DİLSİZ BİR MİLLET YOK OLMAYA MAHKUMDUR/Bekir BÜYÜKKURT


            Dil, sözlükte insanların duygu ve düşüncelerini sözler aracılığı ile anlatma aracı olarak ifade edilir. Bu ifadeden hareketle, dili olmayan bir insanın duygu ve düşüncelerini sözlü olarak aktarmasının da (el ve yüz işaretleri ile anlaşanları müstesna tutmak kaydıyla) neredeyse imkânsız olacağı sonucuna ulaşabiliriz. Dil, insanlarda anlaşma aracı olduğu gibi milletler arasında da anlaşma aracı olarak yerini muhafaza etmektedir. Bu sebepten dili, içtimai bir müessese olarak nitelemek yerinde ve doğru bir ifade olacaktır. Yani bir milletin dilini inceleyerek tarihi macerasını, temaslarını, ekonomik ve sosyal faaliyetlerini, ahlak ve tefekkürünü yakalayabilirsiniz. Dili kuşlardaki kanatlara benzetebiliriz ki; kanatsız bir kuş kuş olmaktan çıktığı gibi, dilsiz bir insan ya da millet de kendi özelliğini kaybetmiş olur.

            Dil, bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Bundan dolayı ona büyük ehemmiyet vermek gerekir. Cemil Meriç bu hali ifade etmek için; ‘Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.’ diyerek milletlerin lügatlerine-sözlüklerine gereken ehemmiyeti göstermesi gerektiğini söylemiştir. Aynı dili konuşan insanlar ‘millet’ denilen sosyal varlığın temelini oluştururlar. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir cemiyet, yani ‘millet’ haline getirir. Bu sözlerden maksadın anlaşmak için sadece aynı dilin konuşulması gerektiği de değildir. Hazreti Mevlana(ra); ‘Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler’ diyerek anlaşma noktasında aynı duyguların paylaşılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Millet olmak aynı dili konuşmakla birlikte, aynı duyguları taşımayı da gerektirir. Bir dilin kelimeleri, o dili konuşan insanların düşleri, hatıraları ve özlemleridir.

            Kişi dili doğduğunda hazır bulur. Dil cemiyetin ferde bağışladığı en büyük mirastır. Cumhuriyet kadrosu dilde bazı yeniliklere! giderek birtakım değişiklikler yapmıştır. Bunların başında harf inkılâbı gelmektedir. Milletin okuma-yazma oranının düşük olduğu bahane edilerek; milletin bin küsür yıldır kullandığı harflerin yok sayılması ve bunun yerine kültür ve medeniyetimizle alakası bulunmayan Latin alfabesinin getirilmesi o dönem kadrosunun akıl sağlığının hiçte yerinde olmadığını göstermektedir. Harf inkılâbının ve diğer değişikliklerin yapılmasının temel sebebi; milletin geçmiş ile bağlarının koparılması ve kendilerinin inşâ edeceği bir toplum meydana getirme düşüncesidir. İdeoloji, çağımızın anahtar kelimelerinden biri, vuzuhu kilitleyen bir anahtar. İlimden uzak ve tamamen ideolojik düşüncelerle yapılan harf inkılâbı ve akabinde arşiv kaynaklarımızın yurt dışına atık kâğıt fiyatına satılması, Osmanlıca okuyan ve öğretenlerin idam edilmesi, devlet arşivlerinin rutubetli depolara küflenmek üzere terk edilmesi gafletten ziyade ihanetin vesikası niteliği taşımaktadır.

            Daha sonraki süreçlerde ‘kraldan çok kralcı’ geçinen güruh ise dil ile uğraşmayı marifet zannedip halka yardımcı olup, bilime katkı sağladığını zannederek dilde birtakım sadeleştirmeye-öztürkçeleşmeye gitmiştir. Akıl kelimesi Türkçeye Arapçadan geçmiştir ama akıl ile alakalı yirmi kadar deyimi Türkler vücuda getirmiştir. Şimdi ‘akıl’ kelimesi Arapçadır diye onu dilden çıkarmak, Türkçedir diye ‘us’ kelimesini diriltmeye çalışarak, yirmiden fazla deyimi yok etmek akıl karı mıdır? Böyle bir davranış ilme ve milli kültür anlayışına uyar mı? Milli dil kendi tarihi rotasında gelişirken elbette edebi-akademik çalışmalarla desteklenmeli ve zenginleştirilmelidir. Ancak dilde uydurmacılık ve sadeleştirme yoluna gidilmesi içtimai bir mesele olmaktan çok marazi bir psikolojik sapmadır. Bu kişilerin hekim gözetiminde bulunması gerekmektedir.

            Günümüze geldiğimizde ise, Genç nesillerin Türkçe namına kullandığı dilin yarı İngilizce(tarzanca) ve yarı Türkçe karışımı bir dil olması hepimizi derinden üzmekte ve gelecek nesillere ne hesap vereceğimizi düşündürmektedir. Burada gençleri tek suçlu olarak görmemek gerekir ki; onları anaokulundan başlayarak İngilizce öğreteceğiz diye kandırıp Türkçeyi dahi bilmez duruma getirenlerin bunda hiç günahı yok mu? Dükkân tabelaları ilk bakışta bizleri yabancı bir ülkede bulunuyormuş havasına sokmaktadır. Edebiyat ve sanat camiasında kullanılması gereken edebi kelimelerin yerini, gündelik hayatta kullanılan 300-500 kelimenin biraz fazlasının alması mevzunun vahametini daha da ortaya sermektedir. Akademik kadronun Türkçe ile yakından uzaktan alakası olmayan bir ‘akademik dil-üslup’ kullanması ise tüm bunlara tuz-biber olmaktadır. Bu akademik çalışmaların dili-üslubu, halk tarafından anlaşılmaması için özel bir gayret gösteriliyormuş intibaını uyandırmaktadır. Yoksa hiçbir şey yapamadıklarının açığa çıkmasından mı çekiniyorlar ki böyle üstü kapalı ve anlaşılmaz bir dil-üslup kullanıyorlar? Yazı ve dil bir milletin dünü, bugünü ve yarını arasında irtibat sağlayan bir ‘kültür köprüsü’ niteliği taşımaktadır. Nesilleri birbirinden, milleti geçmiş ve geleceğinden koparan bir dil politikası, başarılı olduğu nispette tehlikeli olmaktadır.

            Kendi milletinin tarih ve kültürünü öğrenmek ve incelemek isteyen her Türk, eski eserleri anlamak ve onlardan zevk almak için bu dili, daha doğrusu bu alfabeyi, bilmek zorundadır. Yabancı kültür ve eserlerden istifade etmek için yabancı dili okullarımızda öğretmek maksadıyla bunca emek ve para harcanırken, kendi kültür kaynaklarımıza sırt çevirmeyi ve hatta orayı düşman safları olarak görmeyi mazur görmek ve göstermek anlaması güç bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bunun adına gaflet, cehalet, delalet ve ihanet denir. Bununla birlikte kişinin önce kendi dilini tüm derinliklerine kadar öğrenmesi ve daha sonra başka dilleri öğrenmeye çalışması gerekmektedir.

            Ne gariptir ki, tamamen bize ait olan ve günümüzde artık Osmanlıca olarak tabir edilen tarihi Türkiye Türkçesini bir yazı dili olmaktan öte, ayrı bir lisan zannedenlerimizin sayısı maalesef hiçte az değildir. Günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin bin küsür yıl önceki kültür mirasını rahatlıkla okuyup anlayabilen diğer milletlere imrenmek mi düşüyor? Bir İngiliz 400 yıl önce yaşayan ve yazan edebiyatçılarını okuyor ve anlıyor, biz ise Türkçede giriştiğimiz katliam nedeniyle değil 400 yıl önceki yazarlarımızı okumak ve anlamak, 40-50 yıl önce yazılmış eserleri dahi okumakta ve anlamakta güçlük çekmekteyiz. Neden biz de kendi çocuğumuza araştırdığı herhangi bir mevzuda, ecdadının birikimine birinci elden uzanabile imkânını tanımayalım ki?

Çok boyutlu bir altyapıya sahip ve tarihine yabancı kalmamış, büyüklerine sevgisini ve saygısını kaybetmemiş, diline sahip çıkmayı kendine görev addetmiş bir nesil, geleceğe daha ümitle bakmamızın teminatıdır. Gelecek diline sahip çıkan milletlerin olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder