YUSUFÇUK KUŞU / M. Alaaddin KÜÇÜKKÜRTÜL



… âhir ömrümde saraylara pâdişah değil, gönüllere Yusuf olmak isterim; 

dağda kurt değil, kuyu başında Yusufçuk kuşu olmak dilerim.

                                                                   Ahmet Doğan İLBEY

                                                      


Ahmet Ağabey’e

sen çiçeklerin mevsimisin
çocuklar doğar
senin adını almak için
çarşılardan pazarlardan ve binalardan
senin kuyun yeğdir
bilirim
şimdi kefenin gülden bir bahçedir
bilirim
gurbettir sensiz her şehir
Ferhat ALTUN


Garip bir sesle uyandı. Etrafına bakındı, sesin nereden veya kimden geldiğini anlayamadı. Hayli terlemişti. O garip ses, tekrardan geldi kulağına ama sesin neye ait olabileceğini kavrayamadı.  Ses mutfaktan ya da evin diğer odalarından geliyor olamazdı. Evde ondan başka kimse yoktu. Gelen ses, bir insan sesine de benzemiyordu zaten.

Yatağında doğruldu. Çok sıcak bir gündü. Atletinden gelen kesif ter kokusunu hissetti önce. Sonra aynı sesi yine duydu. Bu kez çok tanıdık geldi ses. Sesi bir kez daha duyunca emin oldu. Yusufçuk kuşunun sesiydi bu: “Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!”. Ses, odanın üstten yarısına kadar açık olan penceresinden geliyordu. Yıllar önce, daha küçükken babaannesinden dinlemişti Yusufçuk kuşunun hikâyesini. Peygamber hikâyelerini, evliya menkıbelerini torunlarına anlatmayı severdi babaanne. Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebubekir’in mağara menkıbesini, Nuh (a.s)’ın gemiyi inşasını ve tufanı, Eyüp (a.s)’ın sabrını… daha neleri neleri torunlarına ilk o anlatmıştı. Üstelik iyice yaşlanmıştı ve her yaşlı insan gibi anlattığı bir şeyi defalarca anlattığı zamanlar oluyordu. Yusufçuk kuşunun hikayesini de onlarca kez anlatmıştı torununa.  

Hikâyeye göre “Kardeşleri Yusuf (a.s)’ı kuyuya attıklarında ilk kez ortaya çıkıyordu Yusufçuk kuşları ve tüm dünyaya yayılıyorlardı. Yusuf’un kanlı gömleğiyle avunan gözü yaşlı Yakup peygambere, Yusuf’u kıskanan kardeşlerine ve sanki herkese aynı şeyi söylüyorlardı: “Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!”.    

Yatağından kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Pencere yarı açık olduğundan bir Yusufçuk kuşu sıkışmıştı ve oradan kurtulmaya çalışıyordu. Sanki Yusufçuk bu kez Yusuf (a.s) için değil de kendini kurtarmaları için acı acı ötüyordu: “Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!” Yusufçuk kuşunu bulunduğu yerden elleriyle nazik bir şekilde kurtardı. Pencereyi açtı ve pencerenin dışına bıraktı kuşu. Yusufçuk kapandan kurtulmuştu. Pencerenin önünde kanat çırptı ve birkaç kere daha öttü: “Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!” Sonra uçup gitti. Vakit öğlene geliyordu, hava daha da sıcak olmuştu. Pencereyi açık bıraktı.

Her zaman yaptığı gibi tüm gününü yatağında geçirmek için yatağına doğru döndü. Mânâsız bir şekilde duvardaki saate baktı. O gün yapması gereken bir iş yoktu. Aslında uzun süredir yapması gereken bir iş yoktu ve uzun süre olmayacak gibiydi. Artık yeni bir meslek edinmesi gerekiyordu. Bu kuyuculuk işi bitmişti. Koca kasabada kimse kuyu suyunu kullanmaz olmuştu. Ne de olsa henüz “büyükşehir” ünvanını almış olan kente yakın bir kasabaydı onun kasabası. Büyükşehir belediyesi(!) onların kasabaya da şebeke suyu bağlamıştı. Onun için artık pek kuyu temizleme, kuyu açma işleri çıkmıyordu. Nadiren iş çıkardı. O da çevre köylerdeki tarla kuyularından. Hoş! İş çıksa da ne yapacaktı ki? Kazandığı parayı kime götürecekti? Evde kendinden başka kimse yoktu. Tekrar uyumak için yatağa girdi. “Şu çarşafları da artık değişmek lazım.” dedi. Eşi evi terk ettiği günden beri, çarşafları nadiren değiştiriyordu. Çarşafları yıkamak, kuruması için asmak, toplamak, yatağa sermek çok zoruna gidiyordu. Onun tek bildiği ve en iyi yaptığı iş kuyuculuktu.

Eşini ve çocuklarını hatırlayınca kaçtı uykusu. Gözünü tavana dikti. Oğlu Enes geldi gözünün önüne: “Ah!” dedi. “Ah! Keşke o gün götürmeseydim onu yanımda.” dedi. Yıllardır buna ah ediyordu. Oğlunu işine yanında götürüp kaybettiği gün, eşinin bu acıya dayanamayıp evi terk ettiği gün. Dün, bugün ve belki yarın.  Ah! Ah! Keşke… Yıllardır ne ahları bitmişti ne keşkeleri.    

Oysa eskiden ne güzeldi hayat. O, koskoca Kuyucu Malik’ti. Çevre kasabalarda bile bilinir, çağırılırdı. Hiç boş günü olmazdı, bayramlarda bile çalışırdı. Hiç zoruna gitmezdi yaptığı iş. Kuyuculuk işi babasından kalmıştı. Babasına da dedesinden kalmıştı. Çok severdi işini ve övünürdü: “Arkadaş, bir işi layıkıyla yapabilmek için üç kuşak o işi yapmak, o işle bilinmek icap eder. Çok şükür biz bu kuyuculuk işini dededen aldık. Üçüncü kuşağız.” derdi.  Kasabanın kahvesine girdiği zaman herkes hürmet ederdi, ona yer gösterirdi. Şimdi kahveci, biriken borcu için ters ters baktığından, eskiden beri anlaşamadığı birkaç kişi kendisine bıyık altından güldüğünden kahvenin önünden geçmez olmuştu. 

Bütün bunları gözlerini tavana dikip düşünürken evin kapısının sertçe çalınmasıyla irkildi. Daldığı hatıralar karmaşasından uyandı. Emin olmak için kulak kabarttı. Evet evinin kapısında biri vardı. Bir yandan kapıyı çalıyor, bir yandan da adını sesleniyordu. “Malik Ustaa! Bir bak Malik Ustaa!”. Kimdi bu? Yatağından yavaşça kalktı. Kapının arkasındaki gömleğini aldı ve sırtına geçirdi. Gömleğin düğmelerini iliklemeden yine yavaş hareketlerle bahçeye doğru yürüdü. Kapı hâlâ ısrarla çalıyordu ve kapıdaki adamın sesi duyuluyordu: “Malik Ustaa! Evde misin? Malik Ustaa!” Malik Usta bahçeye çıkınca seslenmeyi akıl etti. “Geldim geldim sabret hele.” Bahçede yalın ayak yürüyüp kapıyı açtı.  

Kapıdaki adam seyrek saçlı, göbekli, suratı traşlı biriydi. Fakat Malik Usta bu adamı tanıyamadı. Uykulu gözlerini elleriyle kaşıdı. Bu sefer kapıdaki adam “Tanımadın mı beni? Şakir, Almancı Şakir.” Malik Usta, Almancı Şakir ismini duyunca hemen tanıdı adamı. Yıllar önce kasabadan Almanya’ya çalışmaya giden gurbetçilerden birisiydi. Pek muhabbetleri yoktu ama tanırdı. Malik Usta: “Ooo Hoş gelmişsin Şakir Bey! Nasılsın?” dedi. Almancı Şakir: “Çok şükür.” deyip gurbette iş çözmeye alıştığından hiç hâl hatır sormadan: “Bizim bağ evindeki kuyuya bir bakıver sana zahmet. Mâlum, yaz geldi; tatile geldik, kuyu suyunu özledik. Yaban ellerde bulamıyoruz böylesini.” dedi. Malik Usta: “Tabi tabi bakarız.” dedi.  Almancı Şakir: “Haydi o zaman! Benim arabayla gidelim hemen.” dedi. Malik Usta tasdik manasında kafasını salladı. “İçerden aletleri alıp geliyorum.” dedi. Kapıyı aralık bırakıp içeri girdi.

                                        •••

Almancı Şakir’in bağ evine gelmişlerdi. Kuyunun başına geçtiler. Almancı Şakir: “Hele sen işine bak! Ben bize bir kahve yaptırayım.” dedi ve eve doğru yürüdü. Malik Usta da işe başladı. Kuyunun ağzının açık olduğunu fark etti. Mırıldandı: “İnsan şu kuyunun ağzını kapatır. Bu nasıl iş!” dedi. Kuyunun içine şöyle bir baktı. Zifiri karanlıktan başka bir şey göremedi. “Kuyunun içini bir temizlemek lazım.” diye söylendi. Alet çantasından halatı çıkardı. Kuyunun üstündeki, su çekmek için kovanın sabitlendiği tahta parçasına halatı sıkıca bağladı. Ardından halatın diğer ucunu beline bağladı. Alet çantasından el fenerini aldı, kuyunun üstüne çıktı. Kuyunun duvarlarından destek alarak yavaş yavaş kuyunun içine girmeye başladı. 

Kuyunun dibine indiğinde gördükleri karşısında küçük dilini yutacaktı sanki. Kuyunun dibinde bir ceset vardı. Ceset iskelete dönmüştü. Kim olduğu anlaşılmıyordu ama bir çocuk cesedi olduğu belliydi. Kuyunun içine el feneriyle daha detaylı bakınca köşede ahşap bir oyuncak gördü. Bu oyuncak elle oyulmuş bir attan başka bir şey değildi. Malik Usta yutkundu, oyuncağı yerden aldı. Hemen hatırladı. Bu oğlu Enes’in oyuncağıydı. Kendi elleriyle yapmıştı bu oyuncağı oğluna. Hemen yerdeki çocuk cesedine döndü. Çocuğun üstündeki kıyafetlere baktı el fenerini tutarak. Kıyafetler tozlanmıştı ama yine de tanıdı Malik Usta. Bu kıyafetler oğlunun kaybolduğu gün üstünde olan kıyafetlerdi. Donup kaldı. Olduğu yerde kımıldayamadı. Tek kelime edemedi. Kuyunun üstünde Yusufçuk kuşları uçuyor ve ötüyorlardı: 

-Yusuf’u tutun! Yusuf’u tutun!…  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder