‘Yastık Savaşı’
Yorgun minarelerin şehri yalnızlığına terkettiği gündü o gün. O günden sonra şehre küsmediklerini göstermek için birkaçı toplanıp tepede tek başına duran yorgun bir padişaha sarılmışlardı. Öyle gibi bu aralar Agâh Bey. Küsmediğini belli etmek için sarılmaları var sadece. İçe kapanık. Hele yastıkla arasında geçen düşmanlığından hiç bahsetmedi bana. Belki de nefes alışlarında verdiği uzun esler bunun sebebiydi, ben anlamadım. İçine doğru açan kaç çiçek var ki; mevsimine meftun kaç ağaç. Öyle gibi. Kiraz çiçeği görünümlü incir tahıldağı. İnsan gövdesi endişelerden, ayakları korkulardan, aklı düşüncelerden oluşan bir mahluk. Bu sıfatlardan kurtulmanın yollarını aradım yıllardır. Görünmeyen, dillendirilemeyen duygularımı azığım yaptım hissettirmeden. Öyle gibi bir gün, şöyle bir olaydı karşılaştığım.
‘Rızık Savaşları’
Allah her kulunu bir gariple nasiplendirmiş. Anadolu’da her kişiye bir garip düşer neredeyse. Kimisi bunun bir rızık olduğunu bilir, kimisi iter elinin tersiyle. Trafiğin yoğun olduğu sabahın ikinci saatinde bindiğim ve ikinci saatin üçüncü çeyreğinde inmek üzere olduğum otobüse yanaşan bir garip ile şoförün dualaştığını şoförün onu, onun ise şoförü nasiplendirdiğine şahitlik ettim. Oturduğu şoför koltuğunun tarafındaki buğulu, yarıya kadar açılan sürgülü camdan siftahını uzattı adam. Tebessüm etti, anladı garip. ‘Bereket sana, nasip bana’ dedi. Çocukken çocuk bahçesinde bir berber çırağıydım. Elime süpürge sapıyla vurulmadığı günü kardan saymazdım. Takdirle kavga edilmezki. Dükkanın önüne günün ikindisinde gelen, kalfalara göre kusuru her şeye gülen bir garip vardı. O gülünce elimdeki acı silinirdi. Nasibimi aldığım hergünün şükrünü bugün idrak ediyorum.
‘Çocukların Savaşları’
Vakit bakkallarda ekmeğin tükendiği bir vakitti. Havada; iki hafta önce yeni yaralarla sabrını tazeleyen bir şehrin soğuğu; nice ağaçların kanadını kırdığı bir gücün, bana da bir ağacın ayak parmaklarının arasını gül kokulu sıvı sabunla yıkamak misyonunu yüklediği sabahın hüznü vardı. Karşı caddede yürümekte zorlanan, çocukluğu sadece kafasındaki üç renk bereden okunanan bir erkek çocuğuyla çakıştı bakışlarımız. Kâğıt toplama arabası henüz boş, saçları dağınık babasının umudu henüz diri. Ayağında; ya bir hanenin kapılarının önüne dahi yakıştıramadıkları için çöp konteynerinin kıyısına bıraktıkları ya da babasının büyüyünce de giyer bahanesiyle garibanlıktan iki numara büyük aldığı gri siyah ayakkabı. Aksak yürümesi hem bundan, hem yeni ayakkabısını çimento artıklarından korumaya çalışırkenki çabasından olsa gerek. Maraş gibi. Maraş’ta tüm bunları yaşamak için henüz çok çocuk bir şehir değil miydi?
‘Savaşın Çocukları’
Günahını bile bile, kafamda yaşadığım yasadışı hayatın en güzellerini anlatırken yalan söyledim. Yasadışı; çünkü benim kurallarını koyduğum bu gezegende sadece balinalar kendi rızalarıyla vururlar kıyıya. Kara yüzeyinde etten kemikten, omuz üstünde baş taşıyan varlıkların boş kafataslarındaki kirli yaşamlarını nesillerine kötü örnek diye anlatır balinalar.
Hikaye o ki; bir gün dede balina denizde rızıklanırken, çöl topraklarının benekleri üzerine yapışmış, katil bir canlıdan kaçarken kendi yaşam alanı olmayan denize düşen ve ağzından köpükler çıkan bir insan evladı görür. Ne olduğuna anlam veremeyen dede balina arkasından bu insanların devamı var mı diye sağına soluna bakınırken ayakkabılarının silikon tabanı bir yüzgeç gibi parıldayan insanoğlunun gözden kaybolduğunu farketmişti. Hafıza sorunu yaşayan her balık gibi o an hissettiği duyguları heybesine dolduran dede balina yine torunlarına nasihat toplamak için kıyıya yeltenmiş. Denizde hareket halinde gördüğü kırmızı bedenli insanoğlunu bu kez yüzü koyun kıyıda yattığını görünce oraya doğru yönelmiş ve büzgüsünün yumuşak kısmıyla dokunarak ‘hadi kalk ve yerine yat’ demiş. Tepkisine sessiz kalan küçük bedenli insanın ruhuna dokunmuş ‘Onu yatağına yatırır mısın ? Çok üşümüş’ diyerek göğüs yüzgeciyle daha fazlasını görmek istemezcesine gözlerini kapatıp oradan uzaklaşmış. O günden sonra dede balina daha kötüsü olmamalı diyerek tüm hayatını ait olduğu yerde geçirmiş ve 150 tonluk narin bedenini bir daha asla karaya çıkarmamış.
‘Sonun Başlangıcı’
Ve hikayenin sonunda bir mahalle mezarlığının duvarına asılan güzellik merkezi tabelası yön gösterir insana. Gökten iki acı düşer. İkisi de yine insanın başına.
karakale’m
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder