HAYAL İLE GERÇEK ARASINDA DÜŞÜLEN HABERİN KAYDI/Sibel KÖK

Her sabah olduğu gibi bu sabah da çalar saate kızarak uyandı uykusundan. Uykunun en derininde olduğu ânı bulmasa çalmak için, hatta unutsa bir defa çalmayı, sanki kıyamet kopacaktı. Ona olan öfkesini sesine bir tokat indirerek gidermeye çalıştı. Yarı uykulu yarı uyanık yerinden doğrularak sırtını karyolanın paslı demirlerine dayadı. Bir müddet pencereden vuran aydınlığı seyreden gözleri, yine saate takıldı. Zamanın alıp veremediği neyseydi sanki onunla.

Yine de bir an önce saatin ihtarını dinleyip kalkmalıydı. Biraz daha oyalanırsa işe geç kalacak, bir türlü barınmayı beceremediği iş hayatından yine kovulacaktı. Kalktı, her zamanki kahvaltı faslını da aradan çıkardıktan sonra kapıyı çekip çıktı küf kokulu evinden -yalnızlığı oldum olası sevmez, küf kokusuna benzetirdi- merdivenleri hızla indi, ilk günaydını bir türlü sevemediği asık suratlı üst kat komşusuna verdi. Apartman kapısından çıkar çıkmaz odasında seyre daldığı gün ışığıyla göz göze geldi.

Gün zemheride hiç bu denli gülümsememiş, bu gülümseyiş hiç bu denli soğuk, solgun ve sahte olmamıştı. Son yaprak da kış güneşinin gözlerinden süzülüp düşmüştü ayaklarına. Böylelikle yaprak dökümü mevsimi 'sonbahar'  bitip gitmişti. Ömrüm, işte o da tıpkı bu yaprak gibi düşüyor hayat ağacından diye geçirdi içinden. Bir parça hüzünlendirse de onu sonbaharın ayrılık sahnesi, güneşle inatlaşan soğuğu bedeninde hissettikçe fikrine düşen hisli içlenmeler yerini somurtkan bir hırçınlığa bıraktı. Sabahın bu erken vaktinde, iliklerine işleyen soğukta sıcak yatağından çıkıp işe gitme fikri bile onu çileden çıkarmaya yetiyorken, bu fikri fiile çevirmek büyük bir işkence, ağır bir imtihandı onun için. Zaten ne diye çalışıyordu ki; ne bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi ne de uğruna çalışmasını gerektiren bir ideali vardı. Sadece yaşamak için yaşadığını, amaçsız bir uğraşın içinde kaybolduğunu işlerine gülümseyerek giden insanların yüzlerindeki memnuniyeti gördüğü an fark eder, derin bir hüzne kapılırdı.

 Eviyle işyeri arasındaki mesafenin kısa oluşu ve araç kullanmasını gerektirmeyişi işine geliyordu. Yürümeyi seviyor, bu yürüyüşle hem rutubetli yaşantısını havalandırıyor hem de bu kısa bir o kadar da uzun yürüyüş geçmişiyle bugünü arasındaki pamuk ipliğini itina ile örmesine fırsat veriyordu.

Sahi kimdi o, bu şehre nereden gelmişti, nasıl bulmuştu kendini bu beton yığını kentin ortasında, hiç kimse yok muydu ona bilmediklerini anlatacak, geçmişinden haber verecek?

Geçmişe dair hatırladıkları; koridorlarına kimsesizlik sinmiş bir yetimhane, gecelerine öksüzlük ve yetimlik sinmiş bir çocukluktu. Bir de Sâye…

Hayal edip avunacağı, düşündükçe sığınacağı güzel günleri hiç olmamıştı. Acı bir yokluktu yıllardır peşinden sürüklenip gelen. Derin bir kimsesizlik… Bir tek Sâye'yi düşününce tebessüm ediyor, onun dağ gibi gövdesine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sâye kimi zaman müşfik bir baba, kimi zaman muzip bir arkadaş oluveriyordu ona. Ne zaman sıcak bir aileye özlem duysa başını onun dizlerine koyup teselli buluyor, kalbini derin bir ferahlık kaplıyordu.

Sâye onda kalan tek masum ve güzel olandı. Onu da yetimhaneden çıktığı gün kaybetmişti. Dünyanın olanca kirinin ellerine bulaştığı, kibirli bir hırsla dünyayı kucakladığı gün… Sâye'yi yeniden bulmak…  Tam da '' acaba''sını söyleyecekken cümlenin, yanından geçen siyah, lüks bir arabanın korna sesiyle irkildi. Daldığı hüzünlü hasretten çıkıp zamanın orta yerinde kalakaldı.

Yolu yarılamış, eviyle işyerini eşit mesafeye bölen parka gelmişti. Parkın kaldırıma demir bir sınır çizdiği yerde gördü çıplak ayaklarını bankın avuçlarına salan adamı. Birkaç adım ötede duran kapıdan içeri girdi.

Kim bilir bu halde kaç zemheriye kafa tutmuş, çıplak ayakları kaç nehrin buzlarını eritmişti saçı ve sakalı kar kaplı adamın. Yorgunluğu yüzündeki çizgilerden belliydi. ''yazık şu garibe!'' diye mırıldandı. Bu mırıldanış büyük bir gürültü etkisi yaptı bankta yatan adamda. Gözlerini hafifçe araladı. Yüzüne doluşturduğu acıma hislerine iğrenerek baktı karşısında duran yabancının. Ve kalkıp oturdu. Tepesinde dikili bir taş gibi duran yabancıya gür bir sesle ''otur!'' dedi. Adamın bu komutana hiçbir şaşırma emaresi göstermeksizin itaat edip oturdu. O, adamın ne söyleyeceğini, ne anlatacağını heyecanla beklerken, bank sakini gözlerini bir noktaya sabitleyerek başladı konuşmaya:

''Ben'' dedi, çok uzak diyarlardan geldim. Adım yoktur benim, haberci diye anılırım ülkemde. Ülkem size bir an kadar yakın, bin yıl kadar uzak. Sizinle bizim dostluğumuz ezel kadar eski, el olmuşluğumuz şu yılgın çağ kadar yeni.

Adamın konuşması bir deli saçması, bir sarhoş rüyasıydı belli ki. Belli ki aklını yitirmiş, kimsesiz bir divaneydi. Yine de konuşmasının sonu nereye varacak merak ediyor, anlattıklarını dinlemek istiyordu. Tuhaf bir farklılık vardı bu adamda.

Adam, gözlerini sabitlediği noktadan kaldırarak bir müddet uzaklara baktı. Sonra kirli ellerini bir yed-i Beyzâ edasıyla göğsüne götürdü. ''İşte'' dedi, görünmeyeni göğe kaldırarak elinde. İşte bu, size bir ihtar mektubudur. Sizin çağa kurban oluşunuzu, gizil yaşlarla seyreden halkımın feryadıdır. Bu beton yığını arasında, bu ruhsuz cesetlerin içinde kalmışlığınızın ağıtıdır.

Yabancıyım, haberciyim, evet yorgunum. Bunca yolu arşınlayışım, ayaklarıma kara suları salık verişim, bu mektubun elinize ulaşması, davetin kulaklarınıza varması içindi.

Bağırdım, çağırdım. ''Gelin'' dedim insanlara; gelin, gidelim ülkeme, hüzün ülkesine… Orada İbrahim sizsiniz, kurban maddeperest dünya… Gelin ve kurban edin dünyalarınızı.

Adam konuşuyor, onun beyninde bir uğultudur çoğalıyordu. Yerle gök arasında nerede duracağını kestiremedi. Bu adamın söyledikleri hem gerçekti, hem düş. Adam hem vardı, hem de yok. Ruhunun, aklının sınırlarını zorladığı bu demde Adam, kirli ellerini onun avuçlarında gezindirerek, görünmeyen nameyi avuçlarına bırakarak oturduğu yerden kalktı, görevini yerine getirmiş olmanın verdiği huzurla yürüyüp gitti, geride dudağının kıvrımından dökülen ince bir tebessüm bırakarak. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder