DERTLİ BİR HOCAM / Ferhat AĞCA

Eğitim Bir Sen Hikâye Yarışması İL BİRİNCİSİ

Onu tanımak sıradan bir lise öğretmenini tanımak değildi; adeta, ab-ı hayat suyunu tattıran bir sakiyi ve yol gösteren bir önderi tanımaktı. Onun için sınıf bir derslik değil, bahçeydi. Öğrencileri ise yetiştirilmeyi bekleyen birer gülfidanıydı. Her birinin farklı bir isteği ve her birinin dikeni vardı. Ama bunların hiçbiri yıldırmazdı hocamı, bilirdim davası vardı. Batan dikenlere rağmen o, bitmeyen sabır ve emekle fidanlarını sular, beslerdi. Bilirdi bir gün dikenlerden ibaret olan fidanları gül açacaktı. Erkekleri Anadolu’nun yağız delikanlıları, kızları ise birer asker anası olacaktı. Gülü severdi hocam. Onlar, eli nasırlı babaların evlatları ve evladına helal süt emdirmek için akşam yemeğinde tarhana çorbasına tamah eden anaların çocuklarıydı. Gülü severdi hocam. Gül koklama pahasına tomurcuğun inadına katlanırdı. Kırmızı gül türküsünü bu yüzden çok severdi. Teneffüslerde dışarı çıkmaz, kırmızı gül türküsünü açtırır, Maraş’ın meşhur Kara Lisesinin pencerelerinden ta ötelere dalar, uzaktaki dumanlı dağları gözetlerdi Ferhat misali…

Uzaktan izlerdim, bilirdim derdi vardı. Dertliydi hocam, yüzündeki her bir çizgi yetiştirdiği bir talebesini hatırlatırdı; kimi doktor olmuştu, kimi hâkim, kimisi ise yüksek bürokrat. Her biri vatan uğruna, görev aşkıyla yanan birer alperen olmuştu. Her zaman arar sorardı durumlarını, “Mezun ettik işte, tamam.” demez, dertlerini dinler, onlarla birlikte dertlenirdi hocam. Bütün bu yüke rağmen dik yürürdü hocam. Kara Lisenin koridorlarında göründüğü zaman; rüzgâr soluğunu keser, bütün kapılar ona açılır, saygıda dururdu öğrenciler… Dik yürürdü hocam, mehter bölüğünün sancaktarı gibi vakar sahibiydi. Bilirdim; derdi vardı, davası vardı ve haktı.

Kimileri çok sert bulurdu hocamı. Bir haksızlık gördüğü zaman dayanamaz tepki gösterirdi, eğer vatan ve millet üzerine bir konu tartışılıyorsa onu kendi görüşünden caydırabilecek biri asla bulamazdınız. Gözü karaydı hocamın. belki de soyadı bu yüzden böyleydi. O an ne kadar sinirli olsa da karşısındakinin gönlünü almadan bırakmazdı, çünkü onun yükü her zaman sevgi ve hoşgörüydü.

Derviş meşrepti hocam, kısacası bu dünyanın adamı değildi. Bunu; genelde konuşmalarından ve dinlediği türkülerden anlardım. Her zaman “Birbirinizi sevin.” derdi, “Siz buna muhtaçsınız, biz buna muhtacız çünkü insanız.” derdi. İnsan olmaktan, bir de Müslüman olmaktan bahsederdi çoğu zaman; dünyada kullanılan lüks eşyalara dair istekleri olmayan, iki cihan için idealleri olan yani modern köle olmayan Müslümandan. “Meşakkatin adın murat koymuşlar” diye bir türkü dinlerdi. Bu türküyü dinlemeye başlamışsa “dünya” ile derdi artmış demekti, kim bilir yine ne için dertlenmişti. Meşakkatten muradı neydi? Ya da meşakkatin hocamdan muradı neydi? Bilmiyorum. Peki ya dünyanın hocamla derdi neydi? Onu hiç bilmiyorum.

Hocam ironik biriydi, ironik konuşurdu. Onun fikri, yaşayış şekli ve dili yerliydi. Bize anlattığı ders ise yabancı dildi. Onunla tanışan herkes yabancı dil öğretmeni olduğuna inanmazdı. Çünkü yerel dille konuşur, yerel giyinir ve türkü dinlerdi. Almanya’ya ya da İngiltere’ye gitmiş, batıdan övgüyle bahseden, konuşurken aralarda batılı cümleler sarf eden bir yabancı dil hocası değildi. Derslerde sık sık “Ben batıdan bize herhangi bir iyiliğin geleceğini düşünmüyorum, çünkü ben batının zihninin ne kadar bozuk olduğunu biliyorum ama siz yine de bu dili öğrenin.” der ve öğretirdi de.

Hocam bize sadece yabancı dil dersi vermezdi, hayat dersi de verirdi. Nasıl insan ve Müslüman olunur’un yanında hayatın nasıl yaşanması gerektiğini de anlatırdı bu hayat dersinde. Balık tutmaya gidin derdi hocam. Ayakkabılarınızı çıkarın, toprağı ayaklarınızda hissedin. Bilin ondan olduğunuzu. Ayaklarınızı suya sokun, suyu hissedin; bilin bir damla sudan olduğunuzu. Balık tutun sonra, sudan çıkmış balığın nasıl çırpındığını hissedin, bilin bir nefesten ibaret olduğunuzu ve ona göre yaşayın derdi. Hocam bize hayat dersi de verdiği için hayatımıza dair önemli kararlar alacaksak veya hayatımızı nasıl yönlendireceğimize karar vermemişsek istişare edeceğimiz tek insan yine hocamdı.

Bir gün arkadaşın biri gelip “Hocam ben ne olacağıma karar veremedim. Doktor mu olayım, eczacı mı?” deyince Hocam “Adam ol.” dedi ve bir dostunun bir dergide yayınlanan “Adam Olmak” yazısını okumasını söyledi. Böyleydi hocam, sanki her hastaya ve hastalığa göre hazırlanmış hazır reçeteler gibi, okunmasını tavsiye edeceği veya okuyacağı yazıları vardı. Bu yüzden de önemli karar aşamalarında hocama danışırdık.

Hocamın ders saati geldiğinde o gün ders işlemek canımız istemiyorsa bir şekilde dersi sabote etmemiz gerekiyordu ve bunu yapacak bir kurban gerekiyordu. Bu seçilen kurbanın görevi ise hocama bir soru sormak ve dersin kaynamasını sağlamaktı. Kurbanın yapacağı iş çok zor değildi ama hocamın kızma ihtimali de vardı. Bu yüzden o kurbanı bulmada biraz zorlanırdık. Oysa her denemede hocam bunu anlardı ancak kızmazdı. Bilirdi ki biz, aslında dersi kaynatmak için değil de kendisinin hoş sohbetine talip olduğumuz için bunu yapıyorduk, o da bu yüzdende buna müsaade ederdi.

Yine bir gün ders başlamadan bizim kurban devreye girmişti!

- Hocam, bir soru sorabilir miyim?

- Sor bakalım.

- Hocam bu “sanat”ı nasıl anlamalıyız? Dün televizyonlarda izledik, sanatçı dediğimiz insanlar abuk sabuk işler yapıyor. Arkadaşlarımızın çoğu da onlara özeniyor biliyorsunuz!

Hocam soruyu duyar duymaz mevzuu anlamıştı ve kendisi de evvelki akşam haberleri izlemiş olacak ki bir an dertlendi. Yoklama defterini imzalarken “Tamam anlaşıldı.” der gibi bir an güldü ve sonra anlatmaya başlamak için, imzaladığı yoklama defterini kapatıp kalemini cebine koydu. Biz de sıra altından ellerimizi ovuşturarak seviniyor, anlatacaklarına gönlümüzü ve zihnimizi açıyorduk.

Ve hocam o eşsiz sohbetine başlamıştı…

Şimdi çocuklar! Öncelikle sanat nedir? Sanatçı kimdir? Aydın kimdir? Münevver kimdir? Bunları bilmemiz lazım.

Sanat dediğimiz şey halk için mi yapılmalı yoksa sanat için mi, diye bir soru dolaşır insanlar arasında, ben bu soruyu saçma buluyorum. Bir sanat eseri; bu, ister bir şiir olsun, ister bir tiyatro, isterse bir resim, fark etmez ne olursa olsun; o toplumun değerlerini taşısın da kim için ya da ne için yapılırsa yapılsın! Önemli olan budur. Bir sanat eserine baktığımız zaman bunu bir Müslüman Türk yaptıysa bakar bakmaz da bu bir Müslüman Türk sanatçıya ait dememiz lazım, bu da ancak kendi değerlerimizi işlemişse mümkün olur. Bizi dünya içerisinde diğer insanlardan ayıran şey bizim kendi değerlerimizdir. Bakın mesela bizi şu an bir Amerikalıdan ayıran ilk özelliğimiz Türkçe konuşuyor olmamız. Şimdi bakıyorum gençlere, farklı olma adına yabancı müzik dinliyorlar! Yahu tamam da güzel kardeşim, bunu şu an dünyada her genç dinliyor! Amerikalısı, İngiliz’i, Yunan’ı; herkes dinliyor. Sen bunu dinlemekle farklı olmuyorsun ki! Ama türkü dinlediğin zaman farklı oluyorsun aslında, çünkü her türkünün bir öyküsü var, bu topraklarda yaşanmış bir üzüntüsü ya da sevinci var ve sadece bize özgü. Biz bir Amerikalının dinlediğini ya da yaptığını yapamayız çünkü bizim dünyaya bakış açımız, dünya görüşümüz onunla aynı değil! Bu yüzden sanatta da, edebiyatta da, yaşayış şekliyle her konuda onlardan ayrı olmamız lazım ki biz ancak o zaman “biz” oluruz. Dün görmüşsünüz televizyonda, sanatçı denilenlerin yaptıklarını hangimiz kabul edebiliriz. Bizim toplum değerlerimizde böyle bir şey var mı? Eğer biri “Ben gerçek bir Türk sanatçısıyım.” diyorsa ya da bunu iddia ediyorsa, Anadolu’nun herhangi bir yöresinin herhangi bir mecrasındaki insanların ‘ayıp’ diyerek yüzünü çevireceği işler yapamaz! O kadar.

Bir sanatçı; aydın olmalı, yaşadığı toplumun münevverleri arasında yerini almalı sanatıyla. Bir kandil gibi etrafını aydınlatmalı. Hayatta insanların kaçırdığı noktaları gözlerinin önüne getirmeli, eğer unutmuş oldukları gelenekleri varsa onları hatırlatmalı, kendi kimliklerini hatırlatacak işler yapmalı ve kişiyi özüne döndürmeli. Mimar Sinan sadece bir mimar değil aynı zamanda bir sanatçıydı, onun eserlerine baktığınız zaman taşları bir nakış gibi işlemiştir ve gördüğünüz her bir nakış bizi anlatır ve bizi taşır. Üstad Necip Fazıl da şiir mimarıydı, o da kelimeleri şiirlerine nakış gibi işlemiştir. Onun mısralarında da her zaman bizi görürsünüz. Asıl sanatçılık ya da sanatkârlık gönüller imar etmektir aslında. Bu örnek verdiğim iki insan da gönül mimarlarıdır.”

Hocam konuşmasına ara verip her zaman, sesi güzel olduğu için şiir okuttuğu Mehmet’e dönerek “Üstad Necip Fazıl’ın Çile’sini oku da dinleyelim Mehmet’im.” dedi. Mehmet her zamanki gibi şiiri güzel okumuştu, hocam da o okurken maziye dalmıştı. Şiir bittikten sonra kısa süreli bir sessizlik oldu ve hocam devam etti.

Bakın siz de dinlediniz şimdi, bizim şiirde “Üstad” dediğimiz adam ‘Ver cüceye, onun olsun şairlik, şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta’ diyor. Sizce onun büyük sanatkârlık dediği ne olabilir? Tabii ki de az önce söylediğim gibi gönüller yapan, gönüller inşa eden insanı kâmil olmak. Bu toprakları mayalayanlar insan-ı kâmillerdir, insanı insan yapanlar onlardır. Bir insan topluluğunu millet yapanlar da onlardır.”

Hocam kendini kaptırmış anlatmaya devam ediyordu, biz de ağzımız açık vaziyette dinliyorduk. Hocam kendi hayat serüvenini anlatmaya başlamıştı.

“Henüz yeni öğretmen olmuştum, Anadolu’nun bir köyünde öğretmenlik yapıyordum ve arayış içerisindeydim. Benim bir fikrim, bir dünya görüşüm olmalıydı. Böyle düşünüyordum, o yüzden de sürekli okuyor, araştırıyordum. Ne kadar ideoloji ve düşünce varsa hepsini okudum ve hepsinden bir pay çıkarmaya çalıştım, ancak bu okuduklarımdan kendime biçtiğim elbise bir türlü bana oturmuyordu ve tekrar okumaya ve araştırmaya koyuluyordum. Ve sonunda hayatımı değiştirecek iki isimle karşılaştım, biri “Yunus” biri “Mevlana”. Yunus’un divanı ve Mevlana hazretlerinin mesnevisi beni çok etkiledi, ‘işte bu’ dedim, benim dünya görüşüm böyle olmalı, dedim. Baktığınız zaman benim hayatımı değiştiren bu iki insan da iki gönül mimarı yani iki büyük sanatkâr, Allah beni bu iki sanatkâra inşa ettirdi diyebilirim.”

Hocam bir anda kendisinden bahsettiğini anladı ve utandı. O kendisini anlatmayı hiç sevmezdi aslında ama sohbete kendini kaptırdığı için fark etmemişti. Daha sonra “Dersi yine kaynattınız, bunun hesabını sorarım size.” dedi ve anlatmaya devam etti.

“Üstad Necip Fazıl’ın hayatına da baktığımız zaman iki evreden oluşur. Mürşidi ile tanışmasından öncesini ve sonrasını ayırır. Onunla tanışmadan öncesini “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum, gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diye bahseder. Tanışma anını ise “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız, ruhuma büyük temel çivisini çaktınız” diye anlatır. Bu hayattaki tek emelinin ise gönlünün mimarı o büyük insanın dizinin dibinde ve mezarının başında yatmak olduğunu da “Hayat bir zar içinde hayatı örten bir zar, bana da hayat yeri Bağlum köyünde mezar…” demiştir. Bağlum köyü de Ankara’da mürşidinin mezarının bulunduğu köy. Üstad yine o büyüklerden bahsederken “Onlar; insandan murad onlar, ölümü öldürenler; ötenin ötesinde, sonsuz hayat sürenler” diye bahseder.”

Hocam her zaman, “iddiasız” bir hoca olmuştur. Aslında yaşama dair en büyük iddia “iddasız olmak” değil midir? O, her zaman düz bir adamım, derdi. Düz yaşar, düz yürürdü. Belki de bu yüzden, ben düz adamım, derdi. Ancak o bizim için çok büyük bir sanatkârdı. Şimdi biz de onun gibi düz yaşamaya ve düz yürümeye çalışıyoruz. Yabancı müzik değil, Türkü dinliyor; latte değil, çay içiyoruz. Elimizden geldiği kadar “hocam” olmaya çalışıyoruz. Üstadın da dediği gibi “Otursun bende her şekil; vatanım, dostum ve hocam!”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder