YİTİK RESİM/Derya BAYTON

Gözler dış dünya açılan perdeler. Uyanıp da gözlerimi diktiğim ilk gerçeklik, tavanın ortasında pervasızca sallanan avize oluyor. Seyre dalıp da benim için hiçbir anlam ifade etmeyen, boş bakışlarımdan nasibini alan bu oda ve diğer tüm eşyalar düşüncelerim kadar manasız, zihnimdeki boşluk kadar derinlerde. Dünyada kendime biçtiğim değer oranında değersiz onlar. Sanki odayla ve diğer tüm eşyalarla ruh bütünleşmiş, kendi hayatıma olan bakış açım onların değeriyle ölçülür olmuştu. Hayatta benliğimin var olma amacı kadar onların varlık amacı şekilleniyor, kısaca ‘insan nasıl düşünürse öyle görüyordu.
 
Annemin küçük Keriman’ı, bütün tatlılığı ile güneşin aydınlattığı o bukleli altın sarısı saçlarını savururken, karış karış talan ettiği sokak, izbe bir köşesinde gölgesiyle yaladığı bu yıpranmış fotoğrafın siyah beyaz renkleriyle gözlerini buğulamasıyla, kime ait olduğunu tasvir edemediği simayı bizlere tanıtmak amacıyla, cebine koyduktan sonra günü, akşamın ilerleyen saatlerine kadar sokaktaki diğer çocukların şen şakrak cıvıltılarıyla harmanlayarak geçirmişti. Ta ki yorgun argın eve döndüğünde, resimdeki yabancıyı evin sakinlerine takdim etmesi kurulu yemek safrasına nasip olmuştu. Meraklı bakışlarla el değiştiren, mekân ve yabancı hakkında yapılan birkaç yüzeysel tartışmalardan sonra yıpranmış bu eski fotoğraf ev ahalisinin ilgisini uzun süre üzerine de barındıramadı. Gündelik telaşların rutine bağlanmış cümlelerle her zaman ki ağız yordamıyla sıradanlaşan muhabbet akşamlarını, aynı hayatın yeni bir gününe uyanmak üzere ilerleyen saatlerin gecesinde, derin bir uykuyla sabah alacasına bırakıyordu.

‘Heybetli bir dağın tepesinde bir rüzgâr gibi eserdi tanrının siyaha boyadığı saçlarında dalga dalga güneşin rengi. Alabildiğine derin, bir atmacanın çığlıkları kadar keskin mavilikte ki ‘dış dünya’ya açılan penceresi’ gözleri ummanlar gibi dipsiz ve dingin.

Görünenin ötesinde sarıp sarmalayan bu bakışlar anlamsız bir ürperti ile titretiyordu insanın vücudunu. Bu sert hatlara inat, ömründen silinen yılların yüzünde bıraktığı çizgiler yaşanmışlığın verdiği hüzünlü ağırlıkla bütünü tamamlayan köklerin yazgıları gibi okunmaktaydı dillendirilmesi tarifsiz acıları.  İhtiyar bir delikanlının siyah beyaz fotoğrafı, bir dostun samimi anısı, bir kadının kocası, bir çocuğun babası dahası bilmediğim ve tahminim onun da teferruatlarını unuttuğu bir tarihin silinmiş, saniyelerin ucuz bir hamura hapsolduğu, bana göre elimde ki bir bilinmezin karelerini şimdiki zamana gelişinin tahminleriyle kelimeler dünyasında kendimi boğmaktaydım. Bu anlık zaman yolculuğundan kurtulup, tekrar kendi saatlerime irkilerek uyandığım dakikalarda insanoğlunun geçmişi ile geleceği arasında ki uçurumun farkına varan ilk şahidi benmişim gibi şaşkın bir edayla seyretmekteydim bana ait olan bu zamanın yabancı misafirini’.

Ertesi sabaha baharın hoş kokularıyla uyandığım saatler de ayakucunda duran bu yitikliği parmaklarımın arasına kilitlediğim de resmin, ruh’a çaktığı şimşeklerle, sessizliği delip geçen bu keskin bakışların tesiri altında beyin zarımda yeni fikir kümecikleri oluşuyordu. Ekili şüphe tohumlarının filiz veren gölgesinde acaba mı? diyen fısıltılar eşliğinde tatlı bir uyuşukluğa teslim olan benliğimin adı ‘hiç’lik yaftasından kurtulup, şüphe denizlerine doğru çoktan yol alıyordu. Hiçte yabancısı olmadığım bu surete bakışlarım derinleşmişti.

