KUŞ YUVASI / Hasan EJDERHA

Tezgahta
çekiç izlerini zımparalamakta olduğum
"KUŞ YUVASI" romanından...

Her şeyin olduğu o gün... “Her şey” ifadesinin neleri ihtiva ettiğinin henüz kestirilemediği o gün, evin bahçesindeki kamelyada kahvelerini içerken yaptıkları erkek evlat verecek hanım konuşmalarının arasından kaç gün, kaç ay geçmişti ikisi de hatırlamıyordu.

O gün Leyla Hanım’ın “Sana erkek evlat verecek bir hanıma razılığım vardır bey!” diye söyleyiverdiği sözden sonra neler olmuş, kimler gelip ne söylemiş, kendileri kimlere ne söylemiş hepsi uçup gitmişti. Ama tek bildikleri bir şey vardı ki dostların, akrabaların araya girerek buldukları, kendi tabirleriyle, helal süt emmiş bir hanımın, Leyla Hanım’ın da rızasıyla, Osman Nuri Ağa’nın ikinci karısı olarak neredeyse beş on dakikaya kadar eve gelmek üzere olduğuydu.

Öyle bir andı ki o an, hem Osman Nuri Ağa hem Leyla Hanım, kafalarında, oldukça kalın telleri olan bir müzik aletinin akort edilmeye çalışıldığı gibi bir gürültü ve gerginliği yaşıyorlardı. Zaman zaman da birileri dünya kadar büyük bir müzik aletinin tellerini akort etmeye uğraşıyordu da onun sesleri kulaklarına geliyormuş gibi hissediyorlardı. Osman Nuri Ağa’nın yeğeni “Dayı yarım saate oradayız. Ben imam efendiye de nikâh için haber ettim. Belki hocafendi bizden önce gelebilir haberin olsun.” diye telefon açmıştı.

Ne Osman Nuri Ağa ne de Leyla Hanım, neyi nasıl düşüneceklerini, hadiseler karşısında ne hissedeceklerini, kime nasıl davranacaklarını bilemez olmuşlardı. Osman Nuri Ağa suskun bir haldeyken telaşlı olan, ne yapacağını bilemeyen, otururken ellerini hangi dizinin üzerine koyacağını, ayaklarını hangi pozisyonda yere koyacağını bile bilemeyen biri olmuştu Leyla Hanım. Oysa bu hâl her zaman ne kadar da tabi bir haldi. Koltuğa oturunca ayakları zaten yerde yan yana durur ve ellerini de koltuğun yan tarafına koyardı. Ya da tercihe göre dizlerinin üzerine de koyabilirdi. Hatta iki elini birleştirip kucağında da tutabilirdi ne vardı ki bunda? Her insanın otururken tabii olarak yapacaklarının hepsini güngörmüş Leyla Hanım da biliyordu elbette ama bugün, işte o an ne biliyorsa, hayatında gayrı ihtiyarî yaptığı ne varsa yapamıyordu işte. Evet yapamıyordu. O zamana kadar edindiği bütün tabii alışkanlıkları silinmişti adeta. Ne, yapması gerekenleri yapabiliyordu. Ne de yapmaması gerekenleri. Yapması gerekenler var mıydı? Varsa neydi? Yapmaması gerekenler var mıydı? Peki onlar neydi? Onları da bilemiyordu. Leyla Hanım’ın aklı ellerine, elleri ayaklarına, ayakları aklına dolanmış, sonra da hepsi birbirine dolanarak Leyla Hanım’ı düğümlemişti adeta...

Ne duydu, duyduklarını nasıl anladı ise Celil konağa gelmiş, konağın önündeki kamelyanın etrafında dolanıyordu. Ara sıra kamelyada oturan Osman Nuri Ağa ve Leyla Hanım’a anlam veremedikleri sert ve kırgın bakışlar fırlatıp sanki Leyla Hanım’ın içinde bulunduğu çapraşık durumun farkındaymış gibi “Aklı dolanmış bunların! Aklı dolanmış bunların!” diyerek hışımla bir oraya bir buraya dolanıyordu. Leyla Hanım, Celil’in söylediklerine kulak kabartınca duyduklarına inanamadı “Aman Allah’ım! Kim demiş Celil’e meczuptur diye?” demekten kendini alamadı. Melal ve şefkatle Celil’e bakıp sustu.

İmdadına yetişmişti görümü adeta. Elinden tutak kaldırdı kamelyadan. Konağın salonuna çıktıklarında şefkatle Leyla hanıma baktı: “Bak Leylam! Bir karar verdin hayırlı mübarek olur inşallah. Bundan sonra olan her şey seni üzebilir. İncinirsin güzelim. Ne nikâhta bulun ne de yemekte… Tamam mı güzel kızım. Bundan sonraki işlerle ben ilgilenirim. Sen dairene çekil dinlen.” dedi ve iki yanağını iki elleri arasına alıp bir süre Leyla Hanım’ın gözlerine baktı. Onun tereddütlerle dolu bakışlarını görünce en çok endişe ettiğini düşündüğü yerden başladı. Leyla Hanım’ın başörtüsünü okşarcasına eliyle düzelterek tekrar yüzüne baktı ve “Kızların hepsini bizim eve gönderdim endişelenme! Onlar da bizde kalsınlar bir süre gerekirse seni de alır bizim eve götürürüm. Şimdilik dinlen sen diyerek çıktı görümü.

Yalnız kalınca kapıyı kapatıp aynı koltuğa geri oturdu Leyla Hanım. Oraya oturmayı kendisi mi tercih etti ayakları mı onu oraya getirdi, yoksa yılların alışkanlığı mıydı onu yeniden o koltuğa getirip oturtan, anlayamadı. Osman Nuri Ağa’yı düşündü. Evlendikleri ilk yılları… Birbirlerini nasıl sevdiklerini… Kafaları estikçe bir Maraş’a bir Antep’e gezmeye gitmelerini… Sonra ansızın uçağa atlayıp, İstanbul’a gidip günlerce ortalıktan kaybolmalarını düşündü ve ilk kızlarının doğuşunu… Ne kadar çok sevindiklerini ve ondan sonra her doğan kızda daha çok sevindiklerini düşündü. Evet, gerçekten hepsi, altı kızın altısının da doğduğunda ikisi de çok sevinmişti. Ancak dördüncü kızdan sonra Leyla Hanım, Osman Nuri Ağa’ya fark ettirmeden “Bu sefer erkek olsun inşallah!” demişti hep. Kızlarını çok sevmesine rağmen Osman Nuri Ağa da elbette bir yerden sonra “Bu sefer erkek olur inşallah!” demiştir. Ama bu durumu hiçbir zaman için ne Osman Nuri Ağa Leyla Hanım’a, ne de Leyla Hanım Osman Nuri Ağa’ya hissettirmemişti. Kesinlikle gönüllerinden erkek evlat sahibi olmak geçmişse bile hiçbir zaman için bunu telaffuz etmediler. Belirli yaşa gelen ilk üç kızı sonraki kızlara anneleri hamile kalınca “Bu sefer erkek kardeşimiz olacak.” diye söyleyerek çevredeki insanların kalabalık ve yüksek sesli korosuna katıldılar. Ama onların bu arzuları anne ve babalarını heveslendirmekten öteye geçmedi ve dört yıl önce altıncı kızları doğana kadar bu beklenti böyle devam edip gitti...

Leyla Hanım, Osman Nuri Ağa’ya erkek evlat vermek üzere ikinci hanıma rıza göstermesi hususunda kararını verdikten sonra “Doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım?” diye hiçbir zaman için sorgulamama kararı almıştı. Ama içindeki fırtınayı da bir türlü anlayamıyordu. Gönül rızası ile karar verdiği bu durumun kendisini bu kadar etkileyeceğini aklına bile getirememişti.

Her şey kendi isteği ile kendi kontrolünde olup bittiği halde şimdi içindeki kıyamete dönecekmiş gibi tehditler savuran fırtına neyin nesiydi? Bu yalnızlığa mahkûm edilmiş gibi hissetme de nereden çıkmıştı? Birileri Leyla Hanım’ı istemediği bir şeye zorlasa kaplan kesilecek ve hiçbir şeye pabuç bırakmayacak Leyla Hanım’ın içindeki sessiz, her şeyi kabullenmiş, bu sinmiş kedi hissi canını yakıyordu. Ama ortada bir gerçek vardı ki kimse kendisini istemediği bir şeye zorlamamış, acı bir söz söylememiş, hatırını bile kırmamıştı. Evet, bu böyleydi ama içindeki bu kırgınlık, küskünlüğün sebebi neydi?

O koltukta ne kadar kalıp neleri düşündüğünü unuttu bir süre sonra. Zaten uyuyup kalmıştı oracıkta. Sabah ezanı ile uyandığında kendi kendine şaşıp kaldı. Kısa bir zaman nerede olduğunu kestiremedi. Birisi gelip, kıvrıldığı koltukta üzerine bir çarşaf örtmüş, onu bile duymamıştı.

Kaybolmuşluğu içinde kendini bulunca da onca olandan sonra nasıl uyuyabildiğine kızmadan, hatta kendi kendini kınamadan edemedi. “Ah Leyla senin yerinde kim olsa günlerdir gözüne uyku girmezdi!” diye söylendi kendi kendine. Birden gördüğü rüyayı hatırladı. Rüyasını hatırlamasıyla da ellerini göğsüne bastırdı. Bir an düşündü. Rüyasında olanları toparlamaya çalıştı.

Osman Nuri Ağa ile bir dere kenarında yürüyorlardı rüyasında. Etrafı yeşil, pırıl pırıl akan berrak mı berrak bir dere… Dere kenarında yerini sevmekten adeta çıldırmış ıspatanlara (su teresi) rastlıyorlar. Osman Nuri Ağa omzundaki çantadan yufka çıkarıyor. Çömeliyorlar ıspatanların başına ve Osman Nuri Ağa ıspatanı yufkayla dürüm yapıp kendisine veriyor. Leyla Hanım dürümü ikiye bölüp yarısını Osman Nuri Ağa’ya verdikten sonra ısırıyor yarım ıspatan dürümünü. İkisi de ömürlerinin en büyük ziyafetiymiş gibi yiyorlar ıspatan dürümlerini. O kadar çok seviyorlar ki bir dürüm daha yapıyor Osman Nuri Ağa, sonra bir dürüm daha… Ispatanlarını yiyince, ıspatanın etkisiyleymiş, Osman Nuri Ağa birden derenin kenarındaki çakıl taşları kadar küçülüyor. İçi cam gibi görünen suyun karşı tarafından sarı renkli bir balık, çakıl taşı kadar küçük Osman Nuri Ağa’yı yemek için saldırıya geçiyor. Osman Nuri Ağa’yı balıktan kurtarmak için telaşla avuçlarına alır almaz bir oh çekiyor Leyla Hanım. Balık ise gelmiş arsızca kıyıda kendilerine, hatta Osman Nuri Ağa’nın bulunduğu eline bakıyor. Çakıl taşı kadar küçülmüş Osman Nuri Ağa’yı sol eline alıp, sağ eli ile yerden birkaç çakıl taşı alıp hışımla atıyor balığa. Ama balık bir türlü kaçmıyor. Sonra dere kenarından yeniden çakıl taşları alarak balığa atıyor. Attığı taşlar balığa değmeden “lup” diyerek suya batıyor. Bir anlık dalgınlıkla avucunda bulunan çakıl taşı kadar küçülmüş Osman Nuri Ağa’yı çakıl taşı ile karıştırıp suya atıyor. Attığı çakıl taşının suyun yüzünde kalmasıyla Osman Nuri Ağa’yı suya attığını anlıyor ama anlamasıyla da suyun yüzünde kalan Osman Nuri Ağa’yı balık kapıyor. Sarıbalığın Osman Nuri Ağa’yı kapmasıyla balığın yüzüne dikkat kesiliyor Leyla Hanım. Bir an dehşete kapılıyor. “Aman Allah’ım bu Osman Nuri Ağa’nın ikinci hanımı olarak daha bu akşam gelen Döne’nin ta kendisi! Leyla Hanım ne yapacağını şaşırıyor. Balık ise çakıl taşı kadar küçük Osman Nuri Ağa’yı kaparak sularda kayboluyor… Balığın Osman Nuri Ağayı kapıp suların içinde kaybolmasıyla dehşet içinde uyanıyor Leyla Hanım.

Sabah namazını kılıp, aynı koltuğa yeniden oturduğunda hâlâ gördüğü rüyanın etkisinden kurtulamamıştı. Etrafını dinledi bir süre. Ortalık ne kadar da sessiz ve sakindi. Koca konakta çıt çıkmıyordu. Yeniden kendini yapayalnız hissetti. Dışarıdan arap bülbüllerinin sesi geliyordu. Hemen pencere önündeki ağaçlarda her sabah ötüşen bülbüllere ve diğer kuşların ötüşüne aşinaydı. O sabah kuşların cıvıltılarının birbirine karışmasının meydana getirdiği bayram yeri havası yok gibiydi. Sanki diğer kuşlar göç etmiş de sadece bülbüllerin sesinin gelmesini oldukça garip karşıladı. Gerçekten yapayalnız mı kalmıştı? Artık hep böyle mi olacaktı? Kendi elleriyle kendini bu yalnızlığa hapis mi etmişti yoksa? “Bu ne kadar soru böyle?” dedi. Aklına daha başka sorular geliyordu. Hiç olmadık sorular… Akıl sır ermez soruların yağmur gibi üzerine yağmasına bir türlü engel olamıyordu...

Pencere ve pencerenin olduğu duvar doğan güneşin sarısına boyandıkça, Leyla Hanım’ın benzi de sarıya boyanıyordu. Aynaya baksa “Aman Allah’ım hastalandım mı ben?” diyecek kadar sararmıştı yüzü. Ellerini başının üzerinde birleştirerek gerindi. Bu gerinme ile basan sıkıntının ve gördüğü rüyanın etkisinin vücudunu terk edeceğini umdu. Olmadı. Ne etse olmuyor, içinde bulunduğu kendini geren anlamsız halden kurtulamıyordu. “Bu ne şimdi Leyla?” diye sordu kendine. “Yeni yetmeler gibi ne bu şimdi?” dedi. Kendini toparlayarak çıkmak istediği bu soru ve düşünce yağmurundan kurtulmaya çalıştıkça, kaçtığı her yer bataklık halini alıyor ve o bataklıkta debeleniyordu adeta…

Sıkıntılı anlarında dirayetli bir şekilde “Leyla kendine gel!” deyiverir, o sıkıntıdan sıyrılır çıkardı Leyla Hanım. Şimdi o Leyla gitmiş, yerine zayıf, dirayetsiz, yeniyetme genç bir gelin gelmişti. “Hayır! Hayır, bu sen olamazsın Leyla! Bir de ağlasana hislerine kapılıp!” dedi. İşte o zaman farkına vardı. Yerine gelen o yeni yetme gelin ağlıyordu. Hem de iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Sanki ağlayan Leyla Hanım değil de hemen yanında bulunan ve üzerine kuma getirilen bir gelin ağlıyormuş gibi hissetti. Gerçekten üzerine kuma mı gelmişti? Osman Nuri Ağa’yı adeta kendi elleriyle getirdiği bu kumaya teslim mi etmişti? Bu soruların cevabının “Evet” olduğunu bile bile “Hayır, bu öyle bir şey değil” dedi. Yanındaki iki gözü iki çeşme ağlayan yeniyetme gelin vücuda gelip “Tam da öyle bir şey işte! Bunun adı tam olarak kuma!” diyerek çıkıştı Leyla Hanım’a. Bir süre sonra da kayboldu gözlerinin önünden.

Güneşin henüz doğup cümle âlemi aydınlattığı o saatlerde birden akşam olduğunu; güneşin dağların ardından aştığını; bütün trenler kalkıp kendisinin ücra bir kasaba istasyonunda yapayalnız kaldığını; bütün turnaların bir daha gelmemecesine göç ettiklerini; çoğu kere sevinç gözyaşları döktüğünde gözyaşlarının karıştığı ırmağın kıyısına inerek yavrularını sulayan maralların, ırmak kıyısında seken ceylanların bir daha o ırmağa gelmemecesine gittiklerini hissetti. Histen öte alelacele yavrularını toplayarak ırmağın kıyısından ayrılan maralları görür gibi oldu. Hatta meri kekliklerden birisi acı acı ötüşüyle “Bir daha bu ırmağa yavrularımızı sulamaya gelmeyeceğiz!” diyordu adeta. Bu hal-i pür melalden sıyrılmak için etrafı toplamak, biraz oyalanmak üzere kalktı; dolaştı, bir yatak odasına, bir salona girip girip çıktı. Ne tutacak bir iş bulabildi ne de eli bir işe vardı. Hamlesi odadan odaya anlamsızca dolaşmaktan öteye geçemedi.


1 yorum:

  1. Çekiç izleri yüreğimize de sirayet etti ağabeyim...

    YanıtlaSil