Hikâyesi Biten Çiçek
Beyazlar içinde,
Bir gelin edasıyla toprağa
süzülen kar…
Hüküm verir gibi
Kararı son noktaya bağlayan,
Yağmur yüklü bulut …
Ve her duyguya imzasını
atan,
Toprağa bir vahiy gibi inen
yağmur…
Ve Toprak…
Ve Dağ…
Ve Yıldırım…
Şahit olun Nergisi sevdiğime!…
Ne zehirde buldum ben onu
Ne de balda…
Güneşim oldu; “Aydoğduğum…”
Kar’ım oldu; “Isındığım…”
Yağmurum oldu; “Islandığım…”
Rüzgarım oldu;
“Kanatlarına sığındığım…”
Benim oldu;
“Kabullendiğim…”
Şükr-ü mucizem oldu;
“Kokusunda ruhumu bulduğum…”
diyerek
şiirle son bulan hikâye kitabını bitirdi, Gökçe Naz. Yağmurun ha bire kırbaçladığı pencerenin
camından seyre dalarak, bu hikâyenin bu şiirle bitmesiyle ruhunun da
titrediğini fark etti. Vazodaki suyun içinde duran Nergis demetini, odasının en
güzel köşesine bıraktığı yerden aldı ve kokusunu ciğerlerine çekmeye başladı. Bu
hikâyedeki şiirin etkisinde kalmış olmalı ki çiçekçiden aldığı bu demet şimdi
bu hikâyeyle bu şiirle taçlanmıştı. Ruhunun duvarlarına çarpan bu endamı zarif
çiçeğin kokusu hikayedeki şiiri okuyunca ruhunun duvarlarını iki renge
boyamıştı. Nergisteki bu iki renge binlerce anlam verebilirdi, ama beyaz
saflığın ve duruluğun, sarı ise ayrılığın simgesiydi çiçeklerin dilinde. Gökçe
Naz’ın ruhundaki lambanın tozu ıslak bir mendille silindikçe zihninin
aydınlandığını fark etmeyen Gökçe Naz, nergisin bilime ve mitolojiye göre
kimliğini araştırmaya karar verdi, bu çiçekle ilgili bir tez konusu bulmak
ümidiyle. Akşamın aydınlığında odasında
dinlenirken kaydettiği türkülerden birini daha açtı ve dinlemeye başladı. İçine
işleyen Anadolu türküleri kadar sazın her bir teli de ruhunun notalarına ritim
verirken cam bardakta soğuyan çayından bir kez daha yudumladı. Düşüncelerine
yerleşen nergisten mi yoksa daldığı türkünün nağmesinden mi fark etmedi soğuk
çay içtiğini…
Ona göre okuduğu bu hikâyenin
sonu böyle bir şiirle bitmemeliydi. Devam etmeliydi belki de belki de değil
arkası yarınları olmalıydı. Okudukça devamı olmalıydı, bir yerde kördüğüm olup
kırılmamalıydı. Suya atılan ilk taşın dairesel halkaları gibi genişlemeliydi.
Bu hikâyenin dahi türküsü bir başka türkü olmalıydı. Bu çiçeğin efsaneleri
yerine yaşanmışlıkları olmalıydı. Hayata bağlayan umudu, sadece güneşe bakınca
aydınlığa erdim diyen rengi olmalıydı, beyaz gibi… Sarıya çalan ayrılıkları
olmalıydı…
Gökçe Naz’ın araştırmalarına göre
Nergisgil familyasından olan bu yumuşak tonda kokuya sahip olan Nergis çiçeğinin
soğanı nasıl olur da zehirli olabilirdi? Bir türlü anlamış değildi. Kokusu ruha
tatlı gelen ancak soğanı zehirli olan bu çiçek nasıl olur da iki zıt uyumu bir
anda mucizevi bir ahenge dönüştürür? Efsaneye göre de Narsist duyguları temsil
eden bu çiçek nasıl olur da kokusuyla bütün çiçekleri yarışa çağırır? Acaba
çiçeklerin kokuları yarışsa hepsi tek mevsimde çiçeğe durur mu? Acaba nergis
birinciliği güle bırakır mı?
Bu gibi düşünce ve sorularla
mutfağa giden Gökçe Naz, yatmadan önce sıcacık ballı sütünü içmeliydi. Bir
kaşık balı bardağın içindeki sütüyle karıştırırken aklına şu soru geldi?
“Zehir bala nasıl dönüşür?”
Odasının duvarlarına sımsıkı
sarılan nergis kokusunun etkisiyle kendi kendine cevapladı soruyu; “Biraz
tefekkür, biraz tevekkül ve biraz da teslimiyet ile şükrü arz-ı endam edince
ruh, zehir bal olmasın da ne olsun?” Dedi…
Odasına döndüğünde yağmurun hala
kırbaçladığı pencerenin camını açtı ve odaya yağmurun seslerini de davet etti. Pencerenin
kenarına bıraktığı ballı sütünden bir yudum daha aldı. Yağmurun adımları
nergisin kokusuyla buluşunca odanın bir köşesinde soğuyan ballı süt orada
öylece yarım kalsa da unutulmuş olsa da ruhuna iyi gelen her şey yalnız ona aitti
bu gece… Yalnız ve Sade-ce…Şiirce…
Nergisce
Odaların siyah acısı vardı,
Elleri vardı; incitmeyen…
Gözleri vardı; baktıkça hep
izleyen…
Ayakları vardı; zamanla
yorulmayan…
Sesi vardı; ruhumuza dokunan…
Kulakları vardı; hep
dinleyen…
Ve bu yüzden hissederdi,
İnsan kokusu aldığında…
Yeter ki duyumsa!
Yeter ki dokun, odana! …
Anlayacaksın duvardaki acının,
Renk değiştirdiğini…
Göreceksin odaların da,
Bu Nergis’e esir olduğunu…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder