Her
sabah olduğu gibi bu sabah da çalar saate kızarak uyandı uykusundan. Uykunun en
derininde olduğu ânı bulmasa çalmak için, hatta unutsa bir defa çalmayı, sanki
kıyamet kopacaktı. Ona olan öfkesini sesine bir tokat indirerek gidermeye
çalıştı. Yarı uykulu yarı uyanık yerinden doğrularak sırtını karyolanın paslı
demirlerine dayadı. Bir müddet pencereden vuran aydınlığı seyreden gözleri,
yine saate takıldı. Zamanın alıp veremediği neyseydi sanki onunla.
Yine
de bir an önce saatin ihtarını dinleyip kalkmalıydı. Biraz daha oyalanırsa işe
geç kalacak, bir türlü barınmayı beceremediği iş hayatından yine kovulacaktı.
Kalktı, her zamanki kahvaltı faslını da aradan çıkardıktan sonra kapıyı çekip
çıktı küf kokulu evinden -yalnızlığı oldum olası sevmez, küf kokusuna
benzetirdi- merdivenleri hızla indi, ilk günaydını bir türlü sevemediği asık
suratlı üst kat komşusuna verdi. Apartman kapısından çıkar çıkmaz odasında
seyre daldığı gün ışığıyla göz göze geldi.
Gün
zemheride hiç bu denli gülümsememiş, bu gülümseyiş hiç bu denli soğuk, solgun
ve sahte olmamıştı. Son yaprak da kış güneşinin gözlerinden süzülüp düşmüştü
ayaklarına. Böylelikle yaprak dökümü mevsimi 'sonbahar' bitip gitmişti. Ömrüm, işte o da tıpkı bu
yaprak gibi düşüyor hayat ağacından diye geçirdi içinden. Bir parça
hüzünlendirse de onu sonbaharın ayrılık sahnesi, güneşle inatlaşan soğuğu
bedeninde hissettikçe fikrine düşen hisli içlenmeler yerini somurtkan bir
hırçınlığa bıraktı. Sabahın bu erken vaktinde, iliklerine işleyen soğukta sıcak
yatağından çıkıp işe gitme fikri bile onu çileden çıkarmaya yetiyorken, bu
fikri fiile çevirmek büyük bir işkence, ağır bir imtihandı onun için. Zaten ne
diye çalışıyordu ki; ne bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi ne de uğruna
çalışmasını gerektiren bir ideali vardı. Sadece yaşamak için yaşadığını, amaçsız
bir uğraşın içinde kaybolduğunu işlerine gülümseyerek giden insanların
yüzlerindeki memnuniyeti gördüğü an fark eder, derin bir hüzne kapılırdı.
Eviyle işyeri arasındaki mesafenin kısa oluşu
ve araç kullanmasını gerektirmeyişi işine geliyordu. Yürümeyi seviyor, bu
yürüyüşle hem rutubetli yaşantısını havalandırıyor hem de bu kısa bir o kadar
da uzun yürüyüş geçmişiyle bugünü arasındaki pamuk ipliğini itina ile örmesine
fırsat veriyordu.
Sahi
kimdi o, bu şehre nereden gelmişti, nasıl bulmuştu kendini bu beton yığını
kentin ortasında, hiç kimse yok muydu ona bilmediklerini anlatacak, geçmişinden
haber verecek?
Geçmişe
dair hatırladıkları; koridorlarına kimsesizlik sinmiş bir yetimhane, gecelerine
öksüzlük ve yetimlik sinmiş bir çocukluktu. Bir de Sâye…
Hayal
edip avunacağı, düşündükçe sığınacağı güzel günleri hiç olmamıştı. Acı bir
yokluktu yıllardır peşinden sürüklenip gelen. Derin bir kimsesizlik… Bir tek
Sâye'yi düşününce tebessüm ediyor, onun dağ gibi gövdesine sarılıp hıçkıra
hıçkıra ağlıyordu. Sâye kimi zaman müşfik bir baba, kimi zaman muzip bir
arkadaş oluveriyordu ona. Ne zaman sıcak bir aileye özlem duysa başını onun dizlerine
koyup teselli buluyor, kalbini derin bir ferahlık kaplıyordu.
Sâye
onda kalan tek masum ve güzel olandı. Onu da yetimhaneden çıktığı gün
kaybetmişti. Dünyanın olanca kirinin ellerine bulaştığı, kibirli bir hırsla
dünyayı kucakladığı gün… Sâye'yi yeniden bulmak… Tam da '' acaba''sını söyleyecekken cümlenin,
yanından geçen siyah, lüks bir arabanın korna sesiyle irkildi. Daldığı hüzünlü
hasretten çıkıp zamanın orta yerinde kalakaldı.
Yolu
yarılamış, eviyle işyerini eşit mesafeye bölen parka gelmişti. Parkın kaldırıma
demir bir sınır çizdiği yerde gördü çıplak ayaklarını bankın avuçlarına salan
adamı. Birkaç adım ötede duran kapıdan içeri girdi.
Kim
bilir bu halde kaç zemheriye kafa tutmuş, çıplak ayakları kaç nehrin buzlarını
eritmişti saçı ve sakalı kar kaplı adamın. Yorgunluğu yüzündeki çizgilerden
belliydi. ''yazık şu garibe!'' diye mırıldandı. Bu mırıldanış büyük bir gürültü
etkisi yaptı bankta yatan adamda. Gözlerini hafifçe araladı. Yüzüne
doluşturduğu acıma hislerine iğrenerek baktı karşısında duran yabancının. Ve
kalkıp oturdu. Tepesinde dikili bir taş gibi duran yabancıya gür bir sesle ''otur!''
dedi. Adamın bu komutana hiçbir şaşırma emaresi göstermeksizin itaat edip
oturdu. O, adamın ne söyleyeceğini, ne anlatacağını heyecanla beklerken, bank
sakini gözlerini bir noktaya sabitleyerek başladı konuşmaya:
''Ben''
dedi, çok uzak diyarlardan geldim. Adım yoktur benim, haberci diye anılırım
ülkemde. Ülkem size bir an kadar yakın, bin yıl kadar uzak. Sizinle bizim
dostluğumuz ezel kadar eski, el olmuşluğumuz şu yılgın çağ kadar yeni.
…
Adamın
konuşması bir deli saçması, bir sarhoş rüyasıydı belli ki. Belli ki aklını
yitirmiş, kimsesiz bir divaneydi. Yine de konuşmasının sonu nereye varacak
merak ediyor, anlattıklarını dinlemek istiyordu. Tuhaf bir farklılık vardı bu
adamda.
Adam,
gözlerini sabitlediği noktadan kaldırarak bir müddet uzaklara baktı. Sonra
kirli ellerini bir yed-i Beyzâ edasıyla göğsüne götürdü. ''İşte'' dedi,
görünmeyeni göğe kaldırarak elinde. İşte bu, size bir ihtar mektubudur. Sizin
çağa kurban oluşunuzu, gizil yaşlarla seyreden halkımın feryadıdır. Bu beton
yığını arasında, bu ruhsuz cesetlerin içinde kalmışlığınızın ağıtıdır.
Yabancıyım,
haberciyim, evet yorgunum. Bunca yolu arşınlayışım, ayaklarıma kara suları
salık verişim, bu mektubun elinize ulaşması, davetin kulaklarınıza varması
içindi.
Bağırdım,
çağırdım. ''Gelin'' dedim insanlara; gelin, gidelim ülkeme, hüzün ülkesine…
Orada İbrahim sizsiniz, kurban maddeperest dünya… Gelin ve kurban edin
dünyalarınızı.
…
Adam
konuşuyor, onun beyninde bir uğultudur çoğalıyordu. Yerle gök arasında nerede
duracağını kestiremedi. Bu adamın söyledikleri hem gerçekti, hem düş. Adam hem
vardı, hem de yok. Ruhunun, aklının sınırlarını zorladığı bu demde Adam, kirli
ellerini onun avuçlarında gezindirerek, görünmeyen nameyi avuçlarına bırakarak
oturduğu yerden kalktı, görevini yerine getirmiş olmanın verdiği huzurla yürüyüp
gitti, geride dudağının kıvrımından dökülen ince bir tebessüm bırakarak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder