HAYAL İLE GERÇEK ARASINDA DÜŞÜLEN HABERİN KAYDI/Sibel KÖK

Her sabah olduğu gibi bu sabah da çalar saate kızarak uyandı uykusundan. Uykunun en derininde olduğu ânı bulmasa çalmak için, hatta unutsa bir defa çalmayı, sanki kıyamet kopacaktı. Ona olan öfkesini sesine bir tokat indirerek gidermeye çalıştı. Yarı uykulu yarı uyanık yerinden doğrularak sırtını karyolanın paslı demirlerine dayadı. Bir müddet pencereden vuran aydınlığı seyreden gözleri, yine saate takıldı. Zamanın alıp veremediği neyseydi sanki onunla.

Yine de bir an önce saatin ihtarını dinleyip kalkmalıydı. Biraz daha oyalanırsa işe geç kalacak, bir türlü barınmayı beceremediği iş hayatından yine kovulacaktı. Kalktı, her zamanki kahvaltı faslını da aradan çıkardıktan sonra kapıyı çekip çıktı küf kokulu evinden -yalnızlığı oldum olası sevmez, küf kokusuna benzetirdi- merdivenleri hızla indi, ilk günaydını bir türlü sevemediği asık suratlı üst kat komşusuna verdi. Apartman kapısından çıkar çıkmaz odasında seyre daldığı gün ışığıyla göz göze geldi.

Gün zemheride hiç bu denli gülümsememiş, bu gülümseyiş hiç bu denli soğuk, solgun ve sahte olmamıştı. Son yaprak da kış güneşinin gözlerinden süzülüp düşmüştü ayaklarına. Böylelikle yaprak dökümü mevsimi 'sonbahar'  bitip gitmişti. Ömrüm, işte o da tıpkı bu yaprak gibi düşüyor hayat ağacından diye geçirdi içinden. Bir parça hüzünlendirse de onu sonbaharın ayrılık sahnesi, güneşle inatlaşan soğuğu bedeninde hissettikçe fikrine düşen hisli içlenmeler yerini somurtkan bir hırçınlığa bıraktı. Sabahın bu erken vaktinde, iliklerine işleyen soğukta sıcak yatağından çıkıp işe gitme fikri bile onu çileden çıkarmaya yetiyorken, bu fikri fiile çevirmek büyük bir işkence, ağır bir imtihandı onun için. Zaten ne diye çalışıyordu ki; ne bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi ne de uğruna çalışmasını gerektiren bir ideali vardı. Sadece yaşamak için yaşadığını, amaçsız bir uğraşın içinde kaybolduğunu işlerine gülümseyerek giden insanların yüzlerindeki memnuniyeti gördüğü an fark eder, derin bir hüzne kapılırdı.

 Eviyle işyeri arasındaki mesafenin kısa oluşu ve araç kullanmasını gerektirmeyişi işine geliyordu. Yürümeyi seviyor, bu yürüyüşle hem rutubetli yaşantısını havalandırıyor hem de bu kısa bir o kadar da uzun yürüyüş geçmişiyle bugünü arasındaki pamuk ipliğini itina ile örmesine fırsat veriyordu.

Sahi kimdi o, bu şehre nereden gelmişti, nasıl bulmuştu kendini bu beton yığını kentin ortasında, hiç kimse yok muydu ona bilmediklerini anlatacak, geçmişinden haber verecek?

Geçmişe dair hatırladıkları; koridorlarına kimsesizlik sinmiş bir yetimhane, gecelerine öksüzlük ve yetimlik sinmiş bir çocukluktu. Bir de Sâye…

Hayal edip avunacağı, düşündükçe sığınacağı güzel günleri hiç olmamıştı. Acı bir yokluktu yıllardır peşinden sürüklenip gelen. Derin bir kimsesizlik… Bir tek Sâye'yi düşününce tebessüm ediyor, onun dağ gibi gövdesine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sâye kimi zaman müşfik bir baba, kimi zaman muzip bir arkadaş oluveriyordu ona. Ne zaman sıcak bir aileye özlem duysa başını onun dizlerine koyup teselli buluyor, kalbini derin bir ferahlık kaplıyordu.

Sâye onda kalan tek masum ve güzel olandı. Onu da yetimhaneden çıktığı gün kaybetmişti. Dünyanın olanca kirinin ellerine bulaştığı, kibirli bir hırsla dünyayı kucakladığı gün… Sâye'yi yeniden bulmak…  Tam da '' acaba''sını söyleyecekken cümlenin, yanından geçen siyah, lüks bir arabanın korna sesiyle irkildi. Daldığı hüzünlü hasretten çıkıp zamanın orta yerinde kalakaldı.

Yolu yarılamış, eviyle işyerini eşit mesafeye bölen parka gelmişti. Parkın kaldırıma demir bir sınır çizdiği yerde gördü çıplak ayaklarını bankın avuçlarına salan adamı. Birkaç adım ötede duran kapıdan içeri girdi.

Kim bilir bu halde kaç zemheriye kafa tutmuş, çıplak ayakları kaç nehrin buzlarını eritmişti saçı ve sakalı kar kaplı adamın. Yorgunluğu yüzündeki çizgilerden belliydi. ''yazık şu garibe!'' diye mırıldandı. Bu mırıldanış büyük bir gürültü etkisi yaptı bankta yatan adamda. Gözlerini hafifçe araladı. Yüzüne doluşturduğu acıma hislerine iğrenerek baktı karşısında duran yabancının. Ve kalkıp oturdu. Tepesinde dikili bir taş gibi duran yabancıya gür bir sesle ''otur!'' dedi. Adamın bu komutana hiçbir şaşırma emaresi göstermeksizin itaat edip oturdu. O, adamın ne söyleyeceğini, ne anlatacağını heyecanla beklerken, bank sakini gözlerini bir noktaya sabitleyerek başladı konuşmaya:

''Ben'' dedi, çok uzak diyarlardan geldim. Adım yoktur benim, haberci diye anılırım ülkemde. Ülkem size bir an kadar yakın, bin yıl kadar uzak. Sizinle bizim dostluğumuz ezel kadar eski, el olmuşluğumuz şu yılgın çağ kadar yeni.

Adamın konuşması bir deli saçması, bir sarhoş rüyasıydı belli ki. Belli ki aklını yitirmiş, kimsesiz bir divaneydi. Yine de konuşmasının sonu nereye varacak merak ediyor, anlattıklarını dinlemek istiyordu. Tuhaf bir farklılık vardı bu adamda.

Adam, gözlerini sabitlediği noktadan kaldırarak bir müddet uzaklara baktı. Sonra kirli ellerini bir yed-i Beyzâ edasıyla göğsüne götürdü. ''İşte'' dedi, görünmeyeni göğe kaldırarak elinde. İşte bu, size bir ihtar mektubudur. Sizin çağa kurban oluşunuzu, gizil yaşlarla seyreden halkımın feryadıdır. Bu beton yığını arasında, bu ruhsuz cesetlerin içinde kalmışlığınızın ağıtıdır.

Yabancıyım, haberciyim, evet yorgunum. Bunca yolu arşınlayışım, ayaklarıma kara suları salık verişim, bu mektubun elinize ulaşması, davetin kulaklarınıza varması içindi.

Bağırdım, çağırdım. ''Gelin'' dedim insanlara; gelin, gidelim ülkeme, hüzün ülkesine… Orada İbrahim sizsiniz, kurban maddeperest dünya… Gelin ve kurban edin dünyalarınızı.

Adam konuşuyor, onun beyninde bir uğultudur çoğalıyordu. Yerle gök arasında nerede duracağını kestiremedi. Bu adamın söyledikleri hem gerçekti, hem düş. Adam hem vardı, hem de yok. Ruhunun, aklının sınırlarını zorladığı bu demde Adam, kirli ellerini onun avuçlarında gezindirerek, görünmeyen nameyi avuçlarına bırakarak oturduğu yerden kalktı, görevini yerine getirmiş olmanın verdiği huzurla yürüyüp gitti, geride dudağının kıvrımından dökülen ince bir tebessüm bırakarak. 

KİLİT/Fazlı BAYRAM




/gözlerim uykuya açılırken/





örselendim kuş konmamış bakışların örseledi beni
bir yağmur bir kitap da enseledi beni
şiire vurdum çıkmaz sokakların ufkunu
bir künde
bir silah
bir kumar
yok etti beni

bozulmak üzere olan abdestimle ben
sobelendim ayak uçlarında düş kurarken
bu kadar gelmeyin üstüme dağlar yoruldum
idamlıklarla gecelere savruldum
anla ki yine yeniden doğuyorum
sularımın durgun düşmesi haritalara
bastonlarımın
evhamlarımın
endişelerimin
hep bu yüzden kambur 
dünyalıklarınızdan dışarı bakan
şaşı bakan başka başka huylarımın sıtması

anahtarı kaybolmuş bir kilitsin ellerimde
gitmene dayanır da günahkar kalbim
kiltesi kırılıp gelmen
saçları taranıp gelmen
cehennem eder zındanlarımı



ELBET BİR GÜN/Ahmet Furkan MUTLU









Hangi mevsimdesin yüzünden düşen bin bir hüzün
Sonbaharda mısın, kışta mısın?
Beni hasretinle koyup süzüldün
Yokluğun dayanılmaz farkında mısın?

Dudakların kıpır kıpır bir şey söylüyor
Sen de benim gibi ayrılık şarkılarında mısın?
Gözlerim hala gözlerini istiyor
Gönlüme konmuş tahtında mısın?

Kemanında sevda türküsü bestele
Özlenen sevdana varırsın bir gün
Sevda bahçesinde güller destele
Çekilen acılar sarılır bir gün

Kim seni bu kadar çok sevdi söyle
Sanma iki gün sonra unuturum böyle
Beklerim, sabrederim, vazgeçmem
Gidenler elbette dönecek bir gün

ÖLÜLER RUHUNA ŞİİR/Metin ACAR‏












Anlamaz saatler ecelin çabukluğunu
Göç yollarını tarihçiler bilemez
Irmaklar ne düşünür akınca
Rabbim...
Düştüğümüzde
Düşündür kullarını

Yaprakların düşüşü
Benim kadar dikkat çeker mi?
Ölümü mezar taşlarından okuyanlar
Benim kadar bilir mi?

Düşüyoruz göğü delenlerden
Zemini satın alanlar
Maviyi çalmakta ısrarcı
Göğü delen bu çöp yığınları
Beni bile kandıracaksınız
Korkuyorum...

Seni burada yaşatamam
Kendimi bile park edecek
Boş alan yok burada
AŞK mı?
Denizler madde kokuyor
İnsanları ise hiç sorma

Geceleri
Yıldızlara set çekiliyor
Beyaz bir perdede hayat
Kimse kitap okumuyor
Ve kimse susmayı bilmiyor
Simalar birbirine yabancı
Burada
Kimse türkü dinlemiyor

Söylesene sevgili
Biz bu insanları tanıyor muyuz?
Ölüler bizi tanıyor mu?
Mezar taşları bizi duyar mı?
Türkü söylesek
Ölmüşlerimizin ruhuna
Bizi anlarlar mı?

Kaç zamandır düşünüyorum
Biz yumsak gözlerimizi
Diğer mahallelerde de çiçekler açar mı?
Söylesene sevgili
Bir çiçeği
Bin madde yakalar mı?

Şimdi sıra
Ruh/satımında sevgili
Benim ruhum bahçe katı
İstersen takas edebilirsin
Burada kaldıysa eğer
Boş bir dağ başıyla...
 


KAPİTALİST SEMAYENİN ALDATMACALARI/Bekir BÜYÜKKURT

“Yönüm ATM’ye, ATM bankaya;
niyet ettim mabet tanrılarının semirmesi için
kredi kartımı ATM’ye takmaya.(!)”

Modern insan tüketerek var olduğunu zanneden bir insandır. ‘Tüketiyorum, o halde varım!’ Ama bu tüketim, insanın asıl ihtiyacı olan eşyayı değil, insana asıl ihtiyaçmış gibi benimsetilen suni eşyaların tüketilmesidir. Mesela toplum mühendislik bürolarının ürünleri olan reklamlar size 'bende bir şeyler eksik' duygusunu vermezse başarısızdır. İnsanlar lüks bir kol saati, pahalı bir akıllı telefon, marka bir eşarp sahibi olmadığı zaman kendini bir ağa girememiş, elit bir grubun parçası olamamış, aşağılarda kalmış, yarım kalmış hissediyor. Hal bu iken insanlara hiç bir gelir düzeyi yetmez hale geliyor. İşte tüm bunlardan sonra gönüllü kölelik çağı denilen, tüketimden semiren ve pastanın büyük dilimini kendisi götüren, yarı tanrılıklarını ilan etmişlerin başlattığı ekonomik terör ile karşı karşıya kalıyoruz.
KREDİ KARTINDAN ÇEKİYORUZ
Dünyanın dört bir yanına adeta salgın gibi yayılan ve cüzdanlarımızda ettiği küçük yerlere rağmen cüzdanlarımızda olmayan paraları harcamamıza yarayan kredi kartları sayesinde bir şeylere sahip olma iştihamızı olabildiğince az törpüleyerek yaşıyoruz bu hayatı. Evet, bu sistem bize sahip olmadığımız paraları harcamayı vaat ediyor. Kazançlarımızdan evvel cebimizdeki kredi kartlarını ve taksit sayılarını düşünerek olmadık anda içimizden gelen her şeye sahip oluyoruz ya da onların bize sahip olmasına izin veriyoruz.
Bu meseleyi her türlü alanda eleştirmemize rağmen bir türlü bu salgından kurtulamıyoruz. Her türlü kredilere artık bir kısa mesaj kadar yakınken, bu hastalıktan kurtulma reçetelerine hiçbir zaman riayet etmiyoruz. Modern zamanın, insanların fikirlerinden ziyade kullandıkları eşyaların etiketine göre değerlendirme aldatmacası bizi tedavisi ancak medeniyetimizde olan bu vebanın hastalarından yapmıştır.
VİCDANLAR KANDIRILAMAZ
1994 yılında fotoğrafçı Kevin Carter’in Sudan’da çektiği fotoğrafı görenler bilir. Açlıktan ve hastalıktan dolayı iki yaşında gösteren ama on yaşlarında olan Sudan’lı bir çocuk emekleyerek birkaç kilometre ilerideki yemek kampına gitmeye çalışıyor. Ve çocuğun hemen arkasında bir akbaba çocuğun ölmesini bekliyor. Usta fotoğrafçı! Carter bu fırsatı değerlendirip deklanşörüne bastığı gibi bu anı ölümsüzleştiriyor. Ve hemen oradan ayrılıyor. Bu hadiseden sonra çocuğa ne olduğu bilinmez ama Carter üç ay sonra depresyona giriyor ve intihar ediyor.
Esasında müthiş bir gerçekliği ifade eden bu fotoğrafı ilk gördüğümüzde hepimizin içi burkuluyor. Birkaç saat kendi içimizde ufak bir muhasebe yapıyoruz ve olası bir sonraki öğünümüzde aşırı tüketimden kaçınıp sokakta gördüğümüz dilenciye de yardım ettikten sonra gündelik hayatımıza keskin bir ‘U’ dönüşü yaparak şehrin ışıkları ve gürültüsü eşliğinde bir şeyleri ve aynı zamanda kendimizi tüketmeye devam ediyoruz. Sırf muhtelif yerlerindeki markaların hatırına satın aldığımız metalar kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyor. Çünkü yeni tanışan insanlar artık birbirinin fikirlerinden ziyade eşyalarının markalarına bakıyorlar. Bu markalar üzerinden tanımlamaya başlıyoruz birbirimizi.
YÖRESELDEN KÜRESELE GİDERKEN
Yöresel zevkler artık sınırlardan bağımsız bir şekilde neredeyse dünyanın her yerinde, farklı farklı insanlar tarafından ortak bir şekilde benimsenmektedir. Anadolu’nun herhangi bir şehrinde İtalyan usulü makarnanızı yerken üzerine bir de Fransız tatlısı söyleyebiliyorsunuz.
Evet, haz ve hız çağında, düşünmek için durmamız gereken bu zamanlarda, durup düşünecek olursak, küreselleşme esasında baş döndürüyor. Dönen başlarımızın selim bir şekilde düşünmediği ise mutlak bir hakikattir. Bu mutlak hakikati bilmemize rağmen bu gibi aldatmacalara nasıl olurda kayıtsız şartsız teslim olabiliriz?
REKLAMLARA DİKKAT
Herhangi bir firmanın reklam yapmaması söz konusu değildir. Bir reklam, insanlara asıl ihtiyaçlarını sunuyor ve bunu değerlere aykırı bir şekilde yapmıyorsa bu reklam uygundur denilebilir. Lakin asıl ihtiyaçların da ötesine giderek lükse kaçan, itibar simgesi olarak ifade edilen maddelerde muhatapların değerleriyle dalga geçiyorsunuz demektir.
Bir Müslüman'ın itibarı imanından, takvasından, efendiliğinden yani etrafına faydalı bir insan olmasından gelir. Eğer itibarı kişinin huy ve davranışlarına değil de, sahip olduğu eşyaya bağlarsanız ve bunu saat başı televizyonlarınızdan ilan ederseniz, o toplumun değer sistemi siz hiç farkında bile olmadan bir iki nesil içinde değişir. En güvenli vasıtayı almak hakkımızdır, bu bir ihtiyaçtır. Ama itibarımızı arttıracak bir vasıta olamaz. Çünkü herhangi bir madde mana veçhesi de olan insana hiçbir değer katamaz. Kendimizi gerçekten çok güzel kandırıyoruz.
TÜKETE TÜKETE TÜKENİYORUZ
Bilgi ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği günümüzde; haberleşme, ulaşım, şehirleşme, ticaret, sanayi, turizm ve hemen diğer bütün sahalarda meydana gelen ilerlemeler, insanın ruhî varlığından çok, bir şeye hizmet etmektedir: Tüketimin artması. Bilgi ve teknolojinin gelişmesi, binlerce yeni ürünün piyasaya sürülmesi ile kendini göstermektedir. Ardından, bu ürünlerin insanlar tarafından bir ihtiyaç olarak algılanması ve tüketilmesi için reklam kampanyaları başlatılmaktadır.
Sanayi ve ticaretin gelişmesine bağlı olarak, refah seviyesi giderek artan insanların ihtiyaçlarını karşılamanın yanında, zaruri olmayan arzuların da ihtiyaçlar listesine dâhil edilmesiyle artan çılgınca tüketim için her geçen gün çoğalan fabrikalar, enerji ve hammadde temini adına bir yandan yeryüzü kaynaklarını hızlı bir şekilde harcarken, bir yandan da üretmiş oldukları atıkları ile su, hava ve toprak kaynakları ve üzerinde barındırdığı bitki ve hayvan türlerini zehirlemeye ve yok etmeye başlamıştır.
Körü körüne ve kayıtsız şartsız tüketen bir robot hâline getirilen toplumlarda, ekonomik problemlerin yanında içtimaî ve ahlâkî problemler de çoğalmaktadır. Dünyada açlıktan ölen insanlar kadar aşırı beslenmeden dolayı ölen insanların da var olması, ahlaki boyutun derecesini gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Dünya genelinde tüketim gerek besin, gerekse hammadde ve enerji kaynakları açısından giderek artmaktadır. 1960 ile 2000 yılları arasında dünya nüfusu yaklaşık iki kat artmışken, aynı dönemde aile seviyesinde yapılan harcamalar, dört kat artarak 20 trilyon dolara ulaşmıştır. Dünyanın en zengin insanları, en fakir insanlarına göre 25 kat daha fazla enerji tüketmektedir. Dünya nüfusunun % 5’ini teşkil eden ABD, tek başına dünya petrol ve kömür tüketiminin % 25’ini, tabii gaz tüketiminin ise % 27’sini gerçekleştirmektedir. Dünya genelinde 500 milyon araba mevcut olup, bunun 1/3’ü ABD’de bulunmaktadır. Her yıl yaklaşık 11 milyon yeni otomobil trafiğe çıkmakta ve sadece ABD’de kullanılan otomobillerden atmosfere bırakılan karbon nispeti, Japonya’nın bütün sanayi faaliyetleri ile havaya göndermiş olduğu karbon nispetine eşittir.
SON OLARAK:

Belki de tüm bunları okurken çokça canımız sıkılmış olabilir ve hatta tüm bunları reel dünya ile özdeşleştirme hususunda da bazı sorunları olan birer deli saçması olarak ifade ediyor olabiliriz. Ruhumuzu sıkan bu gerçek bizi anlatıyor ve bundan dolayı canımız daha çok sıkılıyor. Susuzluğumuzu gidermek için içilen tuzlu su misali. Aslında lüks, konfor ve rahat zamanı olan modern çağda ‘sıkılmak güzeldir’ ifadesini yanlış yolda gidenlerin yol haritası edinmesi gerekir. Yoksa toprağın sıkıştırmasına nasıl tahammül edebiliriz ki?

GECE / Şeyhşamil EJDERHA

Göz kapakları yorulur insanın.
Karanlık ansızın gelir.
Bir tespih tanesi üzerinde saf tutar yıldızlar.
Ay sessizce geceye masal okur.
Güneş saygıyla eğilerek çekilir dağların ardına.
Siyah bir perde kusurları örter.
Bekçinin can yakan ıslığı kaplar sokakları.
Bir baykuş matem olur karanlığa.

Çaylar hazırdır. Sohbettir güneşi doğuracak olan. Kaybolur selamlar, kelamlarda. Aydınlığa daha çok var. Huzur aheste aheste yükselirken afaka; yüreklerde bir şüphe, ya güneş erken uyanırsa…

Çayın demi kadar koyu bir sohbet, tütün dumanı gibi iz bırakır boşlukta.
Tespihin her tanesinde zikir, her zikirde fikir kaplar karanlığı. Dostun sözlerinde kaybolur dertler. Dert yüklüdür mısralar, mısralar tespihe gece dizilir.

Bilinmez daha kaç tütüne mezar olur zift kaplı perde. Kaç bardak daha boşalır kelamların üzerine. Gözler melül melül bakarken boşluğa insanların kalbinde sukut. Bir daha ne zaman buluşacak alın ile seccade? Çayların kızıllığı ısıttıkça yürekleri esen rüzgâr ürperecek. ''Ey sevgili'' nidaları arasında kelama Necip Fazıl eşlik edecek.

Dert üstüne dert eklenirken bir türkü yükselecek çayın dumanından.
İnsanlar ağlamayacak, gözler sulayacak kelamları.
Hüzün üstüne ağıtlar selam duracak göğe.
Ansızın yıldırımların kükreyişinden korkacak bulutlar.
Ağlayacaklar bir Yemen türküsü üzerine.
Yaşlı bir çınar izleyecek olanları, ses etmeyecek.
Karanlıktan saklayacak gözyaşlarını.

Etraf kızılıkla kaplanacak çayın son demini aldığı vakit. Türküler susacak, karanlık susacak, tespih taneleri taşıyamayacak bu yükü, kırılacak. Selamın sahibi kelama başlayacak minarelerde, yoksa güneş doğmayacak, kızıllıkta yanacak. Gölgeler gecenin ardından el sallayacak. Son tütünün dumanı iz bırakırken boşlukta güneş sessizliğin üstüne sessizce doğacak.

Ve gene güneşi çay deminde kelamlar ve tütün dumanı doğuracak.

TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ XII/Fazlı BAYRAM

             





                                     /sırat/




atlarımızın ve peykelerimizin
imtihan kokusunda kalan son kör düğümü
iskeleler işkodra ve tanesi yağmurun
boyun bantlarından semirir

esir bir mermi ağızda sözler
kalbimin çektiği her tetik sana
rezil eder beni
beni vezir eder sana
susarak söylediğinden ne anlamam gerekir bilmiyorum
ama anladım
anladım ki
bütün bahtiyarlar ihtiyar olacak elinde

sen ey sarı lalesini ateşlerden çaldığım
çıkarıp kalbimi koysam önüne
can versem gözlerine bakarak

YAĞMUR/İsmail SAĞIR









Yağmur, vurma cama
Cam vefalı olmaz sana
Süründürür seni de mektubunu vermez bana
Sen yine tavrını koy topraktan yana
Yetim bebeğin eline dokun ya da
Cennetten annesi ellerini öpmüş sansın o da
Sonra uyusun, büyümesin ama
O daha küçük, acıyı bilmez!  Sanma
Gitme! Aklını çelmeye çalışan rüzgâra kanma
Damlalarını sayarak büyüyecek çocuklar, bebekler
Söyle! Hangi sevgili seni böylesine bekler
Usulca yağ ama olmasınlar hasta
Sonunda gökkuşağı hediyen olsun hatta
Rüzgâr toprağın kokusunu yayarken 
Şiir göklerden,  yıldızlar kayarken
Yine gel,  bekleriz sessizce tüm şehir seni burada

Cuma gel! Cumayız biz, bu ıssız adada…

YOLUM VAR UZUN/Murat TÜRKMENOĞLU









Ağustos sicağinin yakışında
Sırtımdan akan terin ıslağinda
Sorarim sana ey dost,
Niyeti salih olana çalışmak zor gelir mi?
Aşkını sırtına giyene,
Dünyayı sürmek çok gelir mi?
Yine de güzel diyorum
yaşamak…

Ali amcanın bir ekmek için,
Uçurumun kenarında yürüdüğü,
Akşama bitap düşüp de,
Yine de alamadan gidişini,
Hakkını zalim köleden,
Paranın pulun kölesi olmuş,
Ağadan beyden.
Hepsini biliyorum,
Bilmez sanmayın ,
Saf Anadolu çocuğunu
İçi yeni yuğulmuş yorgan kokan,
Saf Anadolu çocuğunu,
Bir bilir, beş bilir, on bilir de
Susar edebinden,
Atar dipsiz kuyularına,
Lakin
Öyle bir gün olur ki,
O sakin deniz,
Bir balyoz olur da,
İner hakkı yiyenin,
Hakkettiği kafasına...


ZAMAN/ Abdurrahman SALTALI











Ben düşüncelerimin esiriyim
Zaman, zaman pençesine düşerim
Yıkmak için içimdeki bendi taşarım
Ah! Ayrılıklar, ayrılıklar…
Zincire vurulmuş gibi sımsıkı bağlı

Vurulmuş pranga, ayaklardan
Sımsıkı bağlanmış, zikkelere
Koparılmaz çekmekle zincirler
Kırılır kollar, ayaklar
Kır gönlümdeki zincirleri, prangaları

Zaman öyle kahpe ki yarışılmaz
Ne yana baksam aşılmaz yollar
Taşları kırmaya gücüm yetmez
Ne olur volkanlar püskürüp yansın dağlar

Sen bırak gönlün yansın, ateşi viran olsun 


***

DİK DURUŞ















Dimdik duruyor bulutlara inat
Dikmiş başını arşa doğru
Ben sana aşığım
Yeryüzünün en güzel evi
Hilalini göklere ulaştırmak mı emelin
Dosdoğru yükselerek arşa kadar.

TÜRKÜ YAZILARI/ İsmail GÖKTÜRK

Muhterem Hocam Muzaffer GÖZÜKARA'nın 
Türkü Yazıları isimli manzumesine âcizâne bir şerhtir...


Yüreği ağzına kadar doluydu...

Azık olarak çileyi ve aşkı almıştı. Hayatı idâme ettirmenin gerek ve yeter şartı, ekmek su gibi katıksız nimet olan çile ve aşk... "Uzun İnce bir yolda" toza toprağa belendiği yer Anadoluydu.

Yüreği ağzına kadar doluydu. Bir kelam, bir nazar, bir şekil mızrap olup ezgilerin sıkıştırdığı yüreğe dokunmuş olsaydı, ebediyete gerilmiş teller, bir bir kopacaktı. "Bir türkü" diyordu. Şehâdet makamına bir adım kala, gözlerinde "bir yudum su" feryadıyla kıvranan bir yaralının sancısıyla, "bir türkü" diyordu. Kanayan bir yaraydı yürek, bir türküyle dağlanmalıydı. Yumdu gözlerini. Sırılsıklam sevdalı, tutundu bir allı turnanın kanatlarına.

Adı "ana"ydı kadının. Yıllar var ki, bir haber alamamıştı Yemen'e yolladığı yavrusundan. Büyütüp beslemiş, esker eylemişti. Bir döneydi yavrusu elleriyle yedirecekti, tandır kömbelerini. Kaygana yapacaktı, bir tas da ayran. Öpüp koklayacaktı sonra. Dönüp gelebilenler, "bir çift potinle bir de fes", bir ağıtlık nefes getirmişlerdi ondan. Ana, şehâdete duyduğu müebbet ihtiramla yüreğinin ortasına yerleştirdi acısını. Türkülerin hasını yaktı oğluna. Oğluna ve onun şehit dostlarına...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Yaranın kanı durmamıştı. "Bir türkü" diyordu, mehterin serhat boylarında vurduğu. Kılıcının şavkıyla aydınlanan delişmenlik çağlarından arta kalan türkü. Üzengiye bastı mı eyere yerleşmeden Tuna'yı aştığı zamanların türküsü. Kadırgaların kalyonlara rampasında denizler çatırdarken bir leventin dilinde titreyen türkü. "Yiğit olan döne döne dövüşür" diyen türkü...

Kan kesif bir halde akmaktadır. Serin demir yarayı dağlayamamıştır. "Toprağa basmalıdır deli gönül" Bazen çöllerde isimsiz bir mezar, bazen sularda kefensiz şehit, bazen çemberde amansız bir yiğit olmalıdır. Yangınlar içinde uzayan çöle, bir yayla pınarı gibi akmalıdır kanı. Sarıkamış'ta "Kar Çiçekleri"ne dönüşmelidir; bir kartal olmalıdır "Dargo"da. Kafkas dağlarını moskof'a zindan etmelidir. Sonra, yönünü çevirdiğin her sınır cephe olmalıdır. Trablusgarp'tan, Mısır'dan, Filistin'den, Suriye'den, Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan kan revan içinde düşmelidir, Anadolu'ya. Anadolu, binyılın kalesi, düşmelidir yeniden alınmak için...

Bir yiğittir o. "Adı yiğitlerle okunur". Kıtlığı, seferberlik yıllarını yaşamıştır. Evdeşini ellerinin kınası kurumadan Allah'a emanet edip düşmüştür yollara. Sırtında boyundan büyük mavzeri taşımaktan yorgun düşünce, bağdaş kurup bir küflü ekmek olan tayını yerken "cepheye varmadan şehit olmasam" diye dua etmiştir. Boynu bükük uçmuştur göllerden sunalar ve dönmemişlerdir. Sonra bir kara yılan gibi çöreklenmiştir memlekete zulüm. Gâvur Müslüman bellisiz olduğunda darağaçlarında ıslıklanan rüzgâr garip bir türkü. Gözyaşı bir türkü, hep yaşlı bir türkü, bir gönül türküsü, bir ayrılık türküsü, bir verem türküsü, bir tükeniş, bir ölüm türküsüdür...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Kan kesilmek bir yana, şorlamaya durmuştu. "Aman bir türkü" diyordu. Bir âh türküsü. Varılmak istenen varılamayan, olunmak istenen olunamayan, ölünmek istenen ölünemeyen bir türkü...

Yetimlerin yoksulların yurdu olduğu kadar, vurguncuların, yağmacıların da yurdudur Anadolu. "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" düşmüştür. Adı, Müslüman Anadolu insanının öteden beri yavrularına vurduğu isimlerden bir isimdir. Yapılan taksimde ona, rızkını el aralıklarında ahır temizleyerek, itilip kakılarak kazanmak düşmüştür. Ayak yalın baş açık çobanlık yapan kardeşinin kavalında, anadan yetim, babadan yetim, bayramda eli öpülecek kimsesi olmayan bir türkü çalar...

Anadolu'nun çehresi değişmiştir. Drama köprüsü nerdedir bilmez çocuklar ama Hasan'ı tanır. Silahlar oyuncakçıda satılır, ama Hasan'ın "martini" satılmaz. Tuna'nın inadı kırılmıştır, artık akmam diyemez. Sivastopol önündeki "Yıkık Minare" ne olmuştur kimbilir. Kağnılar, Çete Bayramlarında asfalt yollardan geçirilir. Çetelerin, efelerin, zeybeklerin türkülerinde ezgisi vardır kağnı gıcırtılarının. Koca bir hüzün medeniyetinden geriye, kala kala türküler kalmıştır. Bu yarayı hem kanatan, hem dağlayan, hem onacak olan türküler. "Ne şirin dert bu, dermandan içeri"...

Dün olduğu gibi insan, bizim insanımız, türkü, bizim türkülerimizdi. Bu sazın telleri hüzne, gurbete, hasrete, aşka akortluydu. Yani insana özgü değerlere. Ama kan hiç durmadan akıyordu. Yara belki kurşun yarasıydı, belki sevda yarası, belki yoksulluk, belki bir söylenmez, adı anılmaz yara. "Bir türkü diyordu." "Harmanı yanan bir ihtiyarın yoksulluğunca yanan" bir türkü. Köyünden toprağından kopup üç kuruşluk helal lokma ya da üç kuruşluk tahsil uğruna şehirlerde yokluk perişanlıkla türlü hastalıkların pençesinde can veren "Celal oğlanların" türküsü. Kuru yerde yatan, ayağına dikenler batan, soğuk sularla yunulan bir türkü...

Kan durur gibi olmuştu. Saz durmamalıydı. "Benim sadık yarim" diyerek toprağa yürümeye vurmalıydı. Bir mezar türküsü vurmalıydı, üzeri otlar kaplı, bir Fatiha'ya muhtaç, bir duâya hasret olmanın türküsünü vurmalıydı...

Kan durmuş, yürek yorulmuştu. Mızrap sazın son telinde Anadolu'yu ve Anadolu insanını anlatıyordu. "Bir türküyüm ben, adı sanı bilinmeyen, dillere hiç düşmeyen, sazı sözü olmayan, hiç olmayan bir türkü..."



TÜTÜN/Mehmet YAŞAR

Abi selamun aleyküm aşağıdaki rubai m.yaşarın kendi ağzından serdedildi. 
Yol'umuza arz ederim. Hem de bunu bir çaşıt edası ile bildirmekten dahi imtina etmeden.
Fazlı BAYRAM





Bakmazlar kalplerinde haset mi var kin mi var
Ey tütün toprakta senden hoş ekin mi var
Ey sigara senle ben ateşsiz olamayız
Esrarını ki aşkın yanmadan bulamayız


KARANFİLLİ YAZILAR/Mustafa Alper TAŞ

Kim vardı elbette kapıların arkasında herkes vardı
Sessiz bir menekşenin düşüncesini bölüşüyorlardı

Kimsenin ilk gününü bilmediği pazarlarda gezdirilen tütsülerin içinde ve pazartesine inanan başka günleri de ona bağlayan tacirler, süt satıcıları, eski şeyleri alanlar, madenler içinde en çok bronzu tutanlar, tezgâhtaki balıkların temsil edebileceği, hatırlatabileceği kadar denizi biliyorlardı yalnız. Oysa az ötede gemilerin taşırdığı gürültüsüyle deniz, herkesi akşama teslim ediyordu. 

Burayı mide bulandırmaya elverişli bir parfüm kokusuyla böldüler. Menekşeden habersizdiler.

Ağır kadife bir perdeyi çekmenin hazzıyla kediler, sahipleri, bir dağ köyünün kararan sokaklarını özleyen işçiler, yaktı tütününü geceleri örtünmenin. Bakışlarında, kendi kanını soluyan balıklar vardı karanlıkta avlanmış. Sabırla biçiyorlardı kumaşları, yepyeni örtüler ölçüyorlardı onlardan. Sabah, hiç kimsenin umurunda değildi.

Ben bir karanfil oyarak başlıyorum duvarlardan, bilekleri üşümüş kadınlardan, ayaklarının üzerinde duran çocuklardan. Usta bir karanfil oluyor gittikçe, geceyi üzerime çekerken bunu söylüyorum kendime, atların keskin ölümlerini seyrederken, susuz uyanıp çeşmeleri düşünürken. Hızlı bir karanfil oluyor, anne çocuğun düşlerine henüz eğilmeden koşup kurtarıyor dünyayı yalanlanmaktan, bir kez daha her şey yerli yerinde duruyor. Sevinin.

Bütün karanfillerin yolu menekşeden mi geçer,
bir menekşe karanfile hüznüyle mi, neresiyle benzer?


İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİM/Bekir BÜYÜKKURT


‘Kendi ahlakıyla bir millet ölür, yahut yaşar!’
Mehmet Akif ERSOY

GİRİŞ:
Bazı mefhumları anlayabilmek için birtakım olaylarla karşılaşmış olmak veya birilerini tanıyor olmak gerekmektedir. Hz. Ömer(ra)’in ismi ile adalet ve vakar mefhumlarının özdeşleşmesi örneğinde olduğu gibi. Hatta bahsi geçen mefhumların idrakini bu kişi veya olaylara bağlayabiliriz. Yönetim, idare, ticaret, aile, insan, ahlak, vicdan, merhamet, adalet gibi mefhumlar İslam medeniyetiyle aslına rücu etmiştir. Hayatı, değerler etrafındaki kaidelere göre şekillendiren ve Nebevi(sav) çözümler dışında hareket etmemeyi kendisine şiar edinen, devlet politikalarını, gelişen durumlara adapte ederek, değerler temelli politika amaçlayan bir devlet elbette bu mefhumları kendi bünyesinde toplamıştır ve bu mefhumlara sadık bir şekilde yaşayacaktır.
MEDENİYET NEDİR?
Medeniyet, bazı kimselerin yanlış bir yaklaşımla ileri sürdüğü gibi ilim, fen, sanat, icat, teknoloji, mimari ve siyasi hayat programlarından oluşan bir olgu değildir. Bütün bunlar medeniyetin hakikati değil; ancak onun meyve ve sonuçlarıdır. Mevdudi’ye göre herhangi bir medeniyetten bahsederken ve onu değerlendirirken bir takım suallere verdiği cevapları göz önünde bulundurmak gerekir.
MEDENİYETİN YAPITAŞLARI OLAN SUALLER:
Bu temel suallerden ilki dünya görüşüyle ilgilidir. İnsanın dünya hayatıyla ilgisi nedir ve dünyadan yararlanma isteği hangi yöndedir? Onun dünya hayatı hakkındaki düşüncesi nedir, insanın oluşturduğu medeniyetin yeri nedir? Dünya hayatının düşünülmesi sorunu, derece ve insan fiilleriyle ilişkisi bakımından en önemli olanıdır. Çünkü bu düşüncenin değişmesi, medeniyetin de değişmesi sonucunu doğuracaktır.
İkinci sorun hayatla ilgilidir. Hayat nedir? İnsanın yaşama amacı ve bu hayattan beklentileri nelerdir? İnsanın devamlı olarak arzuladığı ve bütün çalışmalarını üzerinde yoğunlaştırdığı temel amaç nedir? Yaşamın amacı hakkında sorulan bu sualler, insanlığın kurtuluş ve başarı yolunda ilerlemesi için zorunludur.
Üçüncü sorun ise; medeniyetin meydana gelmesi için esas olan düşünce ve inançların neler olduğudur. İnsan aklına yön verecek ölçü ve onun zihninde oluşacak düşüncelerin içeriği nedir? Belli bir amaca ulaşmak için insanın takip ettiği yol ve onu harekete geçiren unsurlar nelerdir? Şu bir gerçektir ki, insanın fiillerinin oluşması onun düşünce yapısına bağlıdır. Tüm insanların davranışları ancak insanlardaki kalbi saran esas düşüncelerden sonra oluşur. Bir inanç sistemi ve temel bir düşünce yapısına sahip olmayan hangi medeniyet neyle kendini muhafaza edecek.
Dördüncü sorun ise; medeniyetin insanı eğitme sorunudur. İnsana mutlu bir hayatı kazandıracak manevi terbiyenin ve sağlam düşüncenin içeriği nedir? Bir eğitimden sonra hemcinslerine karşı durumu ne olacak? İnsanın her yönüyle yetişmesi için nefsi özellikler ve huylar nelerdir? Şüphesiz toplum hayatının oluşmasında medeniyetin amaç ve özünü görmek mümkündür. Fertler medeniyetin oluşmasında, tıpkı bir binayı ören tuğlalar gibidir. Medeniyetlerin de temel taşları fertler olduğuna göre, medeniyetin sağlamlığı ve uzun ömürlü oluşu kendi düşünce sistemine göre eğitilmiş fertlerden oluşup oluşmadığıyla ilgilidir.
Son olarak; toplumu oluşturan fertler ve gruplar arası ilişkilerin düzenlenmesi sorunudur. Fertler arası ilişkiler hangi temel üzerine kurulmalıdır ki, hayatta başarılı olunabilsin? Grupların ilişkileri ne derecede olmalıdır?  Bu medeniyetin insanlar arasında uyguladığı nasıl bir hukuktur? İnsan davranışlarının sınırı nedir?  Bütün bu sorular ahlaka, topluma, siyasi hayata ve hukuk düzenine ilişkin sorulardır.
İSLAM MEDENİYETİ:
Bugün batıda, İslam Medeniyetinin kendinden önceki medeniyetlerden esinlenerek oluştuğu yönünde yanlış ve sakat bir düşünce hâkimdir. Bu sakat düşüncenin İslam toplumları içerisinde de oluşması meselenin daha vahim olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Özellikle İslam Medeniyetinin Roma, Yunan ve İran medeniyetlerinin maddi servetinden yararlanarak yeni bir oluşumla Arap toplumu özelliklerine göre doğduğunu ispatlamaya çalışıyorlar.
Elbette bu düşünce sakattır ve aldatmacadan başka bir mana içermemektedir. Medeniyetlerin birbirinden etkilenme ve bu şekilde gelişme arz ettikleri hakikatini unutmamakla birlikte; İslam Medeniyeti özü ve içeriğiyle yalnızca İslam’dır ve ona İslam dışı hiçbir düşünce girmemiştir.
İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİM:
Cenab-ı Hak, Hz. İsa'yı idarî işlerle vazifelendirmemişti. Bu sebeple İsevi’likte devlet idaresine dair hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanî ve ahlakî esaslar bulunuyordu.
Fakat papazlar İncil'de varmış gibi göstererek, iktidarı ellerine almalarını sağlayacak hükümler uydurdular. Bunun için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan sosyal kurallar ve siyasî prensipler çıkararak İncil'e ilave ettiler. Yani Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinde değişiklik yaptılar. Bundan sonra Hıristiyan halkı papazlar idare etmeye başladılar. Böylece “papazlar devleti” ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de “teokrasi” olarak isimlendirildi.
 Teokrasi idaresi “Ruhbanlara (papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit” anlayışını getirdi. Daha sonraları ise, “papazların ve ruhani reislerin riyaset ve tahakkümleri (baskıları)” şekline döndü.
 Görüldüğü gibi teokrasi, Ortaçağ papazlarının idaresidir. İslâmiyet'te ise böyle bir idare şekli kesinlikle yoktur. Onun tebliğ ettiği devlet ve idare şeklinde istibdadın, zulüm ve baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir. İslâm'ın kabul ve tatbik ettiği idarî sistem “cumhuri”dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet ve teşekkül vardır. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir. Yalnız Asr-ı Saadetin “Cumhuriyet” anlayışı, yalnız isim ve resimden ibaret değildi. Hakiki “Dindar Cumhuriyetti”. 
Zaten Peygamberimiz (asm.) Hz. İsa gibi sadece ahiretle ilgili olan imanî ve ahlakî esasları değil, dünya ve ahiret hayatını beraber tanzim eden imanî, ahlakî ve siyasî hükümleri birden tebliğ buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile bildirmiş, bizzat tatbik ederek de göstermiştir. Dolayısıyla, İslâm'da diğer dinlerde olduğu gibi, din bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddi ve manevi saadetine vesile olmuştur.
 İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca veya hiçbir din âlimi, devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. Sadece idarecilerin icraatlarının İslâmiyet'e uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini bildirmişler, fikirlerini söylemişlerdir.
İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİCİ:
Kur'an-ı Kerîm'in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet'in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber (asm), teşekkül ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devletinin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber (asm)'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz (asm) devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebaası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılâp gerçekleştirmiştir.
Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak, haklı haksız her hususta ona itaate mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz (asm) ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hakk'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır.
İslâm'da idarecinin her sözüne kayıtsız şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek yoktur. Müslümanlar halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi. Hz. Ömer'in bu hususta pek çok uygulaması vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en üst seviyede olan bu zata, “Hak ve hakikatten ayrılırsan, seni kılıcımızla doğrulturuz.” diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit ikazlara memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.
Yönetici gurura kapılırsa, kötü idare ederse, derhal ikaz edilirdi. İkaz eden belli bir şahıs veya kurum değil, Allah’a kulluğun şuurunda olan her Müslümandı. O idareciler de hatalarında inat etmezler, hemen vücutları Allah korkusundan titrer ve yanlışlarını kabul ederlerdi.
MEDENİYETİMİZE GÖRE YÖNETİCİDE BULUNMASI GEREKEN VASIFLAR:
- Akl-ı selim sahibi olmak: İdareci iyiyi-kötüyü farkedip, insana hak ve hakikati takip eden ve takip ettiren düşünceye sahip olmalıdır.  Aklıselimin alameti, kişinin, Allah’ın razı olacağı ameller yapması, Allah’ın gazap edeceği, gazabını celbedeceği kötülüklerden sakınmasıdır.
- Kabiliyet: İdarecilik çok üstün bir kabiliyet ister. Kabiliyeti olmayan kişilerin böyle bir işe talip olmaması gerekir.
- İlim: Yöneticiler öncelikle yapacağı işi, dini ilimleri, tarihi, toplumun örf ve adetlerini, fert ve toplum psikolojisini, sosyolojiyi, içinde yaşadığı çağın siyasî, iktisadî, sosyal, kültürel yapısını, dünyada meydana gelen olayları çok iyi bilmeli, değerlendirebilmeli ve tam zamanında etkin tedbirler almalıdır.
- Adalet: Adil olmayanlar, yöneticiliğe asla layık değillerdir. Adaletin icrasında ırk, akrabalık, zenginlik, fakirlik gibi hususlar etkili olamaz. Hangi inançtan, hangi ırktan, hangi kesimden olursa olsun haklı olanın hakkı, zalimden alınıp kendisine iade olunmalıdır. İdareci hem adil olacak, hem de adaletin icra edilmesine yardımcı olacak, bu hususta asla tavizkâr davranmayacaktır.
- Cesaret: Yönetici cesur olacaktır. Gerektiğinde risk altına girmekten asla çekinmeyecektir. Ancak tehevvür, yani aşırılıklar, taşkınlıklar cesaret ile karıştırılmamalıdır.
- Basiret-Feraset: Yöneticiler basiret ve feraset sahibi olmalıdır. Yani hakikati kalbiyle hissedip anlayabilmeli ve anlayışlı olmalı, bir meseleyi çabuk sezip çözüm üretebilmelidir. Bön ve ahmaktan yönetici olmaz. İdareci, muhatabının beden dilini çok iyi anlamalıdır. Kelimelerle ifade edilemeyen, ya da kelimelerin arkasına gizlenen pek çok gerçekler, azaların sergilediği tavırlardan okunur ve anlaşılır.
- Dürüstlük: Yalancı, sahtekâr, insanlara karşı dürüst davranmayan, sürekli aldatan kişilerin iş başına gelmesi, o millet için büyük bir felakettir. Doğruluk, dürüstlük; kalpte niyetin, dilde sözün, azalarda amelin aynı olması demektir.
- Sabır-Sebat: Yöneticilik çok büyük sabır isteyen bir iştir. Aceleci, istikrarsız kişiler, böyle ağır işlerin, ağır yüklerin altından kalkamazlar. Sabır, bir kararlılık ve dayanıklılıktır. Kararlı ve dayanıklı olmayan kişiler sabredemez, doğrular üzerinde, hak üzerinde sebat gösteremez.
- Affetmek: Affetmek çok büyük bir ahlaktır. O bakımdan yöneticiler gerektiği zaman affetmesini bilmelidirler. Özellikle şahıslarına karşı yapılan bir hatayı, hakareti affetmesi, büyük bir fazilet ve meziyettir.
- İstişare: Yöneticiler istişareye ne kadar önem verirler ve ehli ile istişare ederlerse, yönetimlerinde, kararlarında, icraatlarında o kadar isabetli olurlar.
YÖNETİMDE İNSAN FAKTÖRÜ:
Başarının ve başarısızlığın temelinde insan faktörü vardır. Mübarek Osmanlı’nın bugün hayırla yâd edilmesinde bu insan faktörüne verdiği önem yatmaktadır. İnsana bir meta olarak değil, yalnızca insan olduğu için değer veren devletler, geçmişten günümüze adını hayırla beraber ifade ettirdikleri gibi, gelecekte de hayırla yaşatacaklardır. Devletlerde; tek tipleştirme, dayatma, karşıdakini yok sayma ile tornadan çıkmış insan tiplerinin türemesine uygun bir zeminin olması, bu sistemi uygulayan devletlerin çokta uzun ömürlü olmayacağını göstermektedir.  Tarihin tozlu sayfaları, bu gibi kısa ömürlü devletlerle doludur.
İnsan, kendini hakikate adadığı, ruhunu O(cc)’na açtığı ölçüde insandır. Bu ölçünün farkında olan ve yine bu ölçünün yılmaz savunucusu olmayı kendisine şiar edinen İslam Medeniyetinin güzide temsilcileri, adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. İnsanın bozulmaya yüz tuttuğu bir toplumda, diğer bozulmalardan bahsetmek yersizdir. Çünkü insanı bozulmuş bir devlet her türlü çabaya rağmen yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
BİR MANEVİ ZENGİNLİK ÖRNEĞİ; SOSYAL MÜESSESELER:
Bir devletin yönetim alanında başarılı olabilmesi, sosyal kurumlar bakımından zengin olmasıyla doğru orantılıdır. Bu durum Türk, İslam ve Türk-İslam devletlerinin tecrübelerini bir bütün olarak bünyesinde toplayan Mübarek Osmanlı için zirve konumundadır.
Osmanlı döneminde, devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, ilk kurucusu Orhan Gazi'dir. Orhan Gazi, İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Bu vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir.
Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak; halka meyve ve sebze dağıtmak, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak, çocukların emzirilmesini sağlamak, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kâse ve bardak gibi kap kacak kıran hizmetçileri, efendilerinin azarlamalarından korumak; kuşlara yem vermek, çocuklara oyuncak almak, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, talebelere burs, kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek; cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak, sokaklara atılan tükürük ve benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle görevliler tayin etmek; su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, buzlu su veya şerbet dağıtılan sebiller, kuyular, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar, kaldırımlar, köprüler yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok sayıda vakıf kurulmuştur.
Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla hizmet vermiş, doktorlar ücretlerini vakıflardan almışlardır. Vakıf hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilâç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir-iki öğün yemek veriliyordu.
KORKU VE TEHDİT DEVLETİ YERİNE MİLLET DEVLETİ:
Devletin asıl vazifesi, tebaasının; din, dil, ırk, mezhep farkı gözetmeksizin hangi inanç değerlerini yaşadığını bilmesi ve bu değerleri en rahat bir şekilde yaşaması için gereken düzenlemeleri yapmasıdır. Milletin değerlerini yok sayan, milleti tehdit olarak algılayan devlet, millet devleti değil; ancak korku ve tehdit devletidir.
İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayet ettikleri, fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayri müslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik edilmiştir. 
Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler, Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı kabul etmiş gayri müslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı göstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa, farklı din mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.
Müslüman bir ülkede yaşayan gayri müslimlere / zimmilere, din ve vicdan hürriyeti meşrû dairede tanınmış ve tatbik edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile başbaşa bırakılmaları, İslâm'dan alınan temel bir prensiptir. Fâtih'in Sırp Kralı Brankoviç'e Macar Kralı'nın “Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim, Protestan kiliselerini yıkacağım” dediğini bile bile, "Eğer devletime itâat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda herkes kendi Hâlıkına ibâdet edecek” cevâbını vermiştir.
Bütün bu hoşgörüye rağmen gayri müslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmî kısıtlamaların getirildiği bazı konular da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi.

Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.
Bununla birlikte bu yasak, zimmilerin hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde, çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar şikayetçi olmuşlar, bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.

Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.
EN İYİ YÖNETİM; HAKLILARIN GÜÇLÜ OLDUĞU YÖNETİMDİR!
Haklı-haksız ve güçlü-güçsüz bağlantısında elzem olan, haklıların güçlü olduğu bir yönetim modelidir. Aksi durumda ise; yani güçlünün haklı olduğu bir sistemde, yönetim modelinin adı her ne olursa olsun; o yönetimde adalet, liyakat ve merhamet mekanizmaları tefessüh etmiştir.
‘NASIL OLURSANIZ, ÖYLE YÖNETİLİRSİNİZ!’
Yüce Allah: ‘Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.’ (Rad) diyor. Eğer bir toplum sahip olduğu yüksek manevi değerleri korursa Allah Teâlâ onları çöküşten korur. O halde yapılacak şey Müslüman toplumun kimliğini oluşturan manevi değerleri geliştirmek ve sağlamlaştırmaktır.
Acaba yöneticiler iyi ve dürüst olunca mı toplum sağlıklı ve iyi olur, yoksa millet iyi ve dürüst olunca mı yöneticiler adil ve ehliyetli olur? Bu sorunun cevabı yönetici millete göre, millet de yöneticilerine göre olur. Her ikisi de birbirini olumlu ve olumsuz yönde etkileyebilir.
İnsanlar her zaman layık oldukları yönetim tarzıyla yönetilirler, kendileri iyi olurlarsa yöneticileri de iyi olur, kötü olurlarsa yöneticiler de kötü olur. Zira yöneticiler halkın içinden çıkarlar ve onların bir parçasıdırlar.
Yüce Allah: ‘Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.’ (En’am) buyuruyor. Kötü toplumun yöneticisi kötü olur.
Ahirette cehenneme gönderilecek olan zalim ve kafir halk liderlerini, liderler de onları suçlayıp birbirlerini lanetleyeceklerdir. (bk. A’raf, 7/39; Şuara, 26/99; Ahzab, 33/67)
Beyhaki, Ka’b’ın şöyle dediğini nakleder: ‘Allah her dönemin hükümdarını milletin kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse, Salih birini; helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir.’ (İsra)
Halkın kötü yöneticileri iş başına getirmeleri Allah’ın onlara gazab etmekte olduğunun, iyi yöneticileri iş başına getirmeleri ise onlardan razı olduğunun işaretidir.
Müslüman’ın görevi toplumları ayakta tutan değerleri, özellikle ahlak kurallarını ve Allah korkusunu, hak ve hukuka saygıyı tabana yaymaktır. Toplumu düzlüğe çıkarmanın yolu budur. Düzelen bir toplumda ister istemez, yöneticiler de düzelecektir.

Toplumdaki kötülüklerin, haksızlıkların ve yolsuzlukların sorumlusu olarak sadece yöneticileri ve aydınları görmek yanlıştır. Kötü gidişattan herkes sorumludur. Zira bunda genel olarak herkesin az ya da çok payı vardır. İyileşmenin ve düzelmenin şerefi de hem yönetenlere, hem de yönetilenlere aittir. Zira toplum yöneteni ve yönetileni ile bir bütündür.
Mü’min, toplum ve onun durumu konusunda iyimser olur. Geleceğin hayırlara vesile olacağını düşünür. Din bâkidir, diye inanır. Din düşmanları ne kadar çok, ne kadar zalim ve gaddar olurlarsa olsunlar zorbalıkla dini yok edemezler. Çünkü dinin sahibi ve koruyucusu Hak Teâlâ’dır. Mü’min en kötü şartlarda bile Allah’tan ümit kesmez, karamsarlığa düşmez.
SON SÖZ:

Netice itibariyle lâyık olduğumuz üzere yönetiliyoruz! Şu veya bu şekilde ülkeyi yönetenler gökten zembille inmiyor, yönetilenlerin yani bu toplumun içinden çıkıyor! Toplum olarak adalet, kanaat, dürüstlük ve merhamete layık bir kıvama erişemediğimiz müddetçe bizi yönetenlerden de bu vasıfları bekleyemeyiz! Yani idarecilerimizden Hz. Ömer(ra) adaletini bekliyorsak, öncelikle Hz. Ömer(ra) dönemindeki insanlar gibi olmamız gerekmektedir.