TEFEÜL SAATLERİ-1/Hidayet BAĞCI


…Gülümserken de buz kesildiğim zamanlar oluyor, aynı manzaraya bakıp farklı tepkiler verdiğimizde…” diye başlayan cümlelerle hikâyesini yazmaya başlayan Şiir Naz, bu cümlenin hem altını çizdi hem de üzerini. Yazdığı hiçbir şey onu tatmin etmese de o yine hikâye defterine bugünün notlarını aldı ve kendince cümleler yazdı. Geçer miydi bu belirsiz günlerin neticesi ve biter miydi her geçen günün umutları? Zamanı yaşarken hangi umut tükenmişlik hissi verebilir ki ve hangi geçmiş gün geleceğin umudunu söndürebilir ki?

Ağaçlar yapraklarını tam mevsiminde toprağa düşürmeyip rüzgarların kanatlarına ısrarla bırakmasa da Şiir Naz, her geçen gün gibi acılarına umutlar yükleyerek bugünün de üzerini kapattı. Ömürden bir gün daha bitmiş ve geceyi ısıtmak için kurduğu hayallerin penceresinin perdesini çekerek sobanın en sıcak köşesine ısınmak için uysal bir kedi gibi kıvrıldı. Sobanın içinde alev alev yanan zeytin dalı çalılarından gelen o çıtır seslerin eşliğinde Bülbül Nâme Hikâyesi’ni okumaya başladı. Şiir Naz ilk sayfasından diğer sayfaya geçemeyecek kadar derin düşünceler içindeyken kitabı akıcı bir şekilde okuyamadı. O günü düşündü ve o günden sonra bir daha akıcı okuyamadı kitapları… 

Sahi o gün ne olmuştu? 

“Acılarımın omuzuna bir uğur böceği dokunsa, her şeyim iyileşir ve her şeyime uğur gelirdi…” Dediği günlerin birinde tefeül gibi gelmişti bu kitap… Şiir Naz sobanın içine zeytin dalı çalılarından biraz daha attı ve ateşe atılan zeytin dalları yine birbiriyle yarış edercesine çıtır çıtır sesler çıkarmaya başladı. Dışarıda ise sonbahar yağmurları camlara bir kırbaç edasıyla dokunuyordu ki sobanın üzerinde demlenen çay, buharıyla “Ben hazırım!” diyordu. Şiir Naz ince belli narin cam bardağına çayı süzdü ve ilk yudumdan sonra kendisine tefeül olan her şeyi düşündü… 

Bir yerlerde okumuştu “…Şiir, iyileşmeyi isteyenler için şifadır…” 

Sezai Karakoç’un kaleminden Mona Rosa’yı, Nurullah Genç’in vazgeçilmez şiirlerinden Rüveyda’yı ve Hasan Ejderha’nın mürekkebinden Sen Hiç Olmamalısın şiirini okudu bir daha, bir daha okudu ve Dede Efendi bestesi “Ey büt-i nev edâ” yı dinledi bir kez… Ne kadar çok anlam yüklediğinin farkına varmadan Karamanlı Kami’den bir beyit geldi aklına ve söylendi kendi kendine… 

“Güle guş ettirmez yok yere bülbül inler 
Varak-ı mihr-ü vefâyı kim okur kim dinler” 

Şiir Naz, bu beytin anlamında derinleşti bir süre. Sonrasında hikâye defterine yazmayı istediği milyonlarca cümle varken kurduğu her cümlenin ilk kelimesi neden noktayla bitiyordu bunu bir türlü anlamadığını fark etti. Çözemedi kendi ekseni etrafında bir ağ kuran örümceğin çabasını. Bilemedi bir ahtapotun uykusunda gördüğü rüyanın etkisiyle neden renk değiştirdiğini. Anladı yazdıkça kendi kuyusundan çıkmaya çabalayan hal-i pür melalini… 

Soğuyan çayından bir yudum daha aldı ve yutkundu. Bu çözümü olmayan soru dizesi halinde sıralanan düşüncelerinin bir cevabı olmalıydı, sınırları olmamalıydı. Sırtını dayadığı şiirden duvarların tuğlası hikâyelerle örülmüş olmalıydı. Bir de o duvarın geleceğin manzarasına bakan açık bir penceresi vâr olmalıydı. Gelecek hep uğur getirmeliydi ve adımlarının huzuruna sıra sıra dizilmeliydi. Şiir Naz yürüdükçe umutlar ezilmemeliydi ve mevsiminde çiçek olup meyveye durmalıydı. 

Sobanın sıcak köşesinden kalkıp masada halsizce duran hikâye defterini açarak en son yazdığı sayfada hikâye olmayı bekleyen ilk cümleye baktı. Cümleyi son kez okuyarak sayfanın kâğıdını sessizce kıvırarak yırtıp o tek nüshayı elinde buruşturduktan sonra sobaya attı. Gözleri kâğıdın yanışını seyretmekle meşgulken kapı aralandı. Zihninde canlanan hikâyeye “Hoş geldin!” diyerek yazmaya başladı…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder