İNSAN YAŞADIĞI ŞEHRE BENZER/ SİBEL KÖK

“inşirah, inşirah, inşirah ayetin değil miyiz ya Allah”

Baharı böyle hüzünle karşılayacağımızı, leylakları böyle hüzünle taşıyacağımızı gözlerimizde kim bilebilirdi ki? Vay ki kırıldık vay ki dağıldık nasıl konsun şimdi kuşlar dallarımıza? demiş ötesine takat getirememiştim yazının, hayatlarımızı bir bıçak kesiği gibi ortadan ikiye bölen, öncesi ve sonrası diye milat düştüğümüz o kışın baharında. O gün bugündür ne zaman kalemi elime alıp yazmaya yeltensem göğsümde taşıdığım kederli şarkıya ihanet edeceğim düşüncesiyle vazgeçtim yazmaktan. Geçen akşam o mesaj bildirimini görmeseydim telefonda, uzun zaman daha elime almayacaktım kalemi belkide. Dizinin dibinde şiir talim etmeyi en büyük talihim bildiğim Yoldaki Kalemler ’in kıymetli editörü Hasan Ejderha hocam “bismillah” diyerek yeniden Yol’a davet etmeseydi kollarım bağlı uzaktan seyrediyor olacaktım savruluşumu. Bana yeniden Yol’a çıkma cesareti verdi bu çağrı. Bunca zaman sonra bir yazıya nasıl başlanır ya da bir şiirin en içli mısrasına hangi dostun yüzünde düşülür bilmiyorum. Tek bildiğim zihnimde yığın halinde duran her biri bir yana dağılmış kelimeleri, hatıraları, kaygıları ve ağrıları yüreğimin süzgecinden geçirip anlatabilmek. Yoldaki Kalemler, klasik bir e-dergi olmanın ötesinde bir mektep oldu bizim için yahut bir dost meclisi. Dizlerimize vura vura ağladığımız türküler aynıydı, bakıp da ferahladığımız yüzler aynı, derdiyle dertlendiklerimiz, sevinciyle şad olduklarımız aynı. Bu yüzden kendimi gayrı görmeden, içimden geldiği gibi yazıyorum.

Hikayem Maraş’ta başladı. Bu kadim şehirde… Çok masal dinlemiş, çok şiir büyütmüş, çok türküye kulak vermiş bir çocukluktan geçtim. Buradan baktım göğe. Ahir Dağı’nın zirvesine çıkıp bulutlara dokunmayı burada hayal ettim burada düşüp kanattım dizlerimi, burada iyileştim. Ne zaman hastalansam burada şifalandım. Garbiyeliydi saçlarımda gezinen. Onu aldım, çocukluğumdan kalan aziz bir hatıra diye, sakladım dimağımda. Ne zaman kederden göğüs kafesim çatlayacak gibi olsa garbiyelinin müşfik ellerine emanet ettim ağrılarımı.

Teknolojinin henüz başköşeye kurulu olmadığı zamanlarda rahmetli dedemden dinlediğim destansı hikayelerle öğrendim Maraş’ın kahramanlığını. Poyrazı gibi insanının da deli deli estiğini. Babamın her ikindi eline aldığı bağlamanın mızrabına takıldı çocuk yaşım. Annemin ninnileri büyüttü beni tıngır mıngır.

“İnsan, yaşadığı yere benzer/ o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer” diyor ya şair, ben de bir miktar benzedim Maraş’a. Çok uzak yollardan gelmiş bir seyyah gibi şaşkın ve meraklı gezdim sokaklarını. Bana anlattığı hikayeleri ruhumda duya duya gezdim, bir gün hafızamda eskisi gibi kalsın diye, o güzelim sokaklardan başım önde koşaradım geçeceğimi bilemeden.

İnsan bir şehri sevmeye nereden başlar, bilemem. Tarihinden, kültüründen, havasından, suyundan, doğasından… Herkesin farklı bir sebebi illaki var. Ben, kapılarından hanımeli taşan sokaklardan başladım sevmeye. Çocukların şen kahkahalarla süslediği, kadınların meraklı gözlerle geleni geçeni izlediği, ihtiyarların kapı önlerine birer sandalye atıp maziyi andıkları sokaklardan. Yüzünde yüzümüseyrettiğim dostlarım artırdı ünsiyetimi. Kök saldım, bir gün köklerimden sarsılacağımı bilemeden.

Maraş tamamlanmamış şiirlerin, tamamlanmamış cümlelerin şehriydi benim için. Şimdiyse tamamlanmamış hayatların… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder