KESTANE(Hikâye)/Mehmet BOZDAĞ


Taksim meydanından istiklâl caddesine doğru kıvrılan noktada kestaneciler ocaklarını kurmuş müşteri bekliyorlar. Nefsime yenik düştüm nefsim körelsin diye "accicik alayım." dedim. Vakit tam ikindi olmuş, taksim camiinden yükselen ezan sesiyle anladım tabi bunu. Ocağa doğru yanaştım lafa girip kestanemi sipariş edemeden tez canlılıkla satıcı:

- "Hello my friends, welcommen, bonjoure" gibi gavurca birtakım sözcükler sarf etti. Ezan da ne gür okunuyor. Caminin dibi, İstiklâl’in girişi derken benim içimdeki gavurluğu bu satıcı nasıl görebilir? Sahiden var mıydı halimde, suretimde bir gavurluk emaresi diye düşünürken Cihan abiyi ve Raşit abiyi bir kere andım içimden. Dükkân diliyle birkaç espirik, gülünçlü sahneler canlandı kafamda. Her neyse bu düşünce baloncuklarını hocamın nar çubuklarıyla kovalayıp satıcıya Allah’ın selamını verdim:

-Selamünaleyküm, kaç kuruş kestane?

Bir şeyin fiyatını sorarken "kaç kuruş" diye sormayı adet edindim kendime bir nevi psikolojik olarak enflasyonla mücadele sürdürüyorum.

-Vay abim Türk müsün?

-Türküm.

Mehmet abinin hafif tebessüm halini andırır haliyle söyledim.

-Allah seni inandırsın sabah 7’de açtıydım tezgâhı ilk Türk müşterim sensin.

O anda beni sadece kestanenin fiyatı ilgilendiriyordu. Çünkü tezgâhın köşesine 100gr 200tl diye fiyat çekmiş. “Meteliğim yeter mi 100gr kestane almaya?” diye düşüncelerle boğuşurken satıcı:

-Türk kalmadı buralarda hep gavur milleti sefa sürer oldu.

-Taksim işte abim. Burada 72.5 millet gezinir durur.

-72.5 milletin hesabını yapamam şimdi, seni gördüm sevindim valla.

Sevinsin tabi sevinmesin mi? Hem müşteriyim hem de Türküm onun için. Ama benim aklım hâlâ cüzdanda. “Ulan! bakıp da alamazsam üstelik gavurların da arkamda sıra olup kestane beklediği halde yuhh olsun! bana da Türklüğüme de.” Bunları derken ezan sesi de kulaklarımdan yavaş yavaş silinmeye başlamasın mı? Kaldık bir başına satıcı, ben ve bir de cüzdan. O sırada imdadıma bir camel uzandı. Sigara dalı ilk defa o zaman gözüme bir ağaç dalı gibi göründü.

-Hele yak hemşerim!

İnsanın böyle umutsuz anlarında izmariti eze eze sigara içesi gelir zaten. Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirirken göz ucuyla arkamdaki kuyruğu süzdüm. Mahşer Taksim meydanı olabilir miydi? Bu modern sanat budalaları -budala kelimesi hakaret değil uğraşı anlamında- Taksim meydanında ufak çaplı bir mahşer performansı sergileyebilirler aslında. Siyahi bir adam, çekik gözlü kızlar ve ablak suratı sarı teniyle zannedersem alman bir adamı gördüm. Hikâyenin Temeli de ben oluyordum anlaşılan.

Bir yandan ceplerimi kurcalayıp çakmak arama telaşındayım bir yandan da arkamdaki kuyruğu süzmekteydim. Bizim bu milletin pratikte bu kadar gelişmiş olması da hayret verici. Bütün ceplerime tek tek bakındığım halde çakmak çıkmayınca maşanın ucuyla kıpkırmızı bir köz uzatıldı. Çakmak aramak bahanesiyle düştüğüm hali anlama çabam orada son buldu. Sorgusuz sualsiz közle sigaramı yaktım. Yaşanan bu sahne izleyiciler için de ufak çaplı bir şov oldu resmen. En çok da çekik gözlü kızları heyecanlandırdı sanırım. Siyahi adam benim alışveriş yapmaya pek niyetimin olmadığını anlayıp cebinden kocaman bir 200’lük çıkarttı, iki parmağının ucuyla uzattı. Para yeni çekilmiş olmalıydı. Bunu paradaki Yunus Emre resminden anladım.

Közü uzatan kestaneci; Taksim’de ne kadar eski olduğundan, İstanbul’a ne vakit geldiğinden, görüp geçirdiklerinden bahsedip bana nasihat etmeye yeltenecekti belki de ama siyahi adamın uzattığı 200’lüğü alarak bundan vazgeçtiğini hissettim.

-Bak! Mesela bu adam Allah bilir nereden geldi? Halooo where are you from? You from Somali?

Siyahi adam kendisine gülerek yöneltilen bu kötü İngilizce sorusu karşısında şaşırdı.

- No somali. Kestane, kestane!

- Vericem kestaneni bekle biraz. Adın ne senin vat iz yor neym?

- İbrahim benim ismim

- Allah allah! nerelisin sen ibraaahiimm?

- Sivaslıyım ben abe, sen neresi Türkiye?

Tezgahtar güldü ben güldüm, tezgahtar güldü ben güldüm ibrahim gülmedi. İbrahim gerçekten de Sivaslıydı çünkü.

-Siirtliyim ben, ibrahim!

“Nerelisin?” sorusuyla birçok cevabı soru sorulmadan alınabilirdi. Edirne’den Kars’a uzanan ipekten bir halıyı andıran bu memlekette üzerinde barındırdığı bütün renklerin ifşası için tek bir soru yetiyordu.

“Nerelisin?”

Siirtli tezgahtarın Kürt olduğu besbelli ortadaydı. Benim çekik gözlerimden, seyrek sakallarımdan yörüğü andıran tipim ve İbrahim’in hacer’ül esvedi andıran güzel teniyle ortamın yarattığı gülünçlüğü ve isabet ettiği konu bakımından ciddiyeti beni düşündürdü. Mesele kestane pazarlığı olmaktan çıkıp Fransız sosyologların ağzını sulandıran bir vakaya dönüştü. O gün siirtli tezgahtar, ben ve ibrahim bir millet olmuştuk.



1 yorum:

  1. Yazarın kalemine sağlık. Olay betimlemeleri ve sade dili metnin akışında okuyucuyu yormuyor. Anlatılan durumsa ayrı bir trajedi. Umarım bu tarz yazıların devamı gelir.

    YanıtlaSil