kuruşu alır, bize iki bisküvi arasında bir tane lokum verirdi. Köyümüzün bütün çocukları alış-veriş yapmayı Muzaffer abinin bakkalında öğrenirdi. Muzaffer abinin bakkalından cıncık gülle alarak sokakta gülle oynamak en büyük eğlencemizdi.

O zaman çay sigara gibi tekel ürünleri piyasada pek bulunmaz, kara borsa satılırdı. Muzaffer abi Tekelden aldığı az miktardaki çayı ve sigarayı köyün hepsine eşit miktarda dağıtmaya çalışırdı. Fakir insanların ihtiyaçlarını karşılar, veresiye defterine yazar, hiç kimseyi eli boş çevirmezdi. Borçlu insanların hiçbir zaman onurunu rencide etmezdi. Verenden alır, vermeyenin borcunu belli bir süre sonra silerdi. Köyümüzde kahve, çay ocağı gibi mekanlar olmadığı için köy halkının hepsi Muzaffer’in bakkalında toplanırdı. Köyün su, arazi, telefon gibi bütün sorunları orada tartışılırdı. Köy ile ilgili haberler oradan yayılırdı. Konu komşu arasındaki husumet orda çözülür, barış orda sağlanırdı. Muzaffer abinin bakkalı bazen meclis, bazen mahkeme salonu, bazen haber merkezi olurdu. Şakalaşmalar, iddialaşmalar bile Muzaffer abinin bakkalında vukuu bulurdu. Bir iddialaşma sonunda Avşar Bekir’in iki kilo lokumu tek başına yediğine tanık olmuşluğum vardır. Bu cepheden baktığımızda da Muzaffer abinin bakkalı köyün tiyatro sahnesiydi. Muzaffer abi bakkalına gelen her insanın hatırını sayar, hiçbir surette kimsenin gönlünü kırmazdı.

Köyümüzün gelenek ve görenekleri de güzeldi. Düğünlerde gündüz güreş yapılır, gece sinsin ateşi yakılırdı. Bayramlarda topluca mezarlığa gidilir, yaşlılar ve hastalar ziyaret edilirdi. Büyükler küçükleri sever, küçükler büyüklere saygı gösterirdi. Ufak tefek hukuki sorunlar karakola, mahkemeye gitmeden köyde çözülürdü. Köyümüzdeki bütün insanlar birbirine güven duyardı. Bizlerde böyle güzel, böyle kaliteli sosyal bir iklim içerinde büyüdük. Köyümüzün bütün kültürel ve sosyal zenginliklerini hücrelerimizin içinde hissettik, içinde yaşadık. Ben on beş yaşına geldiğimde lise eğitimi için köyümden ayrıldım. Üniversite tahsili, iş hayatı derken uzun süre köyümden ayrı kaldım. Yaz tatili veya yıllık izin için köyüme her geldiğimde bir sosyal veya beşerî eksiklik olduğunu görmeye başladım. Örneğin bir geldiğimde Döngel Mağaralarındaki şelalenin suyunun kesilerek hidroelektrik santraline verildiğine, bir geldiğimde düğünlerde sin sin ateşinin yakılmadığına tanıklık ettim. Gördüğüm her eksiklik beni derinden derine üzüyordu. Van’da öğretmen olarak çalıştığım yılarda yaz tatiline geldiğimde Muzaffer abinin bakkalı kapatıp, çocuklarını okutmak için şehre göçtüğünü öğrendim. Artık uğruna destanlar yazdığım, suyunu içtiğim, havasını teneffüs ettiğim, içine doğduğum, içinde yaşadığım Döngel Köyü benim için yaşanmaz bir hal almıştı. Belki de annem, babam ve akrabalarım orda yaşamış olmasalardı bir daha Döngel’e ayak basmazdım. Ailemin köyde yaşaması nedeniyle yine de gelip gitmeye devam ettim. Bakkal Muzaffer’in köyden göçmesinden duyduğum üzüntüyü kelimelerle ifade etme imkânım yoktur. Muzaffer’in köyden göçmesi, Biz Ali’nin vefat etmesi gibi bir çok hadiseyle ilgili duyduğum üzüntüleri dile getirmek için “Köyümün Tadı Kalmamış “ isimli bir şiir yazdım. Yazdığım bu şiiri de yıllar sonra Gölbaşında yayınlanan Gölkent Gazetesindeki köşemde yayınlandım. Şiirin ilk dörtlüğü;


                                                                     

‘’Duydum ki ölmüş Hürüce

Biz Ali vardı ki nice                                                

Muzaffer şehre göçünce

Köyümün tadı kalmamış” şeklindeydi.

Cumali dayım Gölbaşı’na ziyaretime gelmişti. Gölbaşından dönerken Köyümün Tadı Kalmamış şiirinin yayınlandığı gazeteden birkaç nüsha alıp köye götürdü. Dayım Gölbaşından Kahramanmaraş’a giderken yolda şiirin ilk dörtlüğünü ezberlemiş. Maraş’a gelir gelmez Muzaffer abinin manav dükkanına giderek benim yazdığım şiirin ilk dörtlüğünü ezbere, diğer dörtlüklerinde gazeteden okumuş. Muzaffer abi şiiri duyunca çok duygulanmış, gözlerinden yaş gelmiş. Dayım köye vardığımda Muzaffer abiyi ziyaret ettiği anda yaşadığı duygusal hikâyeyi bana anlattı. Ben de dayımı dinleyince çok hüzünlendim. Aynı yılın ilkbahar mevsimiydi. Yine köye ailemi ziyarete gitmiştim. Günlerden Cuma, vakit akşam üzeriydi. Muzaffer abi köydeki evinin bahçesinde çalışıyormuş. Benim arabamı görünce birdenbire bahçe duvarından atlayarak yola indi. El kaldırarak benim arabamı durdurdu. Bana hoş geldin hocam dedi.

Ben-“Sağ ol, Allah razı olsun Muzaffer Abi” dedim.

Muzaffer Abi-“Hocam bana beste yapmışsın “ dedi. (Bizim köyde yaşlılar şiire beste derlerdi)

Ben-“ Evet şiir yazdım Muzaffer Abi” dedim.

Muzaffer Abi-“ Ne yazdın hocam” dedi.

Ben de Köyümün Tadı Kalmamış şiirinin ilk dörtlüğünü ezbere okudum. Şiiri okurken “Muzaffer şehre göçünce” dediğim anda Muzaffer Abi göz yaşlarını tutamadı. Bana sıkıca sarılarak “şehre de göçmesem çocukların adını televizyonda okutamazdım hocam” dedi. Bende Muzaffer abinin bu sözü üzerine ağlamaya başladım. Çünkü Muzaffer abinin oğullarından biri özel bir televizyonda çalışıyor, o televizyonun bazı Programlarının sonunda arşiv Eşref Küçük yazıyordu. Muzaffer abinin bu durumdan gurur duyduğunu ifade etmesi beni fevkalade etkiledi. Muzaffer abi beni akşam yemeğine davet etti fakat anamın bana akşam yemeği hazırlamasından dolayı davetini kabul edemedim. Yoluma devam ederek babamın evine gittim. O gün Muzaffer abinin haleti ruhiyesin den nasıl etkilendiğimi anlatamam. Muzaffer abinin diğer çocukları da yükseköğretim görmüş, belediyeci, öğretmen, polis ve avukat olarak vazife yapıyorlardı. Muzaffer abinin çocuklarının başarısından değil Muzaffer abi, köy halkının kahir ekseriyeti gurur duyuyordu.

Büyük çocuklar göreve başlayınca Muzaffer abi tekrar şehirden köye göçtü. On beş yıl kadar bağ ve bahçe işleriyle uğraştı. Köyün sosyal ve kültürel işlerine öncülük etti. Bundan üç yıl önce yakalanmış olduğu amansız bir hastalık nedeniyle fani dünyadan ahirete göç etti. Muzaffer abinin cenaze törenine binlerce seveni katıldı. Cenaze töreninde göz yaşları sel oldu. Arkasından dualar edildi, Fatihalar okundu…

Hayatı ansiklopedi yazacak kadar renkli olan Muzaffer abi atmış altı yıl süren kısa ömründe imkânlar ölçüsünde büyük işler başardı. Arkasında altı hayırlı evlat, kendisini saygıyla yad eden, ruhuna Fatiha okuyan binlerce dost bırakarak bizlere veda etti.

Ruhu şad, mekânı cennet olsun.

Muzaffer abinin yaşamı sizlere örnek olsun.

HAYAT VE KELAM / Hasan EJDERHA








 

I

Gel demek mi, ekmek mi? Oysa darası var kapların

Bilmediğin menzillere doğru yürürken ayakların

Ne hikmetse, hikmete uyarlı saatler durdu; kudurdu para

Yara kabuk olmadan merheme durmaz; buyurmaz gökler

Bebekler bile bir gün siğim siğim ağlamayı bekleyecekler

Anneler: Cümle ipleri, cümle dualarla geleceğe ekleyecekler

İçlerinde biriktirdikleri Ali’ yi, kentlere kaptırmadan şairler

Dağıttılar şehrin çocuklarına ve sevindi Mushaf eri çocuklar.

 

Kâğıt paralar yakar şehrin delileri; rengârenk kâğıt paralar

Naralar duyulur beyninde âdemin arşa yükselen naralar

Sular akar, söğüdün yeşili serinletir dervişleri; onlara yol helâl

Melâl denizinde yolcular, katıldılar çığlıklarına denizlerin

Sizin hangi dağlarda çığlığınız var? Hangi denizdeki çığlık sizin?

 

Hâlâ çağrıya uyarlıysa adımları, yolcuların ve karıncaların

Cezbe içinde belirir hedefleri, alın hizasında ansızın

Kızların ve yıldızların şarkısına meftun bebekler

Göklere ve yıldızlara ve aya bakarak annelerini bekler

Hazırlansın nineler ve kuşlar ve çiçekler ve gök ekinler

Anneler ile bebekleri topladıkları yıldızlarla gelecekler.

 

Kitaba ve çaya doymadan göğe baktı şairler bir daha

Dehâ gerekmez acı türküleri emzirmek için dehâ

Kayboldu bulutlar; kalem ve kâğıt ve kitap sustu ansızın

Sızım sızım sızladı aynalar, mısraların koynunda

Boynunda asılı cüzleriyle yürüdü tarihin çocukları

Boncukları kıskandı tespihler, yollara dizilmiş boncukları.

 

Kentlerde olacaklar için kim suçlar şairleri ve maliyecileri

Dilencileri bile tutmuş yakasından o yüksek binalar

Onlar ki kitapları, sanal kitaplarıyla sınarlar, sınayacaklar

İşte kitaplara posta koyan dev bu, bekliyor çatmış kaşlarını

Gencecik insanlar haykıramadan ölecekler mi göklere aşklarını?

 

II

Ay saçlarını tararken gördü olanları, yıldız bileklerinde süs kızların

Ayak sesleri duyulur âdemin içinden, gönlüne doğru gider yol

Tufan geldi gelecekse yap hazırlığını; tufanın Nuh’u sen ol

Ey İstanbul! İçinde akça kuşların olduğu bir masal oku yetimlere

Sonra okunan hatimlere şahitlik etsin ulu Eyüp Sultan

Gülücükler saçsın âleme kuşlar; rahmet öpsün anlımızdan.

 

Buyurdu sahibi zamanın: ezanın takibi başka, namaz başka

Aldı selamı dervişler yüreklerinde binlerce tazim

Aşka doğru eğildi âdem: “Sübhâne rabbiyel-azîm”

Ya Rab senden gelen her şey lütûftur bana, razıyım

“Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâhil Aliyyül Azîym”

 

Küçüktü, büyüdü, sonra aşkı bekledi âşık Medine

Bir şairin rüyasına girince, ansızın geldi kendine

Vecdine vecd geldi, yolcular kendisine yürüyünce

Kuşlar bulutlarla havalandı birden dağlar irkildi

İnce, ipince bir tel titredi derinden ve insan bildi.

 

Ayet ayet okundu aşkın tarihi, yeniden okundu

Âdemin alnına dokundu aşk; bir daha dokundu

Koydu başını huzura: “Sübhane rabbiyel a'lâ”

Ey gönlümün aşk şelalesi! Çağla şimdi, durma çağla

Âşıklara yol olsun cezben, ser gönül yollarına, yan ağla

İşte yana yana aradığın kapı, şimdi o kapıya dayan ağla

Doya doya iç şimdi bu çeşmeden, susuzluğuna kan ağla

Dost kervanında yol göründü sana, sonsuzluğuna uyan ağla.

 

Ey yar! Ne bahtiyarlıktır cümle ateşlerle yüreğini dağlamak

Ya Rab! Ne büyük bir şifadır sevinçle göklere bakıp ağlamak.

 

 

 


İMTİHAN / Muhammet NACAROĞLU

İmtihan dönemecinde yaşanan ahir
Bütün yollar kapanmış tek çıkış Allah bir

İblisin gözü üzerimdeymiş kimin umrunda
Gönlümün arzusu yalnız cemali aşkta

Ecdadım Âdem olmadı hain
Gözyaşında nurlandı varlığında yarin

Ruhuma yakışmaz nankörlük etmek
İmtihan bu, yardan gelen her şeye amenna demek

Yok olduğumu hiçlik deryasında kavradım.
Şeytanın nefsimde var olma isteğini anladım

Allah’ım bu aciz kulu affeyle
Mülkünde edep ile başım eğildi öne. 

 

Sevmek Çiçekleri / Mustafa Alper Taş


bir rüzgâr esiyor
aylardan haziran
bir bakmışım
ellerin sıcak mı sıcak

en güzel kuruyan
gününde karanfilin

bir hamle geceye
ama yorgunuz
çeşmeler kadar
hepimiz hazirandayız

çaylar daha sıcak
sesinin billur afişi
yüreklerimizde
bir rüzgâr estiriyor

sevinçle uzanılan
kapılarda güzelliğin
yağmurlu bir havuz gibi
çağırıyor uyanmaya

ben de öyle
bilmezden geliyorum
senin ikindilerini


 

Hidayet Bağcı'nın TAŞLARA DOKUNAN SESLER Kitabı / Hasan KEKLİKCİ

Yoldaki Kalemler internet sitesinde yazıları yayınlanan ve şahsen tanıdığım Hidayet Bağcı kardeşimiz, ilk kitabı olan “Taşlara Dokunan Sesler” adlı eserini imzalayıp göndermiş. Nazik düşüncesi için teşekkür ediyorum.

Her ne kadar yazılarının birçoğunu Yoldaki Kalemler İnternet sitesinde, ekrandan okumuş olsak da tüm yazıları baştan sona bir kitapta, kâğıttan okumak apayrı bir duygu. Teknoloji okura; kitabın kokusunu verecek, sayfa çevirmenin zevkini tattıracak bir icat bulamadı hâlâ.

İlâhiyât Yayınlarından çıkan kitap; iki bölüm, on sekiz hikâye olmak üzere toplam seksen yedi sayfadan oluşmaktadır. Edebiyatın başkenti Kahramanmaraş’tan çok güzel eserler çıkıyor son yıllarda. Bunlardan; Hasan Ejderha’nın Sokakbaşı romanı, Ali Avgın’ın Han Duvarları/Kalbe Düşen Kor romanları, Mehmet Gözükara’nın Seyyah Yazar/Gezeken Gördüklerim ve Alın Çıkını, Abdulhakim Eren’in Kendi Penceremden/Beş Ünlü Ozan; Hüseyin Burak Us’un şiir kitabı Kim Geldi Penceresi ilk aklıma gelenler. Tabi ki bunların dışında çok güzel kitaplar da okuyucuyla buluştu şehrimizde.


Kapağı açıldığı andan itibaren araya ayraç konmadan, geri kapatılmadan zevkle okunup bitirilecek güzel bir eser meydana getirmiş Hidayet Bağcı.

Taşlara Dokunan Sesler’i okurken; Ali Ayçil’in Yenilgiden Dönerken, Şükrü Erbaş’ın İnsanın Acısını İnsan Alır, Filibeli Ahmet Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl, Ferîdüddîn Attâr’ın Mantıku’t Tayr’ı gibi kitaplar gelip geçiyor insanın aklından. Nurullah Genç çıkıyor bir anda karşınıza: “Çatlıyor da mezarım dışa vuruyor beni, /Terâzi, rüveydaya divân kuruyor beni…” diyor. Ve “Fezayı bağlayarak yorgun kanatlarına/bir güvercin uçurup kıtalar arasından…” diye en baştan başlamak istiyorsunuz o an. Bir bakıyorsunuz elinizde doksan dokuzluk bir tespih, bir bakıyorsunuz parmağınızda firuze taşlı altın bir yüzükle şükür tespihi çekiyorsunuz otuzüçlük. 

Tabi ki kitabı baştan sona anlatmak olmaz ama öyle güzel cümleler var ki buraya aktarmadan geçmek haksızlık olur. Sonra; biz bu müstesna cümleleri yazalım ki siz kitaptan okuyunca, daha önce tanışıp sevdiğiniz bir dost bulmuş gibi mutlu olasınız. “Biraz olsun uyumak dinlendirirdi, zihnindeki başı ağrıyan cümlelerini.” diyor Hidayet Bağcı ve bir anda kendinize geliyorsunuz. Başınızı neyin ağrıttığını aslında başınızda ağrıtacak bir şeyin olmadığını, ağrıya sebep olanın “başı ağrıyan cümleler” olduğunu anlıyorsunuz. “Ben de otobüse binerken kalbimin bir cebine evimi diğer cebine ise zamanı aldım. Tek kişilik mi kart geçirmeliyim yoksa üç kişilik mi?” Otobüse kaç kişiyle bindiğinizi çözmeye çabalıyorsunuz bir an. “Kimi camlarda gözyaşı varken mutluluk gelmiş silmiş o hüzünlü lekeyi, kimisi azimle elde ettiği başarıyı diğer camdaki lekelere anlatırken bir diğeri “o kadar sevinme sadece koru başarını!” diyerek takdir ediyordu.” diyor Camdan Hikayelerde.

Camdan Hikayeler; Ferhat Ağca’nın İki Kapılı Bir Otobüs hikayesini hatıra getiriyor ilk anda. Aklınız bir şehirde bir halk otobüsüne gidiyor. Fakat Ferhat Ağca gördüklerini, Hidayet Bağcı düşündüklerini, daha doğrusu hayal ettiklerini kaleme alıp yazıya dökmüş. Henüz yayınlananı görmedim ama inşallah Camdan Hikayeler yazılmaya devam eder ve günün birinde kitap olarak önümüze gelir.

 “Her güzellik dua ile başlar” diyor Taşlara Dokunan Sesler -4’ün başında.

Oradan ilham alarak Taşlara Dokunan Sesler’in okuyucusunun çok olmasını ve yeni kitaplarının bir an önce okuyucusuyla buluşmasını can-ı gönülden temenni ediyoruz.

 

SONBAHARIN İHTİLALİ / Samet YURTTAŞ

Duvağını kaldırmış sonbahar

Bekliyor

Soylu bir yağmurun alnından öpmesini

Karıncaların devleşen adımları

Haber veriyor

Yağmurun ardından kalacak enkazı

 

Güneş ellerini çekiyor yavaş yavaş

Gökkuşağı yaprak döküyor



Titriyor gölgesinde düş kurduğum ağaç

Rüzgar dokundukça tenime 

Vuruyor beynime sarkaç

 

Toprak kabaran bir deniz oluyor 

Silindikçe döşünden insanın ayak izi

Susmuş gökyüzü

İzliyor

Sonbaharın yaptığı ihtilali