DEĞİRMEN / Hasan EJDERHA

Yok onlardan atık.

Bir daha kimse değirmene gitmeyecek.

Kimse ununu değirmende öğütmeyecek.

Değirmencinin, değirmene gelenlere öğün için yaptığı Değirmen Kömbesi de olmayacak artık. Kimse sıcak değirmen kömbesinin tadını bilmeyecek. O kömbeyi alırkenki değirmene ilk gelenden son gelene, en yaşlıdan en küçüğüne doğru dağıtılma töresini kimse bilmeyecek artık.

“Yarın değirmene gideceğim inşallah.” cümlesi hiçbir köyde, kasabada kurulmayacak bir daha. Değirmene giderken kimse kimseye yoldaşlık edemeyecek gayrı.

“Sen kızını terbiye et, oğlunu değirmende terbiye ederler.” sözü gerçek anlamını yitirdi; atasözü olarak hâlâ geçerliliği olsa da başka anlamlar için kullanılacak bundan böyle.

Değirmenler vardı…

Gürül gürül akan derelerin en güzel, en yeşil yerlerindeki değirmenler…

Su değirmenleri…

Bizim yaştakilerin gelip ulaştığı zamanlarda, motorla çalışan değirmenler de kurulmuştu daha yakın, daha kolay ulaşılan yol üzerlerine. Anam yine de unumuzu öğüttürmek için beni ta uzaktaki su değirmenine gönderirdi. Usanç duysam da o uzun yolu merkep arkasında yürümekten, yine de orada beni çeken bir şey vardı. Sebebi bilinmeyen bir cazibesi vardı su değirmenlerinin.

Yazılı olmayan ama çok katî bir töresi vardı eski değirmenlerin. Bir kere kimse kimsenin sırasına müdahale etmeyi aklından bile geçirmez, geçiremezdi.

Buğday yüklü merkepleri değirmenci karşılar, öğütülecek çuvalları sıraya koyardı. Öğütülüp
yüklenecek çuvalların yük hayvanlarına yüklenmesine, az ötede ağacın gölgesinde oturan değirmene gelmiş bir gencin kayıtsız kalması asla düşünülemezdi. Hele yaşlı bir amca ise çuvalları yüklenecek olan, gençler koşuşuverirlerdi. Aksi bir durum o kadar kınanır, o kadar kınanırdı ki değirmende bir büyüğün yardımına koşmayan gencin gençliğinin hayrı sona ermiş olurdu adeta.

En güzel hikâyeler değirmende sıra bekleyenler tarafından anlatılırdı; yol hikâyeleri, av hikâyeleri, eşkıya hikâyeleri ve daha neler neler… Maceralı hikâyeler, kıssadan hisse açısından çok zengin menkıbeler ve yiğitlik hikâyeleri. Bu hikayeleri dinleyerek şekillenir, orada kişilik sahibi olurdu gençler.

Azık getirilmezdi değirmene. Herkes bilirdi ki değirmenci öğle namazından sonra kömbe yapardı ve o, değirmene gidenlerin hakkıydı. Tıpkı değirmencinin unu öğütmek üzere değirmenin boğazına buğdayı döktüğü zaman öğütme hakkını alması gibi bir haktı.

Sıcacık kömbeyi ayın on dördünü tutuyormuş gibi eline alanlar, değirmenin önündeki devasa ağaçların gölgesinde oturulmak üzere uzatılan kütüklerin üzerine sıralanırlar, kömbelerini yerlerdi; sıcacık kömbelerini. Sıcak, sımsıcak sohbetleri katık ederlerdi kömbelerine. Ben kömbemi alır almaz değirmenin arka taraflarına geçer, derenin kenarını bulurdum. Buz gibi suların kıyısındaki yarpuzlardan (dağ nanesi), ıspatanlardan (dağ teresi) toplayarak onları kömbeme katık ederdim. O kadar çok hoşuma giderdi ki bu öğün, iştahım kömbenin tamamını ye diye zorlasa da beni, yarısını kesinlikle kardeşlerime getirmek üzere ayırırdım. Çünkü eve gelir gelmez kardeşlerim “Abi kömbe getirdin mi?” diye soracaklardı.

Bazen ansızın elini kulağına atarak bir türkü tuttururdu değirmene gelenlerden birisi. Ben, “Baba bugün dağlar yeşil boyandı/Kim yandı kim uyandı.” türküsünü ilk değirmende duymuştum. Bir de “Yavri yavri, hüma kuşu yükseklerden seslenir.” türküsünü… Bazen hikâyeli türküler de söylenirdi değirmende. Anlatıcı, hem türküyü söyler hem de hikâyesini anlatırdı. Hazreti Ali Kan Kalası, Aşık Garip, Köroğlu hikâyeleri ve daha birçok hikâye anlatılırdı. En garibi de hikâyenin en heyecanlı yerinde unu öğütülüp yüklenmeye hazır olanlara üzülmesiydi herkesin. Hâlbuki herkes sırası gelip de unu öğütülünce, bir an evvel yola çıkıp evine gitmeye akortlanmış bir şekilde otururdu değirmenin önünde.

Değirmene giden çocuk kasıla kasıla gider, kasıla kasıla değirmenden gelirdi. Artık o, değirmene gidebilen bir çocuktu ve haklı olarak herkesten takdir görmeyi beklerdi. Köyde çocuklar değirmene giderek büyürlerdi. Değirmenden önceki ve değirmenden sonraki işler, büyümenin kademeleriydi. Ama değirmene gitmek önemliydi. Değirmene giden çocuk, bir süre sonra evlendirilme yaşına gelmiş demekti. Yeni evlenip dam yapan ağabeylerin damında çalışarak damın nasıl yapıldığını öğrenince, evlenip kendisine dam yapma hayali gönlüne düştü mü evlenme yaşı tamama ermiş olurdu.

Değirmenin yabancıları olurdu; bir de uzak yoldan gelip uzak yola gidenler, bir köyden başka bir köye giderken değirmende konaklayanlar… Onlar da değirmen ahalisi sayılırdı ve değirmenci onlara da kömbe yapardı. Hatta yakın köylerden sadece laf-sohbet için değirmene gelen emmiler ve yaşlı dedeler… Çok ender de olsa ozanlara da rastlandığı olurdu değirmenlerde. Sazı omzunda yolculuk eden bir ozan, muhakkak yolu üzerindeki bir değirmende mola verir, orada çalıp söylerdi bir süre. Ozan, çoğu zaman çalıp söylemesi için yolundan alıkonulur, misafir edilmek üzere değirmenin çevresindeki köylere götürülürdü.

Değirmenler yok artık.

Kimse ununu değirmende öğütmeyecek artık. Belki çocuklar, unun buğdaydan öğütüldüğünü bile bilmeyecekler. Bir misafirlikte üzümün bağda değil manavda olacağını söyleyen bir balaya gülmüştük hep birlikte de benim yüreğim kavrulmuştu. En kötüsü de buğdayı bilmeyecek çocuklarımız; dâneyi, dânenin nimet olduğunu… Nimet yere düşürülürse, israf edilirse günah olduğunu söyleyecek nineler de kalmayacak bir süre sonra.
Değirmenler yok artık.

Değirmenlerin yok olmasıyla, kültürü de yok olacak ne yazık ki. Değirmende neşet eden bir sürü ifade de değirmenle birlikte yok olup gidecek hayatımızdan. “Sen kızını terbiye et, oğlunu değirmende terbiye ederler.” diyordu ya atalar; artık oğulcuklarımız nerede, hangi mahfillerde terbiye edilecekler?

Kimden, neyin terbiyesini alacak yavrularımız?

Büyümesindeki kıstas ne olacak artık.

Yoksa artık büyümeyecek mi balalarımız?

Otuz yaşına gelmiş ve ergenlikten kurtulamamış hastalıklı insanların türemesinin sebebi ne ola ki?

Topraktan, toprağın tohum saçmaya hazırlanmasına, tohumun saçılmasına, ekinin gövermesine, boy vermesine, hasat edilmesine, buğdayın çıkarılmasına ve oradan değirmene kadar olan kültür yok olursa bize ne olacak ya da o biz, biz olacak mıyız?

“Atın tırnağıyla nalın arasına sıkışan çamurun bir adı vardır.” demişti bir dost. Arkasından da hayıflanmıştı “Şimdi at ile ilgili birçok kelime kullanılmayacak, belki de lügatlerimizde bile olmayacak.” Peki değirmen ile ilgili, harman-hasat ve tarla-tohumla ilgili de birçok ifade hayatımızdan çıkacak mı? Bunlar hayatımızdan çıkınca hayatımız eski hayat olacak mı? En önemlisi de o hayat artık bizim hayatımız olacak mı? O hayat bizim hayatımız olmayacaksa biz kim olacağız? Doğrusu biz olacak mıyız? “BİZ” denince ne anlaşılacak bundan sonra?

Tarla olmazsa.

Davar olmazsa.

Ekin olmazsa.

Buğday olmazsa.

Un olmazsa.

Ekmek olmazsa.

Bunlardan neşet eden geleneksel kültür de olmayacak. Ne acı ki bugün soframıza gelen ekmeğin başka bir şey olduğu gibi, biz de başka bir şeye dönüşeceğiz. Dönüştüğümüz o şey neyse, o, biz olmayacağız.

Müslüman Türk’ü var eden ve her biri yıkılması mümkün olmayan bir kale olan, geleneksel mayamızla birlikte bizi ayakta tutan ne varsa tehdit altında mı yoksa?
Biz, bizi bir yoklasak iyi olacak… 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder