Babamla birlikte gelmişti. Oturma
odasında başköşeye kuruldu. Birkaç kişi ile birlikte içeriye ancak girebilmişti
sanki korumaları gibiydi yanındakiler; ama onlar sonra gittiler.
Koyu tenli, boy ve kilo oranı
birbiriyle uymayan sıska bir tipi vardı.
Evimize ilk defa gelen bu konuğu
görünce çok şaşırmıştım. Babam; “Evladım! Bu bizim konuğumuz, misafirimiz,
yakınımız velhasıl baş tacımız.” Dedi
Baş tacımız mı?
Babam artık eve her zamankinden
daha erken geliyor, gelir gelmez de hemen onun yanı başına oturuyordu. Hatta
onun tam karşısına değil de yan tarafına oturarak bizim de konuğumuzun
söylediklerini ve davranışlarını daha net görmemizi istiyor, arada bir de “Bak
bak! iyi dinleyin “diyerek bizim dağılan dikkatimizi toparlamaya çalışıyordu.
O, konuşmaya başladığında babam
gözlerini ondan alamıyor, hiç sesini çıkarmıyor arada da kahkaha atarak
gülüyordu. Önceleri edeple tebessüm eden babamın tebessümlerinin şimdilerde
kahkahaya dönüştüğünü görüyor şaşırıyordum. Konuşmaları ise öyle çok önemli
konular değildi; hep neşeli şeylerden bahsediyorlardı.
Oturduğu, daha doğrusu kurulduğu
başköşeden hiç kalkmaz, herkes beni dinlesin der, hiç durmadan konuşur,
dinlemeyenler olsa da onlara hiç mi hiç aldırmaz konuşmaya devam ederdi. Farklı
farklı sesleri çıkarma yeteneği vardı; kadın, erkek, çocuk, hayvan hatta
bunların ses tonlarını bile değişik şekillerde çıkarabiliyordu.
Babam sabah kahvaltısını onunla
birlikte erkenden yapardı, oysa önceden hep beraber yapardık kahvaltımızı.
Annemin dediğine göre kahvaltıda önemli haberler veriyormuş, aynı evde
kalıyoruz nerden alıyor bu haberleri bilemiyordum. Annem ve ben bu durumdan
iyice rahatsız olmaya başlamıştık, ben bütün bu olanları anlamaya çalışıyordum
ama annem rahatsızlığını yer yer belli ediyordu.
-
Bey artık yüzümüze bakmaz oldun bir kusurumuz mu var acaba! diye babama imâlı
bir taş atsa da babam oralı olmuyordu.
- Yok canım siz de abartmayın artık ayıp
oluyor ama…
Akşamları artık misafirliğe
gitmez olmuştuk. Babam da eve pek misafir almıyordu. Birkaç kez evimize
konuğumuzu ziyarete gelenler oldu ama baş konuğumuzun olduğu yer de kimseye söz
sırası gelmiyordu. Hatta ve hatta kimsenin söz hakkı dahi yoktu. Bu ziyaretten
ne gelen misafirimiz bir şey anlamıştı ne de biz bir şey anlamıştık.
Aslında konuştuğu şeyler bize
yabancı konulardı. Yaptığı şakalar ve neşeli konularda bizim gülmemizi
hedeflese de ben çoğu zaman utanıyordum.
Evdeki yemek kültürümüzde yavaş
yavaş değişmeye başlamıştı. Bize hep farklı lezzetler tatmamızı tavsiye
ediyordu, babam da bunları bir emir gibi anlıyor annemden bu tavsiyelere uyması
için ısrar ediyordu. İtalyan usulü makarna, Rus salatası, tarator, beşamel
sosları, hatta annemin ismini bir türlü söyleyemediği “Suşi”.
Annem ısrarlar neticesi farklı
lezzetleri deniyordu ama ortaya çıkan sofraya gelmeden çöpe gidiyordu, hatta
Suşi denemesi en çok mahallenin başıboş kedilerine yaramıştı.
Tavsiyeler uzayıp gidiyordu:
Sedir de oturmayın, çekyat ve divan oturma takımları, sekiz kişilik yemek masası
ve yemek takımları, konsol, etajer, vitrin derken evin şekli iyice değişmişti.
Amerikan mutfağını ilk defa duyan annem; “Oturma odası kokudan geçilmez” diyerek
babama itiraz ediyordu. Dolayısıyla babamın ödemekte iyice zorlandığı taksitler
neticesinde de yer sofrasındaki yemek adeti yerini aynen muhafaza etmişti.
“Hey dostum! Kopmuşsun iyice,
dünyamıza dön” diyen bir sesle uyandırıldığımda babamın gülen yüzüyle
karşılaşmıştım. Duyduğum sesler babama mı aitti yoksa rüya mı görmüştüm bu
durumu ayırt edememiştim.
Annemde artık babama kayıtsız
kalamamış ilk başlarda şakadan da olsa daha sonraları alışkanlık haline gelen
tuhaf konuşmalarına şahit oluyordum. Sabahları annem babamı yollarken “Çüüüz,
görüşüçüüüz” diyerek uğurluyor babam da başparmağını yukarı doğru kaldırıyor,
diğer dört parmağını da yatay bir şekilde katlayarak bu hareketine birazda
tebessüm ekleyerek evden ayrılıyordu.
Evde yalnız kaldığım bir zamanda
salondaki konuğumuzdan bilmediğim, bana yabancı gelen kelimelerle çok ilginç
bir şarkı duyunca hemen salona koştum. Alışık olmadığım bir tarzda çok
hareketli bir parça seslendiriyordu. Hoşuma gitmeye başlayınca ritmine ayak
uydurmaya başlamıştım. Kendisine bakarak yaptığı hareketleri aynen tekrar
ediyordum, ellerimi çırpıyor, dizlerimi öne doğru bükerek yarım daire çiziyor,
topuklarımı havada birleştirecek şekilde zıplıyordum. Çok hoşuma gitmişti
söylemesi bittikten sonra ne olur bir daha söyle diye ısrar ettim ama beni
dinlemedi.
Yavaş yavaş onu sevmeye başlamıştım, ilerleyen
günlerde bana öyle masallar anlatmıştı ki anlattığı her şeyi aklımda
tutabiliyordum. Arkadaşlarıma dinlediklerimi anlatırken bütün ayrıntılara
dikkat ediyordum. Sanki bir film şeridi gibiydi her şey…
Her akşam babam annem ve ben onun karşısından
ayrılmıyorduk. Sadece bana “Artık saat 21.30 oldu sende bütün çocuklar gibi
yatağa girmelisin.” deyince babamın kaş göz işaretiyle annem beni yatağa
götürüyordu.
Zaman çok hızlı akıp geçiyordu. Bir cumartesi
günü öğleden sonra babam konuğumuzu ani bir hareketle hiç konuşturmadan tuttuğu
gibi kapının önüne koyuverdi. Annem de ben de çok şaşırmıştık. Çok kısık bir
sesle “Baba ne yapıyorsun, yapma” diyebildim ama sesimi duyuramamıştım.
Benim için tek gözlü sevimli bir devi andıran
konuğumuzda arkasına bakmadan ve de babama hiç direnmeden çıkıverdi evimizden.
Oysa babam onu çok seviyordu. Hayatımıza bir farklılık katmıştı. Ne oldu da bu
hale gelmiştik. Bu durumu o hiç mi hiç hak etmemişti.
Babamın bacağına sarılıp
pantolonunu çekiştirerek “Baba ne olur onu bizden ayırma ben onu çok
seviyorum.” diye yalvarınca, babam bana
doğru iyice eğilerek gözlerimin içine baktı ve şefkatli bir ses tonu ile; “Biraz sabırlı ol yavrucuğum.” dedi.
Birkaç saat sonra aynı şekilde
giyinmiş iki adamın kolları arasında birisi geldi ve içeriye girerek salondaki
baş köşeye önceki konuğumuzun yerine kuruldu.
Babam; “Evladım artık bundan
böyle yeni konuğumuz bu olacak” dedi. Babamın bu konuşması beni çok şaşırttığı
gibi iyicede heyecanlandırmıştı.
Salonda konuğumuzun tam karşısına
geçerek onu baştan ayağa incelemeliydim. Bu konuğumuz öncekinden biraz
farklıydı. Öncekinin dışa doğru çıkık olan gözünün yerine bunun gözü gözlüğünün
çerçevesine iyice uyumlu, öncekinin ahşap kasasının yerine bu gri boyalı
plastik kasalı düğmelerine basmadan uzaktan kumanda ile çalışan açıldığında
bize renkli bir dünya sunan aynı zaman da bize öncekine nazaran geniş bir bakış
açısı kazandıran yetmiş ekranlı konuğumuz eskisini kısa sürede unutturmuş, baş
konuğumuz daha doğrusu baş tâcımız olmuştu.
***
GÜZ MEVSİMİNİN BAHCIVANI
Geldiğin mevsimin sonu kışın habercisi idi. Kışın ortasında gül mü yetiştirilir hocam?
Bahçeler dikenli çalılarla dolu. Eğer çalı varsa, bu toprak gül de yetiştirir;
bahçıvan olmasını bilmeli. Güz mevsimleri sabır ister, bedel ister. O beklenen
nevbaharların müjdecisi sen olmalıydın.
Toprağın
bağrına ne sundun da kabul etmedi. Mütevaziliğin, toprağı kıskandırıyordu.
Dikenlerin meyvesi gül olmalı, kokusu sen olmalıydın.
İlk
tanışmamız saçlarımdaki ellerinle olmuştu, sonra o ışıltılı gözlerin... “Bir
mumun ışığı ne kadar ışıtır ki?” demişlerdi. Sen diğer mumları yakmak için
geldiğini söylüyordun. Ne kaybedeceksin ki ateşinden, nar-ı beyza sen
olmalıydın.
Bir
dünya vermiştin kalbinin haritasından, o haritanın sınır boylarını arşınlamaya
çalışıyorum hâlâ. Ardında bıraktığın uçsuz bucaksız bu dünya sen olmalı,
sonsuzluğun çizgisini sen koymalıydın.
Büyük
projelerin yoktu belki ama sermayesi sevgi olan ummanlar gibi engin bir yüreğin
vardı. Gözlerinden, yüreğime akan ince bir sızın vardı. Sensizliğinde cansızdım
ama can sızım sen, sen olmalıydın.
İlmek
ilmek dokunan bir nakış gibi gönlüme dolan onulmaz bir akış vardı. İşlenen
gergefin kasnağında nadide bir bakış vardı. Adı sendin, sen olmalıydın.
Yakana
bir gül takarsın sen gül olur, gül kokarsın ama sen bir bahçıvan olmalı her
bahçeye bir gül olmalı, bütün alem gül kokmalıydı. Fikirlerinin kokusunda
sarhoş olmuştum, ben bu yüzden öğretmen olmuştum.
Ne
güzel günlerdi seni dinlemek; bazen hissiyatına kement vuramıyor gözlerinin
bendi yıkılıyordu. Hep sağlığında söylediğin gibi ‘’okşanmamış bir baş,
alınmamış bir gönül kalmasın’’ diyordun. Sana gelmek istiyorum, gönlümü okşaman
yeter. Yüreğinden bir parça ver de şu ten kafesim hamallıktan kurtulup
hissiyatını taşısın.
Seni
gören gözlerle görüşüyorum bazen, bilmediğim ayrıntı hatıraları dinliyorum.
“Herkese selam verirdi’’ diyorlar. İlk defa görenler, tanımayanlar onunla biraz
hasbihâl edince “sizi bir yerlerden tanıyor gibiyim’’ derlerdi. Senin de, benim
de tanımadığımız birisi cenaze defnedildikten sonra orada bulunan birkaç kişiye
şöyle diyordu: ‘’Hocam vefat edinceye kadar onu tanımamıştım, ne kadar büyük
bir insan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ben köyde yaşıyorum, maddi durumu
iyi birisi değilim hatta veliler toplantısına geleceğim zaman bile sıkıntıya
giriyordum. Benim öğrencime velilik yaptı, her ihtiyacında çocuğum onu aradı
ama onunla bizzat tanışmak cenazesine gelmemle mümkün oldu.’’
Ey
kutlu yolun yolcusu; hâlâ gezdiğin sokaklarda ayak izlerini arıyorum, üzerinden
seneler geçmiş olsa da bıraktığın izlerin derinliğinde yol alıyorum, onları
kimse kolay kolay silemez. Yol yordam bilenler bulabilir o izleri.
Gül
kokusu ellerinden öpüyorum öğretmenim.
***
BAYRAM
Aziz TAN hatırasına
Aziz dostu ziyarete gidiyoruz. Tan yerinin kızıllığı dağılmaya yüz tutmuş, güneş yüzünü henüz göstermeye başlamıştı. Çamurlu yollarda arabamızla ağır aksak ilerliyoruz. Sol tarafa yönelince yolların daha bir bozuk olduğunu fark ediyoruz ama olsun hocamın yürüdüğü ve bize gösterdiği yolun güzelliğiyle ona varmak istiyoruz.
‘’Hocam, Bayram biraz da gezip tozmak değil midir?’’
‘’Bilmem; sana seslendirdiği şey, senin ona yüklediğin manaya bağlı bence.’’
Akşamdan yeni ayakkabıları yastığımın başucuna koyduğum ve bir türlü uykunun tutmadığı bayram öncesi arife günlerini anımsıyorum. Arabadakiler biraz sonra kesecekleri kurbanları konuşurken ben onlardan izin almaksızın ayrılmıştım çocukluğuma. Herkesin en yeniyi bulduğu günlerin yaşandığı bayramların tadıyla ıslanıyordu damağım. Anneler akşamdan hazırlıklarını tamamlayarak en erken vakitte kalkmanın hesabını-kitabını yaparken ben bayram sabahı giyeceğim; hep bir numara büyük olan ayakkabım ve her zaman seneye de giyer denilerekten alınan biraz büyük giysilerimin hayalini kuruyorum.
Şeker gibi olacak yanaklarım, çünkü elini öptüğüm büyüklerimin hepsi de yanaklarımın tadı konusunda aynı şeyleri söylüyorlardı. Bense, el öpme törenlerini hızlı bir şekilde yerine getirerek hatta tatları konusunda bir değerlendirmeye dahi girmeden bana verilecek paranın miktarını merak ediyordum. Bazen şekerle geçiştirenler olsa da birazcık gözlerinin içine bakarak bekleyince birkaç kuruş parayla da teselli bulduğum oluyordu.
‘’ Hocam, yanlış yola girdik galiba yol iyice daralmaya başladı.’’
‘’Hayır hayır doğru yoldayız, keşke mezarlığa giden yolları daha güzel yapsalar.’’
Hocamın mezarı Hakkari'nin en hakim noktalarından birinin yamacında, şehrin her tarafından görülüyor sanki bu güzel beldeyi gelecek belalardan korumak için burayı mesken tutmuş. Doğup büyüdüğü şehre meftun birisiydi. Biliyorum ki; bu durum sonsuza kadar iki sevgilinin bakışmasından, göz göze gelmesinden başka bir şey olmayacak. Yamaca her baktığımda bana, kalbime bir şeyler fısıldıyor, doğrudur manasında başımı öne eğiyorum.
Seni gören gözlerle görüşüyorum bazen, bilmediğim ayrıntı hatıraları dinliyorum. ‘’Herkese selam verirdi’’ diyorlar. ilk defa görenler, tanımayanlar onunla biraz muhabbet edince ‘’sizi bir yerlerden tanıyor gibiyim’’ derlerdi.
Senin de, benim de tanımadığım birisi cenaze defnedildikten sonra orada bulunan birkaç kişiye şöyle diyordu: ‘’Hocam vefat edinceye kadar onu tanımamıştım, ne kadar büyük bir insan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ben köyde yaşıyorum, maddi durumum yoktu hatta veliler toplantısına geleceğim zaman bile sıkıntıya giriyordum. Benim öğrencime velilik yaptı, her ihtiyacında çocuğum onu aradı ama onunla bizzat tanışmak cenazesine gelmemle mümkün oldu. Allah ondan razı olsun.’’
Gezdiğin sokaklarda ayak izlerini arıyorum, üzerinden bir sene geçmiş olsa da bıraktığın izlerin derinliğinde yol alıyorum, onları kimse kolay kolay silemez. Yol yordam bilenler bulabilir o izleri.
Sahafları dolaşırken kitap almak için Ahmet bey’e uğradım. Ben sormadan senden bahsetti: ‘’Kitap almaya gelen öğrencilerden parası yeterli olmayanlar için onlar fark etmeden kitabı ver diye işaret ederdi. Çocuklar gidince paranın kalan kısmını öderdi. Hatta bir gün yine ziyaretime gelmişti, kitaplara göz atıyordu. Ben de müşterilerle ilgileniyordum, hocamın orada olduğunu unutmuştum. Bir kız öğrenci dersiyle ilgili Rıyazüssalihin isimli bir kitap almak istedi ama yeterli parası yoktu. Ben de bu paraya verirsem zarar edeceğimi söyledim, öğrenci mahzun bir eda ile kapıdan çıktı gitti.
‘’ Ne yaptın sen!’’ demesiyle hocamın orada olduğunu fark ettim.
‘’Eğer öğrenciye o kitabı verseydin ve ondan güzellikleri öğrenseydi ne kadar iyilik etmiş olacaktın. Onu mahrum ettin eğer o çocuk bundan sonra bir günah işlerse o günahtaki payını unutma!’’
Hocam verseydim zarar ederdim diyecek yüzüm kalmamıştı. Dayanılmaz bir ağırlık üzerime çökmüştü. O öğrencinin peşinden koşup kitabı eline vermek için artık çok geç kalmıştım zira akşamın karanlığı onu da beni de sır perdesi gibi örtmüştü.
Sabah ezanları seni hatırlatıyor bana, zira en son ayrıldığımızın vakti idi. Şimdi yine sana geliyorum hem de sabahın ilk ışıklarıyla. Sadece susmak ve seni dinlemek istiyorum. Belki de ‘’anlatacağım bir şey yok, sana arkamda bıraktıklarım yeter!’’ diyeceksin, olsun suskunluğun zikrini tekrar dinlemeye geliyorum. Ne güzel günlerdi seni dinlemek; bazen hissiyatına kement vuramıyor gözlerinin bendi yıkılıyordu. Hep sağlığında söylediğin gibi ‘’ okşanmamış bir baş, alınmamış bir gönül kalmasın’’ diyordun. Sana geliyorum, gönlümü okşaman yeter. Yüreğinden bir parça ver de şu ten kafesim hamallıktan kurtulup hissiyatını taşısın.’’
Yol kalabalık, arabalar bulabildikleri küçücük yerlere park etmişler. Mezarlığın önünde arabalardan kalan boşlukları da çocuklar doldurmuş, eve yeni gelecek misafirlerden haber almışlarcasına bekleşiyorlar. Arabadan inince çocuklar etrafımızda haleleniyorlar. İçlerinde tanıdık simalar var, öğretmenim diyerek yaklaşıp el öpmek isteyenler oluyor. Çocuklarla beraber ilerliyoruz. Hafif yükseltisi olan taş duvarın bitiminden birkaç basamak çıkınca mezarlığın kapısından içeriye adım atıyoruz. Yolun çamuruna inat bembeyaz bir mekâna giriyoruz. Olması gerektiği gibi yeni hayatlarına beyaz sayfalar açmışlar buranın sakinleri. İki gün önce yağan kar, mezarlarında yatanları yorgan gibi sarmış. Bazı mezar yerleri kaybolmaya yüz tutmuş, mezar taşı adeta: ‘’Bir yakınım kalmadı’’ dercesine mahzun mahzun yüzümüze bakıyor. Aşağılarda yer kalmamış, sana doğru tırmanıyorum. Ben yokuş çıkıyorum sana doğru gelirken, sen ise şenler yokuşlardan aşağıya iniyordun Rabbine doğru yürürken. Benimki zahmet seninki rahmet dolu bir yürüyüş. Sırtından çıkan kurşunların sayısı sekiz dediler. Her birini âli değerlerine sıkmışçasına basmış tetiğe.
Birkaç gün takip etmiş ama sadece yürüdüğün yolları arşınlamış, karşı karşıya gelseydi ihtimal ki engin bir deniz olan gönlünde kendine de yer bulacak belki de eriyip gidecekti. Göz göze gelmeye cesaret edemediğinden sırtından nasiplenmiş kirli ellerin kurşunları…
Şimdi misafirinim, buyurun deyişinle herkes etrafında sükûta ermiş dervişler gibi seni dinlemeye koyuldu. Sessizliğinle başlar öne doğru eğilmiş, kimi gözler nemlenmişti. Arkadaşlardan birisi Yasin okuyor, seninle beraber biz de dinliyoruz. Sonra bir diğeri felak, nas ve devamında el Fatiha. Amin! Biliyorum ki yerin güzel, biliyorum ki güzeller güzeliyle berabersin. Sen güzeldin.
Ellerinde her biri farklı renklerde poşetlerle şeker toplamaya çalışan çocuklar, mezarların arasında geziniyorlardı. Hiçbirisi daha günaha bulaşmamış birer melek misali mezarlığa rahmet yağmasına sebep olan çocuklardı bunlar. Mezarlar evlerin hemen yanı başında, arada sadece patikadan bozma, bir arabanın geçeceği kadar bir yol var; ölümle hayatın iç içe olduğu ince bir çizgi gibi.
Mezarlığa ziyarete gelenlerin ellerinde şeker paketleri ve peşlerinde mahallenin çocukları, birer şeker daha koymak poşetin içine başka gayeleri yok... Ellerine biraz büyük gelen poşetlere göre şekerler oldukça küçük... Onların şekere olan düşkünlüğünü bahane eden Rabbim, bu masumiyet timsali günahsız yavrucakları bizlerle birlikte mezarların arasında dolaştırıyor. Bayram onlar için mezarlıkta şeker toplamak olmuş.
Öğrencilerimden bazıları da etrafımda kümelenmiş, bayramlaşmak için sıraya girmişlerdi. Herkesle tek tek bayramlaşırken,
Sidar: ‘’Öğretmenim! Siz de mi bayrama geldiniz?’’ Bu soru bana ilginç gelmişti. Onun gözlerindeki bayram anlayışına dalmıştım. O bana bakıyor bir cevap bekliyor bense onun bayram gibi gözlerinde kayboluyordum.
‘’Evet, evet ben de bayrama geldim, ben de bayrama geldim!’’
***
KÂBUS
Hâlâ uyuyamamıştım; yatak sanki bir mezarlığı andırıyor, ne sağa nede sola dönebilecek mecalim var. Kabrimde sıkışmış kalmışım.
Gece
lambası odayı aydınlatmak yerine her yeri kızıla boyuyordu. Bütün renklerde
koyu kan kırmızısı hâkimdi.
Gençliğim
şu daracık evde geçti, ömrüm su gibi akıp gidiyor ve hayattan hâlâ bir tat
alamıyorum.
Uyku
nöbetleri arada bir gözlerimi yoklasa da nafile, yorgunluğum kesintiye uğruyor.
Bu gece pusulası çalışmayan bir geminin dümeninde, bir sağa bir sola savrulup
duruyorum.
Helezonlar beynimi iyice yormuş, gözlerim o girdapların içinde döne döne
kıpkırmızı olmuştu.
Yorganı
kafama iyice çektim, gece lambasını düşünmek istemiyordum. Artık kapkaranlıktı
dünyam; ama bu sefer de nefes almam problem oluyordu. Olsun, olsun varsın,
içerisi her zaman dışarıdan iyidir.
Galiba
uykum geliyor, nefes alıp vermem yavaşlıyordu, tamam artık uyuyabilecektim,
uyumalıyım.
Gözkapaklarım
iyice ağırlaşmıştı, evet evet oluyordu sonunda; birazcık sağ tarafıma döneyim
böylece daha rahat uyuyabilirim.
Yatağım,
duvarın kenarında kalın bir sünger ve yün bir yorgandan oluşuyordu. Sağ
tarafıma dönememiştim hâlâ, hadi bir gayret daha yorganla birlikte dönmeliyim.
Çok hızlı bir hareketle yatağın dışına çıktığımda kafamı, nasıl olduysa yere
vurmuştum.
“Aman
Allah’ım!” diye bağırmışım farkında olmadan.
‘’Ne oldu yavrum?” diye beni uyandıran annemin
eli üzerimde, bense hâlâ yatağın içerisindeydim. Gördüğüm rüya beni iyice içine
çekmişti.
--- Yok bir şey sen uyu anneciğim!
--- Dur sana bir bardak su getireyim çok
terlemişsin, yorganını bu kadar başına çekmene gerek yok yavrucuğum.
Bir
bardak su, ab-ı hayat misali ölümsüzlük iksiri gibi geldi. Bu nasıl bir
bileşim, bütün vücuduma anında etki etmişti. Yorganı göğüs hizama getirdim,
birazcık olsun uyumuştum ama düşüncelerimin labirentleri beni kötü bir rüya
beldesine sürüklemişti.
Kötü hayâllerin failiydim artık, gecenin
kaçıydı acaba? Saate bakmak için doğrulmaya çalıştığımda başımın ön tarafında
acı bir ağrı hissettim; ne olabilirdi ki; galiba her şeyi sorun ettiğim için
başım ağrıyordu. Elimle alnımı ovalamaya başladım; evet rahatlıyordum, birazcık
şişlik vardı. Bu habis ur acaba ne olabilirdi.
Ovaladıkça
dağılan bir şeyler vardı alnımda; ağrıya benzer, iyice dağılıyor yüzüm boynum
derken bütün vücuduma yayılıyordu. Bir rahatlama hissetmeme rağmen bedenimdeki
tuhaflıklar sürgüne başlamıştı. Galiba kuruntularımı devleştiriyordum. Elimi
alnımdan çektim. Zira bu durum, içimi kemiren bir kene halini almıştı.
Aynı
odada olmamıza rağmen uyku mırıltıları kol geziyor mekânımızı ama benim beynim
zonkluyor, evde uyumayan kimse yok, lâkin ben uyuyormuşum gibi…
Bir
anda kendimi lavaboda buldum, ışığı yakmaya önceleri cesaret edemedim ama
sonunda korka korka yaktım.
Hadi aç gözlerini ve bak aynaya sana ne olmuş.
Karanlığa alışmış olan gözlerim ve göreceğim kötü bir manzara beni şimdiden
panik odalarına hapsetmeye hazırdı. Elimle gözümün birini kapatarak diğerini
birazcık açtım, bu sefer de ayna buğulanmış hiç bir şey görünmüyordu. Evet,
şimdi açabilirdim gözlerimi zira karşımda buğulu bir ayna vardı. Bu sihirli
camı silmek istemedim bir süre, önce ismimin baş harfini aynaya elimle yazarak
kendimi yavaş yavaş görmek istedim.
“Aman
Allah’ım!” Hızla temizledim puslu camı, gözlerim kan çanağı, yüzüm mosmor;
alnımda, yanaklarımda ve burnumun ucunda koca koca sivilceler oluşmuş derhal
odaya koştum.
Evet,
yine mezarıma girmiştim. Soğuktu bu sefer, kendi görüntümden korkuyordum
vücudum diken diken olmuştu.
Uyku
yurdumu terk edeli acaba kaç saat olmuştu. Keşke vaktin erken olduğunu, yatağa
yeni girdiğimi söyleyen biri olsaydı. Ya sabaha yaklaştıysak eğer saat yeni
günü müjdeliyorsa artık uyku tutmazdı beni, en iyisi zamanın dilimlerini
öğrenmemek ve uyumaya çalışmaktı.
Tik-tak
sesleri sanki beynimde aksi seda yaparak çalışıyordu. Onu düşünmediğim
zamanlarda hiç duymadığım bu sesler şimdi çok rahatsız edici bir hâl almıştı.
En iyisi saate bakmamak ve zamanı düşünmemek…
Dün
akşam iş yerinde patronun bana tokat atması ve bunu içime sindirememem beni bu
hale getirdi. Haksızdı, hem de sonuna kadar haksız. Tamir ettiğimiz arabanın
radyatörünün suyunu ve motorun yağını değiştirmiştik. Müşterimiz beni arabanın
yanında görünce arızanın ne olduğunu sorunca ben de yaptığımız işlemleri tek
tek anlattım.
Adam
‘’arabadan anlamadığım için biraz korkmuştum.‘’ diyerek sevinmişti.
Hesabı
öderken patronla tartışıyorlardı, müşterimiz beni çağırdı; ‘’biraz önce bana
anlattıklarını şimdide anlat.’’ dedi ve
yapılan işlemleri tekrar ettirerek parayı daha az ödedi.
Araba
iş yerinden ayrıldıktan sonra olmuştu bütün olanlar, neden diye sorduğumda bir
tokat daha yemiştim; neyse ki yarın Pazar zira çok gerginim.
Çalan
saatin sesiyle uyandığımda kadrajdaki akrep yediyi gösteriyordu, çok yorgun bir
şekilde kalkarak lavaboya kadar gittim. Sabahın ilk saatlerinde titreyen
ellerim buz gibi suyla buluştuğunda, iç titremelerim iyice artmıştı.
Son
derece korkunç bir geceydi; uyumadan kâbus görmek buna denirdi.
Kahvaltı
hazırdı ama ruh halimdeki bezginlik beni çoktan sokağa çekmişti.
Düşünebildiğim
tek şey; kendimden kaçmak sonra ne kadar zaman alır, nasıl olur bilemiyorum ama
tekrar yine kendime dönebilmek.
Ağır
ağır arşınlıyorum kaldırımları; ellerinde sıcak ekmeklerle caddelerden,
sokaklardan çocuklar geçiyordu. Bizim buralarda makamına uygun olarak söylenen
‘’tazeee simiiit’’ nidaları hiç eksik olmazdı ayrıca...
Hâlâ
kendime gelemiyordum bu vaziyette adımlarımı takip ederken mahalledeki parkın
banklarından birinde almıştım en rahat soluğu.
Midemin
gurultusuna, açlıktan dönen başım eşlik ediyordu. Buna rağmen midem herhangi
bir yemeği kaldırabilecek durumda da değildi. Gecenin ve tokadın tesirini hâlâ
içimden atamamıştım. Ruhum çarmıha gerilmiş ve ellerim çivilenmişti. Hem
bedenen hem de ruhen ölüm anını yaşıyordum.
Kabullenemiyordum
bir türlü; o kadar kötü hayaller oluşuyordu ki bunları kurguladığıma ben bile
inanamıyordum.
---Düt,
düüüüt!
Bu korna sesi de nedir parkın içinde bu ne
iğrençlik böyle?
---Düt,
düüüüt!
Bu
sefer ses daha yakından geliyordu ama ben bu korna sesini bir yerlerden
tanıyordum. Bu sesin sahibi Sabri abi olmalıydı, yanıma kadar yaklaştı.
Her
zamanki gibi elinde yine bir araba direksiyonu ve gözünde deniz gözlüğü, korna
sesini de ağzı ile çıkarıyordu.
Onu
bu haliyle görünce ister istemez tebessüm ettim, gülümsememek elimde değildi ki!
Çünkü o her zaman gülen birisiydi. Mahalleli ona Deli Sabri derdi.
---Ahmet, Ahmet hadi hadi bin de seni
götüreyim başka başka yerlere.
----Sabri
abi vallahi hiç keyfim yok ama seni görünce zaten bu âlemden ayrılıyorum.
----Hadi
hadi araba kalkıyor acele et.
Her
cümlesinde yüzümdeki tebessümler daha da büyüyordu.
---
Yahu senin hayatın herkesten daha güzel; hiç dert, tasa, gam nedir bilmiyorsun.
Bense şu an kendimde değilim. Seninle beni görenler benim deli olduğuma
hükmederler herhalde.
Sabri
abi yanıma oturdu ve sağ elini omzuma koydu, sol elinin işaret parmağıyla
gökyüzünü göstererek;
---Bak!
Bak bak, baksana güneş bugün ne güzel gülüyor!
***
MİSKET
Yaz tatilinin başlamasıyla yatılı okullardan köye dönen çocukların sevincine diyecek yoktu. Köy meydanında kırmızı iki buçukluk ford minibüsten inenler; ellerindeki üzeri deri kaplamalı tahta çantaları taşımakta zorlananlar, çantayı tam kapatamadığı için bir kolu dışarıda kalan grileşmiş beyaz gömlekler, şehrin havasını köye getiriyorlardı.
Akşamı, evlerin arasındaki boşluklarda oturarak geceye doğru bağlayan yeni ergenler, günün yorgunluğuyla yurtlardaki ranzalardan azade anne yataklarını özleyenler hepsi de dünyanın bugününü yaşamaya çalışıyorlardı.
Renkli misketlerin birbirine çarpmasıyla çıkan sesler, çocukların neşesini bir kat daha artırıyordu. Yuvarlanıp giden her misketin başka bir miskete çarpması veya diğer miskete değmeden yanından uzaklaşması çocukların içindeki neşe ve hüzün duygularının canlanmasına neden oluyordu.
Hüzün dediğimiz şey aslında o günün akşamına kalan, yarını olmayan çocuksu masum hüzünler. Misketlerin yuvarlanması gibi kenarları keskin olmayan daha yuvarlak duygular, hüznü de sevinci de kimseye ve hiçbir şeye zarar vermeyen yuvarlak köşeli duygular.
Çocukça umutların, arkasından yuvarlandığı misketler; rengârenk, sade, beyaz, etkileyici alev gibi kıpkırmızı…
Köy meydanında, yaz tatilinin tadını doyasıya yaşayan çocukları, köyün emekli öğretmeni caminin önünde oturmuş izliyordu. Büyükler ona “Muallim Efendi” derlerdi. Çocukların da kimisi “muallim”, kimisi de “muallim amca” diye hitap ederleri.
Çocuk sesi, bulunduğu her mekâna ayrı bir tat ve bereket getirirdi. Ağlaması, gülmesi, konuşması her evin neşe kaynağı olan çocuklar.
Muallim Efendi çocuklara doğru yöneldiğinde, onun yaklaştığını fark eden çocuklar biraz mahcubiyet içerisine girmişlerdi. Zîra bu tür oyunlar bazıları tarafından hiçte hoş karşılanmıyordu. Muallim Efendi onların rahatsızlığını farkedince;
--- Gençler bende misket oynamak istiyorum ama bana ödünç verirseniz.
Çocuklar böyle bir yaklaşım tarzı üzerine biraz rahatlamışlar ama tereddütlü bakışlarını saklayamıyorlardı. Muallim amca bu konuşmasına şaşkınlıkla ve kısık sesle kikirdeyenler de olmuştu.
--- Bana iki tane ödünç misket verin bakalım ama oynamasını da pek bilmiyorum.
Verip vermeme konusunda tereddüt ederek birbirine bakan çocuklar muallim amcanın elinin kendilerine doğru uzandığını görünce;
--- Muallim amca, muallim amca buyurun!
--- Muallim amca benim yerime oynayın.
--- Muallim amca benim misketlerim daha çok kaybetseniz de önemli değil.
Çocukların bu yaklaşım tarzının sebebi belki de bu zamana kadar hiçbir büyüğün kendileriyle misket oynamamasıydı.
Köy meydanının en düz yerleri seçilmiş, çukurluklar toprakla özenli bir biçimde doldurulmuş. İzleyenler hafif tümsekli yerleri mesken tutmuşlar. Oyuncular içerisindeki yerlerini alacaklar zamanı hızlandırmak istercesine, yaşları henüz küçük olanlarsa meraklı bakışlarla oyunun kurallarını iyice öğrenmeye çalışıyorlar.
Muallim amca, iki misket ödünç alarak, oyunun kurallarını sordu. İçlerinde oyunu en iyi bilen eline büyükçe bir çivi alarak önce yere küçük bir üçgen çizilerek her köşeye bir bilye konuldu, yaklaşık iki metre ileride bir başlama çizgisi belirlendi.
İzleyenler biraz saygı biraz da olacakları merak ettiklerinden sessizliklerini korumaya çalışıyorlar. Etraftan olup biteni şaşkınlıkla gözleyen yaşlı amcalar, pencereden bakan genç kızlar, elleriyle yazmalarını ağzını ve burnunu kapatacak şekilde tutan orta yaşlı anneler.
Üçgenin yanından başlama çizgisine doğru bilyeler atıldı. Bilyesi çizgiye en yakın olan oyuna başlayarak, bilyeleri üçgenin dışına çıkarmaya çalışacaktı.
İlk başlayan Emre, ikinci muallim amca, üçüncü Mustafa olmuştu. Oyun devam ederken çocuklardan birisi;
--- Muallim amca! Misket oynamak günah mı, biz eğlencesine oynuyoruz?
Hemen bir diğeri;
--- Muallim amca, biz birkaç bilye kazanıyoruz, buna kumar diyorlar ama biz eğlenmek için oynuyoruz.
--- Çocuklar şimdi bilyelerimizle oynayalım, eğlenelim, bunları oyun bitince konuşuruz.
Her misket tanesi, yuvarlandıkça büyüyen kar tanesi gibi oynayanların neşesini daha da katlıyordu.
Üç dört oyun oynandıktan sonra, Emre’nin hiç bilyesi kalmamıştı. Oyun da artık Mustafa ile Muallim amca vardı.
Emre kaybettiği için diğer çocukların yanına mahzun bir halde oturmuştu. Biraz önce neşe içerisinde eğlenirken, şimdi elinde hiçbir şeyi kalmamıştı.
Onun maksadı sadece azıcık eğlenmekti lakin oyunun kuralı böyle idi, biri kazanacak diğerleri kaybedecekti.
Mustafa oyuna devam etmek istiyordu fakat Muallim amca bu durumda devam etmek istemiyordu. Elinde altı tane bilyesi vardı.
Emre’nin yüzünden düşen bin parça, kızgınlığını saklamaya çalışıyor fakat beceremiyordu. Onun üzgün olması oyunun devamına imkân vermiyordu. Karşısındaki mahallenin Muallim amcası, kendisi bir çocuk ne diyeceğini ne edeceğini bilemiyordu.
Muallim amca Emre ye yaklaştı eli ile çenesinden tuttu hafifçe yanaklarını okşadı sonra diğer çocuklara dönerek;
--- Arkadaşlar biraz eğlendik artık bana müsaade. Aliciğim şu iki bilyeyi senden ödünç almıştım, tekrar borcumu ödüyorum
Ali, Muallim amcanın elindeki bütün bilyelere sahip olmayı beklerken verdiği iki bilyeyi biraz da olsa hayal kırıklığı ile almıştı.
---- Kalan dört bilyenin ikisini de senden kazanmıştım, Mustafacığım bunlarda senin al bakalım.
Orada bulunan herkes olup biteni acaba Muallim amcamız ne yapmaya çalışıyor diye merakla izliyordu. Emre de heyecanlanmıştı, gözlerini ister istemez Muallim amcasına doğru çevirdi.
--- Emreciğim al bakalım bu ikisi de biraz önce senindi zaten.
Kaybettiği bilyelere kısa bir süre sonra tekrar kavuştuğu için çok sevinmişti.
--- Evet çocuklar, biz bu oyunu eğlencesine oynamıştık zaten; bilyeler eğlence sonunda tekrar sahiplerine verilirse bu bir oyundur ama verilmezse kumardır.
Çocuklar bu olaya dikkat kesilmişti, içlerinden birisi;
--- Tamam! İşte şimdi anladım Muallim amca dedi.
***
KALP ÇIRPINTISI
Sabah namazının dingin-liğinin, ruhumun renklerini belirgin-leştirdiği demlerdi. Caminin kapısından yeni bir günün aydınlığına adımlarımı atıyordum. Merdivenleri bir bir inerken, lâhuti âlemlerin derinliğine iniyor gibiydim.
Birkaç basamak daha inince, yemyeşil bir bahçede buldum kendimi. Kırağının
beyaza bürüdüğü çiçeklerin rengi adeta bir başka âlemdendi.
Bahçeden eve doğru hiçbir şey düşünmeden ilerliyordum, olabildiğince kısa
olan adımlarımın sessizliğini duyuyordum.
İncitmekten sakındığım; üzerinde ellerimi gezdirmeye kıyamadığım, yemyeşil
atlastan zemini ayaklarımla ezerken, ayaklarımın altına sereni düşünerek
yürüyordum.
Gecenin, elindekileri sabaha teslim etme vakti gelmişti. Havada biraz sis
var lâkin yıldızların iyice sönükleşmesi zar zor göz kırpması, güneşin
doğacağının habercisiydi.
Belli belirsiz bir hışırtı, adımlarımı bu sesler durdurdu. Gözlerim bu sesi
aramaya koyulurken, kulaklarım bu sesin bir kanat çırpması olduğunda ısrar
ediyordu ama gözlerim sesin sahibini görmeden kalbim tatmin olmayacaktı.
Boyları bir parmak kadar uzamış olan otların arasında, iyice yayılmış olan
kanatlarına dayanarak durmaya çalışan bir kuş, hem de Atmaca. Siyahın
kahverengide fena bulduğu bir renge bürünmüş yavru atmaca, yavrucak…
Ürkütmek istemiyorum lakin uçamayan bu kuşu nasıl yakalayabilirim.
Sırtı bana dönük ama korku dolu gözleriyle geriye doğru bakmaya çalışarak
beni takip ediyor.
Korkma desem, sana yardım edeyim desem, inanır mı acaba?
Korkma! Korkma, yavru kuş.
Kısa ve alabildiğine sessiz bir adımla biraz yaklaştım. Ellerimi şefkatle
açarak bir seferde kaçırmadan tutmak istiyordum. Sağ elimle kanatlarına
dokunduğum anda birden, korkunun telaşa bulandığı bir can havliyle ileriye
doğru atıldı zira ellerimi, kendi dünyasındaki acımasız pençelere benzetmiş
olabilirdi.
Zarar vermek istemediğimden kaçmasına izin vermiştim, vazgeçer gibi bir hal
içerisinde sırtımı dönüp uzaklaşmak istedim. Adımlarım geriye doğru dönse de,
vicdanım onu bu halde bırakmaya el vermedi. Sabahın ilk yemeği olarak bir
kediye yem olabilirdi.
Tekrar ona yöneldim.
İkinci hamlede yakaladığımda kalp atışlarını avucumda hissedebiliyordum.
Sesi çıkmasa da avucumun içindeki küçük bedenin titrek ve ürkek yüreğinin küt
küt diyen atışlarında korkusunu dillendiriyordu. Başını çevirerek, bana bakmak
istiyor lakin pek mecali de yoktu. Sonunda kendini biçare halde ellerime
bırakmak zorunda kaldı.
Ellerimin arasında katlanmış kanatlarıyla, sonsuza değin kendi dünyasından
ayrıldığını düşünüyor olabilirdi ama iyi bir tedaviye ihtiyacı vardı. Belki de
bir umuttur deyip salıverdi kendini, bulunduğu halin ağır şartlarına. Gökyüzünü
arşınlayan bir çift kanada bir devin ellerinde ağır kelepçeler takılmıştı.
“Ölüm ne uzak ne yakındır bize” terennümlerini duyar gibiydim.
Ellerim ıslanmıştı, nemli otların arasında bütün tüylerine nüfus eden
kırağıdan nasibimi almıştım.
Biraz beklemelisin, birazdan aydınlık…
Sevgili kardeşim Bekir Bey’i çağıracağım. Senin derdinden en iyi o anlar,
sen derdini anlatamasan da.
Bekir Bey, kasabamızın tek veteriner hekimi, sadece hekim değil bir gönül
insanı aynı zamanda. Hafta sonları da hayvanat bahçesiyle çalışıyor. Ama
korkma, seni oraya, demir kafeslerin ardına mahkûm etmeyeceğiz,
iyi bir hekimdir kendisi.
Hava iyice aydınlanıp ısınmaya başlayınca, Bekir Bey çağrımı kırmayıp
geldi:
— Hocam bir şeyi yok, biraz korkmuş, uçamıyor sadece. Biraz zaman geçerse
toparlar kendini.
İnsan da korkarsa, kırılır mı kanatları? Çöker mi olduğu yere? Kalır mı
kendi ağırlığının altında?
— Hocam, sabahın ilk saatlerinde havanın karanlığında uçarken önünü
göremeyerek bir duvara çarpmış olabilir ve büyük ihtimalle bu yüzden
paniklemiştir.
Atmaca ama henüz yavru, büyüyemeden bir duvara çarpmanın ne olduğunu
anlayamamış olsa gerek.
Her zaman karşına duvarlar çıkmaz, keşke bir daha deneyebilsen uçmayı. Bir
de kanatlarını alabildiğine açabilsen, bak o zaman neler oluyor.
Duvarları tanıyamadan uçmayı öğrenmiştin. Özgür gökyüzünü mesken
tutanlarla, gökyüzüne inat semanın burçlarına doğru duvar örenler çoğaldıkça, kanadı
kırılmadan, hevesleri kırılanlar da olacaktır elbette.
— Hocam, şu tedirgin bakışlar ve tir tir titremeler aslında korkunun değil
masumiyetin karinesidir.
— Doğru söylüyorsun.
— Üniversite sıralarında; yırtıcı kuşların hayatlarını vahşi yaşam diye adlandırırdık.
Oysa şu yavruları, hele hele de yuvalarındaki minicik yavrucakların masumane
bekleyişlerini gördükçe, onlarında aslında sevgiye, şefkate ne kadar muhtaç
olduklarını görüyoruz.
— Evet, yırtıcı kuşların da bir anne olduğunu ve gün boyu yavruları için
çalışarak, ağzında getirdiği börtü böcekleri kendini düşünmeden, önce onların
ağızlarına bırakmalarına ne demeli!
***
Balkona bıraktığımda hala
kanatlarını kırılmış zannediyordu zira kendini daha toparlayamamıştı. İki
kanadının arasındaki küçücük bedeninin tüyleri iyice kabarmış ve titriyordu.
Biraz uzaklaştım ama hala aynı, bir türlü kendine güvenemiyor olduğu yerde
kalakalmıştı. Başını sağa sola çevirerek etrafı kolaçan ediyordu.
Beyhude yere kendini yorma, sıkıntı
etme, önünde görünmez duvarlar yok. Her şey bir kanat çırpmana bakıyor.
Bir süre daha böyle kaldı.
Yaklaştım, onu ellerime alıp gökyüzüne bırakmak istedim. Böylece inanabilirdi
önünde yıkılmaz duvarların olmadığına.
Ellerimi uzattığım anda, korku dolu
çırpınışlarla birkaç adım atarak zıplayıverdi ve balkonun ucuna kadar
varabildi. Demir korkuluğun altından bir aşağıya bir de ileriye doğru baktı ve
nihayet açabildi kanatlarını boşluğun sayfalarına.
Bu kanat çırpıntısı, kalbindeki
çarpıntılara merhem sürer gibiydi. Birkaç kanat çırpmasıyla inandı
uçabileceğine ve nihayetinde uzaklaştığı yerden geriye doğru dönerek, başımın
üzerinden süzüldü.
O, gözden kaybolduğunda, ben, bedenimdeki her daim kanat çırpan bir kalp
taşıdığıma inandım.
Kalp ağrısı, kalp çarpıntısı ve şimdi fark edebildiğim kalp çırpıntısı…
***
İNCİ TANELERİ
Ay ve yıldızlar birbirine muhalefet etmeksizin meskûn bir mekânda henüz yerlerini almışken; koyu eflatun rengini giyinmiş semanın altında kaldırımları arşınlıyordum. Karanlıklar, gökyüzüne yeni sayfalarını henüz çekiyordu. Yeryüzü, sessiz sade ve telaştan arınmış bir halin huzurunu taşıyordu.
Gece yolcuları, semadaki taştan
kandilleri görmeksizin hep önlerine bakarmış. Bu asude zaman
dilimleri, zifiri karanlık olmayı isterler miydi acaba? Gecelerin sessizliği
aslında muvakkattir. Gündüzler daha bir aydınlık olmalı; gecenin karanlık
sayfaları, her daim gündüzlere açılıyor hem de bu sayfalar çok
sesli okunuyor. Gecenin bundan haberi olsa, kendini bu kadar
karartmazdı herhalde.
İnsan, yola koyuluncaya kadar
yolculuğunun varacağı noktayı da hesap edebilmeli. Bu gece
çok hesap yapmamıştım. Daha önceleri de olduğu gibi dalgalı denizde küçücük bir
sandal misali savrula savrula yol alıyordum. Düşüncelerimi toparlamaya çalışırken,
yolları karıştırmaya başlamıştım.
Ellerimde, inci taneleri
düşüncelerim vardı. Onların ışıltılarıyla adımlıyordum dehliz gibi yolları.
İnsan düşünceleriyle yol alıyordu galiba. Ayağıma pranga olmayan
düşüncelerim bir de umutlarım. İnsan, yüklendiği umutlarla yaşarken,
umduğunu bulamayınca, bir o kıyıya vuruyor bir bu kıyıya… Kendini deryalara
salamayınca ömür törpüsü oluyor o kıyılar.
Yürümeli hayata, hem de beklentisiz
bir şekilde, geçtiği yollara bir şeyler bırakarak yürümeli.
Ardından kimsecikler gelmese dahi, ayak izlerinin seni takip ettiğini
bilerek ve hayıflanmadan yürümeli… İnsan öncelikle kendisine yetmeli
ve sonrasında gökyüzünde bir yıldız misali, her karanlıkta aydınlatabilmeli.
Şu beli bükülmüş zaman içerisinde, kayan bir yıldız, bilmeli ki;
artık güneşin, kendisi için bir anlam ifade etmediğini, önce kendisi
olmayı bilmeliydi.
Ne kadar yol aldığımı fark
etmeden yürüyordum, mezarlığın derinleşen koyu karanlık yollarında.
Yolların sağı solu; çatısız, daracık, iki sütunlu haneler ve sessiz
sakinlerinden ibaretti. İnsan silueti taşları niçin bu kadar büyük
yaparlar, gece geçenler korksunlar diye mi? Bu düşünceyi dillendiren,
ellerimdeki incilerden sadece bir tanesiydi. Açılan bu
perdeyle birlikte diğerleri de eşlik etmeye başladılar; Eğer aydınlık
olsaydı bu gül bahçeleri, korkmazlardı bahçıvanları. Soğuk mermer
taşlarından yapılan bu kafesler, üşütmüyorlar mıydı içindekileri? Hayır! Diyordu
bir diğeri; zira üşütmezdi mezarlar içindeki misafirleri. Evet evet
misafirdi onlar; hem de büyük bir padişahın misafirleri,
şimdilik kısa bir müddet sadece bekleme salonunda bekliyorlardı,
hiç üşütür müydü padişahımız onları. Bir diğeri, daha öbürü derken
hepsi konuşuyordu; nice sevdalıları ve güneşin dahi kıskandığı nice gökyüzlü
güzelleri, bu kara toprak mı saklıyordu? Kavuşamayanlar, yerin altındaki saklı
kentlerde mi bir araya geliyorlardı?
Sanki bir cenaze törenine
hazırlık yapar gibi provadaydım. Ellerim titremeye başlamıştı, nefes
alıp vermelerim, daralan bir pergel gibi beni sıkıştırıyordu. Takatim ölgün
bir renge bürünmeye başlamıştı ve derken hep birlikte kayıverdi inci
taneleri ellerimden, birbirlerine çarparak, mezar taşlarının aralarında
dağılıverdiler. O anda suda boğulmaktan kurtulan biri gibiydim, rahatlamıştım.
Ben mi elerimden atmak istemiştim, onlar mı düşmek
istemişlerdi yoksa bilmediğim bir neden miydi onları azade eden?
Özgürlüğü doyasıya yaşamak
isteyen inci taneleri…
Etrafıma bakındığımda sadece bir
kaç tanesi ışıldıyordu, diğerlerini göremiyordum. Saklanıyorlar mıydı,
benimle göz göze gelmekten mi korkuyorlardı bilemiyordum yoksa
onlar benim düşüncelerim değil miydi?
Toprağı ve de sakladıklarını,
incitmemek için usul usul basıyordum. Ellerim ise toprağın üzerinde,
sanki nazenin bir ölüyü yıkıyor gibi geziniyordu. İnci tanelerini bulmalıydım.
Kısa mesafelerle aralıyordum ayaklarımı zira şu an ayaklarımın altındaydı
düşüncelerim. Bir tanesini buldum galiba, farkında olmadan ezmiştim bir
diğerini şimdi parçalanmış haliyle ellerimdeydi. Birçoğu gibi o da
artık etrafına ışık saçmıyordu. Diğerlerini de bu nedenle
bulamamıştım.
Bütün bu olanlara mezar
taşlarının düzensizliği sebepti. Onların dağınıklığı saklamıştı incileri ve
beni buralara bağlayanda yine onların dağınıklığıydı. Onları kaybettiğim
yerlere gelir gider arardım, zira inci taneleri ruhumu aydınlatan
düşüncelerimdi. Hep bu yüzden geceleri geçerdim mezarlıkları.
***
AİLE
Kendimi karanlık ve daracık bir hücrede bulmuştum. Buraya nereden ve nasıl getirildiğimi de bilmiyordum. Duvarlara tutunmaya çalışıyorum ellerim kayıyor çok nemli bir yer olduğunu anlıyorum. Karanlık ve neme bakılırsa galiba yerin bayağı bir altında olmalıyım.
Göz gözü göremeyecek şekilde olan bu
yerde korkularım daha da artıyor, bağırsam diyorum acaba sesimi duyan olur mu?
Bazen dışarıdaki sesleri duyuyorum,
kulağımı duvara yaslıyorum “Sen dışarıya çıkınca sana daha neler yapacağız
neler.” Çok korkuyorum, ben bunları kızdıracak ne yaptım ki? Hem kim bunlar?
“Dışarıya çıkmasına az kaldı.”
diyorlardı.
Ellerim yumruk halinde, dizlerimi karnıma
doğru çektim, gözlerim iyice kısılmış, sesimi çıkartamıyordum. Bu halim bir
süre devam etti böylece, yavaş yavaş uykuya dalıyordum.
Rüyamda çıkacağım günler yaklaşmış;
Aksakallı nur yüzlü bir dede yapmam gerekenleri söylüyordu, ben de bir bebek
sessizliği içerisinde onun anlattıklarını can kulağıyla dinliyordum.
“Ben dışarıya alışamam, daha çok
küçüğüm.”
“Merak etme sen, her şey çok güzel
olacak.” derken sesi bana güven veriyordu ama ben yine de çok korkuyordum.
“Dışarı da hiç hayal edemeyeceğin kadar
güzel bir dünya var; gökyüzü, engin denizler, kuşlar…”
“Kuşlar mı, deniz, gökyüzü, ama ben buraya alıştım başka yere gitmek
istemiyorum.”
“Seni anlıyorum buraya düşen herkes buradan çıkamayacağına kendini
inandırıyor, kolay değil tabii ki uzun bir zaman zindan gibi karanlıklar sarıp
sarmalıyor insanı.”
“Gerçekten bir gün çıkacak mıyım?”
“Gerçekten bir gün çıkacak mıyım?”
“Elbette! Hem sana burada verilen yiyecek ve içeceklerin asılları hem de hiç hayal edemeyeceğin kadar lezzetlilerini tadacaksın.”
“Anlattığın şeyler güzel olabilir ama buralarda benim kimim kimsem yok ki! Başkalarının bana zarar vermesinden korkuyorum.”
“İleride başına gelecek olanların sıkıntısını şimdiden kendine dert etme, hayatını yaşanmaz hale getirme.”
“Ama nasıl olacak?”
“Belli bir zamana kadar sana en az iki kişi yoldaş olacak.”
“Peki, onları tanıyor muyum?”
“Zamanla tanışırsınız. Sen saf birisin onlar bu özelliğinle seni çok sevecekler, hem sana çok yardımcı olacaklar hatta onlara bir anlamda hizmetkâr diyebiliriz. ”
“Hizmetkârlarım mı olacak bak bu fikri sevdim. Benim gibi minicik birisi öbür dünyada çok mu güçlü olacak?”
“Yooo! O senin gücünden değil de onların şefkat ve merhametinden sakın ha onlara “üf” bile deme!”
“Anlayamadığım garip şeylerden bahsediyorsun, benim bunlara inanacağımı bekleme.”
Aksakallı dede gülümseyerek başını salladı. Onun bu davranışından “günü gelince göreceksin” demek isteğini anladım ama tedirginliğim atamıyordum.
“Siz de yanımda olsanız ben sizi çok sevdim konuşmanızdan beni benden daha çok sevdiğinizi gösteriyorsunuz.”
“Haydi! Bana müsaade.”
“Ne olur gitme ne oluuuuuur!”
Avazım çıktığı kadar ağlıyordum. Göğsüm hızla inip inip kalkıyordu. Boğazım yanıyor, sanki ciğerlerim parçalanıyordu.
Pış pııış diye sesler duyuyordum lakin gözlerimi açamıyordum acaba hâlâ rüyada mıydım?
Dudaklarımda kan tadı vardı, Allah’ım bana neler oluyor. Kendimi bir anda suyun altında buldum.
“Tuzlamayı unutmayın.” diyordu birisi. Aman Allah’ım kanayan yaralarıma tuz basacaklar.
“Allah’ım kurtar beni!” diyecek oluyorum lakin sesim çıkmıyor. Hıçkırıklarla boğuluyorum, ağlıyorum, ağlıyorum. Bir ara sakinleşiyorum uyumuşum ne kadar uyuduğumu bilmiyorum.
Uyandığımda bir devin elleri arasında buldum kendimi. Gözlerimi kısarak avazım çıktığı kadar tekrar ağlamaya başladım.
Belli bir süre ağladıktan sonra olumsuz herhangi bir şey olmadığını anlayınca usul usul gözlerimi açtığımda iki tane dev gözlerini dikmiş bana bakıyorlar.
Saçları kısa olan kocaman ağzını açmış bana doğru uzanıyor. Göz göze geliyoruz ve “sen ne kadar tatlısın.” diyordu. Beni kesinlikle yiyecekti.
Gözleri ve burnu ne kadar da büyüktü. Kalbim küt küt atıyor ağlamama engel olamıyordum.
“Onu bana veeer!” diyen kalın bir ses duydum. Galiba beni o yiyecekti. Dudaklarını bana doğru yaklaştırdığı anda kafamı bir ısırıkta kopartacağı korkusu içimi kapladı.
Saçları uzun olan gözleri nemli bir şekilde olup biteni izliyor, biraz sonra başıma gelecekleri biliyor olmalıydı.
Kısa saçlı yüzü gözü kıllardan görünmeyen devin nefes alış verişlerini yüzümde hissedebiliyordum. Artık sonum gelmişti, gözlerimi kapattım ama o da nesi; yanağıma bir öpücük kondurulmuştu. Arkasından diğer devin bunu tekrarladığını gördüm.
Birazcık rahatlamıştım. Onlara yapmacık da olsa gülümser gibi yaptım. Mutlu olmuş olacaklar ki onlar daha çok gülüyorlardı.
Ağlamalarım yavaş yavaş sessizliğe dönüşüyordu. Sakinleşiyordum, ismimin “Ahmet” olduğunu söylüyorlardı. Uzun zaman bana isimle hitap eden olmamıştı yoksa ben mi hatırlamıyorum.
Günler geçtikçe onlara ısınmaya başlamıştım çünkü onlar benim bir dediğimi iki etmiyorlardı.
Aradan iki sene geçmişti: masmavi bir gökyüzü, engin denizlere kanatlarını açan kuşları görünce Aksakallı dede aklıma geliverdi. Onu nasılda unutmuştum dedikleri bir bir çıkıyordu.
Uzun bir süre bana “Ahmet” diye hitap ettiler, bende onlara “anne, baba” diye seslendim. Bu sihirli bir kelime olmalı ki onlara ne zaman anne-baba desem o kadar mutlu oluyorlardı ki onlarda “Yavruuuum” diyerek karşılık vererek bağırlarına basıyorlardı.
çok güzel yüreğine kalemine sağlık hocam devamını bekliyoruz.
YanıtlaSilMüthiş bir düşünce. Yeni, ve ilginç.Edebiyatımızda anne karnında bebek hikayeleri var birkaçtane ama burada bebek başka bir noktadan bakıyor. A. Yağmur'u tebrik ediyoruz.
YanıtlaSilKamil kala
YanıtlaSilRabbim feyzinden mahrum etmesin yazdıran o dur onu unutma
Adem beye tebrikler.
YanıtlaSilBir bebeğin dünyaya gelişi ancak bu kadar güzel ve romantik anlatılır.
Yeni yazılarında başarılar..
M.Akif Toklu
YanıtlaSilGüzel düşünülmüş ve etkileyici
bu güzel hikayeler için size teşekürlerimi sunuyorum
YanıtlaSilayrıca bu öyküleri öğrencilerime okudum çok beğendiller.
Kazım hocam yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Adem yağmur
SilAdem olduğunun farkında olanın kalp çırpıntısı eksik olmazmış. Ellerine sağlık hocam çok güzel olmuş.
YanıtlaSilŞuayb hocam hürmet ederim
SilKalplerimizin çırpıntısını bize hissettiren yazınız için kaleminize ve yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilMehmet TUĞRA
Mehmet hocam saygılarımı sunarım
SilHarikulade olmuş.. Kaleminize sağlık efenim..
YanıtlaSilTalebesi ile oyun oynamayan muallim olamayacağı gibi hak hukuk tanımayan da insan değildir. Yüreğine sağlık hocam çok güzel olmuş.
YanıtlaSilVicdan ve iz’an sahibi isen doğruluğun yolları çileli ve dikenli olur. Zor aşılır. Ya da çıkarıp atmalı emaneti, gitmek için bir direksiyon bile yetebilmeli.
YanıtlaSilHikayeyi öğrencilerime okudun çok beğendiler. Ellerine sağlık çok güzel olmuş.
YanıtlaSilElinize kaleminize sağlık hocam
YanıtlaSilÇok başarılı olmuş kalemine yüreğine sağlık yazılarının devamını diliyorum
YanıtlaSilZeki Burtaçkıray
YanıtlaSilBaşarılarınızın devamını diliyorum