YEDİ YILDA, AYNI YOLDA, ÜÇ TRAFİK KAZASI/ Teyfik KARADAŞ


Yedi yıl boyunca, aynı yolda, geçirdiğim üç trafik kazasını anlatmadan önce trafik ve trafik kazası kavramlarını açıklamanın yararlı olacağını düşündüğümden, konuya bu kavramları açıklayarak başlamak istiyorum. İnsanların, hayvanların, müteharrik makinaların ve lastik tekerlekli traktörlerin kara yolu üzerindeki hal ve hareketlerine trafik denir. Bir karayolu taşıtının diğer bir taşıta, yayaya, hayvana, ağaca veya herhangi başka bir nesneye çarpması sonucu meydana gelen kazaya da trafik kazası denir. Trafik kazaları sonucu yaralanma, maddi zarar ve ölüm meydana gelebilir. Trafik kazaları genellikle yaralanma, ölüm ya da maddi hasarla sonuçlanır.

Trafik kazalarının oluşmasında aracın tasarımı, sürüş hızı, yol tasarımı, yolun çevresi, sürücünün sürüş yeteneği, alkol veya madde kullanımı ve sürücünün tavrı (dikkatsiz sürüş, yol yarışı) gibi risk faktörleri etkili olabilir. Ben sahabeler diyarı Adıyaman ilimizin, şirin Gölbaşı ilçesinin, Belören kasabasında bulunan Belören İlköğretim okulunda yedi yıl, yedi gün öğretmen olarak görev yaptım. Öğretmen olarak görev yaptığım yedi senelik süre içeresinde Belören-Gölbaşı Karayolunda üç kere trafik kazası geçirdim. Yaşadığım trafik kazalarını sizlere anlatmak istiyorum ama mevzunun daha iyi anlaşılması için Belören-Gölbaşı Karayolunun vaziyetinin bilinmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim.

 Belören Kasabası Gölbaşı ilçesine bağlayan karayolu yirmi iki kilometre uzunluğundadır. Bu uzaklığın yedi kilometresi Belören’i Gölbaşı-Pazarcık karayoluna bağlayan mesafe, on beş kilometresi ise Pazarcık-Gölbaşı karayoluna ait mesafedir. Pazarcık-Gölbaşı karayolundaki on beş kilometrelik mesafede herhangi bir sorun yoktur. Pazarcık-Gölbaşı karayolu bölünmüş bir karayolu olup, standardı Türkiye ortalamasının üzerindedir. Belören’den başlayıp Pazarcık-Gölbaşı karayoluna kadar devam eden yedi kilometrelik karayolu ise çok virajlı, engebeli, dar ve tehlikelidir. Yedi kilometrelik bu kısacık yolda üç adet dere, dört adet tepe, sekiz adet viraj, bir adet heyelan bölgesi mevcut olup, yol oldukça dar ve bakımsızdır. Acemi bir sürücünün bu yolda kaza yapmadan seyahat etmesi oldukça zordur. Bu yolu kaza yapmadan bitiren sürücü adayına sınav yapmadan ehliyet vermenin haksızlık olmayacağını düşünüyorum. Bu yolda dik bir rampadan tepeye çıktıktan hemen sonra inişin bir virajla başlaması karşıdan gelen bir otomobille sizi karşı karşıya getirebilir. Bu yolda özellikle gece seyahat ederken kurt, tilki, tavşan gibi yaban hayvanları önünüze çıkarak kaza yapmanıza sebep olabilir. Ben bir gün akşam üzeri arabamla Belören’den Gölbaşına giderken yolun kenarında yirmi kadar kurt gördüm. Traktörle köye giden bir vatandaşı durdurdum. Yirmi kadar kurdun Hacı Eyüpoğlu’nun bahçesinin altına doğru gittiğini söyledim. Söylediğim vatandaş Belören’de halka haber vermiş ama vatandaşlar hayvanlarının yanına gelinceye kadar kurtlar Ali Rıza Yıldırım’ın koyunlarının yirmi kadarını öldürmüş. Belören-Gölbaşı karayolu hem standardının düşük olması hem coğrafi yapısının sıkıntılı olması hem de evcil ve vahşi hayvanların geçiş güzergâhında bulunması nedeniyle trafik kazasının sıkça yaşandığı bir yoldur.  Belören- Gölbaşı karayolunda gelip geçen araç sayısı çok fazla olmadığı halde; her yıl hasarlı, yaralanmalı, ölümlü onlarca trafik kazasının meydana geldiğine tanıklık etmiş bir insanım. Kendimde bir zat bu yolda üç kez trafik kazası yaşadım. Yaşadığım bu trafik kazaları sizlere sırasıyla anlatmak istiyorum.

Birinci Kaza: Belören İlköğretim Okulunda göreve başladığım seneydi (1994). Gölbaşında çalışan memurların maaşları mutemetlerin yerine, bankaların önüne konan ve adına ATM denen bir cihazdan ödenmeye başlamıştı. Maaş günü geldi mi ben dahil, okuldaki bütün öğretmenleri tatlı bir heyecan sarardı. Bankamatik kartını ATM ye sokup, şifremizi yazarak para çekmek çok hoşumuza giderdi. Okuldaki öğretmenler bankamatik kartını başka bir arkadaşına verip maaşını çektirme şansları olduğu halde, bankamatikten para çekme heyecanını yaşamak için doğrudan kendiler giderlerdi ilçeye. Hatta bu heyecanı yaşamak için karı koca öğretmen olan arkadaşlar bile bankamatik kartlarını eşlerine vermezlerdi. Arabası olmayan olanın arabasına biner maaş çekmeye topluca giderdik Herkes ATM den para çekerken birbirini bir kameraman edasıyla takip ederdi. Ayın on beşinden sonraki birkaç gün öğretmenler odasında ATM den para çekerken yaşanan olaylarla ilgili kritikler yapılırdı. ATM den para çekmeyi beceremeyen, hata yapan arkadaşlara gülünür, alay edilirdi. Hele Fen Bilgisi Öğretmeni Hilmi Yıldırım’ın Antep ağzıyla ATM yi anlatırken “yorum parayı aldı önüme attı” demesi bütün öğretmenleri kahkaha tufanına boğardı.

Kasım ayının on beşiydi. Ders bittikten sonra lojmana gelip üzerlerimizi değiştirdik. Takım elbiselerimizi çıkartıp, günlük kıyafetlerimizi giydik. Gölbaşına gidip ATM den maaşlarımızı çekmek ve aylık alışverişimizi yapmak için Adnan beyin STW Toros marka otomobiline kendisi, eşi, çocukları, ben, Uğur Bey, Ahmet Tuğlu ve Fatma teyze olmak üzere toplam sekiz kişi bindik. Arabayla Belören’ den Gölbaşı istikametine doğru hareket ettik.  Hareket ettiğimiz anda yavaş yavaş yağmur yağmaya başladı. Adnan Bey arabayı yağan yağmurun etkisiyle kaydırmamak için yolda çok düşük bir süratle ilerliyordu. Keslan Gölü deresindeki virajı yavaşça geçtik. Yazı Bağdan ilerleyip, Sarıkaya deresine indik. Sarıkaya Deresinden sonra Tilki Kalesi rampasına tırmandık. Tilki Kalesinin rampasını sorunsuz bir şekilde bitirip tepeye ulaştık. O ana kadar yolculuğumuz oldukça rahat, muhabbetimiz güzeldi.

Tilki Kalesinin öbür yüzüne doğru inerken yolun önce küçük bir tepeye çıkıp, sonra inişe döndüğü çok tehlikeli bir kör noktası var ya, olanlar orda oldu işte. Adnan Bey arabayla yolun sağ tarafına doğru normal bir hızla iniyordu. Tam o küçük tepeyi çıktığında yolun ortasından rampaya doğru tırmanan başka bir otomobille karşı karşıya geldi. İki otomobil arasındaki mesafe yirmi metre yoktu. Arabaların kafa kafaya çarpışması an meselesiydi. Arabaların kafa kafaya çarpışması durumunda, biz yolun uçurum tarafında olduğumuz için zarar görme ihtimalimiz diğer arabaya göre daha yüksekti. Çünkü diğer otomobil yolun dağdan tarafındaydı. Adnan Bey o anda önemli bir refleks göstererek arabayı yolun sağ tarafındaki uçuruma çevirdi. Araba yoldan çıktıktan sonra hedefine kilitlenmiş bir şahin kuşu gibi on beş yirmi metre kadar havada uçtuktan sonra tekerlerinin üzerine tekrar yere çakıldı. Araba havada uçarken gür bir sesle şahadet getirdiğimi dün gibi hatırlıyorum. O beş on saliselik zaman diliminde bütün hayat hikayem gözümün önünden bir film şeridi gibi gelip, geçti. Oracıkta ömrümün sona ereceğini, öleceğimi düşündüm. Ben öldükten sonra anamın memleketten kaza yerine gelerek dizlerine vurarak benim için ağıtlar yakacağını hayal ettim. Araba yere düştükten sonra, sağ olduğuma halde sağ olduğuma inanamıyordum. Arkadaşlara baktım. Onlarda sağdılar ama korkudan kimsenin gıkı çıkmıyordu. Arabadan ilk önce can havliyle ben indim. Kapıları açtım. Ben kapıları açtıktan sonra diğer arkadaşlarda indiler. Herkes korkudan şok olmuştu. Arabadan inenlerde arabanın etrafındaki taşların üzerine oturarak kara kara düşünmeye başladılar. Yaşadığım şoku atlatmak için önce kendi elimle yüzüme kuvvetli bir tokat attım. Sonra deredeki gazellerin altından akan yağmur suyu ile yüzümü güzelce yıkadım. Arabanın bu kazadan takla atmadan kurtulması Allah’ın bir mucizesiydi. Arabanın sadece yere hızlıca düşmesinin etkisiyle ön iki tekerinin havası inmişti. Arabada başka bir hasar, bir çizik dahi yoktu. Yolculardan hiç kimsenin burnu bile kanamamıştı. Ben yaşadığım şoku atlatıp peşimizden gelen arkadaşlara haber vermek için alel acele yola çıktım. Bizim kaza yaptığımız yer uçurumun dibinde kaldığı için kod farkı nedeniyle yoldan geçen arabadaki yolcular tarafından görülmüyordu. Yola çıkıp olay yerine baktığımda hayretler içinde kaldım. Araba yarım metre aşağıdan veya yarım metre yukarıdan yoldan çıksa kesin olarak takla atarmış. Takla atması durumunda ise içimizden bazıları yaralanır veya ölürdü. Çünkü araba yarım metre aşağıdan veya yarım metre yukarıdan yoldan çıksa üç metre yüksekliğinde kaya dan aşağı düşerdi. Adnan Bey Allah’ın da yardımıyla iki kaya arsındaki toprak yerden arabayı yoldan dışarı atmış. Havanın yağmurlu olması nedeniyle araba asfalttan çıkınca tekerlekler on santim kadar çamura batmış. Tekerlekler çamura batınca arabanın hızı düşmüş. Yoldan çıktığımız yerin uçurum kısmında da büyük taşlar ve ağaçlar olmayınca araba herhangi bir engele çarpmadan tekerleklerinin üzerine yere düşmüş. Yüce Mevla’m arabanın içinde bulunan iki sabinin veya ağzı dualı bir arkadaşımızın veya birimizin verdiği küçük bir sadakanın hürmetine bizi büyük bir beladan korumuştu. Kendisine binlerce kez şükürler olsun.

Ben yolda beklerken beş altı dakika sonra öğretmen arkadaşımız Ahmet Umutlu geldi. Onu durdurdum Arabasındaki stepneyi çıkarttık. Havası inen tekerin birinin yerine arabanın kendi stepnesini, diğerinin yerine Ahmet beyin arabasının stepnesini taktık. Biz teker sökme-takma işliyle uğraşırken Gölbaşı Kaymakamı Turan Bey imdadımıza Hızır gibi yetişti. Kazada yaralanma ve hasar olmadığına sevindi. Telsizle anons ederek kazayı ilçedeki yetkili kurumlara acil koduyla bildirdi. Aradan beş dakika geçmeden bölgede başka bir görev için bulunan TEK arıza aracı yanımıza, yani olay yerine intikal etti. TEK arıza aracında bulunan işçiler ilk önce arabada bulunan uzunca bir çelik halatın bir ucunu bizim araca, bir ucunu kendi kamyonetlerine bağladılar. Kendi araçlarında bulunan hidrolik sistem vasıtasıyla bizim aracın ön tarafını havaya kaldırdılar. Böylelikle bizim arabayı düştüğü yerden zarar vermeden itinalı bir şekilde yola çıkarttılar. Bizde hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ederek Gölbaşı’na gittik. ATM den maşımızı çekip, alışverişimizi yaptıktan sonra selametle evimize döndük. Ahmet Tuğlu o yıl yeni evlenmişti. Kazayı değerlendirirken “ölseydik insanlar yeni evliymiş diye en çok bana ağlarlardı” dedi. Okulun bütün öğretmenleri öğretim yılı boyunca Ahmet Tuğlu’nun bu esprisine güldüler.

İkinci Kaza: Eşimin düğün takılarını satıp 1997 yılının şubat ayında 1982 model Murat 131 marka bir otomobil aldım. Ehliyetim vardı ama o güne kadar elim direksiyona hiç değmemişti. Araba kullanmasını da hiç bilmiyordum. Araba aldıktan bir hafta sonra arkadaşların yardımıyla kasaba içerisinde otomobil kullanacak kadar şoförlük öğrendim. Bu arada Sağlık Ocağının bahçesindeki bir ağaca ve bizim okulun girişindeki ihata kapısına çarpmam sonucu meydana gelen iki küçük trafik kazasını hafif maddi hasarlarla atlatmış oldum. İkinci hafta yanımda bulunacak olan bir usta sürücü nezaretinde ilçeye gidip gelmeye başladım. Bir ay sonra memlekete (Kahramanmaraş) arabayla tek başıma gittim geldim. Arabayla Kahramanmaraş’a yalnız gidip gelince şoförlük konusunda kendime olan öz güvenim oldukça arttı. Yeni araba almanın ve kullanmanın hevesiyle Şanlıurfa, Gaziantep gibi komşu illeri ziyaret etmeye başladım. Komsu illere de gidip gelirken en ufak bir tehlike yaşamadım.  Dördüncü ayın sonunda arabayla istediğim yere istediğim zaman herhangi bir tedirginlik yaşamadan gidip gelecek seviyeye ulaştım. Şoförlük konusunda tecrübem arttıkça da çocuklar gibi mutlu oluyor ve içten içe seviniyordum.

O tarihlerde Belören İlköğretim Okulunda Müdür Yardımcısı olarak görev yaptığım için okulun mutemetlik hizmetlerini de ifa ediyordum. Mali yıl sonu olmasından dolayı 29 Aralık 1997 tarihinde öğretmenlerin ek ders ücretlerini çekmek için arabama binerek Belören’den Gölbaşı’na gittim. Ben Belören’den Gölbaşı’na giderken hava çok soğuktu ama ortalıkta kar kış yoktu. Yağmur, kar, dolu yağmıyordu. Gölbaşı’na vardım. Mal Müdürlüğünde evrakları incelettim. Banka çekini aldım. Ziraat Bankasından parayı çektim. Günaydın Camiinde öğle namazımı kıldım. Kardeşler Lokantasında karnımı doyurdum. O zamanlar Gölbaşı’n da haftada bir yayınlanan Gölkent isimli bir mahalli gazete vardı. Bende o gazetede köşe yazarlığı yapıyordum. Gazetenin sahibi Abuzer abi aynı zamanda fotoğrafçılık yapıyordu. Haftalık yazımı vermem için Abuzer abinin iş yerine gittim. Abuzer abinin fotoğrafçı dükkanında çay içerken Kenan isimi bir arkadaşla tanıştım.

Kenan bana kendisini tanıtırken Belören’den Selim Doğan’ın yeğeni olduğunu, Mersin’de yaşadığını anlattı. Mersin’e modern bir fotoğraf stüdyosu kurmak istediğini ve bu konuyla ilgili istişarelerde bulunmak için Belören’e gideceğini, benim arabamla Belören’e gidip gidemeyeceğini sordu. Ben de yalnızım birlikte gidelim dedim. Bu arada Gölbaşı’n da hafiften kar yağmaya başladı. Çayımız biter bitmez Kenan ile yola koyulduk. Gölbaşı’nı çıkınca karın şiddeti artmaya başladı. Ben önüm sıra giden bir otobüsün izinden yoluma devam etti. Belören yol ayırımına vardığımızda karın kalınlığı on beş santimi çoktan geçmişti. Yol ayırımında bekleyen yetmiş seksen yaşlarında iki yaşlı teyze vardı. Teyzeler Çelik Gölü kıyılarından birer torba ıspatan, yarpuz gibi yeşillik toplamışlardı. Teyzeler bana el kaldırmadılar. Ben teyzeler kar altında üşümesinler diye Allah rızası için yanlarına durdum. Kendimi tanıttım. Teyzeleri arabaya bindirdim. Torbalarını arabanın bagajına koydum. Belören istikametine doğru benden önce giden bir minibüsün izi sıra yola revan oldum. Daha önce karda hiç araba kullanmamıştım ve arabamdaki tekerleklerde kabaktı. Tecrübesizlik işte. Yol çatından hareket ettikten beş yüz metre sonraki ilk virajda araba kaymaya başladı ve kontrolü elimden tamamen çıktı. Direksiyonu tuttum. Yolun sağ tarafındaki bir tarlaya kayarak iniyorduk. Arabanın sağ ön tekeri tarlanın kenarındaki at başı büyüklüğündeki bir taşa çarpınca ağır çekimde sırt üstü takla attık.

Arabadan ilk önce ben indim. Arka cam kırılmadan yerinden çıkmış. Teyzelerde arka camın çıktığı yerden inmişler. Baktım ki Kenan’da nerden çıktıysa arabadan sağlam şekilde inmiş. Yarabbi çok şükür dedim. Kimseye bir şey olmamıştı. Bu arada araba çalışıyor, arabanın dört tekeri de avare kasnak gibi havada boş vaziyette dönüyordu. Arkamız sıra gelen bir minibüs yanımızda durdu. Minibüsten inen yolcular bize yardım etmek için koştular. Yolculardan biri kontağını çıkartarak arabayı durdurdu. Gel gelelim teyzelere. Teyzelerden biri bana “oğlum bir şeyin var mı?” diye sordu. Ben ise “yok teyze” dedim. Ben de “teyze sizin bir şeyin var mı?” diye sordum. Teyzelerde bana “yok oğlum” dediler. Teyzenin biri bana “oğlum o zaman pancarlarımızı ver de biz gidelim” dedi. Araba sırt üstü yattığı için ben bagaj kapağını açar açmaz teyzelerin torbalarıyla birlikte stepne, kriko, bijon anahtarı gibi bütün alet ve eda vatlarda yere döküldü. Minibüsün yolcuları arabayı ters çevirdiler. Teyzeler ve Kenan’da o minibüse binerek Belören’e gittiler. Bu sırada Belören’de çalışıp ta Gölbaşı’n da oturan öğretmen arkadaşlarımda kaza yaptığım yere geldiler. Bana yardımcı olmaya ve teselli etmeye başladılar. Pehlivan Hoca kaza yapmış diye duyulunca Belören halkından yetmiş seksen kişi traktörlerine zincir bağlayarak kaza geçirdiğim yere intikal ettiler. Ben bu arada kazanın şokuyla bazen ağlıyor bazen gülüyordum. Kimseye bir şey olmadı diye sevinirken, hurdaya dönen arabam için üzülüyordum.  Çünkü o benim ilk arabam, ilk göz ağrımdı. Belören halkından Allah razı olsun. Kar yağan o soğuk havada beni yalnız bırakmadılar. Arabayı durakta bulunan bir evin yanına yittiler. Üstünü bir naylonla örttüler. Arabanın içinde bulunan ruhsat, ehliyet, kontak gibi önemli eşyaları bir poşete koyarak bana teslim ettiler. Beni bir arabaya bindirerek Belören’e götürdüler.

Benim kaza yaptığım sırada gelen minibüsün yolcularından manav Yaşar Tahta abi, arabanın sağlam olarak çıkan arka camını kırılmasın diye almış bizim eve götürmüş. Büyük kızım Damla Nur yeni doğduğu için kayın validemde bizim evdeydi. Yaşar Amca her ne kadar bende bir şey olmadığını söylemişse de benim hanım inanmamış. Ben varıncaya kadar ağlamış. Beni sağlam olarak karşısında görünce nasıl sevindiğini, mutlu olduğunu anlatamam. Arabaya aldığım ve birlikte kaza yaptığımız teyzelerin iki sininde kalp hastası olduğunu, Kenan’ın ise başka sorunlarının bulunduğunu kaza yaptıktan sonra öğrendim. Bu insanlardan biri bu kazada ölseydi ben ne yapardım. Ömür boyu vicdan azabından kurtulamazdım herhalde. Yüce Mevla’m beni hem büyük bir kazadan hem de büyük bir beladan kurtarmıştı. Kendisine binlerce kez Hamdi senalar olsun.

Üçüncü Kaza: Eşimin tayinin çıkması nedeniyle bin dokuz yüz doksan dokuz senesini kasım ayında Belören’den Gölbaşı’na taşındık. Benim görev yerim Belören’de olduğu için ben günlük olarak Gölbaşı’n dan Belören’e gidip gelmeye başladım. Gidip gelme işinde bir hafta benim arabamı, bir hafta Okul Müdürüm Ali Kaya’nın arabasını, bir hafta can dostum, yakın arkadaşım sağlık ocağı tabibimiz Dr. Ömer Sezer’in arabasını kullanıyorduk. Mesailerimiz uyuşmadığı için arabamıza başka memurları almıyorduk. Özellikle Müdür Bey mesaiye çok riayet ederdi. Günlük olarak ilçeden saat yedi buçukta hareket eder saat sekizde okulda olurdu. Ders saat sekiz otuzda başladığı için o yarım saatlik sürede okuldaki denetimlerini eksiksiz olarak yapardı. Mahiyetindeki çalışanları uyarırken bile kalplerini kırmazdı. Hem nezaketli hem de disiplinli bir insandı.

Dr. Ömer Sezer Beye gelince hem çalışkan hem de mütevazi bir insandı. Sağlık Ocağına gelen bütün hastaları titiz bir şekilde muayene eder, fakir olanların ilacını bile verirdi. Geçmişte yaşadığı bazı önemli sorulardan sonra tıp fakültesi kazanıp doktor olmasını; Allah’ın kendisine verdiği bir lütuf olarak kabul eder, bu yüzden insanlara hizmet ederek Mevla’sına şükrederdi. 

Dr. Ömer Bey, Okul Müdürü Ali Bey ve ben birbirimize gözle görülmeyen bir gönül bağıyla sıkı sıkıya bağlıydık. Üçümüz bir arada kardeş gibi yaşardık. Görev yerlerimize birlikte gider, birlikte gelirdik. Birlikte yer birlikte içerdik. Özellikle Ali Bey ve ben aynı renk kumaştan elbise diktirir giyerdik. Bütün Belören Kasabasını bütün Gölbaşı halkı bize gıpta ile bakardı.

İki bin yılın aralık ayının son günleriydi. Oruç tutuyorduk. Tahmin ediyorum Ramazan Bayramı’na bir hafta kalmıştı. Sahuru yiyerek yattığım için o gün sabah namazına kalkamamıştım. Saatin zilinin çalmasıyla birlikte saat yedide uyandım. Okulda sabah namazını eda etmek niyetiyle abdest aldım. Elbisemi giydim. Evden acele bir şekilde saat yedi buçuk olmadan çıktım. Müdür Bey arabasıyla benim oturduğum binanın önüne gelmiş beni bekliyordu. Doktor Ömer’de arabadaydı. Bende selam vererek arabaya bindim. Arka koltuğa oturdum. Aheste aheste yola revan olduk.

Arabamız Belören istikametine doğru yavaş, yavaş ilerlerken bizde İstanbul’da iki polisimizin şehit olması nedeniyle yürüyüş yapan çevik kuvvet polislerin eylemini tartışıyorduk. Havada yağış yok, yolculuk için elverişli bir gündü. Tartışmamız bitmeden ana yol bitmiş, Ali Bey Belören yoluna dönmüştü bile. Belören yolunun dar ve virajlı olması nedeniyle Ali Bey hızını iyice düşürmüş, bu arda Belören’in göründüğü Tilki Kalesine çıkmıştık. Arabamız Tiki kalesinden Çınarlı Dereye doğru uzanan rampadan aşağı doğru yavaş yavaş inerken bir sıkıntısı yoktu. Dereye varmamıza kırk elli metre kala bir minibüsle karşılaştık.  Minibüse yol vermek için yavaşlamak maksadıyla Müdür Bey frene basınca kıyamet koptu. Çınarlı Dereyi geçtikten sonraki rampada araba sağ tarafa gitmek istiyor, Ali Bey arabayı sol tarafa çevirmek istiyordu. Araba ile Ali Bey arasındaki savaş kaç saniye sürdü bilmiyorum ama sonunda Ali Bey galip geldi. Araba var gücüyle yolun sol tarafındaki yara çarptı. Yara çarptıktan sonrada yolun üstünde dağdan kopmuş bir kaya parçası gibi takla atmaya başladı. Bizde arabanın içinde takla atıyorduk. Bu süreçte benim bütün hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. O anda ben ölüyorum, üç yaşında olan biricik kızım Damla öksüz kalıyordu. Ona çok üzüldüm. Araba üç takla attıktan sonra kendiliğinden durdu. Araba sağ tarafa gitseydi en az yüz takla atar, bizim cesetlerimiz bile bulunmazdı. Araba durunca kendimi kontrol ettim. Başımdan kan fışkırıyor ama yaşıyordum. Arkadaşlara sordum. Nasılsınız diye. Müdür Bey iyiyim ama beni öldüreceksiniz üzerimden inin dedi. Arabadan önce ben çıktım. Sonra doktoru çıkarttım. Sonra Ali Bey’i çıkarttık. Kaza anında en alta Ali Bey, üzerine Dr. Ömer Bey, en üstede ben düşmüşüm. Kimsede ciddi bir yara yoktu. Sadece arka cam patladığı için benim kafam arkadan yaralanmış kan akıyordu. Doktor Ömer Bey başıma tampon yapıp kravatla bağlayarak kanamayı durdurdu. Biz neden kaza yapmıştık. Araba neden yoldan çıkmıştı. Onu düşünürken birde baktım arabanın sağ arka tekeri hiç yerinde yok. Akis demiri kırılmış sağ arka teker yuvarlanarak beş büz metre aşağıya doğru gitmiş. Arabanın direksiyonunu ön tekerleklere bağlayan demirler Ali beyin asılması sonucu ölü yılan gibi büküm, büküm bükülmüştü. Allah muhafaza arabayı güçsüz, cılız bir insan kullansa, araba sağ tarafa gider yaşama şansımız kalmazdı. Ben kaza anındaki çaresizliğimizi görünce Müdür Beye sarılarak dakikalarca ağladım.

Biz kaza yaptıktan beş dakika kadar sonra Gedikli ve Yukarı Nasırlı köylerinden ilçeye giden iki minibüs geldi. Minibüsteki yolcular arabayı yolun şarampolüne yittiler. Yoldan geçen bir taksiyi durdurup bizi sağlık ocağına gönderdiler. Can kaybımızın olmadığına üçümüz birden seviniyorduk. Dört beş takla attıktan sonra param parça olmuş, hurdaya dönmüş arabanın içinden üçümüzün birden sağ çıkması rabbimin bir takdiri ilahisiydi. Arabanın vaziyetini görenler bizim arabadan sapa sağlam çıktığımıza inanmıyorlardı. Eğer birimiz bu kazada hayatını kaybetseydi, diğer iki kişi için fani dünyada yaşamasının hiçbir manası kalmazdı. Ömer Bey sağlık ocağına giderken bana “hocam bulantın yoksa senin başına burada dikiş atalım, hastaneye gitmene gerek yok dedi. Bende bulantım yok dedim. Acı haber tez duyulur diye boşa söylememiş atalarımız. Biz sağlık ocağına vardıktan kısa bir süre içinde sağlık ocağına yüzlerce insan geldi. Ortalık ana baba gününe döndü. Bu arada sağlık ocağının sekreteri Şeref Bey gitti berber Davut’tan bir tıraş makinesi getirdi. İşi de biraz şakaya getirerek saçımı sıfır numaraya kesti. Sağlık ocağının hemşiresi Medine Hanım ise önce başımdaki yaranın içindeki cam kırıklarını temizledi, sonrada yarayı dikti. Daha sonrada başımdaki yaranın enfeksiyon kapmaması için doktorun söylediği iğneleri yaparak tedavimi tamamladı. Allah hepsinden de razı olsun. Tedavim tamamlanınca beni bir arabayla Gölbaşı’na gönderdiler.

Gölbaşı’ndaki evime vardığımda eşimi evde görünce bir hoş oldum. Eşimin o saatte iş yerinde olması gerekiyordu. Belören Sağlık Ocağındaki bir arkadaş benim kaza yaptığımı ve Gölbaşı’na gittiğimi haber vermiş. Eşimde apar topar eve gelmiş. Ben eve girip boy aynasında kendime baktığımda ceketimdeki kanı, başımdaki sargıyı görünce birdenbire hüzünlendim. Gözlerimden yaş geldi. İğne vurulduğu için orucum bozulmuştu zaten. Bende altı ay önce sigarayı bırakmıştım. Bu üzüntülü haleti ruhiye içinde sigara içmeye yeniden başladım. Bir hafta boyunca geçmiş olsun diye gelen misafirleri ağırladık. Bir hafta sonra arkadaşlarla hayvan pazarına gidip birer tane kurbanlık alıp kestirerek ihtiyaç sahiplerine dağıttık. Bir sadaka bin belayı def eder. Birimizin bir iyiliği karşı geldi de biz bu kadar ciddi bir kazayı burnumuz bile kanamadan atlattık. Rabbime sosuz şükürler olsun.

Yukarıda anlatmaya çalıştığım üzere aynı yolda üç kere trafik kazası geçirdim. Üçü nüde Rabbimin yardımıyla burnum bile kanamadan hafif şekilde atlattım. Demek ki benim bu dünyada yiyecek ekmeğim, içecek suyum bitmemiş. Rabbimin bana verdiği nefes tükenmemiş. Eğer ölseydim kemiklerim çürür, mezarımın üstünde yeşil otlar biterdi. Anamın benim için söylediği ağıtlar “Celal Oğlan Türküsü” gibi dilden dile söylenir dururdu belki de. Geçirdiğim son kazanın bile üzerinden çeyrek asır geçtiği halde bu fani dünyada bir günahkâr kul olarak yaşamaya devam ediyorum.

Sizlere tavsiyem odur ki “trafik kurallarına uyalım, uymayanları uyaralım.” Trafik kazasında bos yere yaralanarak, vefat ederek arkamızda gözü yaşlı anneler, babalar, kardeşler, eşler ve çocuklar bırakmayalım. Araba kullanırken bütün trafik kuralların eksiksiz yerine getirelim, sonrada kendimizi Yüce Mevla’ya tevekkül edelim. Tedbir olmadan tevekkül olmaz diyor, hepinize de kazasız belasız yarınlar diliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder