HÜZÜN ÇIKINI/ Yasin MORTAŞ


I
rahatsız
bir nehirdir gözlerim

II
namluya da konarmış
üşüyen kuşlar

anneler
her gün
iki satır ağlarmış

III
şimdi 
bulanık
bir nehirdir
gözlerim

DEĞİRMEN / Hasan EJDERHA

Yok onlardan atık.

Bir daha kimse değirmene gitmeyecek.

Kimse ununu değirmende öğütmeyecek.

Değirmencinin, değirmene gelenlere öğün için yaptığı Değirmen Kömbesi de olmayacak artık. Kimse sıcak değirmen kömbesinin tadını bilmeyecek. O kömbeyi alırkenki değirmene ilk gelenden son gelene, en yaşlıdan en küçüğüne doğru dağıtılma töresini kimse bilmeyecek artık.

“Yarın değirmene gideceğim inşallah.” cümlesi hiçbir köyde, kasabada kurulmayacak bir daha. Değirmene giderken kimse kimseye yoldaşlık edemeyecek gayrı.

“Sen kızını terbiye et, oğlunu değirmende terbiye ederler.” sözü gerçek anlamını yitirdi; atasözü olarak hâlâ geçerliliği olsa da başka anlamlar için kullanılacak bundan böyle.

Değirmenler vardı…

Gürül gürül akan derelerin en güzel, en yeşil yerlerindeki değirmenler…

Su değirmenleri…

Bizim yaştakilerin gelip ulaştığı zamanlarda, motorla çalışan değirmenler de kurulmuştu daha yakın, daha kolay ulaşılan yol üzerlerine. Anam yine de unumuzu öğüttürmek için beni ta uzaktaki su değirmenine gönderirdi. Usanç duysam da o uzun yolu merkep arkasında yürümekten, yine de orada beni çeken bir şey vardı. Sebebi bilinmeyen bir cazibesi vardı su değirmenlerinin.

Yazılı olmayan ama çok katî bir töresi vardı eski değirmenlerin. Bir kere kimse kimsenin sırasına müdahale etmeyi aklından bile geçirmez, geçiremezdi.

Buğday yüklü merkepleri değirmenci karşılar, öğütülecek çuvalları sıraya koyardı. Öğütülüp
yüklenecek çuvalların yük hayvanlarına yüklenmesine, az ötede ağacın gölgesinde oturan değirmene gelmiş bir gencin kayıtsız kalması asla düşünülemezdi. Hele yaşlı bir amca ise çuvalları yüklenecek olan, gençler koşuşuverirlerdi. Aksi bir durum o kadar kınanır, o kadar kınanırdı ki değirmende bir büyüğün yardımına koşmayan gencin gençliğinin hayrı sona ermiş olurdu adeta.

En güzel hikâyeler değirmende sıra bekleyenler tarafından anlatılırdı; yol hikâyeleri, av hikâyeleri, eşkıya hikâyeleri ve daha neler neler… Maceralı hikâyeler, kıssadan hisse açısından çok zengin menkıbeler ve yiğitlik hikâyeleri. Bu hikayeleri dinleyerek şekillenir, orada kişilik sahibi olurdu gençler.

Azık getirilmezdi değirmene. Herkes bilirdi ki değirmenci öğle namazından sonra kömbe yapardı ve o, değirmene gidenlerin hakkıydı. Tıpkı değirmencinin unu öğütmek üzere değirmenin boğazına buğdayı döktüğü zaman öğütme hakkını alması gibi bir haktı.

Sıcacık kömbeyi ayın on dördünü tutuyormuş gibi eline alanlar, değirmenin önündeki devasa ağaçların gölgesinde oturulmak üzere uzatılan kütüklerin üzerine sıralanırlar, kömbelerini yerlerdi; sıcacık kömbelerini. Sıcak, sımsıcak sohbetleri katık ederlerdi kömbelerine. Ben kömbemi alır almaz değirmenin arka taraflarına geçer, derenin kenarını bulurdum. Buz gibi suların kıyısındaki yarpuzlardan (dağ nanesi), ıspatanlardan (dağ teresi) toplayarak onları kömbeme katık ederdim. O kadar çok hoşuma giderdi ki bu öğün, iştahım kömbenin tamamını ye diye zorlasa da beni, yarısını kesinlikle kardeşlerime getirmek üzere ayırırdım. Çünkü eve gelir gelmez kardeşlerim “Abi kömbe getirdin mi?” diye soracaklardı.

Bazen ansızın elini kulağına atarak bir türkü tuttururdu değirmene gelenlerden birisi. Ben, “Baba bugün dağlar yeşil boyandı/Kim yandı kim uyandı.” türküsünü ilk değirmende duymuştum. Bir de “Yavri yavri, hüma kuşu yükseklerden seslenir.” türküsünü… Bazen hikâyeli türküler de söylenirdi değirmende. Anlatıcı, hem türküyü söyler hem de hikâyesini anlatırdı. Hazreti Ali Kan Kalası, Aşık Garip, Köroğlu hikâyeleri ve daha birçok hikâye anlatılırdı. En garibi de hikâyenin en heyecanlı yerinde unu öğütülüp yüklenmeye hazır olanlara üzülmesiydi herkesin. Hâlbuki herkes sırası gelip de unu öğütülünce, bir an evvel yola çıkıp evine gitmeye akortlanmış bir şekilde otururdu değirmenin önünde.

Değirmene giden çocuk kasıla kasıla gider, kasıla kasıla değirmenden gelirdi. Artık o, değirmene gidebilen bir çocuktu ve haklı olarak herkesten takdir görmeyi beklerdi. Köyde çocuklar değirmene giderek büyürlerdi. Değirmenden önceki ve değirmenden sonraki işler, büyümenin kademeleriydi. Ama değirmene gitmek önemliydi. Değirmene giden çocuk, bir süre sonra evlendirilme yaşına gelmiş demekti. Yeni evlenip dam yapan ağabeylerin damında çalışarak damın nasıl yapıldığını öğrenince, evlenip kendisine dam yapma hayali gönlüne düştü mü evlenme yaşı tamama ermiş olurdu.

Değirmenin yabancıları olurdu; bir de uzak yoldan gelip uzak yola gidenler, bir köyden başka bir köye giderken değirmende konaklayanlar… Onlar da değirmen ahalisi sayılırdı ve değirmenci onlara da kömbe yapardı. Hatta yakın köylerden sadece laf-sohbet için değirmene gelen emmiler ve yaşlı dedeler… Çok ender de olsa ozanlara da rastlandığı olurdu değirmenlerde. Sazı omzunda yolculuk eden bir ozan, muhakkak yolu üzerindeki bir değirmende mola verir, orada çalıp söylerdi bir süre. Ozan, çoğu zaman çalıp söylemesi için yolundan alıkonulur, misafir edilmek üzere değirmenin çevresindeki köylere götürülürdü.

Değirmenler yok artık.

Kimse ununu değirmende öğütmeyecek artık. Belki çocuklar, unun buğdaydan öğütüldüğünü bile bilmeyecekler. Bir misafirlikte üzümün bağda değil manavda olacağını söyleyen bir balaya gülmüştük hep birlikte de benim yüreğim kavrulmuştu. En kötüsü de buğdayı bilmeyecek çocuklarımız; dâneyi, dânenin nimet olduğunu… Nimet yere düşürülürse, israf edilirse günah olduğunu söyleyecek nineler de kalmayacak bir süre sonra.
Değirmenler yok artık.

Değirmenlerin yok olmasıyla, kültürü de yok olacak ne yazık ki. Değirmende neşet eden bir sürü ifade de değirmenle birlikte yok olup gidecek hayatımızdan. “Sen kızını terbiye et, oğlunu değirmende terbiye ederler.” diyordu ya atalar; artık oğulcuklarımız nerede, hangi mahfillerde terbiye edilecekler?

Kimden, neyin terbiyesini alacak yavrularımız?

Büyümesindeki kıstas ne olacak artık.

Yoksa artık büyümeyecek mi balalarımız?

Otuz yaşına gelmiş ve ergenlikten kurtulamamış hastalıklı insanların türemesinin sebebi ne ola ki?

Topraktan, toprağın tohum saçmaya hazırlanmasına, tohumun saçılmasına, ekinin gövermesine, boy vermesine, hasat edilmesine, buğdayın çıkarılmasına ve oradan değirmene kadar olan kültür yok olursa bize ne olacak ya da o biz, biz olacak mıyız?

“Atın tırnağıyla nalın arasına sıkışan çamurun bir adı vardır.” demişti bir dost. Arkasından da hayıflanmıştı “Şimdi at ile ilgili birçok kelime kullanılmayacak, belki de lügatlerimizde bile olmayacak.” Peki değirmen ile ilgili, harman-hasat ve tarla-tohumla ilgili de birçok ifade hayatımızdan çıkacak mı? Bunlar hayatımızdan çıkınca hayatımız eski hayat olacak mı? En önemlisi de o hayat artık bizim hayatımız olacak mı? O hayat bizim hayatımız olmayacaksa biz kim olacağız? Doğrusu biz olacak mıyız? “BİZ” denince ne anlaşılacak bundan sonra?

Tarla olmazsa.

Davar olmazsa.

Ekin olmazsa.

Buğday olmazsa.

Un olmazsa.

Ekmek olmazsa.

Bunlardan neşet eden geleneksel kültür de olmayacak. Ne acı ki bugün soframıza gelen ekmeğin başka bir şey olduğu gibi, biz de başka bir şeye dönüşeceğiz. Dönüştüğümüz o şey neyse, o, biz olmayacağız.

Müslüman Türk’ü var eden ve her biri yıkılması mümkün olmayan bir kale olan, geleneksel mayamızla birlikte bizi ayakta tutan ne varsa tehdit altında mı yoksa?
Biz, bizi bir yoklasak iyi olacak… 


KABİL GÖMLEĞİ ÜZERİMİZDEYKEN İSMAİL KURBAN'IN NERESİNDE/Memduh ATALAY

       Bazı kelimeler vardır tadına doyulmaz: kurban, gardaş, gönül, can, dost ve daha nicesi... Ama kurban kelimesi zihnimizde, kalbimizde hem masum Habil'i,hem teslim olmuş İsmail'i taşır ki şuurlu veya şuursuz kullanılsın kurban denildiğinde bir adanmışlık, yakınlık, sözün muhatabına candan yaklaşımı hissettirir. Dini anlamda ise kendisiyle Allah'a yaklaşılan şeyi  özel olarak da Alllah'a yakınlık sağlamak yani ibadet (kurbet) amacıyla belli vakitte  belli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder.

     Diriliş Üstadının dediği gibi "Çoraklaşan ruhumuza, kandil geceleri ile Ramazan ile arınamayan alışkanlıkların ve hevesin zincirinden çıkamayan benliğe metafizik bir ışık gibi düşer kurban. Daha bir hafta evvel 'hayvan' olarak adlandırılan mahluk artık kurban sıfatını kazanmıştır ve konuşmaktadır. Der ki kurban : Ey insan ben bir hayvan olduğum halde kusursuzum ve Allah'a kurban adayıyım, ya sen?". Bu soru ile metafizik bir çarpılma yaşar insan eğer tüm damarlarını öldürmemişse. Tüm kutsal aylar boyunca  arınmayan insana çağrı bu kez kurbanla gelmiştir. Ve insan düşünüp ben de kurban adayı olmalıyım diyerek ya  secdeye dönmeyi seçer veya hayvandan aşağı düşmeyi.

Musa'nın kavmi  sarı inek konusunda tereddüt yaşamış en son Musa (a.s) Cenabı Hak'tan tam tarif almış ve kavmine bildirmişti. Bakara suresinde "Ardından ineği boğazladılar az kalsın yapmayacaklardı." Diye bir ayetle insanoğlunun karakterine dair bir hakikati ortaya koyar. Bediüzzaman Hazretleri Mısır'da, Nil civarında bakarperestlik  akidesinin yaygın olduğunu (tarım toplumunun en önemli aracı olan öküzü Rezzak gibi algılama akidesinden bahseder ve Hazreti Musa'nın bu kurbanla bakarperestlik akidesini  ortadan kaldırdığını)söyler. Yüzlerce müfessir yüzlerce farklı anlam yakalamıştır. Ve kıyamete değin yeni anlamlar bulunacaktır.

Biz şimdi nerdeyiz? Rızkı, gücü,hakimiyeti kime atfediyoruz, Habile mi yoksa Kabile mi yakınız? İsmail teslimiyetinden iz taşıyor mu kurbanlarımız? Yahut sözüne sadakatten dönmeyen İbrahim (a.s) 'ın "tek kişilik ümmet" olan muvahhit duruşunun neresindeyiz?

Coğrafyamızda, Efendimiz (sav)'i kabrinde muazzep kılacak işler, nifaklar, düşmanlıklar sürerken, hakimiyeti, rızkı sebeplere ve ABD ve AVRUPA'YA hasrederken bizim kurbanlarımız nerede duruyor?

Kaç kilo kıyma, kaç kilo kemik, kaç kilo et derdindeyken ve sofralara yoksullar konuk edilmezken etin, kanın, derinin bir anlamı var mı? İslam coğrafyasından Avrupa'nın merhametine kaçarken denizde boğulup karaya vuran Aylan bebeğin gölgesi kurbanlarımızın üzerinde durmuyor mu?

Hele hele kurbanı tatil zannederek denize kaçanlar, et, kemik zannederek telaşe düşenler bizlerin bir şekilde tanıdığı, akrabası, eşi dostuyken... Tebliğ yükümlülüğümüz ve güzel örnek olma sorumluluğumuz yakınlarımıza bile değmemişse halimiz nedir, ahvalimiz nicedir?

Fert  fert içimizdeki kini, düşmanlığı, hasedi, hırsı kesmedikçe, Allah' a kurban olma yarışından kula kul olma derekesine düşmüşken deve boğazlasak ne olacak ki?

Suriyeli işçileri düşük ücretle sömürüp hayvanın bile barınmayacağı evleri  yüksek fiyatla kiraya verdikten sonra kesilen kurban bizim yaklaşma aracımız mı yoksa Hak'tan uzaklaşma sebebimiz mi?

Evet ruhlar da bedenler gibidir. Öyle hastalıklar vardır ki ilaç kâr etmez. Ruh da dünyevileşme, Hak'tan sapma hastalığına düşmüşse Ramazan 'da da Kurban'da da ,mübarek gecelerde de takımının kederiyle ölü girer ölü çıkar. Coğrafyamız, duamız değilse; coğrafyamız kederimiz olamamışsa; olan şeylerin olmaması için bir tavır takınmıyorsak, canı, canana kurban veremeyeceksek, din kardeşimize Kabil bıçağı bilemişsek, bıçaksız katillik olan iftiradan beri tutmuyorsak nefsimizi, en fenası kardeşliğimizi Ecnebi oyunlarının malzemesi haline getirmişsek kurban nerede , bayram nerede?

Görmüyor musunuz coğrafyamızda 'İslam dilleri ile ağıtlar yükselirken İbranice, İngilizce, Almanca kahkahaların yükseldiğini?' Bu kurban nefislerimizin, dünyevi kaygılarımızın, çıkar amaçlı kalp virüsü yaymanın sonu Hak'ta birleşmenin bir miladı olsun coğrafyamıza! Son söz olarak derim ki:

Ey İslam paydasında bana kardeş kılınan bir buçuk milyar kardeşlerim,

Ey Türk, Ey Arap, Ey Habeşli Köle, Ey Siyahi, Ey Kafkaslı, Ey ,E  ,Ey  kardeşlerim,

EY GARDAŞ

EY CAN

CANIM  KURBAN!!!


SEVGİLİ / İsa Yusuf ÇAĞLAR


Ne çok unutuyoruz
Sevgiyi, dostluğu, vefayı ve Seni
Çöl kumlarında yanmayı
Ve sonbahar yağmurlarında arınmayı

Unutmayı unuttuk Sevgili
Seni unuttuk…

Yeryüzü şimdi plastik aşklar mezarlığı Sevgili
Gibi ve korsan sevdalılarla
Çepeçevre kuşatıldık
Aşkta kopya hiç olmamıştı
Şimdi daha iyi anladık ki olmayacakta

Artık sevgiyle değişmiyor insanlar
Sevgiye değiştikleri kadar
Tenekeden madalyalarını
Sevgiye vakit kalmıyor Sevgili

Dostluk, vefa ve muhabbet
Çiğnenip, bir kenara atılıyor sonra
Haysiyet ve şeref timsali
Validemiz geliyor aklıma

Malumat yıldırımları çarpıyor
İrfan semasında olan gönlümü
Fikir sahibi olmaktan
Salt bilgi sahibi olma
Çukuruna yuvarlanıyorum
Gönlüm delik deşik oluyor sonra

Bavulumda acı hatıralar saklı Sevgili
Bohçamı sevdiklerimle doldurdum
Atalet ve adaveti rüzgâra savurdum
Yedi ayrı tepeden yedi ayrı diyara
Diye gelmesinler yine bir araya

Hüzünden evler kuruyorum kendime
Günahlarım kadar çok
Şefaatin kadar büyük
İçinde ümmetin acısını saklıyorum
Görmeyen, bilmeyen ve duymayan ümmetin

Vuslatınla ciğer kebap oldu Sevgili
Bilal sustu kargalara gün doğdu
Çıkmadı sâdık dostun kadar cömert
Hattab gibi vakur, Haydar gibi civanmert
Bizler Zinnureyn’in hayâsına hasret

Özledik Sevgili
Çocukça bir saflıkla
Seni çok özledik

TUFAN /Fazlı BAYRAM


kırdılar cevizimi hacı
çürük çıktı beynim
pazardan pazara sattılar beni
zindandan zindana attılar beni
bomba gibi düştün geceye
siperden sipere saldılar beni

bütünü eridi önümde her bir çınarın
kuş konmazlığımla kalakaldım yalnız ve yalın
olur olmaz yerlerde açtım kalbimi
dilim dilim doğrayıp kestiler beni

kem gözler görmesin kuru bir çölüm ben
yeşillik sanıp yoldular beni
tekmeyi direğe vuran dervişi
ağlayıp sızlayıp özledim bu gün

dünden kalma dünde kalma sevdaları
ısıtıp koydum önüme eski sandalı
beynime ağrılar girdi böylece
-ne haber nasıl gidiyor
-benimlemisin İskoçyalı
-zulanda ne var çıkar bakalım

sonra sen geldin yağmuru beklerken
günleri günlere delice eklerken
hızlıca gölgeyi geçip giderken
ayağım taşlara takıldı gitti


VURULUP VURULUP KIVRANMAYA TİRYAKİYİM/Hasan EJDERHA


Çalıyı ucundan sürüyen 
Deliler gibidir yüreğim
Bir türlü çekemem çalıyı yerine
Öyle hınçla dolarım ki
Hayal kurarım ufuklar ötesine
Hürriyetimi biçmeyen bir adım
Çalıyı düzgün sürüdüğüm mekânlar çizerim
Şiir kitaplarında gezen hafiye olur,
Yüreğimi kurşunlayan imajlarla,
Hazzına doyumsuz mısraların izini sürerim.

Pergelin ucundan kurtulduğum anlar
Kendi dairemi kendim çizerim
Oturturum denizleri, okyanusları yüreğime
Çıkarım bir dağ tepesine, dalga seslerini dinlerim.

Vurulup vurulup kıvranmaya tiryakiyim
Kurşunların önüne giderim koşa koşa
En acıyan noktalarımdan kurşun yer,
Her sevinçten acı bekler acı çekerim.

Kapıp bayrağımı sevince koşar,
Hep çileye, acıya, bayrak dikerim.



(Seni Yaşamadan Olmaz-Şiirler-1993 Ecdat Yayınları)

SAYIKLAMALAR / Fazlı BAYRAM

1.
sana gül almak isterdim
çiçekçinin önünden geçerken ama
düşününce ülkemde solan gülleri
vaz geçtim

2.
ateşin tuttuğu mızrağı sardı sonbahar
siyaset paparazzilerinden
ömür törpüsü sözler sağdım çarıklarıma
yanlış yaptım biliyorum
boşa gitti gece
sana kaçtım bezirganlardan ben de
bu sefer reddetme

3.
bir böcek mermeri delip girdi beynime
böylece YOK’un tadını aldı gözlerim
sana bakmak her resimde bakmak sana
kör müyüm neyim
mercimek kadar bir ölü hücrenin
yokluğunda var olmak
belki bulgur kadar
belki de bir zerre
buna ne dersin

4.
eski beni anlatma bana kargaşayı bırak
şimdi ben çıkarken evden el sallıyorum
balkondaki kızıma
silahşör bir baba gibi belki
belki yiğitçe
“ne ağır imtehandır”diyor ya şair
benimki hafif ve mutlu
gül gibi düşenlerin aşkına toprağa

5.
toparlan gidiyoruz yağmura az kaldı o 

    

KADİM ŞEHİR MARAŞ / Hüseyin GÖK


tarihten koşup gelen
kadim şehir Maraş,
‘yorgun savaşçı’ misali
kartal yuvasında
yorgunluk çıkarırcasına
yaslar sırtını Ahırdağı’na,
ayaklarının altında
engin ovaları
uzanırken sonsuzluğa
ve sağında Ceyhan
solunda Aksu ırmağı
bir kuşak gibi
sararken belini
seyreder ufukları

yaylalarında oynaşır ceylanları
uçuşur düzlüklerinde turaçları,
dağları sırdaşı olur
geçit vermez yolları yoldaşı,
tutunur sevdasına
tellerine vurur sazının
çığırırken türkülerini
savurur semaya,
davullar çalınıp
halaylar çekilirken
güvercinler sığırcık kuşları
başlatırlar göksel şölenlerini

tarihin tanıklığında
nice harpler gördü
yiğitleri destanlar yazdı
kahramanlıkları düşmedi dillerden,
Mekke Medine Bağdat Şam
Kudüs Kahire Semerkant Buhara
Bakü Grozni Kırım Mostar
Saraybosna Kurtuba
kardeş şehirleri oldu

içinden nehirler geçen
trenler geçen şehir,
kıyam halinde daim
Anadolu’nun bağrında
sürdürür duruşunu mütevekkil..



VEDA / Cengizhan YURDAKONAR


Bir umuttu sana olan sevgim belki de
Belki de hiç sevmemiştim seni
Gecenin gündüzü aramasıydı
Belki de gündüzün geceyi

Her şey bir anlık sendin
Önüm sendin, arkam sendin
Çiçek sendin, ağaç sendin.
Belki bir an bende sendim

Fakat anladım ki sadece bir umut
Biliyor musun üzülmüyorum seni kaybettiğim için
Artık üşümüyorum geceleri
Belki bir gül solmuştu

Ama gül bahçesinin yerini buldum
Hepsi bir bülbül arıyordu
Onlar için ölmeyi göze almış
Artık sevdam davam, insan,
ALLAH için gözyaşı dökebilme hevesi…
Sağlıcakla kal...

HİCRAN MEVSİMİ/Muhammet İbrahim BALCI


Neden yarım kaldı gülüşün
Nerede hasretin, sevgin ve sözün
Adımların adını taşırdı yürüdüğün yollarda
Hâlâ adın yazılı taş kaldırımlar ve duvarlarda.

Hangi dağın eteklerine sarıldın
Seni bir türlü bulamıyorum
Hiç olmazsa
Uzaklardan bir selam yükle bulutlara
Zira sesin rüzgâra karışıyor duyamıyorum.

Sakın yılgın ve solgun bakma etrafa
Gece hicran taşıyor yüzüne
Sabahı beklemez oldu ölümler
 Bu yüzden bir türlü uyuyamıyorum. 



KIYIDA MATEM VAR / İsa Yusuf ÇAĞLAR

Ben Aylan
Kıyıya vuran bedenim
Halinize tercüman
Vicdan, insanlık ve merhamet…

Bir köşeye çekilip ağlamak istiyorum anne
Sessiz, sensiz ve kimsesiz…
Uyurken patlayan bombalar
Ölürken susan insanlar var anne

Akan gözyaşlarımı dalgalar alıyor anne
Belki bu gözyaşları hürmetine
Cennetten akan ırmaklara
Karışır ümidiyle

Üç maymunu oynuyor Müslümanlar anne
Ensar ve Muhacir kardeşliği hani nerde
Babamız Osmanlı ağabeyimiz Türkler
Nerede Müslümanlar insanlık nerde

İnsanlar neden bu kadar acımasız anne
Bir balina kadar değer verseler bize
Carettaların nesli tükenmek üzere
Boğuluyorum tut ellerimden anne

İnsan hakları havarisi ikiyüzlü Avrupa
Ve saraylarda keyif çatan Araplar
Neredesiniz hani nerde
Biz onlardan değildik anne

Şadırvanda yıkadın beni anne
Su biraz soğuktu ama olsun
Sen hep demez miydin:
“Temizlik imanın yarısıdır” diye

Kış oldu
Egzoz dumanlarında ısıttım
Üşüyen minicik ellerimi
Rahatsız ettim diye
Dövdüler beni anne

Defolup gidiyorum anne
Sevgililer Sevgilisinin yanına
Rabbim’in huzuruna gidiyorum
O’na anlatacak çok şeyim var anne.

SENİ YAŞAMADAN OLMAZ / Hasan EJDERHA


Seni yaşamadan 
Ne ekinler göverir
Ne de koyverir söğüt yeşilini
Bülbül çıkamaz sabaha uyumadan.

Seni yaşamadan olmaz can
Bereketsiz olur harman
Sevinemez babam
Yenilenemez urbam
Seni yaşamadan...

Olmaz seni yaşamadan
Yitik güzellikler bulunmaz
Nohut tarlada kalır yolunmaz
Yayık yayılmaz
Gelin olunmaz
Olmaz, olmaz
Seni yaşamadan

Ali birden ikiye geçemezdi
Her yıl bire-beş gelen hasat
Bakarsın bu yıl gelmezdi
Seni yaşamadan

Belki gülmesini bilmezdi bebekler
Somurtkan olurdu bütün beşer
Çirkin olurdu belki de güzel olacaklar
Yapa-yalnız kalırdı belkide eşler
Seni yasamadan.

(Seni Yaşamadan Olmaz-Şiirler, 1993 Ecdat Yayınları)