İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİM/Bekir BÜYÜKKURT


‘Kendi ahlakıyla bir millet ölür, yahut yaşar!’
Mehmet Akif ERSOY

GİRİŞ:
Bazı mefhumları anlayabilmek için birtakım olaylarla karşılaşmış olmak veya birilerini tanıyor olmak gerekmektedir. Hz. Ömer(ra)’in ismi ile adalet ve vakar mefhumlarının özdeşleşmesi örneğinde olduğu gibi. Hatta bahsi geçen mefhumların idrakini bu kişi veya olaylara bağlayabiliriz. Yönetim, idare, ticaret, aile, insan, ahlak, vicdan, merhamet, adalet gibi mefhumlar İslam medeniyetiyle aslına rücu etmiştir. Hayatı, değerler etrafındaki kaidelere göre şekillendiren ve Nebevi(sav) çözümler dışında hareket etmemeyi kendisine şiar edinen, devlet politikalarını, gelişen durumlara adapte ederek, değerler temelli politika amaçlayan bir devlet elbette bu mefhumları kendi bünyesinde toplamıştır ve bu mefhumlara sadık bir şekilde yaşayacaktır.
MEDENİYET NEDİR?
Medeniyet, bazı kimselerin yanlış bir yaklaşımla ileri sürdüğü gibi ilim, fen, sanat, icat, teknoloji, mimari ve siyasi hayat programlarından oluşan bir olgu değildir. Bütün bunlar medeniyetin hakikati değil; ancak onun meyve ve sonuçlarıdır. Mevdudi’ye göre herhangi bir medeniyetten bahsederken ve onu değerlendirirken bir takım suallere verdiği cevapları göz önünde bulundurmak gerekir.
MEDENİYETİN YAPITAŞLARI OLAN SUALLER:
Bu temel suallerden ilki dünya görüşüyle ilgilidir. İnsanın dünya hayatıyla ilgisi nedir ve dünyadan yararlanma isteği hangi yöndedir? Onun dünya hayatı hakkındaki düşüncesi nedir, insanın oluşturduğu medeniyetin yeri nedir? Dünya hayatının düşünülmesi sorunu, derece ve insan fiilleriyle ilişkisi bakımından en önemli olanıdır. Çünkü bu düşüncenin değişmesi, medeniyetin de değişmesi sonucunu doğuracaktır.
İkinci sorun hayatla ilgilidir. Hayat nedir? İnsanın yaşama amacı ve bu hayattan beklentileri nelerdir? İnsanın devamlı olarak arzuladığı ve bütün çalışmalarını üzerinde yoğunlaştırdığı temel amaç nedir? Yaşamın amacı hakkında sorulan bu sualler, insanlığın kurtuluş ve başarı yolunda ilerlemesi için zorunludur.
Üçüncü sorun ise; medeniyetin meydana gelmesi için esas olan düşünce ve inançların neler olduğudur. İnsan aklına yön verecek ölçü ve onun zihninde oluşacak düşüncelerin içeriği nedir? Belli bir amaca ulaşmak için insanın takip ettiği yol ve onu harekete geçiren unsurlar nelerdir? Şu bir gerçektir ki, insanın fiillerinin oluşması onun düşünce yapısına bağlıdır. Tüm insanların davranışları ancak insanlardaki kalbi saran esas düşüncelerden sonra oluşur. Bir inanç sistemi ve temel bir düşünce yapısına sahip olmayan hangi medeniyet neyle kendini muhafaza edecek.
Dördüncü sorun ise; medeniyetin insanı eğitme sorunudur. İnsana mutlu bir hayatı kazandıracak manevi terbiyenin ve sağlam düşüncenin içeriği nedir? Bir eğitimden sonra hemcinslerine karşı durumu ne olacak? İnsanın her yönüyle yetişmesi için nefsi özellikler ve huylar nelerdir? Şüphesiz toplum hayatının oluşmasında medeniyetin amaç ve özünü görmek mümkündür. Fertler medeniyetin oluşmasında, tıpkı bir binayı ören tuğlalar gibidir. Medeniyetlerin de temel taşları fertler olduğuna göre, medeniyetin sağlamlığı ve uzun ömürlü oluşu kendi düşünce sistemine göre eğitilmiş fertlerden oluşup oluşmadığıyla ilgilidir.
Son olarak; toplumu oluşturan fertler ve gruplar arası ilişkilerin düzenlenmesi sorunudur. Fertler arası ilişkiler hangi temel üzerine kurulmalıdır ki, hayatta başarılı olunabilsin? Grupların ilişkileri ne derecede olmalıdır?  Bu medeniyetin insanlar arasında uyguladığı nasıl bir hukuktur? İnsan davranışlarının sınırı nedir?  Bütün bu sorular ahlaka, topluma, siyasi hayata ve hukuk düzenine ilişkin sorulardır.
İSLAM MEDENİYETİ:
Bugün batıda, İslam Medeniyetinin kendinden önceki medeniyetlerden esinlenerek oluştuğu yönünde yanlış ve sakat bir düşünce hâkimdir. Bu sakat düşüncenin İslam toplumları içerisinde de oluşması meselenin daha vahim olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Özellikle İslam Medeniyetinin Roma, Yunan ve İran medeniyetlerinin maddi servetinden yararlanarak yeni bir oluşumla Arap toplumu özelliklerine göre doğduğunu ispatlamaya çalışıyorlar.
Elbette bu düşünce sakattır ve aldatmacadan başka bir mana içermemektedir. Medeniyetlerin birbirinden etkilenme ve bu şekilde gelişme arz ettikleri hakikatini unutmamakla birlikte; İslam Medeniyeti özü ve içeriğiyle yalnızca İslam’dır ve ona İslam dışı hiçbir düşünce girmemiştir.
İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİM:
Cenab-ı Hak, Hz. İsa'yı idarî işlerle vazifelendirmemişti. Bu sebeple İsevi’likte devlet idaresine dair hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanî ve ahlakî esaslar bulunuyordu.
Fakat papazlar İncil'de varmış gibi göstererek, iktidarı ellerine almalarını sağlayacak hükümler uydurdular. Bunun için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan sosyal kurallar ve siyasî prensipler çıkararak İncil'e ilave ettiler. Yani Hz. İsa'nın tebliğ ettiği dinde değişiklik yaptılar. Bundan sonra Hıristiyan halkı papazlar idare etmeye başladılar. Böylece “papazlar devleti” ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de “teokrasi” olarak isimlendirildi.
 Teokrasi idaresi “Ruhbanlara (papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit” anlayışını getirdi. Daha sonraları ise, “papazların ve ruhani reislerin riyaset ve tahakkümleri (baskıları)” şekline döndü.
 Görüldüğü gibi teokrasi, Ortaçağ papazlarının idaresidir. İslâmiyet'te ise böyle bir idare şekli kesinlikle yoktur. Onun tebliğ ettiği devlet ve idare şeklinde istibdadın, zulüm ve baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir. İslâm'ın kabul ve tatbik ettiği idarî sistem “cumhuri”dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet ve teşekkül vardır. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir. Yalnız Asr-ı Saadetin “Cumhuriyet” anlayışı, yalnız isim ve resimden ibaret değildi. Hakiki “Dindar Cumhuriyetti”. 
Zaten Peygamberimiz (asm.) Hz. İsa gibi sadece ahiretle ilgili olan imanî ve ahlakî esasları değil, dünya ve ahiret hayatını beraber tanzim eden imanî, ahlakî ve siyasî hükümleri birden tebliğ buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile bildirmiş, bizzat tatbik ederek de göstermiştir. Dolayısıyla, İslâm'da diğer dinlerde olduğu gibi, din bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddi ve manevi saadetine vesile olmuştur.
 İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca veya hiçbir din âlimi, devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. Sadece idarecilerin icraatlarının İslâmiyet'e uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini bildirmişler, fikirlerini söylemişlerdir.
İSLAM MEDENİYETİ VE YÖNETİCİ:
Kur'an-ı Kerîm'in ihtiva ettiği ayetler ve İslamiyet'in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber (asm), teşekkül ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve Medine'ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devletinin ilk başkanı olmuştu. Hz. Peygamber (asm)'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz (asm) devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebaası üzerinde tahakküm kurma cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılâp gerçekleştirmiştir.
Cahiliye döneminde Araplar kendilerini temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak, haklı haksız her hususta ona itaate mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz (asm) ise devlet yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hakk'tan emir almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların müzakeresine açmıştır.
İslâm'da idarecinin her sözüne kayıtsız şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek yoktur. Müslümanlar halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi. Hz. Ömer'in bu hususta pek çok uygulaması vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en üst seviyede olan bu zata, “Hak ve hakikatten ayrılırsan, seni kılıcımızla doğrulturuz.” diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit ikazlara memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.
Yönetici gurura kapılırsa, kötü idare ederse, derhal ikaz edilirdi. İkaz eden belli bir şahıs veya kurum değil, Allah’a kulluğun şuurunda olan her Müslümandı. O idareciler de hatalarında inat etmezler, hemen vücutları Allah korkusundan titrer ve yanlışlarını kabul ederlerdi.
MEDENİYETİMİZE GÖRE YÖNETİCİDE BULUNMASI GEREKEN VASIFLAR:
- Akl-ı selim sahibi olmak: İdareci iyiyi-kötüyü farkedip, insana hak ve hakikati takip eden ve takip ettiren düşünceye sahip olmalıdır.  Aklıselimin alameti, kişinin, Allah’ın razı olacağı ameller yapması, Allah’ın gazap edeceği, gazabını celbedeceği kötülüklerden sakınmasıdır.
- Kabiliyet: İdarecilik çok üstün bir kabiliyet ister. Kabiliyeti olmayan kişilerin böyle bir işe talip olmaması gerekir.
- İlim: Yöneticiler öncelikle yapacağı işi, dini ilimleri, tarihi, toplumun örf ve adetlerini, fert ve toplum psikolojisini, sosyolojiyi, içinde yaşadığı çağın siyasî, iktisadî, sosyal, kültürel yapısını, dünyada meydana gelen olayları çok iyi bilmeli, değerlendirebilmeli ve tam zamanında etkin tedbirler almalıdır.
- Adalet: Adil olmayanlar, yöneticiliğe asla layık değillerdir. Adaletin icrasında ırk, akrabalık, zenginlik, fakirlik gibi hususlar etkili olamaz. Hangi inançtan, hangi ırktan, hangi kesimden olursa olsun haklı olanın hakkı, zalimden alınıp kendisine iade olunmalıdır. İdareci hem adil olacak, hem de adaletin icra edilmesine yardımcı olacak, bu hususta asla tavizkâr davranmayacaktır.
- Cesaret: Yönetici cesur olacaktır. Gerektiğinde risk altına girmekten asla çekinmeyecektir. Ancak tehevvür, yani aşırılıklar, taşkınlıklar cesaret ile karıştırılmamalıdır.
- Basiret-Feraset: Yöneticiler basiret ve feraset sahibi olmalıdır. Yani hakikati kalbiyle hissedip anlayabilmeli ve anlayışlı olmalı, bir meseleyi çabuk sezip çözüm üretebilmelidir. Bön ve ahmaktan yönetici olmaz. İdareci, muhatabının beden dilini çok iyi anlamalıdır. Kelimelerle ifade edilemeyen, ya da kelimelerin arkasına gizlenen pek çok gerçekler, azaların sergilediği tavırlardan okunur ve anlaşılır.
- Dürüstlük: Yalancı, sahtekâr, insanlara karşı dürüst davranmayan, sürekli aldatan kişilerin iş başına gelmesi, o millet için büyük bir felakettir. Doğruluk, dürüstlük; kalpte niyetin, dilde sözün, azalarda amelin aynı olması demektir.
- Sabır-Sebat: Yöneticilik çok büyük sabır isteyen bir iştir. Aceleci, istikrarsız kişiler, böyle ağır işlerin, ağır yüklerin altından kalkamazlar. Sabır, bir kararlılık ve dayanıklılıktır. Kararlı ve dayanıklı olmayan kişiler sabredemez, doğrular üzerinde, hak üzerinde sebat gösteremez.
- Affetmek: Affetmek çok büyük bir ahlaktır. O bakımdan yöneticiler gerektiği zaman affetmesini bilmelidirler. Özellikle şahıslarına karşı yapılan bir hatayı, hakareti affetmesi, büyük bir fazilet ve meziyettir.
- İstişare: Yöneticiler istişareye ne kadar önem verirler ve ehli ile istişare ederlerse, yönetimlerinde, kararlarında, icraatlarında o kadar isabetli olurlar.
YÖNETİMDE İNSAN FAKTÖRÜ:
Başarının ve başarısızlığın temelinde insan faktörü vardır. Mübarek Osmanlı’nın bugün hayırla yâd edilmesinde bu insan faktörüne verdiği önem yatmaktadır. İnsana bir meta olarak değil, yalnızca insan olduğu için değer veren devletler, geçmişten günümüze adını hayırla beraber ifade ettirdikleri gibi, gelecekte de hayırla yaşatacaklardır. Devletlerde; tek tipleştirme, dayatma, karşıdakini yok sayma ile tornadan çıkmış insan tiplerinin türemesine uygun bir zeminin olması, bu sistemi uygulayan devletlerin çokta uzun ömürlü olmayacağını göstermektedir.  Tarihin tozlu sayfaları, bu gibi kısa ömürlü devletlerle doludur.
İnsan, kendini hakikate adadığı, ruhunu O(cc)’na açtığı ölçüde insandır. Bu ölçünün farkında olan ve yine bu ölçünün yılmaz savunucusu olmayı kendisine şiar edinen İslam Medeniyetinin güzide temsilcileri, adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. İnsanın bozulmaya yüz tuttuğu bir toplumda, diğer bozulmalardan bahsetmek yersizdir. Çünkü insanı bozulmuş bir devlet her türlü çabaya rağmen yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
BİR MANEVİ ZENGİNLİK ÖRNEĞİ; SOSYAL MÜESSESELER:
Bir devletin yönetim alanında başarılı olabilmesi, sosyal kurumlar bakımından zengin olmasıyla doğru orantılıdır. Bu durum Türk, İslam ve Türk-İslam devletlerinin tecrübelerini bir bütün olarak bünyesinde toplayan Mübarek Osmanlı için zirve konumundadır.
Osmanlı döneminde, devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, ilk kurucusu Orhan Gazi'dir. Orhan Gazi, İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Bu vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir.
Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak; halka meyve ve sebze dağıtmak, çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak, çocukların emzirilmesini sağlamak, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kâse ve bardak gibi kap kacak kıran hizmetçileri, efendilerinin azarlamalarından korumak; kuşlara yem vermek, çocuklara oyuncak almak, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, talebelere burs, kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek; cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak, sokaklara atılan tükürük ve benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle görevliler tayin etmek; su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, buzlu su veya şerbet dağıtılan sebiller, kuyular, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar, kaldırımlar, köprüler yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok sayıda vakıf kurulmuştur.
Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla hizmet vermiş, doktorlar ücretlerini vakıflardan almışlardır. Vakıf hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilâç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir-iki öğün yemek veriliyordu.
KORKU VE TEHDİT DEVLETİ YERİNE MİLLET DEVLETİ:
Devletin asıl vazifesi, tebaasının; din, dil, ırk, mezhep farkı gözetmeksizin hangi inanç değerlerini yaşadığını bilmesi ve bu değerleri en rahat bir şekilde yaşaması için gereken düzenlemeleri yapmasıdır. Milletin değerlerini yok sayan, milleti tehdit olarak algılayan devlet, millet devleti değil; ancak korku ve tehdit devletidir.
İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayet ettikleri, fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayri müslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik edilmiştir. 
Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler, Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı kabul etmiş gayri müslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı göstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa, farklı din mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.
Müslüman bir ülkede yaşayan gayri müslimlere / zimmilere, din ve vicdan hürriyeti meşrû dairede tanınmış ve tatbik edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile başbaşa bırakılmaları, İslâm'dan alınan temel bir prensiptir. Fâtih'in Sırp Kralı Brankoviç'e Macar Kralı'nın “Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim, Protestan kiliselerini yıkacağım” dediğini bile bile, "Eğer devletime itâat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda herkes kendi Hâlıkına ibâdet edecek” cevâbını vermiştir.
Bütün bu hoşgörüye rağmen gayri müslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmî kısıtlamaların getirildiği bazı konular da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi.

Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.
Bununla birlikte bu yasak, zimmilerin hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde, çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar şikayetçi olmuşlar, bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.

Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.
EN İYİ YÖNETİM; HAKLILARIN GÜÇLÜ OLDUĞU YÖNETİMDİR!
Haklı-haksız ve güçlü-güçsüz bağlantısında elzem olan, haklıların güçlü olduğu bir yönetim modelidir. Aksi durumda ise; yani güçlünün haklı olduğu bir sistemde, yönetim modelinin adı her ne olursa olsun; o yönetimde adalet, liyakat ve merhamet mekanizmaları tefessüh etmiştir.
‘NASIL OLURSANIZ, ÖYLE YÖNETİLİRSİNİZ!’
Yüce Allah: ‘Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.’ (Rad) diyor. Eğer bir toplum sahip olduğu yüksek manevi değerleri korursa Allah Teâlâ onları çöküşten korur. O halde yapılacak şey Müslüman toplumun kimliğini oluşturan manevi değerleri geliştirmek ve sağlamlaştırmaktır.
Acaba yöneticiler iyi ve dürüst olunca mı toplum sağlıklı ve iyi olur, yoksa millet iyi ve dürüst olunca mı yöneticiler adil ve ehliyetli olur? Bu sorunun cevabı yönetici millete göre, millet de yöneticilerine göre olur. Her ikisi de birbirini olumlu ve olumsuz yönde etkileyebilir.
İnsanlar her zaman layık oldukları yönetim tarzıyla yönetilirler, kendileri iyi olurlarsa yöneticileri de iyi olur, kötü olurlarsa yöneticiler de kötü olur. Zira yöneticiler halkın içinden çıkarlar ve onların bir parçasıdırlar.
Yüce Allah: ‘Davranışları sebebiyle zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.’ (En’am) buyuruyor. Kötü toplumun yöneticisi kötü olur.
Ahirette cehenneme gönderilecek olan zalim ve kafir halk liderlerini, liderler de onları suçlayıp birbirlerini lanetleyeceklerdir. (bk. A’raf, 7/39; Şuara, 26/99; Ahzab, 33/67)
Beyhaki, Ka’b’ın şöyle dediğini nakleder: ‘Allah her dönemin hükümdarını milletin kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse, Salih birini; helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir.’ (İsra)
Halkın kötü yöneticileri iş başına getirmeleri Allah’ın onlara gazab etmekte olduğunun, iyi yöneticileri iş başına getirmeleri ise onlardan razı olduğunun işaretidir.
Müslüman’ın görevi toplumları ayakta tutan değerleri, özellikle ahlak kurallarını ve Allah korkusunu, hak ve hukuka saygıyı tabana yaymaktır. Toplumu düzlüğe çıkarmanın yolu budur. Düzelen bir toplumda ister istemez, yöneticiler de düzelecektir.

Toplumdaki kötülüklerin, haksızlıkların ve yolsuzlukların sorumlusu olarak sadece yöneticileri ve aydınları görmek yanlıştır. Kötü gidişattan herkes sorumludur. Zira bunda genel olarak herkesin az ya da çok payı vardır. İyileşmenin ve düzelmenin şerefi de hem yönetenlere, hem de yönetilenlere aittir. Zira toplum yöneteni ve yönetileni ile bir bütündür.
Mü’min, toplum ve onun durumu konusunda iyimser olur. Geleceğin hayırlara vesile olacağını düşünür. Din bâkidir, diye inanır. Din düşmanları ne kadar çok, ne kadar zalim ve gaddar olurlarsa olsunlar zorbalıkla dini yok edemezler. Çünkü dinin sahibi ve koruyucusu Hak Teâlâ’dır. Mü’min en kötü şartlarda bile Allah’tan ümit kesmez, karamsarlığa düşmez.
SON SÖZ:

Netice itibariyle lâyık olduğumuz üzere yönetiliyoruz! Şu veya bu şekilde ülkeyi yönetenler gökten zembille inmiyor, yönetilenlerin yani bu toplumun içinden çıkıyor! Toplum olarak adalet, kanaat, dürüstlük ve merhamete layık bir kıvama erişemediğimiz müddetçe bizi yönetenlerden de bu vasıfları bekleyemeyiz! Yani idarecilerimizden Hz. Ömer(ra) adaletini bekliyorsak, öncelikle Hz. Ömer(ra) dönemindeki insanlar gibi olmamız gerekmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder