‘Kendi
ahlakıyla bir millet ölür, yahut yaşar!’
Mehmet Akif ERSOY
GİRİŞ:
Bazı mefhumları anlayabilmek için birtakım
olaylarla karşılaşmış olmak veya birilerini tanıyor olmak gerekmektedir. Hz.
Ömer(ra)’in ismi ile adalet ve vakar mefhumlarının özdeşleşmesi örneğinde
olduğu gibi. Hatta bahsi geçen mefhumların idrakini bu kişi veya olaylara
bağlayabiliriz. Yönetim, idare, ticaret, aile, insan, ahlak, vicdan, merhamet,
adalet gibi mefhumlar İslam medeniyetiyle aslına rücu etmiştir. Hayatı,
değerler etrafındaki kaidelere göre şekillendiren ve Nebevi(sav) çözümler
dışında hareket etmemeyi kendisine şiar edinen, devlet politikalarını, gelişen
durumlara adapte ederek, değerler temelli politika amaçlayan bir devlet elbette
bu mefhumları kendi bünyesinde toplamıştır ve bu mefhumlara sadık bir şekilde
yaşayacaktır.
MEDENİYET
NEDİR?
Medeniyet, bazı kimselerin yanlış bir
yaklaşımla ileri sürdüğü gibi ilim, fen, sanat, icat, teknoloji, mimari ve
siyasi hayat programlarından oluşan bir olgu değildir. Bütün bunlar medeniyetin
hakikati değil; ancak onun meyve ve sonuçlarıdır. Mevdudi’ye göre herhangi bir
medeniyetten bahsederken ve onu değerlendirirken bir takım suallere verdiği
cevapları göz önünde bulundurmak gerekir.
MEDENİYETİN
YAPITAŞLARI OLAN SUALLER:
Bu temel suallerden ilki dünya görüşüyle
ilgilidir. İnsanın dünya hayatıyla ilgisi nedir ve dünyadan yararlanma isteği
hangi yöndedir? Onun dünya hayatı hakkındaki düşüncesi nedir, insanın
oluşturduğu medeniyetin yeri nedir? Dünya hayatının düşünülmesi sorunu, derece
ve insan fiilleriyle ilişkisi bakımından en önemli olanıdır. Çünkü bu
düşüncenin değişmesi, medeniyetin de değişmesi sonucunu doğuracaktır.
İkinci sorun hayatla ilgilidir. Hayat
nedir? İnsanın yaşama amacı ve bu hayattan beklentileri nelerdir? İnsanın
devamlı olarak arzuladığı ve bütün çalışmalarını üzerinde yoğunlaştırdığı temel
amaç nedir? Yaşamın amacı hakkında sorulan bu sualler, insanlığın kurtuluş ve
başarı yolunda ilerlemesi için zorunludur.
Üçüncü sorun ise; medeniyetin meydana
gelmesi için esas olan düşünce ve inançların neler olduğudur. İnsan aklına yön
verecek ölçü ve onun zihninde oluşacak düşüncelerin içeriği nedir? Belli bir
amaca ulaşmak için insanın takip ettiği yol ve onu harekete geçiren unsurlar
nelerdir? Şu bir gerçektir ki, insanın fiillerinin oluşması onun düşünce
yapısına bağlıdır. Tüm insanların davranışları ancak insanlardaki kalbi saran
esas düşüncelerden sonra oluşur. Bir inanç sistemi ve temel bir düşünce
yapısına sahip olmayan hangi medeniyet neyle kendini muhafaza edecek.
Dördüncü sorun ise; medeniyetin insanı
eğitme sorunudur. İnsana mutlu bir hayatı kazandıracak manevi terbiyenin ve
sağlam düşüncenin içeriği nedir? Bir eğitimden sonra hemcinslerine karşı durumu
ne olacak? İnsanın her yönüyle yetişmesi için nefsi özellikler ve huylar
nelerdir? Şüphesiz toplum hayatının oluşmasında medeniyetin amaç ve özünü
görmek mümkündür. Fertler medeniyetin oluşmasında, tıpkı bir binayı ören
tuğlalar gibidir. Medeniyetlerin de temel taşları fertler olduğuna göre,
medeniyetin sağlamlığı ve uzun ömürlü oluşu kendi düşünce sistemine göre
eğitilmiş fertlerden oluşup oluşmadığıyla ilgilidir.
Son olarak; toplumu oluşturan fertler ve
gruplar arası ilişkilerin düzenlenmesi sorunudur. Fertler arası ilişkiler hangi
temel üzerine kurulmalıdır ki, hayatta başarılı olunabilsin? Grupların
ilişkileri ne derecede olmalıdır? Bu
medeniyetin insanlar arasında uyguladığı nasıl bir hukuktur? İnsan
davranışlarının sınırı nedir? Bütün bu
sorular ahlaka, topluma, siyasi hayata ve hukuk düzenine ilişkin sorulardır.
İSLAM
MEDENİYETİ:
Bugün batıda, İslam Medeniyetinin
kendinden önceki medeniyetlerden esinlenerek oluştuğu yönünde yanlış ve sakat
bir düşünce hâkimdir. Bu sakat düşüncenin İslam toplumları içerisinde de
oluşması meselenin daha vahim olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Özellikle İslam Medeniyetinin Roma, Yunan
ve İran medeniyetlerinin maddi servetinden yararlanarak yeni bir oluşumla Arap
toplumu özelliklerine göre doğduğunu ispatlamaya çalışıyorlar.
Elbette bu düşünce sakattır ve
aldatmacadan başka bir mana içermemektedir. Medeniyetlerin birbirinden
etkilenme ve bu şekilde gelişme arz ettikleri hakikatini unutmamakla birlikte;
İslam Medeniyeti özü ve içeriğiyle yalnızca İslam’dır ve ona İslam dışı hiçbir
düşünce girmemiştir.
İSLAM
MEDENİYETİ VE YÖNETİM:
Cenab-ı Hak, Hz. İsa'yı idarî işlerle vazifelendirmemişti.
Bu sebeple İsevi’likte devlet idaresine dair hiçbir hüküm yoktu. Sadece imanî
ve ahlakî esaslar bulunuyordu.
Fakat papazlar İncil'de varmış gibi
göstererek, iktidarı ellerine almalarını sağlayacak hükümler uydurdular. Bunun
için de örflerden ve eski mukaddes kitaplardan sosyal kurallar ve siyasî
prensipler çıkararak İncil'e ilave ettiler. Yani Hz. İsa'nın tebliğ ettiği
dinde değişiklik yaptılar. Bundan sonra Hıristiyan halkı papazlar idare etmeye
başladılar. Böylece “papazlar devleti” ortaya çıktı. İşte bu idare şekli de
“teokrasi” olarak isimlendirildi.
Teokrasi idaresi “Ruhbanlara
(papazlara) kayıtsız şartsız teslimiyet ve körü körüne taklit” anlayışını
getirdi. Daha sonraları ise, “papazların ve ruhani reislerin riyaset ve
tahakkümleri (baskıları)” şekline döndü.
Görüldüğü gibi teokrasi, Ortaçağ
papazlarının idaresidir. İslâmiyet'te ise böyle bir idare şekli kesinlikle
yoktur. Onun tebliğ ettiği devlet ve idare şeklinde istibdadın, zulüm ve
baskının eserine bile rastlamak mümkün değildir. İslâm'ın kabul ve tatbik
ettiği idarî sistem “cumhuri”dir. Seçimle iş başına getirilen idarî bir heyet
ve teşekkül vardır. Asr-ı Saadet bunun en açık misalidir. Yalnız Asr-ı Saadetin
“Cumhuriyet” anlayışı, yalnız isim ve resimden ibaret değildi. Hakiki “Dindar
Cumhuriyetti”.
Zaten Peygamberimiz (asm.) Hz. İsa gibi
sadece ahiretle ilgili olan imanî ve ahlakî esasları değil, dünya ve ahiret
hayatını beraber tanzim eden imanî, ahlakî ve siyasî hükümleri birden tebliğ
buyurmuştur. Bu hususlarda en ince bir noktayı bile bildirmiş, bizzat tatbik
ederek de göstermiştir. Dolayısıyla, İslâm'da diğer dinlerde olduğu gibi, din
bir baskı unsuru olarak kullanılmamış, insanların her türlü maddi ve manevi
saadetine vesile olmuştur.
İslâm tarihi boyunca hiçbir hoca
veya hiçbir din âlimi, devlet idaresinde hak iddia etmemiştir. Sadece idarecilerin
icraatlarının İslâmiyet'e uygun olup olmadığı hususunda görüşlerini
bildirmişler, fikirlerini söylemişlerdir.
İSLAM
MEDENİYETİ VE YÖNETİCİ:
Kur'an-ı Kerîm'in ihtiva ettiği ayetler
ve İslamiyet'in mahiyeti, insanların birbirleri ile olan münasebetlerini ve
dünya hayatının da tanzimini gerekli kıldığından; Hz. Peygamber (asm), teşekkül
ettirdiği İslam cemiyetini yönetecek esasları koyarak bizzat tatbik etmiş ve
Medine'ye hicretten itibaren varlık kazanan İslam devletinin ilk başkanı
olmuştu. Hz. Peygamber (asm)'de mevcut yüksek idarecilik kabiliyet ve
özellikleri o andan itibaren daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tabilerini
kendisine kayıtsız şartsız bağlama imkânına rağmen, Peygamber Efendimiz (asm)
devlet yönetiminde cahiliye döneminin aksine, tebaası üzerinde tahakküm kurma
cihetine gitmemiş; bu bakımdan, yönetimde ve yönetim anlayışında bir inkılâp
gerçekleştirmiştir.
Cahiliye döneminde Araplar kendilerini
temsil ve idare eden kabile reisine kayıtsız şartsız bağlanarak, haklı haksız
her hususta ona itaate mecbur tutulur ve reisin emir, fiil ve davranışlarına
itiraz hakkına sahip bulunmazlardı. Peygamber Efendimiz (asm) ise devlet
yönetiminin temel esası olarak istişareyi kabul etmiş, Cenab-ı Hakk'tan emir
almadığı her hususta mutlaka ashabıyla istişare ederek durumu onların
müzakeresine açmıştır.
İslâm'da idarecinin her sözüne kayıtsız
şartsız teslim olmak ve onu körü körüne taklit etmek yoktur. Müslümanlar
halifeye hesap sorabilirler, anlamadıkları hususların izahını isteyebilirlerdi.
Hz. Ömer'in bu hususta pek çok uygulaması vardır. Müslümanlar idarî bakımdan en
üst seviyede olan bu zata, “Hak ve hakikatten ayrılırsan, seni kılıcımızla
doğrulturuz.” diye ikazda bulunabilmişlerdir. Hz. Ömer ise bu çeşit
ikazlara memnun olmuş, onlara karşı minnettarlığını belirtmiştir.
Yönetici gurura kapılırsa, kötü idare
ederse, derhal ikaz edilirdi. İkaz eden belli bir şahıs veya kurum değil,
Allah’a kulluğun şuurunda olan her Müslümandı. O idareciler de hatalarında inat
etmezler, hemen vücutları Allah korkusundan titrer ve yanlışlarını kabul
ederlerdi.
MEDENİYETİMİZE
GÖRE YÖNETİCİDE BULUNMASI GEREKEN VASIFLAR:
- Akl-ı selim sahibi olmak: İdareci
iyiyi-kötüyü farkedip, insana hak ve hakikati takip eden ve takip ettiren
düşünceye sahip olmalıdır. Aklıselimin alameti, kişinin, Allah’ın razı
olacağı ameller yapması, Allah’ın gazap edeceği, gazabını celbedeceği
kötülüklerden sakınmasıdır.
- Kabiliyet: İdarecilik çok üstün
bir kabiliyet ister. Kabiliyeti olmayan kişilerin böyle bir işe talip olmaması
gerekir.
- İlim: Yöneticiler öncelikle
yapacağı işi, dini ilimleri, tarihi, toplumun örf ve adetlerini, fert ve toplum
psikolojisini, sosyolojiyi, içinde yaşadığı çağın siyasî, iktisadî, sosyal,
kültürel yapısını, dünyada meydana gelen olayları çok iyi bilmeli,
değerlendirebilmeli ve tam zamanında etkin tedbirler almalıdır.
- Adalet: Adil olmayanlar,
yöneticiliğe asla layık değillerdir. Adaletin icrasında ırk, akrabalık,
zenginlik, fakirlik gibi hususlar etkili olamaz. Hangi inançtan, hangi ırktan,
hangi kesimden olursa olsun haklı olanın hakkı, zalimden alınıp kendisine iade
olunmalıdır. İdareci hem adil olacak, hem de adaletin icra edilmesine yardımcı
olacak, bu hususta asla tavizkâr davranmayacaktır.
- Cesaret: Yönetici cesur olacaktır.
Gerektiğinde risk altına girmekten asla çekinmeyecektir. Ancak tehevvür, yani
aşırılıklar, taşkınlıklar cesaret ile karıştırılmamalıdır.
- Basiret-Feraset: Yöneticiler
basiret ve feraset sahibi olmalıdır. Yani hakikati kalbiyle hissedip
anlayabilmeli ve anlayışlı olmalı, bir meseleyi çabuk sezip çözüm
üretebilmelidir. Bön ve ahmaktan yönetici olmaz. İdareci, muhatabının beden
dilini çok iyi anlamalıdır. Kelimelerle ifade edilemeyen, ya da kelimelerin
arkasına gizlenen pek çok gerçekler, azaların sergilediği tavırlardan okunur ve
anlaşılır.
- Dürüstlük: Yalancı, sahtekâr,
insanlara karşı dürüst davranmayan, sürekli aldatan kişilerin iş başına
gelmesi, o millet için büyük bir felakettir. Doğruluk, dürüstlük; kalpte
niyetin, dilde sözün, azalarda amelin aynı olması demektir.
- Sabır-Sebat: Yöneticilik çok büyük
sabır isteyen bir iştir. Aceleci, istikrarsız kişiler, böyle ağır işlerin, ağır
yüklerin altından kalkamazlar. Sabır, bir kararlılık ve dayanıklılıktır.
Kararlı ve dayanıklı olmayan kişiler sabredemez, doğrular üzerinde, hak
üzerinde sebat gösteremez.
- Affetmek: Affetmek çok büyük bir
ahlaktır. O bakımdan yöneticiler gerektiği zaman affetmesini bilmelidirler.
Özellikle şahıslarına karşı yapılan bir hatayı, hakareti affetmesi, büyük bir
fazilet ve meziyettir.
- İstişare: Yöneticiler istişareye
ne kadar önem verirler ve ehli ile istişare ederlerse, yönetimlerinde,
kararlarında, icraatlarında o kadar isabetli olurlar.
YÖNETİMDE
İNSAN FAKTÖRÜ:
Başarının ve başarısızlığın temelinde
insan faktörü vardır. Mübarek Osmanlı’nın bugün hayırla yâd edilmesinde bu
insan faktörüne verdiği önem yatmaktadır. İnsana bir meta olarak değil,
yalnızca insan olduğu için değer veren devletler, geçmişten günümüze adını
hayırla beraber ifade ettirdikleri gibi, gelecekte de hayırla yaşatacaklardır.
Devletlerde; tek tipleştirme, dayatma, karşıdakini yok sayma ile tornadan
çıkmış insan tiplerinin türemesine uygun bir zeminin olması, bu sistemi
uygulayan devletlerin çokta uzun ömürlü olmayacağını göstermektedir. Tarihin tozlu sayfaları, bu gibi kısa ömürlü
devletlerle doludur.
İnsan, kendini hakikate adadığı, ruhunu
O(cc)’na açtığı ölçüde insandır. Bu ölçünün farkında olan ve yine bu ölçünün
yılmaz savunucusu olmayı kendisine şiar edinen İslam Medeniyetinin güzide
temsilcileri, adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. İnsanın bozulmaya yüz
tuttuğu bir toplumda, diğer bozulmalardan bahsetmek yersizdir. Çünkü insanı
bozulmuş bir devlet her türlü çabaya rağmen yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.
BİR
MANEVİ ZENGİNLİK ÖRNEĞİ; SOSYAL MÜESSESELER:
Bir devletin yönetim alanında başarılı
olabilmesi, sosyal kurumlar bakımından zengin olmasıyla doğru orantılıdır. Bu
durum Türk, İslam ve Türk-İslam devletlerinin tecrübelerini bir bütün olarak
bünyesinde toplayan Mübarek Osmanlı için zirve konumundadır.
Osmanlı döneminde, devletin siyasî ve
malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, ilk
kurucusu Orhan Gazi'dir. Orhan Gazi, İznik'te ilk Osmanlı medresesini kurarken,
onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Bu
vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir.
Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para
yardımı yapmak; halka meyve ve sebze dağıtmak, çalışamayacak derecede yaşlanan
kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak, çocukların emzirilmesini sağlamak,
evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kâse ve bardak gibi kap kacak kıran
hizmetçileri, efendilerinin azarlamalarından korumak; kuşlara yem vermek,
çocuklara oyuncak almak, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri
büyütmek, talebelere burs, kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak
yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek,
hayvanları himaye etmek; cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak,
sokaklara atılan tükürük ve benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle
görevliler tayin etmek; su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, buzlu su veya
şerbet dağıtılan sebiller, kuyular, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar,
kaldırımlar, köprüler yapmak ve bunların finansmanını sağlamak maksadıyla çok
sayıda vakıf kurulmuştur.
Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla
hizmet vermiş, doktorlar ücretlerini vakıflardan almışlardır. Vakıf
hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilâç
veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve
misafirlere her gün bir-iki öğün yemek veriliyordu.
KORKU
VE TEHDİT DEVLETİ YERİNE MİLLET DEVLETİ:
Devletin asıl vazifesi, tebaasının; din,
dil, ırk, mezhep farkı gözetmeksizin hangi inanç değerlerini yaşadığını bilmesi
ve bu değerleri en rahat bir şekilde yaşaması için gereken düzenlemeleri
yapmasıdır. Milletin değerlerini yok sayan, milleti tehdit olarak algılayan
devlet, millet devleti değil; ancak korku ve tehdit devletidir.
İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki
tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayet ettikleri,
fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayri
müslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler
için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin
belirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın
ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik
edilmiştir.
Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler,
Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı
kabul etmiş gayri müslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı
göstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen
Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı
şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan
bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa, farklı din
mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep
korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.
Müslüman bir ülkede yaşayan gayri
müslimlere / zimmilere, din ve vicdan hürriyeti meşrû dairede tanınmış ve tatbik
edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile başbaşa bırakılmaları,
İslâm'dan alınan temel bir prensiptir. Fâtih'in Sırp Kralı Brankoviç'e Macar
Kralı'nın “Sırbistan'ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim,
Protestan kiliselerini yıkacağım” dediğini bile bile, "Eğer devletime
itâat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda
herkes kendi Hâlıkına ibâdet edecek” cevâbını vermiştir.
Bütün bu hoşgörüye rağmen gayri
müslimlerin ibadet özgürlüklerine kısmî kısıtlamaların getirildiği bazı konular
da vardır. Bu kısıtlamalar çoğunlukla ibadet zamanında çıkarılan seslerle
ilgiliydi ki bunların başında çan çalma yasağı gelmekteydi.
Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.
Çan çalmanın, Müslümanlar tarafından İslâm’ın üstünlüğüne bir saldırı olarak görüldüğü için yasaklandığı belirtilmektedir.
Bununla birlikte bu yasak, zimmilerin
hiçbir şekilde çan çalamayacakları anlamına gelmiyordu. Mabetlerinin içinde,
çevresindeki Müslümanları rahatsız etmeyecek bir ses tonuyla ve namaz
vakitlerinin dışında çan çalabiliyorlardı. Ayrıca çan yerine tahta çalma
geleneği de zaman zaman şikayet konusu oluyordu. Kayseri’deki Rumların çan
yerine tahta çalmalarından dolayı çıkan seslerden rahatsız olan Müslümanlar
şikayetçi olmuşlar, bunun üzerine Rumların tahta çalmaları yasaklanmıştı. Fakat
daha sonra tahta çalmaları konusunda Rumlara izin verildiği görülmektedir.
Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.
Ayrıca beratlarda gayri müslimlerin âyinleri esnasında çıkan seslerin yüksekliğini istismar ederek zimmilere gereksiz şekilde müdahale edilmemesi de özellikle vurgulanmaktaydı.
EN
İYİ YÖNETİM; HAKLILARIN GÜÇLÜ OLDUĞU YÖNETİMDİR!
Haklı-haksız ve güçlü-güçsüz
bağlantısında elzem olan, haklıların güçlü olduğu bir yönetim modelidir. Aksi
durumda ise; yani güçlünün haklı olduğu bir sistemde, yönetim modelinin adı her
ne olursa olsun; o yönetimde adalet, liyakat ve merhamet mekanizmaları tefessüh
etmiştir.
‘NASIL
OLURSANIZ, ÖYLE YÖNETİLİRSİNİZ!’
Yüce Allah: ‘Bir kavim kendini bozmadıkça
Allah onları bozmaz.’ (Rad) diyor. Eğer bir toplum sahip olduğu yüksek manevi
değerleri korursa Allah Teâlâ onları çöküşten korur. O halde yapılacak şey
Müslüman toplumun kimliğini oluşturan manevi değerleri geliştirmek ve
sağlamlaştırmaktır.
Acaba yöneticiler iyi ve dürüst olunca mı
toplum sağlıklı ve iyi olur, yoksa millet iyi ve dürüst olunca mı yöneticiler
adil ve ehliyetli olur? Bu sorunun cevabı yönetici millete göre, millet de
yöneticilerine göre olur. Her ikisi de birbirini olumlu ve olumsuz yönde
etkileyebilir.
İnsanlar her zaman layık oldukları
yönetim tarzıyla yönetilirler, kendileri iyi olurlarsa yöneticileri de iyi
olur, kötü olurlarsa yöneticiler de kötü olur. Zira yöneticiler halkın içinden
çıkarlar ve onların bir parçasıdırlar.
Yüce Allah: ‘Davranışları sebebiyle
zalimlerin bir kısmını diğer kısmına yönetici yaparız.’ (En’am) buyuruyor. Kötü
toplumun yöneticisi kötü olur.
Ahirette cehenneme gönderilecek olan
zalim ve kafir halk liderlerini, liderler de onları suçlayıp birbirlerini
lanetleyeceklerdir. (bk. A’raf, 7/39; Şuara, 26/99; Ahzab, 33/67)
Beyhaki, Ka’b’ın şöyle dediğini nakleder:
‘Allah her dönemin hükümdarını milletin kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek
isterse, Salih birini; helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak
gönderir.’ (İsra)
Halkın kötü yöneticileri iş başına
getirmeleri Allah’ın onlara gazab etmekte olduğunun, iyi yöneticileri iş başına
getirmeleri ise onlardan razı olduğunun işaretidir.
Müslüman’ın görevi toplumları ayakta
tutan değerleri, özellikle ahlak kurallarını ve Allah korkusunu, hak ve hukuka
saygıyı tabana yaymaktır. Toplumu düzlüğe çıkarmanın yolu budur. Düzelen bir
toplumda ister istemez, yöneticiler de düzelecektir.
Toplumdaki kötülüklerin, haksızlıkların ve yolsuzlukların sorumlusu olarak sadece yöneticileri ve aydınları görmek yanlıştır. Kötü gidişattan herkes sorumludur. Zira bunda genel olarak herkesin az ya da çok payı vardır. İyileşmenin ve düzelmenin şerefi de hem yönetenlere, hem de yönetilenlere aittir. Zira toplum yöneteni ve yönetileni ile bir bütündür.
Toplumdaki kötülüklerin, haksızlıkların ve yolsuzlukların sorumlusu olarak sadece yöneticileri ve aydınları görmek yanlıştır. Kötü gidişattan herkes sorumludur. Zira bunda genel olarak herkesin az ya da çok payı vardır. İyileşmenin ve düzelmenin şerefi de hem yönetenlere, hem de yönetilenlere aittir. Zira toplum yöneteni ve yönetileni ile bir bütündür.
Mü’min, toplum ve onun durumu konusunda
iyimser olur. Geleceğin hayırlara vesile olacağını düşünür. Din bâkidir, diye
inanır. Din düşmanları ne kadar çok, ne kadar zalim ve gaddar olurlarsa
olsunlar zorbalıkla dini yok edemezler. Çünkü dinin sahibi ve koruyucusu Hak
Teâlâ’dır. Mü’min en kötü şartlarda bile Allah’tan ümit kesmez, karamsarlığa
düşmez.
SON
SÖZ:
Netice itibariyle lâyık olduğumuz üzere
yönetiliyoruz! Şu veya bu şekilde ülkeyi yönetenler gökten zembille inmiyor,
yönetilenlerin yani bu toplumun içinden çıkıyor! Toplum olarak adalet, kanaat,
dürüstlük ve merhamete layık bir kıvama erişemediğimiz müddetçe bizi yönetenlerden
de bu vasıfları bekleyemeyiz! Yani idarecilerimizden Hz. Ömer(ra) adaletini
bekliyorsak, öncelikle Hz. Ömer(ra) dönemindeki insanlar gibi olmamız gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder