Okumakta olduğu sınav kâğıtlarından
başını kaldırıp; “bir gün hep birlikte tren yolculuğu yapalım” dedi.
Lafını bitirir bitirmez salonda bulunan herkes
tebessüm etti. Anlaşılan hocam, odada bulunanların hararetle tren yolculuklarını anlatmalarına kulak misafiri
olmuştu. Sonra tebessüm edenlerin hepsi birbirine baktı. Hepsi de birbirinden
emindi ki tebessümlerinin sebebi hocamın öğrencilik yıllarında başından geçen tren yolculuğu hikâyesini
hatırlamış olmalarındandı, o ilginç hikayeyi hatırlamış olmaktan kaynaklanıyordu gülmeleri. Herkesin güldüğünü görünce hocam da güldü.
Hocamın da aklına Kahramanmaraş-Erzurum arasındaki kendi tren yolculuğu hikâyesi gelmişti ve tebessüm ederek bakışlarından, odadakilerin de o hikâyeyi hatırlayıp güldüklerinden emin olduğu anlaşılıyordu.
Tebessüm edenlere garip garip bakan ve hocamın tren hikâyesini bilmeyen bir ağabey hocama sordu: “Hoca nedir bu herkesin güldüğü hikâye?”
Hocam: “Canım önemli bir şey yok! Sadece trende uyumuşum. Tren Erzurum’a varınca da uyuduğum vagonu bakım için başka bir yere çekmişler, ben içinde uyumaya devam etmişim. Vagonu oraya ne zaman çektiler, ben ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyanınca da kalkıp üniversiteye gittim hepsi bu.”
Odadakiler tekrar kahkahayla güldüler her biri bir yerden.
Hocamın da aklına Kahramanmaraş-Erzurum arasındaki kendi tren yolculuğu hikâyesi gelmişti ve tebessüm ederek bakışlarından, odadakilerin de o hikâyeyi hatırlayıp güldüklerinden emin olduğu anlaşılıyordu.
Tebessüm edenlere garip garip bakan ve hocamın tren hikâyesini bilmeyen bir ağabey hocama sordu: “Hoca nedir bu herkesin güldüğü hikâye?”
Hocam: “Canım önemli bir şey yok! Sadece trende uyumuşum. Tren Erzurum’a varınca da uyuduğum vagonu bakım için başka bir yere çekmişler, ben içinde uyumaya devam etmişim. Vagonu oraya ne zaman çektiler, ben ne kadar uyudum bilmiyorum. Uyanınca da kalkıp üniversiteye gittim hepsi bu.”
Odadakiler tekrar kahkahayla güldüler her biri bir yerden.
*
İsmail Hoca: “Bizim öğrenciliğimiz boyunca, Konya’dan Kahramanmaraş’a gelişlerimizde bütün tren yolculuklarımız ilginçtir.”
Tayfun gülerek lafa karışıyor: “Evet, ilginç; ama çoğunu sen ilginç hale getiriyordun. Hep başımıza iş açardın”
İsmail Hoca: “E ne yapaydım? Şu bayrama gelişimizi diyorsun değil mi?” dedi.
Tayfun: “Zar zor trene yetişmiştik. Yarın bayram. Ortalık mahşer yeri… Trene binmeye hazırlanıyoruz. Valizlerimiz, çantalarımız; yükümüz ağır mı ağır. İsmail Hoca’ya doğru yaşlı bir amca yaklaşıyor. Amcanın İsmail hocaya bakışından anladım. Eyvah! Dedim ama amca İsmail Hoca’ya yaklaştı ve -Oğlum falan yere kadar gideceğim param yok- dedi. Tren paramız İsmail Hoca’da. Hiç şansımız yok. Ben zaten amcayı görür görmez anlamıştım başımıza gelecekleri ve İsmail Hoca elini cebine attı parayı amcaya verdi.”
İsmail Hoca: “Başka şansım yoktu” dedi gülümseyerek.
Tayfun: “İhtiyar amca gitti biletini aldı ve trene kuruldu. Kaldık mı biz orada. Bayramda Kahramanmaraş’a gelememiş olacağımıza, Konya’da kalacağımıza yanmıyorum. Valizleri, çantaları tekrar eve kadar taşımak bir ölüm; bir dolmuş paramız bile yok. Tabi suçlu İsmail Hoca olunca çantaları valizleri de ilk sırtlayan da o oldu. Bu arada benim trenin ardından bir bakışım var görmeliydiniz... Tepeden tırnağa hüzne kestiğim gibi, sırtladığım valizler çantalar bile hüzne kesti. İsmail Hoca’nın yaptığından şikâyetçi de değiliz. Para hangimizin cebinde olsa aynı şeyi yapardık herhalde. Ben Konya’da, İstasyondan eve çok ağır yükler taşıdım. Yükten, ağırlıktan yılmam; ama bu dönüş o kadar ağır geldi, o kadar yıldım ki anlatamam. Eğer her zaman olduğu gibi Erdal mucizesi olmasaydı o gün eve ulaşamazdım gibime geliyor.”
İsmail Hoca kahkahayla gülüyor Tayfun’un anlattıklarına.
Odadakilerden birisi sordu: “Erdal mucizesi nedir?”
İsmail Hoca: “Erdal’da da para olmaz bizim gibi; ama olağanüstü haller için cüzdanının bir tarafında katlanarak konulmuş bir sigorta vardır her zaman. Ayrıca da bu paralar yeni banknot olmak zorundadır. Parayı görsen harcamaya kıyamazsın. Uzatmayalım. Konya Tren İstasyonundan çıkmak üzereydik ki Erdal geldi.”
Erdal: “Emmi nereye?” der demez valizleri yere bıraktık. Kucaklaştık. Fakat Erdal’da para olacağı aklımızda falan yok; biz bir an önce eve ulaşma derdindeyiz. Aslına bakarsanız evde yiyecek falan da yok. Yiyecek olmamasına alışkınız da, işin kötüsü çay şeker de yok; işte bu çok önemli bir mesele. Daha doğrusu acı bir durum. Yani halimizi anladınız sanırım. Ben bir sigara yakmakla meşgulken Erdal ile Tayfun konuşuyorlardı. Tayfun başımıza geleni anlatmış Erdal’a.
Erdal: “Ben Posta Treni ile gideceğim; bir saat sonra posta treni var gidelim beraber” demez mi… Erdal cüzdanının okul kimliğini koyduğu bölmesinden katlanmış paraları çıkardı; üzerine de cebinden bir miktar bozuk para ekleyerek Tayfun’a verdi ve “hadi biletleri alalım” dedi.
İsmail Hoca:“Posta treni ucuz. Biletleri aldık ama fazladan bir liramız bile yok; Kahramanmaraş’a kadar aç olduğumuz gibi, Türkoğlu’nda trenden inince, oradan öte, yani Türkoğlu-Kahramanmaraş arası ne yaparız, nasıl gideriz bilmiyorum. Yirmi kilometrelik yol…”
Tayfun lafa karıştı gülerek: “Bilet parasını bulmuşuz; Türkoğlu’ndan sonrasını mı düşünürüm” dedi. Sonra devam etti: “Kaldı ki; Türkoğlu ile Kahramanmaraş arası Konya Tren İstasyonundan bizim eve kadar olan mesafeden daha az. En azından bir minibüse atlayıp, Kahramanmaraş’a gelince: 'Abi biz öğrenciyiz; eve gidip paranı getireyim' derim.”
Konuşulanlar, masada sınav kâğıtlarını okuyan hocamın da dikkatini çekmiş olacak ki “Konya’dan buraya kadar aç mı geldiniz?” dedi.
İsmail Hoca: “Hocam trende aç kalınır mı o kadar insanın içinde” dedi gülerek. “Ayrıca bilet parasını verdiğimiz amca var ya! O amcanın herhangi bir amca olmadığını anladık. Çünkü Konya’dan Kahramanmaraş’a kadar ziyafetteydik adeta. Hepimiz olanların o amca sayesinde olduğuna inandık iman getirdik; zira yıllardır Konya-Kahramanmaraş tren yolculuğu yaparız; başımıza hiç böyle bir şey gelmemişti. Kaldığımız kompartımanda bir ikram bir ikram anlatamam. Daha önceleri de yolculuk esnasında aynı kompartımanda birlikte seyahat ettiğimiz insanların yiyecek ikram ettikleri oldu elbette; ama o yolculuk başlı başına farklı bir hadiseydi. Sonra, Türkoğlu’na gelince olanlar… Gerçi benim inandıklarıma Tayfunla Erdal inanmadılar; yanılıyorsun dediler; ama onlar istediği kadar inat etsinler, ben göreceğimi gördüm.”
Salonda herkes dikkat kesilmişti. İsmail Hoca çayından iki yudum alıp bir sigara yaktıktan sonra anlatmaya devam etti: “Paramız pulumuz yok ya! Bir kompartımana yerleştik. Yerleştik mi saklandık mı o da belli değil. Yiyecek içecek için hiç paramız yok ya! Uyuyacağız. Kahramanmaraş’a kadar uyuyarak gelmeye karar verdik. Canımıza minnet. Tren, Konya – Kahramanmaraş arası iki kere gidip gelse gene uyuruz biz. Kompartımana yerleştik ya! Yerleşir yerleşmez de üçümüz de uyumuşuz. Erdal ile aynı anda uyandık. Uyandık ki ne görelim: kompartımana bir aile binmiş, yemek yiyorlar. Gözümüzü açar açmaz: “buyurun çocuklar buyurun” dediler. Bir de acıkmışız ki… Ne kadar zamandır uyuduğumuzu bilmiyorum. Uyumakta olan Tayfun’u göstererek “arkadaşınız mı? Uyandırın da o da yemek yesin çocuğum” dedi karşımda oturan teyze. Anama benziyordu. Gerçekten anama mı benziyordu? Yoksa şefkatle “yiyin çocuğum yiyin” deyişinden dolayımı anama benzettim bilmiyorum. Geçmiş gün o kadar güzel yemekler yedik ki anlatamam. Bir de uzun zamandır mükellef bir ev yemekleri sofrasına oturmayıp, hep kahvaltı ve makarnayla yaşadığımız için müthiş bir ziyafetti o yemek bizim için. Yemeği yedikten kısa süre sonra da o yolcular indiler. Biz ise yeniden uykuya daldık.”
Odadakilerden birisi: “Artık o yemek sizi Kahramanmaraş’a kadar idare eder.” Dedi.
Tayfun: “Sen öyle san. Daha ne ziyafetler var geride.”
İsmail Hoca: “Evet! Ziyafet devam ediyor… Neyse; Bir uyandık ki, bizim Tayfun kompartımana yeni gelen aileyle ahbap olmuş; bir tabağa çoban salatası yapıyor. Uyandığımı görünce: “Hadi kalk! Kalk! Yemek ye; Erdal’ı da uyandır” dediler. Sofrada ne istersen var; börekler, tatlılar… Aklına ne gelirse var desem yeridir. Bir daha karnımızı doyurduktan sonra koridora çıkıp biraz gezelim dedik ve Erdal ile ben kompartımandan dışarı çıktık. Her uyuyup uyanmamıza kompartımana birileri geliyor; yemek tamam da, Konya’dan çıktık çıkalı çay içmedik. Ben açlığa dayanırım; ama çaysızlık zor. Koridor penceresinin önünden zar zor bir yer buldum. Tren gittikçe kalabalıklaşmaya başlamıştı. Adana’yı geçince kalabalıklaşacağını biliyorduk; ama daha oralara varmadan bu kalabalık fazlaydı.
"Tam sigaramı yakmıştım ki; Erdal elinde bir bardak çay ile geldi. “Emmi bu çaydır! Bak görüyor musun? Bu ince belli narin çay bardağı ve içindeki de çay!” dedi. Bir an; bana vermez herhalde! Nereden bulduysa çay bulmuş adama bak dedim içimden; ama çayı hâlâ yüzüme yakın tutuyordu. “Alsana emmi!” Bana mı dedim. “Elbette sana!” dedi. Birilerini çay içerken görmüş ve onlardan çay istemiş benim için. Müthiş bir andı, müthiş... Ömrümde öyle güzel bir çay içtiğimi hatırlamıyorum. Aslında Erdal da çayı çok severdi ve canının benim kadar çay istediğini biliyordum; ama Erdal ilginç bir adam. Bu tür durumlarda fedakârlık etmeyi çok sever. Fedakârlık etmeyi ben de severim; ama çaydan fedakârlık edemem. Hele böyle bir durumda çaydan fedakârlık etme konusunda kendime hiç güvenemem.
Tayfun iyi ki kompartımanda kalmış. Yanına öyle zor yerleştik ki tekrar. Bekledik bir süre. Bir sonraki istasyonda inecekmiş yanındaki amca. Amca iner-inmez amcanın yerine Erdal ile ikimiz yerleştik. Kompartımana bizden biraz önce yerleşen aile ortaya iki sepet çıkardı. Sepetlerde aklına gelen her meyvadan vardı nerdeyse. Kompartımandakileri de taşıp kapının önünde bulunanlara kadar meyve ikram ettiler. Ömrümüzde hiç böyle bir yolculuk yaşamamıştık. Tayfun’un kulağına eğilip; bilet paramızı verdiğimiz amca neymiş be Tayfun? Gönderdikçe gönderiyor; bu ne ziyafet dedim.
Tayfun: “Ben karışmam. Beni nasıl düşüneceğim konusunda zorlama. Rızkı veren Allah’tır.” Diye kesip attı. “Elbette rızkı veren Allah, dedim; ama bu hali de daha önce yaşamamıştık. Kesin bir sebebi olmalı, bu bir lütuf değil de nedir?”
Tayfunun sertliği üstünde: “Tamam! Lütuf varsa ortada Cenab-ı Allah’tandır.”
Dedi. Bize kulak misafiri olan Erdal söze karıştı: “Sahi Emmi ya! Birkaç yıldır yolculuk ederiz bu güzergâhta, hiç böyle bir durumla karşılaşmadık. Bir kompartıman bulursak uyurduk son durağa kadar. Ya da koridorda bir yere kıvrılırdık.” dedi.
İsmail Hoca: Erdal kıvrılmak deyince: Yine yolculuklarımızdan birindeydi. Bir posta treni ile geliyoruz. İğne atsan yere düşmez. Koridora bir yerlere kıvrılıp yattım. Geçenler hem üstüme basıyor, hem de bana kızıyorlardı. Uyumuşum. Uyandığımda kendimi bir yokladım ki donmuş, kaskatı kesilmişim. Başımın altındaki kirli elbiselerimin bulunduğu çantadan elbiselerimi, çamaşırlarımı alıp alıp sırtıma, böğrüme tepmişim ki yere temas eden sırtım, yanım donmasın diye. Geri de öylece uyumuşum. Uyandığımda, uyurken çantadan çıkarıp sağa sola saçtığım gömleklerimi, kazaklarımı Tayfun toplamış ve başımın altındaki çantaya koymuş.
Odadakilerden birisi: “Kalkıp üzerine giyseydin hepsini” dedi.
İsmail Hoca: “Ohoo! Kalkacaksın da, üzerine giyeceksin de… Kim uğraşacak o kadar. Ben uykum aramda gelen kondüktör’e bilet yerine kimliğimi uzatmışım; sen öyle diyorsun.”
Hocam: “Kondüktör delmedi mi kimliğini?”
Odada herkes kahkahayla gülüyor.
Hocam tekrar açıklama yapıyor: Elindeki biletleri görülmüştür onayı için delen kondüktör, o kadar alışmış ki eline bilet yerine ne uzatsan delip geri verir.
İsmail Hoca: “Az daha deliyordu. Son anda fark etmiş kimlik olduğunu. Ben bir şey görmüyorum tabi. Uykum aramda kimliği uzatıyorum. Tayfun durumun farkına varıyor da, kimliği alıp cebimdeki bileti uzatıyor kondüktöre. Ne tren yolculukları yaşadık Konya-Kahramanmaraş arası biz biliriz. Ancak hepsi de güzel yolculuklardı. Sonunda eve ulaşmak vardı. Hem de hasretle… Bir de; ya bayram olurdu ertesi gün, ya bir başka önemli gün; kardeşlerimizin akrabalarımızın düğünü falan. Yani her yolculuğun sonu bayramdı kısacası.”
İsmail Hoca önündeki çayın kalanını başına diktikten sonra devam ediyor: “Trenimiz Adana civarından ilerlerken, üçümüz de sus pus olmuştuk. Bir suskunluk çökmüştü ve üçümüz de bu suskunluğun sebebini biliyorduk. Artık Türkoğlu İstasyonunda trenden inince Kahramanmaraş’a kadar olan yirmi kilometre yolu nasıl gideceğimizi düşünür olmuştuk. Hiç birimizde de beş kuruş para yoktu. Üstüne üstlük Türkoğlu’na gece varacaktık ve o saatte Kahramanmaraş’a araba bulunmamız imkânsızdı. Bazen, “Amaann!” desek bile kaygı etmeden de yapamıyorduk. Osmaniye’yi henüz geçmiştik. Bir istasyonda durduk. Oradan binen bir teyze bulunduğumuz kompartımanın kapısına kadar geldi. Az önceki istasyondan binmişti herhalde. Bizim oturduğumuz tarafta olan beş kişi kalktık teyzeye ve yanındaki yaşlı amcaya yer vermek için. Kapının yanına yakın olan arkadaşlar dışarı çıkıp da, teyze ile amca onların yerine oturunca biz yine kompartımanda kalmıştık. Zaten yerimizi birine versek bile artık Kahramanmaraş’a yaklaştık sayılırdı. Çok konuşkan, tatlı mı tatlı bir teyzeydi yanımıza oturan teyze. Kocası olduğunu anladığımız amca ağzını bile açmadı yolculuk boyunca; ama teyzenin ailesinde kaç kişi olduğundan, kaç kardeş olduklarına, kardeşlerinin hangisinin hasta hangisinin sağlıklı olduğuna ve anne babasının ne zaman öldüklerine kadar bütün hayatını dinledik. Nurdağı Tünelini aşıp da tren Kahramanmaraş’a doğru dönünce, teyze içi kavrulmuş yer fıstığı dolu olan bir torbanın ağzını kıvırarak ortaya koydu. “Hadi yiyin evladım” dedi. Sonra da herkesin utangaç davrandığını fark edince önce etrafındakilere, karşısındakilere avuç avuç dağıtmaya başladı. Bir süre sonra kompartımanın kapısının önündekiler bile fıstık yiyorlardı. Bu arada Erdal kulağıma eğilerek: “Haklısın emmi dedi. Bu işin içinde gerçekten iş var. Senin bu yaşlı mübarek amca göndermeye devam ediyor.” Dedi. Sonra gülerek devam etti: Tayfun’u kızdırmayalım. Mübarek amcanın yüzü suyu hürmetine Rabbim gönderdikçe gönderiyor.” Dedi.
Tayfun tebessüm ederek: “Hah şimdi doğru ifade kullandınız işte.” Dedi.
Erdal kulağıma tekrar eğilerek: “Emmi bu iyi ki makine mühendisliği okuyor. İlâhiyata gitse nederdik bunun elinden?” dedi.
Tayfun kahkahamıza iştirak ederek: “Duydum Erdal duydum” dedi.
***
Türkoğlu’nda trenden indiğimizde gerçekten korktuğumuz olmuştu. Gece karanlığında istasyonda in cin top oynuyordu. Bizden başka kimse inmedi trenden. Bir de gecenin ayazı çökmüş ki… Trende o kalabalığın içinde nasıl da terlemişiz. İner inmez geceye çöken ayaz bizim üzerimize çöktü. Hâlbuki daha kış da sayılmazdı ve güz günü görülmemiş bir soğuktu. Çenelerimiz takır takır takırdamaya başlamıştı. Çantalarımızı, valizlerimizi trenden indirmiştik; ama o durumda taşıyabilmemize imkân yoktu. Yük taşımak bir yana, durduğumuz yerde titriyorduk.
İstasyonun çitinin dışına eğreti bir şekilde yapılmış evin kapısı açılınca, gayri ihtiyari üçümüz de o tarafa baktık. Ev, on beş-yirmi metre ötemizdeydi. Esas olan evin giriş kapısının üzerindeki florasan yanınca oldu. Kapıdan bastonlu bir amca çıktı ve sırtı bize dönük vaziyette bir süre ayakkabılarını giymeye uğraştı. Sonra da bize doğru gelmeye başladı. Tam bize doğru gelmeye başlayınca Tayfun da ben de olduğumuz yerde heykel gibi kaldık; ama ne kalma, gözlerimiz fal taşı gibi dışarıda.
Bizim, gözüne projektör tutulmuş tavşan gibi halimizi gören Erdal, oldukça fazla telaşlanmış olacak ki: “N’oldu lan! Oğlum n’oldu? İsmail Emmi konuşsana n’oldu? Tayfun n’oldu sen konuş!” diye çırpınmaya başladı. Gerçekten çok şaşırmıştık. Yaşlı amca yanımıza gelene kadar, hatta gelince bile yerimizden kıpırdamadık. Belki nefes bile almadık. Amca yanımıza kadar geldi ve: “Maraş’a gidecekseniz az sonra oğlum gelecek arabayla, sizi de ona katayım çocuklar” dedi. Sözünü bitirmesiyle de bir araba bulunduğumuz yere doğru yaklaşmaya başladı. Gelip önümüzde durdu ve evden bir kadın omuzundaki ekmek tablasını getirip, şoförün açtığı bagaja koydu. Bu arada yaşlı amca şoföre bizleri göstererek: “Bu gençleri de Maraş’a götür!” Dedi. Şoför bagajı tekrar açarak valizlerimizi ekmek tablasının yanına koyduktan sonra çantalarımızı arka koltuğun önüne yerleştirdi ve eliyle işaret ederek: “Atlayın!” dedi.
Tayfun da ben de şoförün “atlayın!” demesiyle kendimize geldik; ama hâlâ yaşlı amcaya bakıyorduk. Erdal şoförün yanına, Tayfun ile biz ise arka koltuklara geçtik. Arabanın koltuğuna oturduk; ama ben hâlâ hayretler içinde yaşlı amcaya bakıyordum. Araba hareket edince Tayfun’un kulağına eğilerek: “Gördün mü Tayfun? Konya’da, istasyondaki amcaydı. Bizden yol parası isteyen amca” dedim. Tayfun, bana bakmadan: “Ben karışmam” dedi sadece. Arabanın şoförünün yanında meseleyi aşikâr edemiyorduk; ama Erdal durumu anlamıştı sanki. Arabanın camından taraftan bana eğilerek: “N’oldu emmi? Beni çatlatmadan anlatın” dedi.
Erdal’ın kulağına eğilerek: “Bizi arabaya bindiren yaşlı amca, Konya’da, istasyondaki amcaydı. Bizden yol parası isteyen amca.” Dedim.
Erdal’ın tam bayıldığı bir durumdu bu. Tayfun’a dönerek: “Tayfun doğru mu lan? Söyle doğru mu?” dedi.
Tayfun yine aynı ciddi edâ ile: “Ben karışmam!” dedi sadece.
Erdal heyecandan çıldırmak üzereydi adeta. Sonra tekrar bana dönerek: “Emmi söyle doğru mu bu durum? Çabuk söyle” dedi.
Tayfun’u göstererek: “Ben karışmam! Büyüklerin işine karışmam!” dedim.
Kadere iman et kederden kurtul
YanıtlaSil