‘Kar tanelerinin kırağı toprağı sarması gibi sarmıştı saçlarını beyazı, tıpkı ölümü kefenleyen hüzün gibi gözleri ufukta görülmeyen uzakları kilitleyip kayboluyordu bakışları. Zihninde saklı hatıraların ruhu ile bütün olmasıyla başlıyordu içindeki yolculuklar. Bu gitmelere artık yollarda yetmiyordu. Saf çocukluğu, günahkar gençliği ile ruha giydirdiği pişmanlığın ihtiyarlık oluyordu son durağı. Asırlık çınarlar gibi heybetli bedeni şimdilerde iki büklüm gezinmekteydi kaldırımlarda. Seken bir ayağında sürüdüğü gölgesiyle uzayıp gidiyordu köşeyi gören kırık beyaza boyalı evin sokağına. Alnında, çatık kaşlarıyla izlediği hayatın yığılmış katları ve göğsünü delercesine aldığı nefesiyle soluyordu keskin havayı. Adım adım tüketiyordu evinin güllerle çevrili bahçesinden görünen kapının arkasındaki yalnızlıkla örülü boş odanın menzilini. Titreyen yorgun bedeniyle sabitlediği orta noktayı ağrılı boyun hareketleriyle, sırtında taşıdığı kamburuyla ve uzun zamandır giydiği siyahlarla seyre dalmaktaydı ‘derin çatlakların kaynaşıp, beyazımsı badana’nın pul pul yüzünü döktüğü, küf kokan yeşilimsi duvarların içini dolduran bu ağır kasvet kokusunu. Derin bir iç çekti. Sürüdü ayağını tam köşeyi gören aynada ki solun bir yanı kırık, renginin ise ne olduğu tam olarak anlaşılmayan koltuğun yanına. Boşluğu dolduran çuval edasıyla, çıtırtılar eşliğinde sarmaktaydı koltuğu beden kitlesi. Seslerin bu yıllanmış varlıkların hangisinden geldiği ise bu saatten sonra pekte anlaşılmıyordu’. 

Tüm bu olanları kirin buğuladığı bir pencere camından ‘kulağımda’ ben istemediğim halde ürkekliğime ritim tutan kalbin resitali eşliğinde izlemekteydim. Mahallenin diğer çocuklarıyla oynadığımız bir sokak oyunun sonunda bakışlarımıza şüpheli gelen bu ihtiyarın sessiz adımlarla hergün yokuşu tırmandıktan sonra gizemin süslediğini düşündüğümüz bir edayla evini arşınlaması, belki de sevimli bir yavrucağın saçlarını dahi okşamamasından da olacak ki uyandırdığı körüklü meraka birlikte eşlik eden yarı alaycı tavırlarımızla takibe almıştık. Ne büyük tesadüftür ki şimdiler de gençliğine ait bir parça yatak odam da masanın üzerindeki manasız boşluğu doldurmaktaydı.

Bu yitik ‘an’ gerçekte neydi? Ben on iki yaşında ki bir çocuğun hayal dünyasına giden yolun sokaktaki önemsizmiş gibi görünen resmin, siz farkına varmasanız da işlenmesi gereken cevherlerin ütopyasına açılan bir kapı olduğunu anlatmalıydım. Bir zamanlar herkes gibi gençliğin şerbetini tatmış bu gizem şimdiler de yaşadığım evin iki sokak arkasında oturan kimsesiz yaşlı bir adama aitti. Sıradan bir öykü gibi görünüyor olsa da bir yabancıya ait avucumda saklı anı, geçmişle yüzleşmek istenmediği için atılmış olabilirdi. Kim bilir? Henüz on iki yaşındaydım fakat kalbim ve duygularım dünyayı anlayabilecek büyüklükteydi. En azından ben öyle sanıyordum. Yinede beni şaşırtan yılların insanlara nasıl acımasız davrandığıydı. Gözlerimi boşluğa diktiğim bu saatlerde hayatı daha fazla nasıl farlı kılabilirim diye fikirler kovalarken, aklımın bir köşesi resimde ki ihtiyara takılıyordu. Merak ediyorum benim anılarım da pis bir sokak köşesinde yitirilip, yabancı evlerin yemek sofrasından geçip evin küçük çocuğunun zihninde hayat bulabilecek miydi? Maceram tıpkı bu bilinmezin heyecanıyla kıvrandıracak çocuk ruhu bulabilecek miydi? Bu kadarını düşlemek dahi bana ayrı bir haz sunuyordu. Anlıyorum ki hayatta hiç bir şey önemsiz diye geçiştirilmemeliydi. Küçücük görünen ayrıntı, insanlıkta büyük fark yaratabiliyor. Çocuk bedenim siz olgunların dünyasına ait olduğunda ki ruhum sizin dünyanıza asla ait olmayacak; Hayatımda bir kez olsun kadeh kaldırma ayrıcalığına sahip olursam farklılıkların, bilinmeyenin, ayrıntıların ve unutulmaya yüz tutulmuşların şerefine olurdu. İşte tam da bu yüzden ruhumu kâğıtlara karalıyorum. Belki bir gün ihtiyacı olanın hayatına küçük dokunuşlarla ayrıcalık katabilirim diye…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder