DEMLENMEK VARDI/Musa YILDIZ










gülün adı
gülümün adı
demlenmek
dokunamadan saçlarına
gözlerinde boğulmadan
hayatın kırağında
demlenmek vardı.

fikirperest ülkesinden kovulan
bir meczubun acısıyla
tutuklu bir ağıdın kenarında
sensiz sakin
ama asi
demlenmek vardı.

hasır konforundan uzakta
diz çöküp
boyun büküp
bir kapı eşiğine yüz sürüp
kuru yaprakların zikir kuşağında
demlenmek vardı.

gülistan olmuş fikir tarlasında
demlenmek vardı.

TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN SON GÖZYAŞI.../Cüneyt CESUR

Ötüken Günlüğü
         Bugün Nevzat Kösoğlu'nun ölümünün birinci sene-i devriyesi. Allah rahmet eylesin.
Ben Nevzat Hocayı “Kitap Şuuru” isimli kitabı ile tanıdım. Ramazan aylarında Sultan Ahmed Camii avlusunda ramazan aylarında düzenlenen kitap fuarının 6.sında aldığım kitabını o günden beri elimden hiç bırakmadım.
Kitabı neden nasıl aldığımı da şimdi hatırlamıyorum. Bir dost mu, abi mi tavsiye etmişti bilmiyorum. Ama ben kitabı alırken Nevzat Kösoğlu’nu tanımadığımı iyi biliyorum. Daha sonra öğrendim ki kitabın ilk baskısı 1984 yılı imiş ve daha önce de başka bir kitabı yayınlanmamış. Kitabı aldıktan sonra büyük bir muhabbetle bağlandım ve en hissi anlarımı “kitap şuuru” ile paylaştım. Evime gelen misafirlerime ki gelenlerde hep fikir dostlarımdı zaten, bu kitaptan denemeler okumaktan büyük keyf aldım.
Bu denemelerle tabiri caizse ülkücülüğümüzü tazeledik.
Kafamız ülkücülükle çakır keyf oldu.
Özellikle “687. Yılın ardından Ertuğrul Gaziye Haber” başlıklı yazı ile çaresizliğimizi kimsesizliğimizi atamıza şikâyet ettik.
“Fetih ve Zaman”la o meşhur İstanbul fethinin uğultusunu bıkmadan usanmadan dinledik.
“Zaptiye Ahmet” ile dostluğun, vefanın ve adanmışlığın hazzını yaşadık.
“Nesillerin Yalnızları” ile ülkücülüğün zaten yalnızlık olduğunu ve bu yalnızlığın ne mübarek bir kuşanmışlık olduğunu hissettik.
1986 yılında okuyucusu olduğum ve ondan sonra da bütün kitaplarını okuduğum Nevzat Kösoğlu’nu canlı olarak ancak 2012 yılında gördüm. Kahramanmaraş Türk Ocaklarının davetlisi olarak katıldığı sohbetinde dinlediğim Nevzat Kösoğlu’nu biraz yorgun görmüştüm ama hasta olabileceği hiç aklıma gelmemişti.
Yakın zamanda yayınlanan, “Nevzat Kösoğlu’nun Ardından” isimli hatırat kitabının ilk sayfasındaki resmi görünce zihnim Maraş’ta ki sohbete gitti. O günkü hali bu fotoğraftaki gibiydi ve o an anladım ki bu güzel insan hasta imiş ve aslında uzun yıllar emek verdiği insanlarla ve yine bütün hayatını müdafaa ettiği vatan coğrafyası ile veda gezisine çıkmış. Çünkü o sıralar Kösoğlu, birçok vilayette sohbet toplantılarına katılıyordu ve bu benim çok duyduğum bir hal değildi. Hatta zaman zaman bu insan niye sohbet toplantılarına katılmıyor diye düşünmüşümdür. Yine belirtmeliyim ki o sohbeti dinlerken de niçin bu işler daha evvelinden yapılmamıştır diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Şimdi hissediyorum ki sohbet etme, nutuk atma işin bahanesi idi ve rahmetli öleceğini bildiği için hayatını vakfettiği, uğruna uzun yıllar mücadele verdiği memleket ve bu memleket davasında omuz omuza yer aldığı insanlarla hem iade-i muhabbet, hem iade-i ziyaret etmiş hem de helalleşmek istemiş. 
Biz onu çok sevdik.
Yaptıklarına bakınca ve onsuz geçen bir yılın ardından düşündükçe şimdi Nevzat Kösoğlu kim diye sorulursa o bir Türk'tü ve ömrünü Türklüğe vakfetmiş bir vakıf insandı ve bunun içindir ki Türk milliyetçiliğinin son gözyaşı idi demek isterim...
Şimdi muhtemelen Tanrı dağının zirvelerinde vazifesini yapmış olmanın verdiği huzur ile Atsız ata ile beraber türkü halkası kurmuş oturuyorlardır. Tanrı bizi de o güzel insanlarla o halkada buluştursun...
Ruhu şad olsun...

***

MÜSLÜMANLAR KAHRAMANINI ARIYOR

Ötüken Günlüğü 

İki yüzyıldır bu coğrafyada her şey sahte. Bu kadar sahteliği yapanlarda kurtarıcılarımız. Hepsinin beslendiği kaynak çıyanların, sırtlanların sütü. Bu sütü bozukların yaptıklarını ise hep ahali çekiyor. Yani bizler...

İki yüzyıldır bütün Türk memleketleri (Yemen'den başlayıp Kafkasya'ya ve Doğu Türkistan'dan başlayıp Bosna'ya uzanan bu muazzam belde) acı içinde, zulüm içinde, gözyaşı içinde...

İki yüzyıldır bizi bize öldürtüp sırtlanlar, çıyanlar kazanıyor. Kerkük'te, Halep'te, Bağdat'ta, Bosna'da, Hakkari'de biz ölüyoruz, onlar kazanıyor. Kerkük'ten, Basra'dan giden petrol oradaki çocuklarımıza geri kan olarak dönerken, Paris'te ki, Londra'da ki çocuklara mutluluk olarak akıyor...

İki yüzyıldır olan bu saçmalığa kim dur diyecek Allah aşkına. Müslümanlar bu kadar aptal, bu kadar şaşkın, bu kadar salak durumuna düştüklerinin farkına ne zaman varacaklar. 

İki yüzyıldır kardeşi kardeşe kırdıran bu ucuz oyunu bozacak bir kahraman nesil ne zaman gelecek. Cinsi cibilliyeti ne olursa olsun bizi bu zulmün içine itenlerin, bizim hiç birimize hayretmeyeceğini görmek için iki bin yıl mı gerek?

İki yüzyıldır bizi birbirimize düşürenlerin bizden binlerce arşın uzakta olduklarını ama bizim birbirimizle komşu köylü olduğumuzu, komşu şehirli olduğumuzu, komşu memleketli olduğumuzu ne zaman göreceğiz? Ne zaman anlayacağız bu bir din savaşı ve biz "onların dinine girmedikçe onların bizden razı olmayacağını"...

İki yüzyıldır bizden görünerek bizi idare edenlerin onların askerleri olduklarını ve esas vazifelerinin aramızdaki kardeşliğe kast ettiklerini ve aslında biz iki yüzyıldır batılılar tarafından idare edildiğimizi ne zaman göreceğiz?

Bu gidişle hepimize yazık olacak ve Allahın huzuruna çıkmaya yüzümüz kalmayacağını ne zaman anlayacağız?

NEYLEDİN / Mine GÖKTÜRK



Ben Seni başımın tacı bildim 
Duamın miracı bildim
Gönül yaramın ilacı bildim
Sen beni neyledin

Namerde muhtaç eyledin
Hal bilmeyene hallac eyledin
Sen beni neyledin

Başka kapı hiç bilmedim
Müdüründen başka mühür bilmedim
Senden gayrısına eğilmedim
Sen beni neyledin

Eyleme gayri beni
Sahipsiz bırakma köleni


***
BELLİ DEĞİL










Ağlıyorum
Yaş benim değil.

Söylüyorum
Söz benim değil.

Dikenler batıyor
Gül nerde belli değil.

Alem yanıyor
Âdem belli değil.

Korkuyorum
Halim hal değil.

Halimden anlayan var mı
O da belli değil.



***
SEN GİBİ












Nevbaharı bekleyen bir dal gibi
Deryayı arayan katre gibi
Dünyaya pervane olmuş ay gibi
Beklemekteyim, aramaktayım, tutkunum
Bir güzele sen gibi

Ruhuna teslim beden gibi
Yusufa hayran Züleyha gibi
Süleyman'a âmâde rüzgar gibi
Teslimim, hayranım, âmâdeyim
Bir güzele sen gibi

Dağların kaldıramadığını yüklenen
Yükünün altında ezilen
Kendini ateşe atan
Hadsizim, çaresizim, pervaneyim
Bir güzele sen gibi


***
GEL













Âlemi sarmış bir duman
Can yanmıyor artık yanan candan
Farketmez ne mekân ne zaman
İnsan isterse her zaman insan

Mâbudun yolunda mahlûka uzanan bir kol
Doğruluktur tek doğru kime sorarsan sor
Bu yolda gidene bitmez pusu
Yolda gidenin ibadettir uykusu

Sağ gözün sol göze faydası yokken
Kimse tutmazken düşenin elinden
Bir ses diyor ki yüreğinden
Gel ne olursan ol gene gel

Kimi zaman perdeler secde
Kimi zaman secdedir perde
Bilmek istersen kendini nerede
Gel ne olursan ol gene gel


***
SENİN YANINDA











Kuyunun dibinde çakıl taşıyım
Yusuf bana bakar gibi
Ateşin içinde odun parçasıyım
İbrahim'e serin sular akar gibi

Gece kara ben geceden de kara
Yakışır mı senin gibi latife kara
Saklanmışım bir avuç toprak arkasına
Bakıyorum İsa'ya bakan sarhoş gibi

Ey güneşi, arzı feleğin
Ey şefaatçisi cemîi cümlenin
Ey sahibi Muhammed ümmetinin
Bakıyorum evladına sana bakar gibi

EY YÂR/ Nezir KUMLAY













Ey gönlümün sultanı, eşgimin yadigarı,
Gözden uzax eyleme, yaxşı saxla vügarı,
Galbimi dağlama sen, Köroğlu’nun Nigar’ı,
Garip ellerde galan menim tikanlı gülüm,
Tebiete gaytarım, gafesteki bülbülüm.

Eşgde sabit-gademlik şerbetini içirttin,
Seni üretken seven dostlarını incittin,
Nebi’nin Hecer’i tek, menim yanımda cüttün,
Bunlar oldu beyhude ömür geldi dayandı,
Melek-il Mevt gelmeden bütün galpler de yandı.

Eger ki bayatı desem, alemler ağlar,
Ayrılığın derdini bilip çekenler ağlar,
Dosttan galbi inciyen, olar nigaran ağlar,
Gözlerimi yollarda goyma cananım betsi,
Feslimiz gış feslidir, tez gel gar yolu kesti.

İlahi naçaram men, galpler uzah yol gısa,
Emrin ile Süleyman ulaşmıştı Belkıs’a
Ta San’a’dan götürüp gelmişti Kudüs’e,
Bele bir gavuşmağı mene de nasip eyle,
Canım o zaman al, hüsnüne vasıl eyle.
                       

***

RIZA










Esme ey nesimi-bi-vefa söndürme çerağımı,
Kesme menim bu yolumu dosttan gelen sorağımı

Gönül dosta vuslat için mesirede seyreyliyer,
Dosta vuslat olmasa ger, firakında gör neyliyer?

Yanan gönül arasa da pervane tek şem’i daim,
Men isterem dostun yüzün, istemenem cennet naim

Ağlar goyma meni ey dost, tut elimden çıxart yola
Sen baxmazsan bu yüzüme garibin halı nola?

Gece gündüz zikrim sensen, talebim rızandır ey dost’
Maksudum muradım sensen, dünya-ukbam sensen ey dost!

                                                                                     

GÖNLÜ GENİŞ, AK SAÇLI İHTİYAR TÜRK’E/Ferhat AĞCA

“Türkü dinlerken size itidal tavsiye ediyorum Ahmet Bey…”

Öncelikle Fakire ve Türk gençliğine yapmış olduğunuz fikirli tavsiyeler için teşekkür ediyorum.

Yola çıkmadan, yazıya ya da derse başlamadan önce türkü dinleme tavsiyenizden ve kutlu cuma sohbetinde ara ara yapmış olduğunuz tavsiyelerden bahsediyorum.

Sizi türkü dinlerken haddim olmasa da biraz gözlemledim.

Siz yerde otururken sanki başınız tavana değiyordu, ruhunuz sanki bedeninizden ayrılmıştı, aklınız ise bumerang gibi yerinden fırlayıp Şeyhşamil'e, Orhan Gazi'ye ve fakire gıdalı fikirlerle vurup vurup dönüyordu.

Nizam-ı Âlem Türk'ü şair Fazlı Bayram, mızrabını sazın teline değil de kalbinizi saran kılcal damarlara vuruyordu sanki.

Ama ben size haddim olmayarak itidal tavsiye ediyorum...

Çünkü; Bırakın Tıp, ziraat, mühendislik fakültelerini, edebiyat fakültelerinden mezun olanlar bile “seher yeli türküsü”nü şerh etmeden, “mihrali”nin hikayesini, “drama köprüsü”nü bilmeden mezun olacaklar okullarından.

Size itidal tavsiye ediyorum. 

Çünkü; Tarkan konserinde alanı hınca hınç dolduran kızlı erkekli kalabalığın arasında, Tarkan'a yakın olma 'kızıl elma'sıyla birbirlerini ezme pahasına birbirlerinin üzerine çıkarak haykıran Türk kızları "Kırmızı Gül" türküsü'nü şerh etmeden asker anası olacak bu ülkede.

Size itidal tavsiye ediyorum.

Çünkü; Dükkan ehli sizin vasiyetinizi yerine getirirken; birisi çıkıp: "utanmıyor musunuz kardeşim cenaze başında saz çalıp türkü söylemeye!" diyecek ve sizin bir hayaliniz Türk töresine kurban gidecek.

Ama siz yine de umutsuzluğa kapılmayın. Bu fakir ne yazmadan anlar ne de yazandan. Elbette bu kutlu meclisin, hocalarımın, ağabeylerimin ve sizin kıymetinizi bilen gençler gelecektir. O gün, düşlediğiniz gibi bin yıllık şanlı Türk Toplumu'na hizmet edeceklerdir.


(Bu yazı sizin; fakirin seviyesine inip fakiri muhatap almanızdan doğan bir dertleşmedir.)

VURUŞMA (Hasan EJDERHA-Şeyhşamil EJDERHA)


VURUŞMA-1

Gecenin ardından geliyor gece
Bir gün gece bitince
Yine ardımdan gelecek, gece
            (Şeyhşamil EJDERHA)
***
Gündüze gecenin rengi değince
Doğrulup yeniden hazırlan güne
Güneş çaresiz göğe baş eğince
Geçmişin olarak hesap ver düne
                   (Hasan EJDERHA)
***
Hesap vereceğim elbet o güne
Belki bu gün, belki yarın gelince
Ay sessizce gökten yere inince,
Sen hesap ver heybende ki güne
              (Şeyhşamil EJDERHA) 
***
Yeğen şair, sözler gönle değince
Sürurunu bulur kalbim ince ince
Amcan göçüp de göçün yükleyince
Dönmeden yürüyesin hep sözünce.
                        (Hasan EJDERHA)


VURUŞMA-2

Duydum ki geceleri yar etmişsin
Camdan bir duvarı didar etmişsin
Kitaplara yüz çevirirsen bil ki
Kendi elinle intihar etmişsin.
                  (Hasan EJDERHA)
***
Gece ile beni ihtar etmişsin
Aşk ile beni dildar etmişsin
Kitaplardan yüz çevirmeyince
Duydum benim ile iftihar etmişsin
(Şeyhşamil EJDERHA)


Y/AZIK/Fazlı BAYRAM




tütün kağıdı kabuğu şiirleri XVIII





cümleten y/azıklar olsun
cümleten selamun aleyküm gibi
ama öyle değil şöyle :

gel denildiğinde gitmeyecek olan var mı aranızda
akılla kalbin savaşında
kalbe yenilmeyeniniz var mı?
gelmeyeceğini bile bile
it gibi beklemeyeniniz var mı?
vurulup vurulup dönüp kalbura
bir kurşun daha sevgili
kor yangınlar içindeyken
ah bir ataş ver demeyeniniz var mı?
var mı ulan artık yan bakamaz olmayanınız
cümleten y/azıklar olsun öyleyse.


KENTLİ İNSANLAR -1-/Bekir BÜYÜKKURT

/Apartmanda yaşıyorlar/
Avluya açılan evlerimiz vardı. Yüksek duvarlı, kapısında iki tokmağı olan, ahşap kapının üzerinde insanları güneşten veya yağmurdan koruyan çatısı olan, cephesi caddeye veya çıkmaz sokağa bakan evlerimiz… Evlerimizin mimari yapısında kıble, merkezi referans kaynağıydı. İbadet ederken, yatarken, otururken, sokağa çıkarken, hâsılı her an kıbleye göre belirlerdik hayatımızı. Adına beyt, hane, menzil veya mesken derdik. Mesken derdik zira orada huzur ve sükûnet içerisinde yaşardık. Avlu, bizim için dış dünya ile ev hayatında bir geçiş alanıydı. Dışarının tüm yüklerini avluda bırakır ve öylece girerdik saadet ve huzur kaynağı olan evlerimize.
Garblıların gıptayla baktığı yerlerdi avlular. 1835'te İstanbul'a gelen İngiliz seyyah ve romancı Miss Julia Pardoe, bu avlular için; "Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet'in bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı." itirafında bulunmuştur. Özenilecek hallerden üzülünecek hallere düşmek, kültür ve medeniyet köklerinden koparılmış milletlerin makûs talihi olsa gerek.
Tabiatın yaşadığı bahçelerimiz vardı. Toprağı severdik. Topraktan geldiğimizi ve neticede toprak olacağımızı tefekkür ederdik oralarda. Hoplaya-zıplaya koşardı çocuklarımız bu bahçede. Zira koşması, oynaması gerekirdi. Toprağa basar, böcekleri görür ve meyve-sebzelerin nasıl yetiştiğine şahit olurdu çocuklarımız. Bilirdi ki meyve-sebze bakkallarda(artık bakkallarda kalmadı ya, hayırlısı!) yetişmiyor. Bir meyvenin olgunlaşma safhalarına an be an şahit olur, sabır ve tahammülü öğrenirdi çocuklarımız. Ve olgunlaşmak için emek vermek, beklemek gerektiğini. Böylece hayatı yalnızca teorik malumatlardan öğrenmez, bizzat hayatın kendisiyle iç içe olarak, yaşayarak öğrenirlerdi. Dokunmak ve hissetmek… Herhalde bugün eksikliğine en çok muhtaç olduğumuz iki kutlu mefhum…
Apartman, birden fazla katı olan ve her katında bir veya birden fazla daireye sahip konutu ifade eder. Apartmanlar için getirilecek yeni bir tanım ise; “para hırsının kuşattığı imar faaliyetleri” tanımıdır. Çok daireli apartmanları, barındırdığı aile sayısıyla orantılı olarak sokaklara da benzetebiliriz. Lakin apartman kültürü ile geleneksel manada sokak kültürünü eşit tutamayız. Sokak kültüründe var olan komşuluk ilişkisi güven, hoşgörü, vefa, kardeşlik gibi kadim medeniyetimizin köklü kavramlarını beraberinde getirirken; apartman hayatında bu gibi değerler yerini kuşku, güvensizlik, ilkeli olma gibi modern kavramlara bırakmıştır.
Uzak beldeleri sıla-i rahim amacıyla ziyarete çıktığımızda kapı komşumuza anahtarı bırakırdık geçmiş zamanlarda. Arada bir evi kontrol etmesini, bir aksilik olup olmadığına bakmasını isterdik. Ya da çocuklarımızı emanet ederdik komşularımıza bir-iki saatliğine bakması için. Zira komşu; kardeş, ağabey, abla, amca, dayı, teyze, hala, nine-dede demek, komşu her şey demekti. Apartmanda kaç kişiye evimizin anahtarını veya daha da önemlisi çocuklarımızı emanet edebiliriz ki?

Apartmanı çocukların hayatında bir dönüm noktası olarak değerlendirebiliriz. Fıtratı itibariyle hareketli olmayı gerektiren çocuklar, eğer apartmanda çok hareketli yaşıyorsa bu hal çok uzun sürmeyecektir. Zira on dakika sonra alt daire sakini sizi güzel bir dille ikaz edecektir. Bu durum çocuğun fiziksel gelişimini olumsuz etkilediği gibi, iç âleminde de birtakım olumsuzluklara sebebiyet vermektedir. Aslında apartmanda yaşayan çocukları bu bağlamda birer “mahpus” olarak da görebiliriz. Paketlenmiş, mahpus çocuklar… Çocuk denecek yaşta hapis hayatı yaşamak, bu çocukların gelecek yaşantılarında onulmaz yaralara yol açacaktır. Evet, iyileşemeyecek yara neredeyse yok denecek kadar azdır. Lakin her yara derin olsun ya da olmasın elbette iz bırakacaktır.

HÜZNÜN ARKA SOKAĞI/Burak KARLANGIÇ

                                                                                                            



Merhaba Ya Şehri Maraş...




Ah Destin!
Yüreğimin yangın yeri
İçinden çıkılmaz hüzünlerin sığınağı
Kendi halime bırak beni
Sana mı kaldı
Hüzünlerin solan çiçeğini sulamak
Neden ben Destin
Dünyada bu hüzünleri yaşaması gereken
Onca insan varken 
Neden ben?

İşgal altında bedenim
Hücrelerim
Düşüncelerim
Bu dünyaya ait bütün zerrelerim
Ne olurdu bende düşünmeseydim
Sapanla tanka taş atan çocuk
Şüphesi yok imanından.

Ah Destin 
O çocuğu da rahat bırak
Beni de artık
Belki de senin yüzünden
O kadar insan yanıyor
Senin yüzünden hüzünleniyor.


BAYRAĞIM‏//İbrahim TOPALDEMİR










Atamın ezelden ebede yâdigarısın
Kefenisin evladına, anamın yâdısın
Uğruna giden canlarımızın ayânısın
Hilâlinle yücelttin ecrini vereceğiz

Aybüke duruşun nazlıdır içimi yakar
Mahsun bıraktılar belli ki yıldızın solar
Milletim al çehreni öpüp alnına koyar
Uğruna öldük uğurunla yükseleceğiz

Mavilikten çıkıp şehit kanına büründün
Üç hilâl olup da üç kıtada hüküm sürdün
Aheste süzülürken göklerde hep hürdün
Yerin çeşm-i cihandır bir daha dikeceğiz

Acılar şimdi tozlu kitaplarda haykırır
Yere vurduğum her saban kemik kaldırır
Hain el sana dün gibi bugün de saldırır
Tek tanığı sensin senden dinleyeceğiz

BİR GARİP TÜRKÜ/Ferhat AĞCA









Bir asırdır mola vermiş bir Türküdâr ve bir asır ara verilmiş bir Türkü.

Belki bir Diyarbekir türküsü, belki Kerkük, belki bir Yemen türküsü.

Mehterler vurulan, Gülbanklar çekilen bir garip türkü…

Doğu Türkistan’ın, Saraybosna’nın, Yemenin, Musul’un özlediği bir Türkü.

Sakarya iyi bilir bu türküyü, Tuna iyi bilir, viyana kapıları iyi bilir, Kerkük’teki bakkal amca, Gazze’deki yetim çocuk, Şam’da kepenk kapatmış esnaf iyi bilir bu türküyü.

Bir yol verse Türküdar;  hatırlayacak herkes bu türküyü. Kan kokusundan yüreği yananlara su serpecek, Albayrağa susamış çöllere tohum ekecek.

Bir çalsa; başı okşanacak Gazze’deki bir yetimin,

Bir çalsa; kepengi açılacak Şam’daki bir berberin.

Yetmez mi bir asırlık akort…

Teller yerine oturmadı mı? Mızrap bulunmadı mı?

Hicaz’da, Kudüs’te ezan okundu! Cemaat bekler!  Bir yiğide hasret çöller bekler!

Vursun davullar, çalsın zurnalar! Yükselsin Musul’dan Kerkük’ten zılgıtlar…

Döşensin keçeli raylar, son sefere yetişsin Hasan amcalar…

Sussun tüm kâinat…

Essin bir bad-ı sâbâ, uğrasın semti Haremeyn’e, selamını arz etsin  Anadolu’nun; RESÛLÜSSAKALEYN’e

HASTALIK/Şeyhşamil EJDERHA



Bir hastalık dünyanın pençesinde
Kartal gibi keskin gözleri
Yaşlanmış, yorgun, yorulmuş yaşamaktan
Sessizliğin gölgesinde matem
Yurt tutmuş yüreği
Yeşermekte bir umut var madem
Niçin ağlıyor sessizlik gölgede
Akıtıyor kan dolu sözleri
Sanki kurşun, havada ağır
Hüküm cübbesi altında hükümsüzlük
Kaplıyor damarları.

Damarlardan sıcak kan akacak
Kalemdir bu yüzü çizen
Puslu, kırık bir kalem
Şiirin tuttuğu dem
Bozulmaz bu boşlukta
Bozulmaz şiir olur her şey
Sallanır durur bayraklar göklerde.

Gözlerde karanlığın izi
Hastalık sarmış, kaplamış benzi
Kıyıya vurur kelimeler
Kelimelerde düşünce
Düşüncede dil
Dilde kerpeten, çivi üstünde incir
Çekirdeğinin her birinde fikir
Zikir olur gönülde
Ey Şeyhşamil!
Yeter ki sen kendini bil.

                                   22/05/2014

DEVA/Murat TÜRKMENOĞLU













Şehrimin sokakları gül kokar,
Tenimde bir bıçak yarası
Bu koku devadır ancak bu yaraya
Sonra karanlık kalkar,
Perde açılır, her şey anlaşılır
Yâridir, dolaşır sokakları
Bir ben hislerim,
Bir ben bilirim,
Bir ben koklarım.


BAŞTACI (!) / Adem YAĞMUR

Babamla birlikte gelmişti. Oturma odasında başköşeye kuruldu. Birkaç kişi ile birlikte içeriye ancak girebilmişti sanki korumaları gibiydi yanındakiler; ama onlar sonra gittiler.

Koyu tenli, boy ve kilo oranı birbiriyle uymayan sıska bir tipi vardı.

Evimize ilk defa gelen bu konuğu görünce çok şaşırmıştım. Babam; “Evladım! Bu bizim konuğumuz, misafirimiz, yakınımız   velhasıl   baş tacımız.” Dedi

Baş tacımız mı?

Babam artık eve her zamankinden daha erken geliyor, gelir gelmez de hemen onun yanı başına oturuyordu. Hatta onun tam karşısına değil de yan tarafına oturarak bizim de konuğumuzun söylediklerini ve davranışlarını daha net görmemizi istiyor, arada bir de “Bak bak! iyi dinleyin “diyerek bizim dağılan dikkatimizi toparlamaya çalışıyordu.

O, konuşmaya başladığında babam gözlerini ondan alamıyor, hiç sesini çıkarmıyor arada da kahkaha atarak gülüyordu. Önceleri edeple tebessüm eden babamın tebessümlerinin şimdilerde kahkahaya dönüştüğünü görüyor şaşırıyordum. Konuşmaları ise öyle çok önemli konular değildi; hep neşeli şeylerden bahsediyorlardı.

Oturduğu, daha doğrusu kurulduğu başköşeden hiç kalkmaz, herkes beni dinlesin der, hiç durmadan konuşur, dinlemeyenler olsa da onlara hiç mi hiç aldırmaz konuşmaya devam ederdi. Farklı farklı sesleri çıkarma yeteneği vardı; kadın, erkek, çocuk, hayvan hatta bunların ses tonlarını bile değişik şekillerde çıkarabiliyordu.

Babam sabah kahvaltısını onunla birlikte erkenden yapardı, oysa önceden hep beraber yapardık kahvaltımızı. Annemin dediğine göre kahvaltıda önemli haberler veriyormuş, aynı evde kalıyoruz nerden alıyor bu haberleri bilemiyordum. Annem ve ben bu durumdan iyice rahatsız olmaya başlamıştık, ben bütün bu olanları anlamaya çalışıyordum ama annem rahatsızlığını yer yer belli ediyordu.

           - Bey artık yüzümüze bakmaz oldun bir kusurumuz mu var acaba! diye babama imâlı bir taş atsa da babam oralı olmuyordu.

         - Yok canım siz de abartmayın artık ayıp oluyor ama…

Akşamları artık misafirliğe gitmez olmuştuk. Babam da eve pek misafir almıyordu. Birkaç kez evimize konuğumuzu ziyarete gelenler oldu ama baş konuğumuzun olduğu yer de kimseye söz sırası gelmiyordu. Hatta ve hatta kimsenin söz hakkı dahi yoktu. Bu ziyaretten ne gelen misafirimiz bir şey anlamıştı ne de biz bir şey anlamıştık.

Aslında konuştuğu şeyler bize yabancı konulardı. Yaptığı şakalar ve neşeli konularda bizim gülmemizi hedeflese de   ben çoğu zaman utanıyordum.

Evdeki yemek kültürümüzde yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Bize hep farklı lezzetler tatmamızı tavsiye ediyordu, babam da bunları bir emir gibi anlıyor annemden bu tavsiyelere uyması için ısrar ediyordu. İtalyan usulü makarna, Rus salatası, tarator, beşamel sosları, hatta annemin ismini bir türlü söyleyemediği “Suşi”.

Annem ısrarlar neticesi farklı lezzetleri deniyordu ama ortaya çıkan sofraya gelmeden çöpe gidiyordu, hatta Suşi denemesi en çok mahallenin başıboş kedilerine yaramıştı.

Tavsiyeler uzayıp gidiyordu: Sedir de oturmayın, çekyat ve divan oturma takımları, sekiz kişilik yemek masası ve yemek takımları, konsol, etajer, vitrin derken evin şekli iyice değişmişti. Amerikan mutfağını ilk defa duyan annem; “Oturma odası kokudan geçilmez” diyerek babama itiraz ediyordu. Dolayısıyla babamın ödemekte iyice zorlandığı taksitler neticesinde de yer sofrasındaki yemek adeti yerini aynen muhafaza etmişti.

“Hey dostum! Kopmuşsun iyice, dünyamıza dön” diyen bir sesle uyandırıldığımda babamın gülen yüzüyle karşılaşmıştım. Duyduğum sesler babama mı aitti yoksa rüya mı görmüştüm bu durumu ayırt edememiştim.

Annemde artık babama kayıtsız kalamamış ilk başlarda şakadan da olsa daha sonraları alışkanlık haline gelen tuhaf konuşmalarına şahit oluyordum. Sabahları annem babamı yollarken “Çüüüz, görüşüçüüüz” diyerek uğurluyor babam da başparmağını yukarı doğru kaldırıyor, diğer dört parmağını da yatay bir şekilde katlayarak bu hareketine birazda tebessüm ekleyerek evden ayrılıyordu.

Evde yalnız kaldığım bir zamanda salondaki konuğumuzdan bilmediğim, bana yabancı gelen kelimelerle çok ilginç bir şarkı duyunca hemen salona koştum. Alışık olmadığım bir tarzda çok hareketli bir parça seslendiriyordu. Hoşuma gitmeye başlayınca ritmine ayak uydurmaya başlamıştım. Kendisine bakarak yaptığı hareketleri aynen tekrar ediyordum, ellerimi çırpıyor, dizlerimi öne doğru bükerek yarım daire çiziyor, topuklarımı havada birleştirecek şekilde zıplıyordum. Çok hoşuma gitmişti söylemesi bittikten sonra ne olur bir daha söyle diye ısrar ettim ama beni dinlemedi.

 Yavaş yavaş onu sevmeye başlamıştım, ilerleyen günlerde bana öyle masallar anlatmıştı ki anlattığı her şeyi aklımda tutabiliyordum. Arkadaşlarıma dinlediklerimi anlatırken bütün ayrıntılara dikkat ediyordum. Sanki bir film şeridi gibiydi her şey…

 Her akşam babam annem ve ben onun karşısından ayrılmıyorduk. Sadece bana “Artık saat 21.30 oldu sende bütün çocuklar gibi yatağa girmelisin.” deyince babamın kaş göz işaretiyle annem beni yatağa götürüyordu.

 Zaman çok hızlı akıp geçiyordu. Bir cumartesi günü öğleden sonra babam konuğumuzu ani bir hareketle hiç konuşturmadan tuttuğu gibi kapının önüne koyuverdi. Annem de ben de çok şaşırmıştık. Çok kısık bir sesle “Baba ne yapıyorsun, yapma” diyebildim ama sesimi duyuramamıştım.

 Benim için tek gözlü sevimli bir devi andıran konuğumuzda arkasına bakmadan ve de babama hiç direnmeden çıkıverdi evimizden. Oysa babam onu çok seviyordu. Hayatımıza bir farklılık katmıştı. Ne oldu da bu hale gelmiştik. Bu durumu o hiç mi hiç hak etmemişti.

Babamın bacağına sarılıp pantolonunu çekiştirerek “Baba ne olur onu bizden ayırma ben onu çok seviyorum.”  diye yalvarınca, babam bana doğru iyice eğilerek gözlerimin içine baktı ve şefkatli bir ses tonu ile;  “Biraz sabırlı ol yavrucuğum.” dedi.

Birkaç saat sonra aynı şekilde giyinmiş iki adamın kolları arasında birisi geldi ve içeriye girerek salondaki baş köşeye önceki konuğumuzun yerine kuruldu.

Babam; “Evladım artık bundan böyle yeni konuğumuz bu olacak” dedi. Babamın bu konuşması beni çok şaşırttığı gibi iyicede heyecanlandırmıştı.

Salonda konuğumuzun tam karşısına geçerek onu baştan ayağa incelemeliydim. Bu konuğumuz öncekinden biraz farklıydı. Öncekinin dışa doğru çıkık olan gözünün yerine bunun gözü gözlüğünün çerçevesine iyice uyumlu, öncekinin ahşap kasasının yerine bu gri boyalı plastik kasalı düğmelerine basmadan uzaktan kumanda ile çalışan açıldığında bize renkli bir dünya sunan aynı zaman da bize öncekine nazaran geniş bir bakış açısı kazandıran yetmiş ekranlı konuğumuz eskisini kısa sürede unutturmuş, baş konuğumuz daha doğrusu baş tâcımız olmuştu.


***
GÜZ MEVSİMİNİN BAHCIVANI

Geldiğin mevsimin sonu kışın habercisi idi. Kışın ortasında gül mü yetiştirilir hocam?
Bahçeler dikenli çalılarla dolu. Eğer çalı varsa, bu toprak gül de yetiştirir; bahçıvan olmasını bilmeli. Güz mevsimleri sabır ister, bedel ister. O beklenen nevbaharların müjdecisi sen olmalıydın.

Toprağın bağrına ne sundun da kabul etmedi. Mütevaziliğin, toprağı kıskandırıyordu. Dikenlerin meyvesi gül olmalı, kokusu sen olmalıydın.

İlk tanışmamız saçlarımdaki ellerinle olmuştu, sonra o ışıltılı gözlerin... “Bir mumun ışığı ne kadar ışıtır ki?” demişlerdi. Sen diğer mumları yakmak için geldiğini söylüyordun. Ne kaybedeceksin ki ateşinden, nar-ı beyza sen olmalıydın.

Bir dünya vermiştin kalbinin haritasından, o haritanın sınır boylarını arşınlamaya çalışıyorum hâlâ. Ardında bıraktığın uçsuz bucaksız bu dünya sen olmalı, sonsuzluğun çizgisini sen koymalıydın.

Büyük projelerin yoktu belki ama sermayesi sevgi olan ummanlar gibi engin bir yüreğin vardı. Gözlerinden, yüreğime akan ince bir sızın vardı. Sensizliğinde cansızdım ama can sızım sen, sen olmalıydın.

İlmek ilmek dokunan bir nakış gibi gönlüme dolan onulmaz bir akış vardı. İşlenen gergefin kasnağında nadide bir bakış vardı. Adı sendin, sen olmalıydın.

Yakana bir gül takarsın sen gül olur, gül kokarsın ama sen bir bahçıvan olmalı her bahçeye bir gül olmalı, bütün alem gül kokmalıydı. Fikirlerinin kokusunda sarhoş olmuştum, ben bu yüzden öğretmen olmuştum.

Ne güzel günlerdi seni dinlemek; bazen hissiyatına kement vuramıyor gözlerinin bendi yıkılıyordu. Hep sağlığında söylediğin gibi ‘’okşanmamış bir baş, alınmamış bir gönül kalmasın’’ diyordun. Sana gelmek istiyorum, gönlümü okşaman yeter. Yüreğinden bir parça ver de şu ten kafesim hamallıktan kurtulup hissiyatını taşısın.

Seni gören gözlerle görüşüyorum bazen, bilmediğim ayrıntı hatıraları dinliyorum. “Herkese selam verirdi’’ diyorlar. İlk defa görenler, tanımayanlar onunla biraz hasbihâl edince “sizi bir yerlerden tanıyor gibiyim’’ derlerdi. Senin de, benim de tanımadığımız birisi cenaze defnedildikten sonra orada bulunan birkaç kişiye şöyle diyordu: ‘’Hocam vefat edinceye kadar onu tanımamıştım, ne kadar büyük bir insan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ben köyde yaşıyorum, maddi durumu iyi birisi değilim hatta veliler toplantısına geleceğim zaman bile sıkıntıya giriyordum. Benim öğrencime velilik yaptı, her ihtiyacında çocuğum onu aradı ama onunla bizzat tanışmak cenazesine gelmemle mümkün oldu.’’

Ey kutlu yolun yolcusu; hâlâ gezdiğin sokaklarda ayak izlerini arıyorum, üzerinden seneler geçmiş olsa da bıraktığın izlerin derinliğinde yol alıyorum, onları kimse kolay kolay silemez. Yol yordam bilenler bulabilir o izleri.

Gül kokusu ellerinden öpüyorum öğretmenim.



***
BAYRAM

Öykü
                                                                                                           Aziz TAN hatırasına

Aziz dostu ziyarete gidiyoruz. Tan yerinin kızıllığı dağılmaya yüz tutmuş, güneş  yüzünü henüz göstermeye başlamıştı. Çamurlu yollarda arabamızla ağır aksak ilerliyoruz. Sol tarafa yönelince yolların daha bir bozuk olduğunu fark ediyoruz ama olsun hocamın yürüdüğü ve bize gösterdiği yolun güzelliğiyle ona varmak istiyoruz.

‘’Hocam,  Bayram biraz da  gezip tozmak  değil midir?’’

‘’Bilmem;  sana  seslendirdiği   şey, senin  ona yüklediğin manaya bağlı bence.’’

Akşamdan yeni ayakkabıları yastığımın başucuna koyduğum ve bir türlü uykunun tutmadığı bayram öncesi arife günlerini anımsıyorum. Arabadakiler biraz sonra kesecekleri kurbanları konuşurken ben onlardan izin almaksızın ayrılmıştım çocukluğuma. Herkesin en yeniyi bulduğu günlerin yaşandığı bayramların tadıyla ıslanıyordu damağım. Anneler akşamdan hazırlıklarını tamamlayarak en erken vakitte kalkmanın hesabını-kitabını yaparken ben bayram sabahı giyeceğim; hep bir numara büyük olan ayakkabım ve her zaman seneye de giyer denilerekten alınan biraz büyük giysilerimin hayalini kuruyorum.

Şeker gibi olacak yanaklarım, çünkü elini  öptüğüm büyüklerimin hepsi de yanaklarımın tadı konusunda aynı şeyleri söylüyorlardı. Bense, el öpme törenlerini  hızlı bir şekilde yerine getirerek hatta tatları konusunda bir değerlendirmeye dahi girmeden bana verilecek paranın miktarını merak ediyordum. Bazen şekerle geçiştirenler olsa da birazcık  gözlerinin  içine bakarak  bekleyince  birkaç kuruş  parayla da teselli bulduğum oluyordu.

‘’ Hocam, yanlış yola girdik galiba yol iyice daralmaya başladı.’’

‘’Hayır hayır doğru yoldayız, keşke mezarlığa  giden yolları daha güzel yapsalar.’’

Hocamın mezarı Hakkari'nin en hakim noktalarından birinin yamacında, şehrin her tarafından görülüyor sanki bu güzel beldeyi gelecek belalardan korumak için burayı mesken tutmuş. Doğup büyüdüğü  şehre meftun birisiydi. Biliyorum ki; bu durum sonsuza kadar iki  sevgilinin bakışmasından, göz göze gelmesinden başka bir şey olmayacak. Yamaca her baktığımda bana, kalbime bir şeyler fısıldıyor, doğrudur manasında başımı öne eğiyorum.

Seni gören gözlerle görüşüyorum bazen, bilmediğim ayrıntı hatıraları dinliyorum. ‘’Herkese selam verirdi’’ diyorlar. ilk defa görenler, tanımayanlar onunla biraz muhabbet edince ‘’sizi bir yerlerden tanıyor gibiyim’’ derlerdi.

Senin de, benim de tanımadığım birisi cenaze defnedildikten sonra orada bulunan birkaç kişiye şöyle diyordu: ‘’Hocam vefat edinceye kadar onu tanımamıştım, ne kadar büyük bir insan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ben köyde yaşıyorum, maddi durumum yoktu hatta veliler toplantısına geleceğim zaman bile sıkıntıya giriyordum. Benim öğrencime velilik yaptı, her ihtiyacında çocuğum onu aradı ama onunla bizzat tanışmak cenazesine gelmemle mümkün oldu. Allah ondan razı olsun.’’

Gezdiğin sokaklarda ayak izlerini arıyorum,  üzerinden bir sene geçmiş olsa da   bıraktığın izlerin derinliğinde yol alıyorum, onları kimse kolay kolay silemez. Yol yordam bilenler bulabilir o izleri.

Sahafları dolaşırken  kitap almak için Ahmet bey’e uğradım. Ben sormadan senden bahsetti: ‘’Kitap almaya gelen öğrencilerden parası yeterli olmayanlar için onlar fark etmeden kitabı ver diye işaret ederdi. Çocuklar gidince paranın kalan kısmını öderdi. Hatta bir gün yine ziyaretime gelmişti, kitaplara göz atıyordu. Ben de müşterilerle ilgileniyordum, hocamın orada olduğunu unutmuştum. Bir kız öğrenci dersiyle ilgili Rıyazüssalihin isimli bir kitap almak istedi ama yeterli parası yoktu. Ben de bu paraya verirsem zarar edeceğimi  söyledim, öğrenci mahzun bir eda ile kapıdan çıktı gitti.

‘’ Ne yaptın sen!’’ demesiyle hocamın orada olduğunu fark ettim.

‘’Eğer öğrenciye o kitabı verseydin ve ondan güzellikleri öğrenseydi ne kadar iyilik etmiş olacaktın. Onu mahrum ettin eğer o çocuk  bundan sonra bir günah işlerse o günahtaki payını unutma!’’

Hocam verseydim zarar ederdim diyecek yüzüm kalmamıştı. Dayanılmaz bir ağırlık üzerime çökmüştü. O öğrencinin peşinden koşup kitabı eline vermek için artık çok geç kalmıştım zira akşamın karanlığı onu da beni de  sır perdesi gibi örtmüştü. 

Sabah ezanları seni hatırlatıyor bana, zira en son ayrıldığımızın vakti idi. Şimdi yine sana geliyorum hem de sabahın ilk ışıklarıyla. Sadece susmak ve seni dinlemek istiyorum. Belki de ‘’anlatacağım bir şey yok, sana arkamda bıraktıklarım yeter!’’ diyeceksin, olsun suskunluğun zikrini tekrar dinlemeye  geliyorum.  Ne güzel günlerdi seni dinlemek; bazen hissiyatına kement vuramıyor gözlerinin bendi yıkılıyordu. Hep sağlığında söylediğin gibi ‘’ okşanmamış bir baş, alınmamış bir gönül kalmasın’’ diyordun. Sana geliyorum, gönlümü okşaman yeter. Yüreğinden bir parça ver de şu ten kafesim hamallıktan kurtulup hissiyatını taşısın.’’ 

Yol kalabalık, arabalar bulabildikleri küçücük yerlere park etmişler. Mezarlığın önünde arabalardan kalan boşlukları da çocuklar doldurmuş,  eve yeni gelecek misafirlerden haber almışlarcasına  bekleşiyorlar. Arabadan inince çocuklar etrafımızda haleleniyorlar. İçlerinde tanıdık simalar var, öğretmenim diyerek yaklaşıp el öpmek isteyenler oluyor. Çocuklarla beraber ilerliyoruz. Hafif yükseltisi olan taş duvarın bitiminden birkaç basamak çıkınca mezarlığın kapısından  içeriye adım atıyoruz. Yolun çamuruna inat bembeyaz bir mekâna giriyoruz. Olması gerektiği gibi yeni hayatlarına beyaz sayfalar açmışlar buranın sakinleri. İki gün önce yağan kar, mezarlarında yatanları  yorgan gibi sarmış. Bazı mezar yerleri kaybolmaya yüz tutmuş, mezar taşı adeta: ‘’Bir yakınım kalmadı’’ dercesine mahzun mahzun yüzümüze bakıyor.  Aşağılarda yer kalmamış, sana doğru  tırmanıyorum. Ben yokuş çıkıyorum sana doğru gelirken, sen ise şenler yokuşlardan aşağıya  iniyordun Rabbine doğru yürürken. Benimki zahmet  seninki rahmet dolu bir yürüyüş. Sırtından çıkan kurşunların sayısı sekiz dediler. Her birini âli değerlerine sıkmışçasına  basmış tetiğe.

Birkaç gün takip etmiş ama sadece yürüdüğün yolları arşınlamış, karşı karşıya gelseydi ihtimal ki engin bir deniz olan gönlünde kendine de yer bulacak belki de eriyip gidecekti. Göz göze gelmeye cesaret edemediğinden sırtından nasiplenmiş kirli ellerin kurşunları… 

Şimdi misafirinim, buyurun deyişinle herkes etrafında sükûta ermiş dervişler gibi seni dinlemeye koyuldu. Sessizliğinle başlar öne doğru eğilmiş, kimi gözler nemlenmişti. Arkadaşlardan birisi Yasin okuyor, seninle beraber biz de dinliyoruz. Sonra bir diğeri felak, nas ve devamında el Fatiha. Amin! Biliyorum ki yerin güzel, biliyorum ki güzeller güzeliyle berabersin. Sen güzeldin.

Ellerinde her biri farklı renklerde poşetlerle şeker toplamaya çalışan çocuklar, mezarların arasında geziniyorlardı. Hiçbirisi daha günaha bulaşmamış birer melek misali mezarlığa rahmet yağmasına sebep olan çocuklardı bunlar. Mezarlar evlerin hemen yanı başında, arada sadece patikadan bozma, bir arabanın geçeceği kadar  bir yol var; ölümle hayatın iç içe olduğu ince bir çizgi gibi.

Mezarlığa ziyarete gelenlerin ellerinde şeker paketleri ve peşlerinde mahallenin çocukları, birer şeker daha koymak poşetin içine başka gayeleri yok... Ellerine biraz büyük gelen poşetlere göre şekerler oldukça küçük... Onların şekere olan düşkünlüğünü bahane eden Rabbim, bu masumiyet timsali günahsız yavrucakları bizlerle birlikte mezarların arasında dolaştırıyor. Bayram onlar için mezarlıkta şeker toplamak olmuş.

Öğrencilerimden bazıları da etrafımda kümelenmiş, bayramlaşmak için sıraya girmişlerdi. Herkesle tek tek bayramlaşırken,

Sidar: ‘’Öğretmenim! Siz de mi bayrama geldiniz?’’ Bu soru bana ilginç gelmişti. Onun gözlerindeki bayram anlayışına dalmıştım. O bana bakıyor bir cevap bekliyor bense onun bayram gibi gözlerinde kayboluyordum.

‘’Evet, evet ben de bayrama geldim, ben de bayrama geldim!’’

Hocam, sana gelişimin farkında değildim ama bunun bayram olduğunu söylüyordu bu küçük melek.                                                                                             


***
KÂBUS

Hâlâ uyuyamamıştım; yatak sanki bir mezarlığı andırıyor, ne sağa nede sola dönebilecek mecalim var. Kabrimde sıkışmış kalmışım.
               
Gece lambası odayı aydınlatmak yerine her yeri kızıla boyuyordu. Bütün renklerde koyu kan kırmızısı hâkimdi.
              
Gençliğim şu daracık evde geçti, ömrüm su gibi akıp gidiyor ve hayattan hâlâ bir tat alamıyorum.
              
Uyku nöbetleri arada bir gözlerimi yoklasa da nafile, yorgunluğum kesintiye uğruyor. Bu gece pusulası çalışmayan bir geminin dümeninde, bir sağa bir sola savrulup duruyorum.
         
 Helezonlar beynimi iyice yormuş,  gözlerim o girdapların içinde döne döne kıpkırmızı olmuştu.
           
Yorganı kafama iyice çektim, gece lambasını düşünmek istemiyordum. Artık kapkaranlıktı dünyam; ama bu sefer de nefes almam problem oluyordu. Olsun, olsun varsın, içerisi her zaman dışarıdan iyidir.
           
Galiba uykum geliyor, nefes alıp vermem yavaşlıyordu, tamam artık uyuyabilecektim, uyumalıyım.
          
Gözkapaklarım iyice ağırlaşmıştı, evet evet oluyordu sonunda; birazcık sağ tarafıma döneyim böylece daha rahat uyuyabilirim.
          
Yatağım, duvarın kenarında kalın bir sünger ve yün bir yorgandan oluşuyordu. Sağ tarafıma dönememiştim hâlâ, hadi bir gayret daha yorganla birlikte dönmeliyim. Çok hızlı bir hareketle yatağın dışına çıktığımda kafamı, nasıl olduysa yere vurmuştum.
         
“Aman Allah’ım!” diye bağırmışım farkında olmadan.
        
 ‘’Ne oldu yavrum?” diye beni uyandıran annemin eli üzerimde, bense hâlâ yatağın içerisindeydim. Gördüğüm rüya beni iyice içine çekmişti.
       
 --- Yok bir şey sen uyu anneciğim!
         
 --- Dur sana bir bardak su getireyim çok terlemişsin, yorganını bu kadar başına çekmene gerek yok yavrucuğum.
       
Bir bardak su, ab-ı hayat misali ölümsüzlük iksiri gibi geldi. Bu nasıl bir bileşim, bütün vücuduma anında etki etmişti. Yorganı göğüs hizama getirdim, birazcık olsun uyumuştum ama düşüncelerimin labirentleri beni kötü bir rüya beldesine sürüklemişti.
              
 Kötü hayâllerin failiydim artık, gecenin kaçıydı acaba? Saate bakmak için doğrulmaya çalıştığımda başımın ön tarafında acı bir ağrı hissettim; ne olabilirdi ki; galiba her şeyi sorun ettiğim için başım ağrıyordu. Elimle alnımı ovalamaya başladım; evet rahatlıyordum, birazcık şişlik vardı. Bu habis ur acaba ne olabilirdi.
                 
Ovaladıkça dağılan bir şeyler vardı alnımda; ağrıya benzer, iyice dağılıyor yüzüm boynum derken bütün vücuduma yayılıyordu. Bir rahatlama hissetmeme rağmen bedenimdeki tuhaflıklar sürgüne başlamıştı. Galiba kuruntularımı devleştiriyordum. Elimi alnımdan çektim. Zira bu durum, içimi kemiren bir kene halini almıştı.
                
Aynı odada olmamıza rağmen uyku mırıltıları kol geziyor mekânımızı ama benim beynim zonkluyor, evde uyumayan kimse yok, lâkin ben uyuyormuşum gibi…
               
Bir anda kendimi lavaboda buldum, ışığı yakmaya önceleri cesaret edemedim ama sonunda korka korka yaktım.
           
 Hadi aç gözlerini ve bak aynaya sana ne olmuş. Karanlığa alışmış olan gözlerim ve göreceğim kötü bir manzara beni şimdiden panik odalarına hapsetmeye hazırdı. Elimle gözümün birini kapatarak diğerini birazcık açtım, bu sefer de ayna buğulanmış hiç bir şey görünmüyordu. Evet, şimdi açabilirdim gözlerimi zira karşımda buğulu bir ayna vardı. Bu sihirli camı silmek istemedim bir süre, önce ismimin baş harfini aynaya elimle yazarak kendimi yavaş yavaş görmek istedim.
          
“Aman Allah’ım!” Hızla temizledim puslu camı, gözlerim kan çanağı, yüzüm mosmor; alnımda, yanaklarımda ve burnumun ucunda koca koca sivilceler oluşmuş derhal odaya koştum.
                 
Evet, yine mezarıma girmiştim. Soğuktu bu sefer, kendi görüntümden korkuyordum vücudum diken diken olmuştu.
               
Uyku yurdumu terk edeli acaba kaç saat olmuştu. Keşke vaktin erken olduğunu, yatağa yeni girdiğimi söyleyen biri olsaydı. Ya sabaha yaklaştıysak eğer saat yeni günü müjdeliyorsa artık uyku tutmazdı beni, en iyisi zamanın dilimlerini öğrenmemek ve uyumaya çalışmaktı.
               
Tik-tak sesleri sanki beynimde aksi seda yaparak çalışıyordu. Onu düşünmediğim zamanlarda hiç duymadığım bu sesler şimdi çok rahatsız edici bir hâl almıştı. En iyisi saate bakmamak ve zamanı düşünmemek…
               
Dün akşam iş yerinde patronun bana tokat atması ve bunu içime sindirememem beni bu hale getirdi. Haksızdı, hem de sonuna kadar haksız. Tamir ettiğimiz arabanın radyatörünün suyunu ve motorun yağını değiştirmiştik. Müşterimiz beni arabanın yanında görünce arızanın ne olduğunu sorunca ben de yaptığımız işlemleri tek tek anlattım.
               
Adam ‘’arabadan anlamadığım için biraz korkmuştum.‘’ diyerek sevinmişti.
              
Hesabı öderken patronla tartışıyorlardı, müşterimiz beni çağırdı; ‘’biraz önce bana anlattıklarını şimdide anlat.’’  dedi ve yapılan işlemleri tekrar ettirerek parayı daha az ödedi.
                 
Araba iş yerinden ayrıldıktan sonra olmuştu bütün olanlar, neden diye sorduğumda bir tokat daha yemiştim; neyse ki yarın Pazar zira çok gerginim.
                  
Çalan saatin sesiyle uyandığımda kadrajdaki akrep yediyi gösteriyordu, çok yorgun bir şekilde kalkarak lavaboya kadar gittim. Sabahın ilk saatlerinde titreyen ellerim buz gibi suyla buluştuğunda, iç titremelerim iyice artmıştı.
                
Son derece korkunç bir geceydi; uyumadan kâbus görmek buna denirdi.
               
Kahvaltı hazırdı ama ruh halimdeki bezginlik beni çoktan sokağa çekmişti.
                
Düşünebildiğim tek şey; kendimden kaçmak sonra ne kadar zaman alır, nasıl olur bilemiyorum ama tekrar yine kendime dönebilmek.
                                
Ağır ağır arşınlıyorum kaldırımları; ellerinde sıcak ekmeklerle caddelerden, sokaklardan çocuklar geçiyordu. Bizim buralarda makamına uygun olarak söylenen ‘’tazeee simiiit’’ nidaları hiç eksik olmazdı ayrıca...
             
Hâlâ kendime gelemiyordum bu vaziyette adımlarımı takip ederken mahalledeki parkın banklarından birinde almıştım en rahat soluğu.
             
Midemin gurultusuna, açlıktan dönen başım eşlik ediyordu. Buna rağmen midem herhangi bir yemeği kaldırabilecek durumda da değildi. Gecenin ve tokadın tesirini hâlâ içimden atamamıştım. Ruhum çarmıha gerilmiş ve ellerim çivilenmişti. Hem bedenen hem de ruhen ölüm anını yaşıyordum.
             
Kabullenemiyordum bir türlü; o kadar kötü hayaller oluşuyordu ki bunları kurguladığıma ben bile inanamıyordum.            
                        
---Düt, düüüüt!
           
 Bu korna sesi de nedir parkın içinde bu ne iğrençlik böyle?
                      
---Düt, düüüüt!
                    
Bu sefer ses daha yakından geliyordu ama ben bu korna sesini bir yerlerden tanıyordum. Bu sesin sahibi Sabri abi olmalıydı, yanıma kadar yaklaştı.
           
Her zamanki gibi elinde yine bir araba direksiyonu ve gözünde deniz gözlüğü, korna sesini de ağzı ile çıkarıyordu.
            
Onu bu haliyle görünce ister istemez tebessüm ettim, gülümsememek elimde değildi ki! Çünkü o her zaman gülen birisiydi. Mahalleli ona Deli Sabri derdi.
                   
 ---Ahmet, Ahmet hadi hadi bin de seni götüreyim başka başka yerlere.
              
----Sabri abi vallahi hiç keyfim yok ama seni görünce zaten bu âlemden ayrılıyorum.
                   
----Hadi hadi araba kalkıyor acele et.
                  
Her cümlesinde yüzümdeki tebessümler daha da büyüyordu.
         
--- Yahu senin hayatın herkesten daha güzel; hiç dert, tasa, gam nedir bilmiyorsun. Bense şu an kendimde değilim. Seninle beni görenler benim deli olduğuma hükmederler herhalde.
        
Sabri abi yanıma oturdu ve sağ elini omzuma koydu, sol elinin işaret parmağıyla gökyüzünü göstererek;
       
---Bak! Bak bak, baksana güneş bugün ne güzel gülüyor!





***

MİSKET


Yaz tatilinin başlamasıyla yatılı okullardan köye dönen çocukların sevincine diyecek yoktu. Köy meydanında kırmızı iki buçukluk ford minibüsten inenler; ellerindeki üzeri deri kaplamalı tahta çantaları taşımakta zorlananlar, çantayı tam kapatamadığı için bir kolu dışarıda kalan grileşmiş beyaz gömlekler, şehrin havasını köye getiriyorlardı.

Akşamı, evlerin arasındaki boşluklarda oturarak geceye doğru bağlayan yeni ergenler, günün yorgunluğuyla yurtlardaki ranzalardan azade anne yataklarını özleyenler hepsi de dünyanın bugününü yaşamaya çalışıyorlardı.

Renkli misketlerin birbirine çarpmasıyla çıkan sesler, çocukların neşesini bir kat daha artırıyordu. Yuvarlanıp giden her misketin başka bir miskete çarpması veya diğer miskete değmeden yanından uzaklaşması çocukların içindeki neşe ve hüzün duygularının canlanmasına neden oluyordu.

Hüzün dediğimiz şey aslında o günün akşamına kalan, yarını olmayan çocuksu masum hüzünler. Misketlerin yuvarlanması gibi kenarları keskin olmayan daha yuvarlak duygular, hüznü de sevinci de kimseye ve hiçbir şeye zarar vermeyen yuvarlak köşeli duygular.

Çocukça umutların, arkasından yuvarlandığı misketler; rengârenk, sade, beyaz, etkileyici alev gibi kıpkırmızı…

Köy meydanında, yaz tatilinin tadını doyasıya yaşayan çocukları, köyün emekli öğretmeni caminin önünde oturmuş izliyordu. Büyükler ona “Muallim Efendi” derlerdi. Çocukların da kimisi “muallim”, kimisi de “muallim amca” diye hitap ederleri.

Çocuk sesi, bulunduğu her mekâna ayrı bir tat ve bereket getirirdi. Ağlaması, gülmesi, konuşması her evin neşe kaynağı olan çocuklar.

           Muallim Efendi çocuklara doğru yöneldiğinde, onun yaklaştığını fark eden çocuklar biraz mahcubiyet içerisine girmişlerdi. Zîra bu tür oyunlar bazıları tarafından hiçte hoş karşılanmıyordu. Muallim Efendi onların rahatsızlığını farkedince;

--- Gençler bende misket oynamak istiyorum ama bana ödünç verirseniz.

Çocuklar böyle bir yaklaşım tarzı üzerine biraz rahatlamışlar ama tereddütlü bakışlarını saklayamıyorlardı. Muallim amca bu konuşmasına şaşkınlıkla ve  kısık sesle kikirdeyenler de olmuştu.

--- Bana iki tane ödünç misket verin bakalım ama oynamasını da pek bilmiyorum.

Verip vermeme konusunda tereddüt ederek birbirine bakan çocuklar muallim amcanın elinin kendilerine doğru uzandığını görünce;

         --- Muallim amca, muallim amca buyurun!

        --- Muallim amca benim yerime oynayın.

        --- Muallim amca benim misketlerim daha çok kaybetseniz de önemli değil.

Çocukların bu yaklaşım tarzının sebebi belki de bu zamana kadar hiçbir büyüğün kendileriyle misket oynamamasıydı.

Köy meydanının en düz yerleri seçilmiş, çukurluklar toprakla özenli bir biçimde doldurulmuş. İzleyenler hafif tümsekli yerleri mesken tutmuşlar. Oyuncular içerisindeki yerlerini alacaklar zamanı hızlandırmak istercesine, yaşları henüz küçük olanlarsa meraklı bakışlarla oyunun kurallarını iyice öğrenmeye çalışıyorlar.

Muallim amca, iki misket ödünç alarak, oyunun kurallarını sordu. İçlerinde oyunu en iyi bilen eline büyükçe bir çivi alarak önce yere küçük bir üçgen çizilerek her köşeye bir bilye konuldu, yaklaşık iki metre ileride bir başlama çizgisi belirlendi.

İzleyenler biraz saygı biraz da olacakları merak ettiklerinden sessizliklerini korumaya çalışıyorlar. Etraftan olup biteni şaşkınlıkla gözleyen yaşlı amcalar, pencereden bakan genç kızlar, elleriyle yazmalarını ağzını ve burnunu kapatacak şekilde tutan orta yaşlı anneler.

Üçgenin yanından başlama çizgisine doğru bilyeler atıldı. Bilyesi çizgiye en yakın olan oyuna başlayarak, bilyeleri üçgenin dışına çıkarmaya çalışacaktı.

İlk başlayan Emre, ikinci muallim amca, üçüncü Mustafa olmuştu. Oyun devam ederken çocuklardan birisi;

     --- Muallim amca! Misket oynamak günah mı, biz eğlencesine oynuyoruz?

Hemen bir diğeri;

     --- Muallim amca, biz birkaç bilye kazanıyoruz, buna kumar diyorlar ama biz eğlenmek için oynuyoruz.

     --- Çocuklar şimdi bilyelerimizle oynayalım, eğlenelim, bunları oyun bitince konuşuruz.

Her misket tanesi, yuvarlandıkça büyüyen kar tanesi gibi oynayanların neşesini daha da katlıyordu.

Üç dört oyun oynandıktan sonra, Emre’nin hiç bilyesi kalmamıştı. Oyun da artık Mustafa ile Muallim amca vardı.

Emre kaybettiği için diğer çocukların yanına mahzun bir halde oturmuştu. Biraz önce neşe içerisinde eğlenirken, şimdi elinde hiçbir şeyi kalmamıştı.

Onun maksadı sadece azıcık eğlenmekti lakin oyunun kuralı böyle idi, biri kazanacak diğerleri kaybedecekti.

Mustafa oyuna devam etmek istiyordu fakat Muallim amca bu durumda devam etmek istemiyordu. Elinde altı tane bilyesi vardı.

Emre’nin yüzünden düşen bin parça, kızgınlığını saklamaya çalışıyor fakat beceremiyordu. Onun üzgün olması oyunun devamına imkân vermiyordu. Karşısındaki mahallenin Muallim amcası, kendisi bir çocuk ne diyeceğini ne edeceğini bilemiyordu.

 Muallim amca Emre ye yaklaştı eli ile çenesinden tuttu hafifçe yanaklarını okşadı sonra diğer çocuklara dönerek;

         --- Arkadaşlar biraz eğlendik artık bana müsaade. Aliciğim şu iki bilyeyi senden ödünç almıştım, tekrar borcumu ödüyorum

Ali, Muallim amcanın elindeki bütün bilyelere sahip olmayı beklerken verdiği iki bilyeyi biraz da olsa hayal kırıklığı ile almıştı.

         ----  Kalan dört bilyenin ikisini de senden kazanmıştım, Mustafacığım bunlarda senin al bakalım.

Orada bulunan herkes olup biteni acaba Muallim amcamız ne yapmaya çalışıyor diye merakla izliyordu. Emre de heyecanlanmıştı, gözlerini ister istemez Muallim amcasına doğru çevirdi.

       --- Emreciğim al bakalım bu ikisi de biraz önce senindi zaten.

Kaybettiği bilyelere kısa bir süre sonra tekrar kavuştuğu için çok sevinmişti.

      --- Evet çocuklar, biz bu oyunu eğlencesine oynamıştık zaten; bilyeler eğlence sonunda tekrar sahiplerine verilirse bu bir oyundur ama verilmezse kumardır.

Çocuklar bu olaya dikkat kesilmişti, içlerinden birisi;

      --- Tamam! İşte şimdi anladım Muallim amca dedi.



***

KALP ÇIRPINTISI

Sabah namazının dingin-liğinin, ruhumun renklerini belirgin-leştirdiği demlerdi. Caminin kapısından yeni bir günün aydınlığına adımlarımı atıyordum. Merdivenleri bir bir inerken, lâhuti âlemlerin derinliğine iniyor gibiydim.
Birkaç basamak daha inince, yemyeşil bir bahçede buldum kendimi. Kırağının beyaza bürüdüğü çiçeklerin rengi adeta bir başka âlemdendi.
Bahçeden eve doğru hiçbir şey düşünmeden ilerliyordum, olabildiğince kısa olan adımlarımın sessizliğini duyuyordum.
İncitmekten sakındığım; üzerinde ellerimi gezdirmeye kıyamadığım, yemyeşil atlastan zemini ayaklarımla ezerken, ayaklarımın altına sereni düşünerek yürüyordum.
Gecenin, elindekileri sabaha teslim etme vakti gelmişti. Havada biraz sis var lâkin yıldızların iyice sönükleşmesi zar zor göz kırpması, güneşin doğacağının habercisiydi.
Belli belirsiz bir hışırtı, adımlarımı bu sesler durdurdu. Gözlerim bu sesi aramaya koyulurken, kulaklarım bu sesin bir kanat çırpması olduğunda ısrar ediyordu ama gözlerim sesin sahibini görmeden kalbim tatmin olmayacaktı.
Boyları bir parmak kadar uzamış olan otların arasında, iyice yayılmış olan kanatlarına dayanarak durmaya çalışan bir kuş, hem de Atmaca. Siyahın kahverengide fena bulduğu bir renge bürünmüş yavru atmaca, yavrucak…
Ürkütmek istemiyorum lakin uçamayan bu kuşu nasıl yakalayabilirim.
Sırtı bana dönük ama korku dolu gözleriyle geriye doğru bakmaya çalışarak beni takip ediyor.
Korkma desem, sana yardım edeyim desem, inanır mı acaba?
Korkma! Korkma, yavru kuş.
Kısa ve alabildiğine sessiz bir adımla biraz yaklaştım. Ellerimi şefkatle açarak bir seferde kaçırmadan tutmak istiyordum. Sağ elimle kanatlarına dokunduğum anda birden, korkunun telaşa bulandığı bir can havliyle ileriye doğru atıldı zira ellerimi, kendi dünyasındaki acımasız pençelere benzetmiş olabilirdi.
Zarar vermek istemediğimden kaçmasına izin vermiştim, vazgeçer gibi bir hal içerisinde sırtımı dönüp uzaklaşmak istedim. Adımlarım geriye doğru dönse de, vicdanım onu bu halde bırakmaya el vermedi. Sabahın ilk yemeği olarak bir kediye yem olabilirdi.
Tekrar ona yöneldim.
İkinci hamlede yakaladığımda kalp atışlarını avucumda hissedebiliyordum. Sesi çıkmasa da avucumun içindeki küçük bedenin titrek ve ürkek yüreğinin küt küt diyen atışlarında korkusunu dillendiriyordu. Başını çevirerek, bana bakmak istiyor lakin pek mecali de yoktu. Sonunda kendini biçare halde ellerime bırakmak zorunda kaldı.
Ellerimin arasında katlanmış kanatlarıyla, sonsuza değin kendi dünyasından ayrıldığını düşünüyor olabilirdi ama iyi bir tedaviye ihtiyacı vardı. Belki de bir umuttur deyip salıverdi kendini, bulunduğu halin ağır şartlarına. Gökyüzünü arşınlayan bir çift kanada bir devin ellerinde ağır kelepçeler takılmıştı.
“Ölüm ne uzak ne yakındır bize” terennümlerini duyar gibiydim.
Ellerim ıslanmıştı, nemli otların arasında bütün tüylerine nüfus eden kırağıdan nasibimi almıştım.
Biraz beklemelisin, birazdan aydınlık…
Sevgili kardeşim Bekir Bey’i çağıracağım. Senin derdinden en iyi o anlar, sen derdini anlatamasan da.
Bekir Bey, kasabamızın tek veteriner hekimi, sadece hekim değil bir gönül insanı aynı zamanda. Hafta sonları da hayvanat bahçesiyle çalışıyor. Ama korkma, seni oraya, demir kafeslerin ardına mahkûm etmeyeceğiz, iyi bir hekimdir kendisi.
Hava iyice aydınlanıp ısınmaya başlayınca, Bekir Bey çağrımı kırmayıp geldi:
— Hocam bir şeyi yok, biraz korkmuş, uçamıyor sadece. Biraz zaman geçerse toparlar kendini.
İnsan da korkarsa, kırılır mı kanatları? Çöker mi olduğu yere? Kalır mı kendi ağırlığının altında?
— Hocam, sabahın ilk saatlerinde havanın karanlığında uçarken önünü göremeyerek bir duvara çarpmış olabilir ve büyük ihtimalle bu yüzden paniklemiştir.
Atmaca ama henüz yavru, büyüyemeden bir duvara çarpmanın ne olduğunu anlayamamış olsa gerek.
Her zaman karşına duvarlar çıkmaz, keşke bir daha deneyebilsen uçmayı. Bir de kanatlarını alabildiğine açabilsen, bak o zaman neler oluyor.
Duvarları tanıyamadan uçmayı öğrenmiştin. Özgür gökyüzünü mesken tutanlarla, gökyüzüne inat semanın burçlarına doğru duvar örenler çoğaldıkça, kanadı kırılmadan, hevesleri kırılanlar da olacaktır elbette.
— Hocam, şu tedirgin bakışlar ve tir tir titremeler aslında korkunun değil masumiyetin karinesidir.
— Doğru söylüyorsun.
— Üniversite sıralarında; yırtıcı kuşların hayatlarını vahşi yaşam diye adlandırırdık. Oysa şu yavruları, hele hele de yuvalarındaki minicik yavrucakların masumane bekleyişlerini gördükçe, onlarında aslında sevgiye, şefkate ne kadar muhtaç olduklarını görüyoruz.
— Evet, yırtıcı kuşların da bir anne olduğunu ve gün boyu yavruları için çalışarak, ağzında getirdiği börtü böcekleri kendini düşünmeden, önce onların ağızlarına bırakmalarına ne demeli!
                                                                       ***
            Balkona bıraktığımda hala kanatlarını kırılmış zannediyordu zira kendini daha toparlayamamıştı. İki kanadının arasındaki küçücük bedeninin tüyleri iyice kabarmış ve titriyordu. Biraz uzaklaştım ama hala aynı, bir türlü kendine güvenemiyor olduğu yerde kalakalmıştı. Başını sağa sola çevirerek etrafı kolaçan ediyordu.
            Beyhude yere kendini yorma, sıkıntı etme, önünde görünmez duvarlar yok. Her şey bir kanat çırpmana bakıyor.
            Bir süre daha böyle kaldı. Yaklaştım, onu ellerime alıp gökyüzüne bırakmak istedim. Böylece inanabilirdi önünde yıkılmaz duvarların olmadığına.
            Ellerimi uzattığım anda, korku dolu çırpınışlarla birkaç adım atarak zıplayıverdi ve balkonun ucuna kadar varabildi. Demir korkuluğun altından bir aşağıya bir de ileriye doğru baktı ve nihayet açabildi kanatlarını boşluğun sayfalarına.
            Bu kanat çırpıntısı, kalbindeki çarpıntılara merhem sürer gibiydi. Birkaç kanat çırpmasıyla inandı uçabileceğine ve nihayetinde uzaklaştığı yerden geriye doğru dönerek, başımın üzerinden süzüldü.
O, gözden kaybolduğunda, ben, bedenimdeki her daim kanat çırpan bir kalp taşıdığıma inandım.
Kalp ağrısı, kalp çarpıntısı ve şimdi fark edebildiğim kalp çırpıntısı…


***

İNCİ TANELERİ

Ay ve yıldızlar birbirine muhalefet etmeksizin meskûn bir mekânda henüz yerlerini almışken; koyu eflatun rengini giyinmiş semanın altında kaldırımları arşınlıyordum. Karanlıklar, gökyüzüne yeni sayfalarını henüz çekiyordu. Yeryüzü, sessiz sade ve telaştan arınmış bir halin huzurunu taşıyordu.

Gece yolcuları, semadaki taştan kandilleri görmeksizin hep önlerine bakarmış. Bu asude zaman dilimleri, zifiri karanlık olmayı isterler miydi acaba? Gecelerin sessizliği aslında muvakkattir. Gündüzler daha bir aydınlık olmalı; gecenin karanlık sayfaları, her daim gündüzlere açılıyor hem de bu sayfalar çok sesli okunuyor. Gecenin bundan haberi olsa, kendini bu kadar karartmazdı herhalde.

İnsan, yola koyuluncaya kadar yolculuğunun varacağı noktayı da hesap edebilmeli. Bu gece çok hesap yapmamıştım. Daha önceleri de olduğu gibi dalgalı denizde küçücük bir sandal misali savrula savrula yol alıyordum. Düşüncelerimi toparlamaya çalışırken, yolları karıştırmaya başlamıştım.

Ellerimde, inci taneleri düşüncelerim vardı. Onların ışıltılarıyla adımlıyordum dehliz gibi yolları. İnsan düşünceleriyle yol alıyordu galiba. Ayağıma pranga olmayan düşüncelerim bir de umutlarım. İnsan, yüklendiği umutlarla yaşarken, umduğunu bulamayınca, bir o kıyıya vuruyor bir bu kıyıya… Kendini deryalara salamayınca ömür törpüsü oluyor o kıyılar.

Yürümeli hayata, hem de beklentisiz bir şekilde, geçtiği yollara bir şeyler bırakarak yürümeli. Ardından kimsecikler gelmese dahi, ayak izlerinin seni takip ettiğini bilerek ve hayıflanmadan yürümeli… İnsan öncelikle kendisine yetmeli ve sonrasında gökyüzünde bir yıldız misali, her karanlıkta aydınlatabilmeli. Şu beli bükülmüş zaman içerisinde, kayan bir yıldız, bilmeli ki; artık güneşin, kendisi için bir anlam ifade etmediğini, önce kendisi olmayı bilmeliydi.

Ne kadar yol aldığımı fark etmeden yürüyordum, mezarlığın derinleşen koyu karanlık yollarında. Yolların sağı solu; çatısız, daracık, iki sütunlu haneler ve sessiz sakinlerinden ibaretti. İnsan silueti taşları niçin bu kadar büyük yaparlar, gece geçenler korksunlar diye mi? Bu düşünceyi dillendiren, ellerimdeki incilerden  sadece bir tanesiydi. Açılan  bu perdeyle birlikte diğerleri de eşlik etmeye başladılar; Eğer aydınlık olsaydı bu gül bahçeleri, korkmazlardı bahçıvanları. Soğuk mermer taşlarından yapılan bu kafesler, üşütmüyorlar mıydı içindekileri? Hayır! Diyordu bir diğeri; zira üşütmezdi mezarlar içindeki misafirleri. Evet evet misafirdi onlar; hem de büyük bir padişahın misafirleri, şimdilik kısa bir müddet sadece bekleme salonunda bekliyorlardı, hiç üşütür müydü padişahımız onları. Bir diğeri, daha öbürü derken hepsi konuşuyordu; nice sevdalıları ve güneşin dahi kıskandığı nice gökyüzlü güzelleri, bu kara toprak mı saklıyordu? Kavuşamayanlar, yerin altındaki saklı kentlerde mi bir araya geliyorlardı?

Sanki bir cenaze törenine hazırlık yapar gibi provadaydım. Ellerim titremeye başlamıştı, nefes alıp vermelerim, daralan bir pergel gibi beni sıkıştırıyordu. Takatim ölgün bir renge bürünmeye başlamıştı ve derken hep birlikte kayıverdi inci taneleri ellerimden, birbirlerine çarparak, mezar  taşlarının aralarında dağılıverdiler. O anda suda boğulmaktan kurtulan biri gibiydim, rahatlamıştım. Ben mi elerimden atmak istemiştim, onlar mı  düşmek istemişlerdi yoksa bilmediğim bir neden miydi onları azade eden?

Özgürlüğü doyasıya yaşamak isteyen inci taneleri…

Etrafıma bakındığımda sadece bir kaç tanesi ışıldıyordu, diğerlerini göremiyordum. Saklanıyorlar mıydı, benimle göz göze gelmekten mi korkuyorlardı bilemiyordum yoksa onlar benim  düşüncelerim değil miydi?

Toprağı ve de sakladıklarını, incitmemek için usul usul basıyordum. Ellerim ise toprağın üzerinde, sanki nazenin bir ölüyü yıkıyor gibi geziniyordu. İnci tanelerini bulmalıydım. Kısa mesafelerle aralıyordum ayaklarımı zira şu an ayaklarımın altındaydı düşüncelerim. Bir tanesini buldum galiba, farkında olmadan ezmiştim bir diğerini şimdi parçalanmış haliyle ellerimdeydi. Birçoğu gibi o da artık etrafına ışık saçmıyordu. Diğerlerini de bu nedenle bulamamıştım.

Bütün bu olanlara mezar taşlarının düzensizliği sebepti. Onların dağınıklığı saklamıştı incileri ve beni buralara bağlayanda yine onların dağınıklığıydı. Onları kaybettiğim yerlere gelir gider arardım, zira inci taneleri ruhumu aydınlatan düşüncelerimdi. Hep bu yüzden geceleri geçerdim mezarlıkları.

***

AİLE

Kendimi karanlık ve daracık bir hücrede bulmuştum. Buraya nereden ve nasıl getirildiğimi de bilmiyordum. Duvarlara tutunmaya çalışıyorum ellerim kayıyor çok nemli bir yer olduğunu anlıyorum. Karanlık ve neme bakılırsa galiba yerin bayağı bir altında olmalıyım.

Göz gözü göremeyecek şekilde olan bu yerde korkularım daha da artıyor, bağırsam diyorum acaba sesimi duyan olur mu?

Bazen dışarıdaki sesleri duyuyorum, kulağımı duvara yaslıyorum “Sen dışarıya çıkınca sana daha neler yapacağız neler.” Çok korkuyorum, ben bunları kızdıracak ne yaptım ki? Hem kim bunlar?

“Dışarıya çıkmasına az kaldı.” diyorlardı.

Ellerim yumruk halinde, dizlerimi karnıma doğru çektim, gözlerim iyice kısılmış, sesimi çıkartamıyordum. Bu halim bir süre devam etti böylece, yavaş yavaş uykuya dalıyordum.

Rüyamda çıkacağım günler yaklaşmış; Aksakallı nur yüzlü bir dede yapmam gerekenleri söylüyordu, ben de bir bebek sessizliği içerisinde onun anlattıklarını can kulağıyla dinliyordum.

“Ben dışarıya alışamam, daha çok küçüğüm.”

“Merak etme sen, her şey çok güzel olacak.” derken sesi bana güven veriyordu ama ben yine de çok korkuyordum.

“Dışarı da hiç hayal edemeyeceğin kadar güzel bir dünya var; gökyüzü, engin denizler, kuşlar…”

 “Kuşlar mı, deniz, gökyüzü, ama ben buraya alıştım başka yere gitmek istemiyorum.”

 “Seni anlıyorum buraya düşen herkes buradan çıkamayacağına kendini inandırıyor, kolay değil tabii ki uzun bir zaman zindan gibi karanlıklar sarıp sarmalıyor insanı.”

“Gerçekten bir gün çıkacak mıyım?”

“Elbette! Hem sana burada verilen yiyecek ve içeceklerin asılları hem de hiç hayal edemeyeceğin kadar lezzetlilerini tadacaksın.”

“Anlattığın şeyler güzel olabilir ama buralarda benim kimim kimsem yok ki! Başkalarının bana zarar vermesinden korkuyorum.”

“İleride başına gelecek olanların sıkıntısını şimdiden kendine dert etme, hayatını yaşanmaz hale getirme.”

“Ama nasıl olacak?”

“Belli bir zamana kadar sana en az iki kişi yoldaş olacak.”

“Peki, onları tanıyor muyum?”

“Zamanla tanışırsınız. Sen saf birisin onlar bu özelliğinle seni çok sevecekler, hem sana çok yardımcı olacaklar hatta onlara bir anlamda hizmetkâr diyebiliriz. ”

“Hizmetkârlarım mı olacak bak bu fikri sevdim. Benim gibi minicik birisi öbür dünyada çok mu güçlü olacak?”

“Yooo! O senin gücünden değil de onların şefkat ve merhametinden sakın ha onlara “üf” bile deme!”

“Anlayamadığım garip şeylerden bahsediyorsun, benim bunlara inanacağımı bekleme.”

Aksakallı dede gülümseyerek başını salladı. Onun bu davranışından “günü gelince göreceksin” demek isteğini anladım ama tedirginliğim atamıyordum. 

“Siz de yanımda olsanız ben sizi çok sevdim konuşmanızdan beni benden daha çok sevdiğinizi gösteriyorsunuz.”

“Haydi! Bana müsaade.”

“Ne olur gitme ne oluuuuuur!”

Avazım çıktığı kadar ağlıyordum. Göğsüm hızla inip inip kalkıyordu. Boğazım yanıyor, sanki ciğerlerim parçalanıyordu.

Pış pııış diye sesler duyuyordum lakin gözlerimi açamıyordum acaba hâlâ rüyada mıydım?

Dudaklarımda kan tadı vardı, Allah’ım bana neler oluyor. Kendimi bir anda suyun altında buldum.

“Tuzlamayı unutmayın.” diyordu birisi. Aman Allah’ım kanayan yaralarıma tuz basacaklar.

“Allah’ım kurtar beni!”  diyecek oluyorum lakin sesim çıkmıyor. Hıçkırıklarla boğuluyorum, ağlıyorum, ağlıyorum. Bir ara sakinleşiyorum uyumuşum ne kadar uyuduğumu bilmiyorum.

Uyandığımda bir devin elleri arasında buldum kendimi. Gözlerimi kısarak avazım çıktığı kadar tekrar ağlamaya başladım.

Belli bir süre ağladıktan sonra olumsuz herhangi bir şey olmadığını anlayınca usul usul gözlerimi açtığımda iki tane dev gözlerini dikmiş bana bakıyorlar.

Saçları kısa olan kocaman ağzını açmış bana doğru uzanıyor. Göz göze geliyoruz ve “sen ne kadar tatlısın.” diyordu. Beni kesinlikle yiyecekti.

Gözleri ve burnu ne kadar da büyüktü. Kalbim küt küt atıyor ağlamama engel olamıyordum.

“Onu bana veeer!” diyen kalın bir ses duydum. Galiba beni o yiyecekti. Dudaklarını bana doğru yaklaştırdığı anda kafamı bir ısırıkta kopartacağı korkusu içimi kapladı.

Saçları uzun olan gözleri nemli bir şekilde olup biteni izliyor, biraz sonra başıma gelecekleri biliyor olmalıydı.

Kısa saçlı yüzü gözü kıllardan görünmeyen devin nefes alış verişlerini yüzümde hissedebiliyordum. Artık sonum gelmişti, gözlerimi kapattım ama o da nesi; yanağıma bir öpücük kondurulmuştu. Arkasından diğer devin bunu tekrarladığını gördüm.

Birazcık rahatlamıştım. Onlara yapmacık da olsa gülümser gibi yaptım. Mutlu olmuş olacaklar ki onlar daha çok gülüyorlardı.

Ağlamalarım yavaş yavaş sessizliğe dönüşüyordu. Sakinleşiyordum, ismimin “Ahmet” olduğunu söylüyorlardı. Uzun zaman bana isimle hitap eden olmamıştı yoksa ben mi hatırlamıyorum.

Günler geçtikçe onlara ısınmaya başlamıştım çünkü onlar benim bir dediğimi iki etmiyorlardı.

Aradan iki sene geçmişti: masmavi bir gökyüzü, engin denizlere kanatlarını açan kuşları görünce Aksakallı dede aklıma geliverdi. Onu nasılda unutmuştum dedikleri bir bir çıkıyordu. 

Uzun bir süre bana “Ahmet” diye hitap ettiler, bende onlara “anne, baba” diye seslendim. Bu sihirli bir kelime olmalı ki onlara ne zaman anne-baba desem o kadar mutlu oluyorlardı ki onlarda “Yavruuuum” diyerek karşılık vererek bağırlarına basıyorlardı.