-Vaay! Hoş geldin dayı.
-Hay sağ olasın aslan dayım.
-Ya Hu yapma şunu, sen benim dayımsın. Hatta sizin orada tanıdığım kim varsa hepsi benim dayım değil mi? Kaldı ki bu dayı lafını bizlere belleten de yine sensin, canını sevdiğim dayım. Gel hele gel, yorulmuşa benziyorsun.
-Hiç sorma dayı Adana’dan geliyorum.
-Ohoo, Adana sana ayakyolu gibi gelir, yormaz seni Adana’ya gidip gelmek.
-Adana’ya Kayseri’den gittim. Kayseri’ye de bizim oradan gitmiştim.
-Desene sabahtan beri yoldasın. Çayın demli olduysa biraz su çekeyim. Hayırdır patronu mu gezdiriyorsun?
-Yok, eline sağlık çayın demi güzel olmuş. Ha, onu Kayseri’ye havaalanına bıraktım. Adana’dan da birini alıp buraya getirdim.
-Allah yardımcın olsun dayı, bu iş böyle. Koltuğunuzun altına bir ekmek sokuyorlar ama burnunuzdan da getiriyorlar. Kayseri, Adana deyince şimdi aklıma geldi, senin Oğuzeli’ne bir büyük adam götürmen vardı zamanın behrinde, nasıl olduydu o iş?
-Aboov hiç sorma o işi! Nasıl bir işti o öyle? Kiş kiş, Allah bir daha göstermesin. Adam bizi yiyecekti! Gene bir gün bizim orada büyük bir toplantı vardı. Memlekette insan kalmamış hepsi oraya gelmişti dayı. Bir bayram sonrasıydı. Biz bir gün evvelden parkın içini masa sandalye ile donatmıştık. Hani bizim şu Yukarıköylü yarım akıllı var ya, onun aklına uyup bir masa da kendimize hazırlamıştık. İşin sonunda, koşturmaktan ne masa, ne yemek göremedik tabii de. Çünkü bizim ekip, hem millete hizmet ediyor, hem konuşmaları dinliyor ve hem de en çok alkışı çalıyor. Emir öyle geldi çünkü.
Öğleden sonraydı; güneş, günün en yüksek yerine çıkmanın yorgunluğunu üzerinden atmış, yavaş yavaş ikindiye doğru süzülüyordu. Parkın ağaçları güneşe uymuş, gölgelerini sere serpe uzatmaya başlamışlardı. Küçük ağaçların gölgeleri her geçen dakika büyük ağaçların gölgelerinin altında kayboluyordu. Parkın aşağısındaki ovada bulunan kavak ağaçları; yukarıdaki parkta elinde mikrofon, memleketi kendisi kurtarmış gibi konuşmalar yapan büyük siyasetçilere, onların altındaki az büyük siyasetçilere ve onların da altında bulunan ama memleketi bırak, dünyayı kurtarmış siyasetçilere; bütün bu konuşan insanlar var ya, işte onları, o bulundukları yerlere taşımış olan, onların orada kalmalarının kendilerinin elinde olduğunu iddia eden çeşit çeşit, cins cins koltuk sahiplerine; kürsüdeki konuşmacıyla beşinci dakikada göz temasını kaybeden, atılan nutukların bir kelimesini bile anlamadıkları her hallerinden belli olan, “Şu iş bitse de bir an önce yemeğimizi yiyip evimizin yolunu tutsak.” diye birbirine dert yanan sıradan insanlara; karşı tepedeki kamalak ağacının tepesinde öten alakargaya kendilerini gösterebilmek için yükseliyor, en ufak bir rüzgârda sağa sola yatıp duruyorlardı. Parkta yerlere dökülen ekmek kırıntılarını kapabilmek için karıncalar sineklerle, eşekarıları, kızılarılarla yarışa girmişlerdi sanki. Dört gözlü köpük tabaklardaki yemeğini bitiren ve üstüne iki dilim de baklava götüren bizim memleketin insanları; mideleri dolu, elleri, gönülleri boş olarak parkı terk etmeye başlamışlardı. Ellerinin, gönüllerinin boş olması; bunca atıp tutmanın ardından “Filan adam da şunu dedi.” diyecek, çayhanede, kahvehanede ballandıra ballandıra bu toplantıyı kaçıranlara anlatacak bir laf duyamadan gitmeleriydi.
Haklıydı da insanlar. Mikrofonu her eline alan, “Sayın liderimizin dediği gibi. Sayın liderimiz şunu dedi.” gibi laflarla başlıyor, arada, dünyada hiç duymadığımız kelimelerle bir kısım laflar ediyor, ardından da sayın liderimizin sözüyle bitiriyorum, diyerek insanlardan zorla alkış alıyor. Hele bir kısım insanlar çıkıyorlar ki konuşmaya; kürsüye varıncaya kadar ne konuşacaklarını bilmiyorlar, kürsüden indikten sonra da sorsan ne konuştuklarını bilmezler. Hey bre Müslüman, sen ne oluyorsun sen? Sen kimsin? Yok mu kendine ait bir çift sözün, bir söz üretecek beynin? Bir ayağın şu garip milletin omuzlarında, bir ayağını da uzatmışsın Ankara’ya! Ha şunu da yüzlerine vurmak gerekir; laf Ankara’dan, hizmet bizden, masraf patrondan. İhale!.. İhale, beyefendinin dokuzuncu göbekten hısımına!
İhale bende kalmış olmalı ki patron çağırıyor, dediler. Koştum. “Beyefendiyi bilmem nereye bırak gel.” dedi. Az sonra siyah arabanın sağ arka kapısını sağ elimle açtım, sol elimi kapının üst kısmına tutarak beyefendiyi arabaya bindirdim. Aracın arkasından dolaşarak hızlıca şoför koltuğuna oturdum. Makam şoförü makam koltuğuna benzer; gözsüz, kulaksız, elsiz, dilsiz olur. “Git” gider. “Gel” gelir. Gidip geldiği aracın içinde dünyalar kurulur, dünyalar yıkılır o hiç birini görmez, hiçbir şey duymaz. Fakat şu kadarını söylemekte de bir beis olmasa gerek; adam aracın içine girdi oturdu, ara sıra birilerini aradı, ara sıra da kendisini arayanlara cevap verdi. Rahmetli babam bazen birinin bir lafını verirdi çevresindeki böbürlenenlere, kendini beğenenlere. Derdi ki “Uyku her ikisini de alıp gidince, taht üzerindeki padişahın ovadaki Kürt’ten ne farkı kalır.” Büyük bir âlimin lafıymış bu. Adını da derdi adamın, Şeyh Sadi mi, Sadi Şirazi miydi işte. Zaman zaman bedenini uykuya teslim etti, bizim ağır yolcu. Zaman zaman uykuyu içinde hapsetti. Uyanmak zorunda kaldığında homurdandı. Yani, aynı senin benim gibi uyudu, uyandı. Ne zaman ki havaalanını gördü işte o anda çıldırdı! Bambaşka bir şey oldu. Ne senin benim gibi ne, ne bileyim başka biri gibi çıldırdı! Tarifi imkânsız. Anlatmaya dil dönmez. Anlatılsa havsala almaz. Adam kendini yırtıyor, her yırtığından bir bağırık, bir çığlık çıkartıyor. Arabanın tekerleklerini yerden kesiyor! Nefesi yanardağ lavı gibi arabanın içine yayılıyor, soluk alamaz oluyorum. Sağa çektim durdum! Dörtlüleri yaktım! Çıktım dışarı!
Bugün bayramın, Ramazan bayramının üçüncü günü. Bir haftadır eve gece gidip, sabahın köründe işe geliyorum. Bayram öncesi işyerinde bayram hazırlıkları, bayramda ağanın misafirlerine hizmet, bayram sonrası da aha hâlim, aha kılığım! Ayda yılda bir gördüğüm bir adam. Dünyanın fırçasını helkeyle başımdan aşağıya boşalttı. Suçum ne bilmiyorum. Adam sade bağırıyor. Bana ne dendiyse ben onu yaptım. Emir kulu emre kulluk eder, kula kulluk yok kitapta. Bayramın üçüncü günü olmuş. Çocuklarımın bayramlık elbiselerini sırtlarında göremedim henüz. O elbiseleri de hanım tek başına almıştı. Dün akıl edip yastıklarının altına bayram harçlığı koydum. Gece hanım dert yandı, kızım yastığının altındaki parayı almamış. “Ben” demiş, “babamın elini öpüp kendinden almak istiyorum parayı.” Her gittiği komşudan benim için de şeker toplamış. Ben bayram harçlığını verdiğimde, kendi de bana topladığı şekerleri verecekmiş. Elimi öpecekmiş, şekerleri verdikten sonra, kendisini öptüğümde, kendi de beni yanağımdan öpecekmiş. Bu kız çocukları da yaman oluyor. Beni öpünceye kadar ninesinin, ellerine yaktığı kınasını benden saklayacakmış. Kınalı ellerini öpermişim, yüzüme sürermişim. Ninelerin yaktığı kınalar şifa olurmuş insana. Oğlanların işi iş; birer tane patlak tabanca almışlar, kalan paralarını da mantara verip bitirmişler o günden. Diziyırtığın Abidin söyledi; dün, anam onun anasına dert yanmış, senin oğlanla bizim oğlan bayramı seyranı unutuklar, demiş. Abidin’in anası da tasdik etmiş, dünyaya tapık ahretliğim bunlar, demiş. Ah zavallı anacığım... Allah izin verirse kınaların solmadan öpeceğim elini.
Mırtıkçı damına konup havalanan pahalı kuşlar gibi havaalanına inen ve kalkan uçaklara dalıp gitmişim. Biri iniyor, birazdan acayip bir gürültüyle diğeri kalkıyor. Havaalanın bulunduğu ovaya akşamın loşluğu çökerken, yükselen uçaklar güneşin son ışıklarıyla parlıyor. Havalanan her uçaktan sonra, ağıllarının kapısı açılmış koyun sürüsü gibi çeşit çeşit araçlar otoparktan dışarı akışıyorlar. Analarını bulmaya çalışan kuzular misali birbirlerinin önüne geçmeye çalışarak zar zor ilerliyorlar bir müddet. Ana yolu buldular mı Allah ne verdiyse basıyorlar gaza. Nihayet arabanın içinden beklediğim ses arka camdan geldi. Aşina olduğum bir ses bu. Genelde sağ elin işaret parmağı dokunduğu camdan çıkartır bu sesi. Bu ses aynı zamanda arabanın içerisindeki insanın ruh halini de açığa çıkartır. Eğer ses cama inip kalkan bir yumruktan çıkıyorsa dinlen, dinlen kaç o arabadan. Bereket versin, duyduğum sesi sağ elin işaret parmağı çıkartıyor. Hiçbir şey olmamış gibi geçip koltuğuma oturdum. Sara nöbeti sonrası ortalığa yayılmış hava benzeri bir hâl vardı aracın içinde. Nispeten sakin bir ses, sol tarafımızdan havalanan uçağa hitap ediyormuş gibi bir üslûpla Şakirpaşa’ya gidiyoruz, dedi.
Buradan Şakirpaşa iki saat. Buraya iki saatte geldik. Şakirpaşa’dan ev iki saat. Hepsi altı saat. Ne var ki bu kadarcık yol gitmede. Ama iş öyle değil; insanın sade gövdesine çarpmıyor kötülük ve insan yüreğinden alıyor esas yarayı. Şakirpaşa’ya kadar olan yol, Oğuzeli’ne kadar olan yol gibi geçti. Kapıyı açmaya yetişemedim. Adam kapıyı benden önce açtı. Şakirpaşa’nın, büyük adamların girip çıktığı kapısına doğru yürüyüp gitti. Ben bir ay kadar sonra öğrendim başıma gelenleri. Adam bize en yakın havaalanından, Erkenez’den binecekmiş uçağa. Bana başka bir yer tarif edilmiş.
-Diline sağlık dayı. Bu arada aklıma geldi, şu senin büyük adam arabaya bindiğinde dilinin ucuyla da olsa senin bayramını kutlayıp, hâlini hatırını sorduktan sonra, nereye gideceğini söylemedi mi?
-Dayımın da dediğine bakın hele. Hey yavrum hey!...
___________________________________________________________________________________
NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder