ÜÇ GÜL YAPRAĞI / Hasan KEKLİKCİ

 HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI


                                         


        -Günaydın. 

-Günaydın kardeşim, hoş geldiniz.

-Ben bir internet sitesi kurdum da, orada hikâye de yayımlamak istiyorum. Acaba elinizde güzel hikâye çıkacak malzeme var mı? 

-Yani, ne tür bir hikâye istersin bilmiyorum da, buyurun ben size hâlihazır listeyi vereyim bir bakın. Dikkatinizi çeken bir isim olursa üzerinde konuşalım. Bu arada çay ister misiniz? 

-Teşekkür ederim abi. Malum seçim dönemindeyiz. Babam köyde muhtarlığa adaylığını koydu. Akşam şehirden köye dönükten sonra ve hafta sonları babama yoldaş oluyorum. O kadar çay içiyoruz ki sorma gitsin. Hele cumartesi ve pazar günleri içtiğimiz çay, bırak bir haftayı bir ömür yeter desem inan.

-Allah kolaylık versin. İşin zoruna talip olmuş babanız. 

-Evet abi, bütün aile ve hısım akraba köylüyü babama oy vermeye ikna etmeye çalışıyoruz. 

-Eğer seçim işinden sıkılmadıysan, elindeki listede Üç Gül Yaprağı diye bir hikâye var onu size anlatabilirim. 

-Olur. Belki oy istemeye gittiğimiz yerlerde işimize de yarar. Buyurun akçe-i hikâyenizi. 

-Teşekkür ederim. Siftah senden bereket Allah’tan.

-“Kanunun meclisten çıktığını televizyonların haber bültenlerinden, radyoların akşam ajansından duyan köylüler o gece, nedenini tam olarak bilemedikleri bir sevinçle girdiler yataklarına. Sabahtan akşama kadar bağda, bahçede kazma kazmaktan kımıldar halleri kalmayanlar bile bedenini uykuya teslim etmeden, yatağın içinde şöyle bir iki döndü. Her dönüşte yüzlerine bir tebessüm gelip yerleşti. Kimi gözlerini tekrar açtı, başını koyduğu yastığın üzerindeki nakışları inceliyormuş gibi bir müddet yastığın kenarına baktı. Sonra uykuya teslim etti bedenini. 

Göde Kâye Veli de her zaman yattığı vakit yatağına girdi. Sırtüstü uzandı. Yorganı tepesine kadar çekti. Birkaç nefesten sonra yorganı göğsüne kadar indirdi. Açıkta kalan ayaklarını örttü. Sonbahardan beri yıkanmayan yorgan aslında kullanılmaz olmuştu. Bir taraftan gece gündüz yanan sobadan çıkan is, bir taraftan tütün kokusu yorganın altında nefes almaya imkân bırakmıyordu. Aslında bu, Veli’nin her gece yaşadığı şeydi. Her gece ya boyunun uzun olmasından, ya tütünü çok içmesinden yakınır dururdu. ‘Bir de’ derdi, ‘köylü dediğin kısa boylu olacak. Eşeğe binersin ayakların yere değer, yatarsın yorgan dizine çıkar!’ Yatamadı. Kalktı oturdu. İlk akşamdan beri horlayan hanımını dürttü. Sövecekti ki tık diye akşam dinlediği haber aklına düştü. Yüzüne o yaştaki insana yakışmayacak, sahte, hınzır bir gülüş geldi yerleşti. Bu gülüş o yüze yabancı değildi aslında. Yoksa gece bozuntusu bir günün artığı, kalın bir duvar gibi karanlık gecede o yüzü nereden bulsun o gülüş? El yordamıyla tabakasını buldu. Kalınca bir tütün sardı. Yazın güneşin hiç çıkmadığı, kışın bir zerresinin bile girmediği soğuk oda tütün dumanıyla doldu. Sonra köyü yutmuş karanlığa sızmaya başladı, odanın naylonla kaplanmış penceresinden duman. Yatağa girmeden, horlayan hanımını bir kere daha dürttü, ‘Yan değiş, yan değiş!’ dedi, yüzündeki o gülüşle. Uyuyan kadın homurdanarak bir taraftan öbür tarafına dönüp yattı. Sonra kahkaha ile güldü gecenin bir yarısında, Göde Kâye Veli. Başını yastığa koydu, ‘Senin gadanı aldım Hebil Ahmet!’ dedi.

Hebil Ahmet kömür kovasının dibinde kalan son kömürü de sobaya boca etti. Sobanın kapağını kapattı. Yerdeki çaydanlığı tekrar sobanın üzerine koydu. Bir bardak çay doldurdu. Doldurduğu çayın demini azsındı. Bir miktarını geceyle dolu pencereden dışarı döktü. Bardaktan dökülen çay, köyün en üst tarafındaki Göde Kâye Veli’nin penceresinin naylonundan havaya sızan tütün dumanından habersiz, önce bir taşın üzerine hızla düştü, oradan da minik damlalar halinde dağılıp geceye karıştı. Hebil Ahmet elindeki bardağın üzerine yeniden dem ilave etti. İki tane topak şeker attı. Saate baktı. Üç dakika var, diye düşündü. Üç dakika sonra televizyonun sesini azıcık açtı. Beklediği, akşamdan beri her saat başı, bazen üçüncü, bazen ikinci sırada verilen haberi, spikerin ağzından çıkan harflere göre şekil alan ağzına baka baka tekrar dinledi. Spikerin, ‘Nüfusu’ derken dudaklarına ‘N’ şekli değil de ‘Ü’ şekli verdiğine tekrar hayret etti. Ne de olsa kendisi de bu işleri bilirdi. Okuma yazmayı askerde Ali Okulu’nda bellemişti ama askerden geldikten sonra, köyde açılan gece okulunda ilkokul diploması almıştı. Ortaokul diploması aldığını kimseye söylemedi, ta ki muhtarlık seçimi başladı, aday oldu o zaman çıkarttı ortaya. ‘Okumuş adamın hâli başka.’ dedi, diplomayı gören köylüler…

Nüfusu iki bin ve üzerinde olan köylerin kasabaya dönüştürülmesi ve muhtar yerine belediye başkanı seçilmesini düzenleyen kanunun Resmi Gazete’de yayınlanmasının üzerinden aylar geçmiş, ülke bir uçtan bir uca seçim havasına girmişti. Yeni kasaba olan köylerde seçim çok daha farklı geçiyordu. Hebil Ahmet’in dediğine göre; sabah erken kalkan belediye başkanlığına aday olmuş, at izi it izine karışmıştı. Sonra, azalık görmemiş, muhtarlık yapmamış insandan belediye başkanı mı olurmuş? Bunlar seçimi kazansalar valiliğin yolunu bulamazlar. Valinin karşısına geçseler dilleri tutulur. Bir de çıkmışlar, ‘değişim’ diyorlar. Neyi değiştiriyorsun efendi? Sen git önce şu yırtık şalvarını değiştir ondan sonra gel, ‘değişim’ de! Tövbe, tövbe! Biri çıkmış ‘İşsizliğin çaresi var.’ diye kâğıt yazdırmış. Kendi fotoğrafını da koymayı ihmal etmemiş yazdırdığı kâğıdın üst başına. Sanki babası, dedesi takardı, nereden bulduysa boynuna bir de kravat geçirmiş fotoğrafı çektirirken. O kâğıdı gören de resimdeki kişinin geceli gündüzlü, üç vardiya halinde çalışan fabrikaları var sanır. Yalan! Hepsinin söylediği kıllı, kılçıklı yalan! ‘Değişim’ diyorlar ya, al işte değiştirdiler. -Artık köylü olmaz kasabalı demek gerekir- kasabalının huyunu değiştirdiler. Komşusuna bir kap yemek veremeyen, köye gelmiş bir çerçiye bir tas su, adamcağızın eşeğinin yem torbasına bir avuç arpa koymayan adamlar, her akşam millete lahmacun yedirmeye başladılar. Kasabanın bir kısım işe yaramaz adamları işi gücü bıraktı o aday senin, bu aday benim gezmeye başladı. Her gittikleri yerde, yerin sahibi olan adaya ‘Reyimiz sana’ diyorlar, bunu derken tüm sülalesinin reyini saymayı da ihmal etmiyorlar. Bunları şehirde bir çayhaneye yahut da bir kahvehaneye götürsen, çay paralarını çıkartıp cebinden versen -kendilerinin cebinde bir bardak çay parası olmaz çünkü- orada seçim lafı ettirsen, o lafı dinleyenler, bunları büyük bir ilçede yaşayan ve fi tarihinden beri belediye başkanlığı seçimi yaşamış insanlar zanneder. Belki de bunların laflarını dinleyenlerden birçoğu içinden, ‘Aslan ede, madem o kadar reyin var neden sen aday olmuyorsun?’ der. 

Belki yaz ayları da çalışkandır, meyveleri olgunlaştırır ama en çalışkan mevsim şüphesiz ilkbahardır. İhtimal ki ilkbaharın çok sevilmesi de bu çalışkanlığındandır. Koca bir yıl boyunca insanoğlunun görüp göreceği her şey ilkbaharın eseridir. Yine bu yıl da kışı badem çiçekleriyle uğurlamış, erik ve armut çiçekleriyle yukarı bakanlara, menekşe ve papatyalarla da aşağı bakanlara kendisini göstermeye başlamıştı, ilkbahar. Yılın hamarat mevsimi ilkbaharın, günün hemen hemen her saatinde kıştan kalma kirli bulutları, ırmakların, derelerin kar beyazı köpüklü çağlayanlarında yıkayıp yıkayıp, pamuk yığınları gibi gökyüzüne astığı günlerde; eski köyün, üç mahallesi bulunan yeni kasabanın, üç mahallesinde yedi tane seçim bürosu açılmıştı. Her yer parti amblemli bayraklarla donatılmış, evlerin damlarına, odaların duvarlarına kadar bayraksız yer kalmamıştı. Her gün şehirden bir yığın partili geliyor, seçim bürolarında çaylar, yemekler gırla gidiyordu. Ev ziyaretleri daha çok akşamları yapılıyordu. Akşamın adı akşam tabii, adaylar neredeyse sıraya giriyor, gecenin birinde, ikisinde ‘rey’ diye kapılar çalınıyordu. 

İki dönemdir köyün muhtarlığını yapan ve köyün kasaba olmasında çok emeği olan Hebil Ahmet de bu koşturmacaya ayak uydurmak zorunda kaldı. Belediye başkanlığı seçimi muhtarlık seçimine benzemiyordu sonuçta. Seçime iki gün kalmış, sıra Göde Kâye Veli’nin evine gelmişti. Bacısı sözünden çıkmaz, reyini onun dediği partiye verirdi, dolayısıyla üç reyi vardı Veli’nin. Gel gör ki hiç kimse bugüne kadar hangi partiye, hangi muhtar adayına rey verdiğini bilemezdi. Elinde bir kilo çay, iki kilo şekerle gelene de ‘reyim senin’ der, cebine bir paket tütün koyana da. Fakat bu seçimde reylerinin bedelini yükselttiği söyleniyor. Seçilecek aday beş yıl hükümetten beleş maaş alacak, diyormuş. Muhtar Hebil Ahmet ardında üç kişiyle elini kolunu sallaya sallaya girdi Veli’nin odasına. Bir saatten fazla oturdular. Babalarından, dedelerinden laf etiler. Emmilerinin, dayılarının, köyün eski adamlarının eşek gitmez yollarından anlatıp gülüştüler. Tek kelime seçim lafı etmeden ‘Gecemiz hayra kalsın’ deyip ayrıldılar. 

Sabah yalap şap bir kahvaltıdan sonra seçim bürosuna giden Hebil Ahmet, Kördurdu Memiş’i sobanın başında elinde bir bardak çayla oturur buldu. Memiş, akşam evine beraber gittikleri Göde Kâye Veli’nin sabahın köründe kendisini uyandırdığını; reylerini kendilerine vereceğine yemin ettiğini, fakat karşılığında üç altın istediğini bir çırpıda anlattı. Durumun kritik olduğunu, adaylar arasında çok bir fark olmadığını, hatta ve hatta üç beş oyla seçimin kazanılacağını veyahut da kaybedileceğini söyledi.

Akşam seçim sandığının birinden Hebil Ahmet’e üç oy çıktı. Ve her zarfın içinden masanın üzerine kurumuş bir gül yaprağı düştü. Sandık kurulu bu üç oyu, bir itiraza rağmen oy çokluğu ile iptal etti!..”



___________________________________________________________________________________

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.

4 yorum:

  1. hebil ehmet di tanımadım

    YanıtlaSil
  2. Diline sağlık güzel anlatmışsın dayi

    YanıtlaSil
  3. Hebil Ahmet'i tanimadim hasan keklikci sbi

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bu hikâyeler kurmacadır. Bunların hiçbiri gerçek değil.

      Sil