Yok onlardan atık.
Bir daha kimse değirmene
gitmeyecek.
Kimse ununu değirmende
öğütmeyecek.
Değirmencinin, değirmene
gelenlere öğün için yaptığı Değirmen Kömbesi de olmayacak artık. Kimse sıcak
değirmen kömbesinin tadını bilmeyecek. O kömbeyi alırkenki değirmene ilk
gelenden son gelene, en yaşlıdan en küçüğüne doğru dağıtılma töresini kimse
bilmeyecek artık.
“Yarın değirmene gideceğim
inşallah.” cümlesi hiçbir köyde, kasabada kurulmayacak bir daha. Değirmene
giderken kimse kimseye yoldaşlık edemeyecek gayrı.
“Sen kızını terbiye et, oğlunu değirmende
terbiye ederler.” sözü
gerçek anlamını yitirdi; atasözü olarak hâlâ geçerliliği olsa da başka anlamlar
için kullanılacak bundan böyle.
Değirmenler vardı…
Gürül gürül akan derelerin en
güzel, en yeşil yerlerindeki değirmenler…
Su değirmenleri…
Bizim yaştakilerin gelip ulaştığı
zamanlarda, motorla çalışan değirmenler de kurulmuştu daha yakın, daha kolay
ulaşılan yol üzerlerine. Anam yine de unumuzu öğüttürmek için beni ta uzaktaki
su değirmenine gönderirdi. Usanç duysam da o uzun yolu merkep arkasında yürümekten,
yine de orada beni çeken bir şey vardı. Sebebi bilinmeyen bir cazibesi vardı su
değirmenlerinin.
Yazılı olmayan ama çok katî bir
töresi vardı eski değirmenlerin. Bir kere kimse kimsenin sırasına müdahale
etmeyi aklından bile geçirmez, geçiremezdi.
Buğday yüklü merkepleri
değirmenci karşılar, öğütülecek çuvalları sıraya koyardı. Öğütülüp
yüklenecek
çuvalların yük hayvanlarına yüklenmesine, az ötede ağacın gölgesinde oturan değirmene
gelmiş bir gencin kayıtsız kalması asla düşünülemezdi. Hele yaşlı bir amca ise
çuvalları yüklenecek olan, gençler koşuşuverirlerdi. Aksi bir durum o kadar
kınanır, o kadar kınanırdı ki değirmende bir büyüğün yardımına koşmayan gencin
gençliğinin hayrı sona ermiş olurdu adeta.
En güzel hikâyeler değirmende
sıra bekleyenler tarafından anlatılırdı; yol hikâyeleri, av hikâyeleri, eşkıya
hikâyeleri ve daha neler neler… Maceralı hikâyeler, kıssadan hisse açısından
çok zengin menkıbeler ve yiğitlik hikâyeleri. Bu hikayeleri dinleyerek
şekillenir, orada kişilik sahibi olurdu gençler.
Azık getirilmezdi değirmene.
Herkes bilirdi ki değirmenci öğle namazından sonra kömbe yapardı ve o,
değirmene gidenlerin hakkıydı. Tıpkı değirmencinin unu öğütmek üzere değirmenin
boğazına buğdayı döktüğü zaman öğütme hakkını alması gibi bir haktı.
Sıcacık kömbeyi ayın on dördünü
tutuyormuş gibi eline alanlar, değirmenin önündeki devasa ağaçların gölgesinde
oturulmak üzere uzatılan kütüklerin üzerine sıralanırlar, kömbelerini yerlerdi;
sıcacık kömbelerini. Sıcak, sımsıcak sohbetleri katık ederlerdi kömbelerine.
Ben kömbemi alır almaz değirmenin arka taraflarına geçer, derenin kenarını
bulurdum. Buz gibi suların kıyısındaki yarpuzlardan (dağ nanesi), ıspatanlardan
(dağ teresi) toplayarak onları kömbeme katık ederdim. O kadar çok hoşuma
giderdi ki bu öğün, iştahım kömbenin tamamını ye diye zorlasa da beni, yarısını
kesinlikle kardeşlerime getirmek üzere ayırırdım. Çünkü eve gelir gelmez
kardeşlerim “Abi kömbe getirdin mi?” diye soracaklardı.
Bazen ansızın elini kulağına
atarak bir türkü tuttururdu değirmene gelenlerden birisi. Ben, “Baba bugün
dağlar yeşil boyandı/Kim yandı kim uyandı.” türküsünü ilk değirmende duymuştum.
Bir de “Yavri yavri, hüma kuşu yükseklerden seslenir.” türküsünü… Bazen
hikâyeli türküler de söylenirdi değirmende. Anlatıcı, hem türküyü söyler hem de
hikâyesini anlatırdı. Hazreti Ali Kan Kalası, Aşık Garip, Köroğlu hikâyeleri ve
daha birçok hikâye anlatılırdı. En garibi de hikâyenin en heyecanlı yerinde unu
öğütülüp yüklenmeye hazır olanlara üzülmesiydi herkesin. Hâlbuki herkes sırası
gelip de unu öğütülünce, bir an evvel yola çıkıp evine gitmeye akortlanmış bir
şekilde otururdu değirmenin önünde.
Değirmene giden çocuk kasıla
kasıla gider, kasıla kasıla değirmenden gelirdi. Artık o, değirmene gidebilen
bir çocuktu ve haklı olarak herkesten takdir görmeyi beklerdi. Köyde çocuklar
değirmene giderek büyürlerdi. Değirmenden önceki ve değirmenden sonraki işler,
büyümenin kademeleriydi. Ama değirmene gitmek önemliydi. Değirmene giden çocuk,
bir süre sonra evlendirilme yaşına gelmiş demekti. Yeni evlenip dam yapan
ağabeylerin damında çalışarak damın nasıl yapıldığını öğrenince, evlenip
kendisine dam yapma hayali gönlüne düştü mü evlenme yaşı tamama ermiş olurdu.
Değirmenin yabancıları olurdu;
bir de uzak yoldan gelip uzak yola gidenler, bir köyden başka bir köye giderken
değirmende konaklayanlar… Onlar da değirmen ahalisi sayılırdı ve değirmenci
onlara da kömbe yapardı. Hatta yakın köylerden sadece laf-sohbet için değirmene
gelen emmiler ve yaşlı dedeler… Çok ender de olsa ozanlara da rastlandığı
olurdu değirmenlerde. Sazı omzunda yolculuk eden bir ozan, muhakkak yolu
üzerindeki bir değirmende mola verir, orada çalıp söylerdi bir süre. Ozan, çoğu
zaman çalıp söylemesi için yolundan alıkonulur, misafir edilmek üzere
değirmenin çevresindeki köylere götürülürdü.
Değirmenler yok artık.
Kimse ununu değirmende
öğütmeyecek artık. Belki çocuklar, unun buğdaydan öğütüldüğünü bile
bilmeyecekler. Bir misafirlikte üzümün bağda değil manavda olacağını söyleyen
bir balaya gülmüştük hep birlikte de benim yüreğim kavrulmuştu. En kötüsü de
buğdayı bilmeyecek çocuklarımız; dâneyi, dânenin nimet olduğunu… Nimet yere
düşürülürse, israf edilirse günah olduğunu söyleyecek nineler de kalmayacak bir
süre sonra.
Değirmenler yok artık.
Değirmenlerin yok olmasıyla,
kültürü de yok olacak ne yazık ki. Değirmende neşet eden bir sürü ifade de
değirmenle birlikte yok olup gidecek hayatımızdan. “Sen kızını terbiye et, oğlunu değirmende terbiye ederler.” diyordu
ya atalar; artık oğulcuklarımız nerede, hangi mahfillerde terbiye edilecekler?
Kimden, neyin terbiyesini alacak
yavrularımız?
Büyümesindeki kıstas ne olacak
artık.
Yoksa artık büyümeyecek mi balalarımız?
Otuz yaşına gelmiş ve ergenlikten
kurtulamamış hastalıklı insanların türemesinin sebebi ne ola ki?
Topraktan, toprağın tohum saçmaya
hazırlanmasına, tohumun saçılmasına, ekinin gövermesine, boy vermesine, hasat
edilmesine, buğdayın çıkarılmasına ve oradan değirmene kadar olan kültür yok
olursa bize ne olacak ya da o biz, biz olacak mıyız?
“Atın tırnağıyla nalın arasına
sıkışan çamurun bir adı vardır.” demişti bir dost. Arkasından da hayıflanmıştı
“Şimdi at ile ilgili birçok kelime kullanılmayacak, belki de lügatlerimizde
bile olmayacak.” Peki değirmen ile ilgili, harman-hasat ve tarla-tohumla ilgili
de birçok ifade hayatımızdan çıkacak mı? Bunlar hayatımızdan çıkınca hayatımız
eski hayat olacak mı? En önemlisi de o hayat artık bizim hayatımız olacak mı? O
hayat bizim hayatımız olmayacaksa biz kim olacağız? Doğrusu biz olacak mıyız?
“BİZ” denince ne anlaşılacak bundan sonra?
Tarla olmazsa.
Davar olmazsa.
Ekin olmazsa.
Buğday olmazsa.
Un olmazsa.
Ekmek olmazsa.
Bunlardan neşet eden geleneksel
kültür de olmayacak. Ne acı ki bugün soframıza gelen ekmeğin başka bir şey olduğu
gibi, biz de başka bir şeye dönüşeceğiz. Dönüştüğümüz o şey neyse, o, biz
olmayacağız.
Müslüman Türk’ü var eden ve her
biri yıkılması mümkün olmayan bir kale olan, geleneksel mayamızla birlikte bizi
ayakta tutan ne varsa tehdit altında mı yoksa?
Biz, bizi bir yoklasak iyi
olacak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder