HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-ŞADIRVAN/Hasan KEKLİKCİ


-Aziz Dost Muharremoğlu Mehmet Yılmaz’a-

-Eee bu işler böyle, boşluk bırakmayacaksın. İki hafta “savaş var, virüs var” dedik dükkânı boşladık, herifçioğlu hemen AVM açmış. Hikâye tohumu mu, çekirdeği mi, yok yok, “Hikâye İçi” satıyormuş. Öyle az aylak da değilmiş firmanın elindeki malzeme, depolar dolusuymuş anlattıklarına göre. “Vatandaşın işi görülsün” diyormuş. Bizim bir ayda sattığımız malzemeyi, bir saatte eşantiyon olarak dağıtıyormuş. Marketlerin indirim günlerine alışkın ev hanımları sıra oluyormuş kapısında. Bedava dağıtılan şeyin işlerine yaramayacağını görünce de sokrana sokrana geri dönüyorlarmış. Bu arada hasta yoklamaya, çocuk görmeye götürmek için alan da oluyormuş tabi. Paketindeki dakikaları dolduramayan Yasin güncü hanımlar, “gerçek yaşam öyküsü” diye telefonda saatlerce salya sümük birbirlerine anlatıyorlarmış yeni alış-veriş merkezinin mallarını. Sosyal medya yıkılıyormuş.

-Yok, efendim yok. Bizim Maraş’ın adamı böyle, başka yerde yok bu. Birinin bir iş yaptığını gördüler mi hemen yanı yanına kıyılırlar. Birbirinin ekmek yediğini istemezler.

-Tamamen de öyle düşünmemek lazım tabi. Hani Gül Ahmet Yiğit diyor ya, “halına göre Hasan ağa” diye; bizim ancak bu dükkânı çevirmeye aklımız ve sermayemiz yetiyor, adamın AVM açacak variyeti var. Bizim bir haftada yediğimizi, bir öğünde döşüne döker elin adamı. Elleme açsın. Bir de rekabet kaliteyi arttırır derler.

-Küresel sistemin ve tembel esnafların uydurmasından başka bir şey değildir o. Rekabetle kalite artsaydı şu memlekette dert maraz olmazdı. Evlerimize giren her şey hileli. Yediğimiz içtiğimiz her şey zehir. Ne kalitesi, gavvurluğun kalitesi arttı memlekette; köyde, köyde dağın başında adamın ahırında iki ineği var, yanında bir de sağdığı sütün yağını oracıkta alacak makinesi var. Makine, makine; hemen hemen her evde. Adam paketin dışına ürün yapımında kullanılan malzemeyi yazmış, “Peynir altı suyu.” Tamam da, lan sen peyniri de süt tozundan yapmıyor musun? Neyin suyundan bahsediyorsun? Yarın bir gün iki AVM daha açılsın da gör sen. Televizyon dizilerine döner sizin işler. Kaliteymiş… Hani kalite?

-Aman abi gözünü seveyim, ileri gitmeyelim. Sonra, ben o AVM’yi açan arkadaşı tanıyorum. Babasını ve köyünü de bilirim. Köylü de şehirli de sever onları. Sofralarında tabak tabak yoğurt, tasla pekmez olur. Ekmeği yenir, sözü dinlenir insanlardır. Hem tanış ve hem de meslektaş olduğumuza göre hayırlı olsuna da gitmek lâzım. Lâzım da oraya glikoz şurubu basılmış bir kilo tatlı ile gidilmez. Duur! İnşallah bu hafta köye gidebilirsem; iyi bir horoz, bir sepet yumurta, gül, nergis ne bulabilirsem toplayıp, adama inana yakışır hediyelerle Muharrem Emminin Mehmet’ini ziyaret edeyim.

-Yani… İyi olur tabi. Ben zaten genele konuşuyorum, kimseyi incitmek kırmak istemem. Laf nereden nereye geldi. Şu senin Şadırvan hikâyeni soracaktım ben.

-O mu? Güzel. Senin kalemine göre bir hikâye.

-Peki, o zaman buyur şu akçe-i hikâyeyi.

-Ya Hu bak hele; sen bunu bana veriyorsun da, belki AVM’de daha ucuza daha kaliteli bir şey alabilirsin ha. Bize çok uzak sayılmaz birkaç dükkân geride. Yürüyerek varırsın. Araba burada kalabilir.

-Yok, abi öyle şey mi olur? Olmadı bir de ihale açalım! Tövbe, tövbe. Sen anlat abi ben dinliyorum. Ne AVM’si, ne Gros’u.

 -“Ana diye-e-e… Baba diye-e-e… Yavrım diye-e-e. Ana, baba ve yavru. Devamı yok hepsi bu. Anlayana bu kadarı da yeter zaten. Ben mi? Ben nereden anlayayım? Adam, daha doğrusu genç adam pop şarkıcıları gibi üç kelimeyi tekrar edip duruyor. Kulak kabartıp dinleyince söylemiyor. Tamam, artık söylemeyecek diye aklından geçirirken de başlıyor söylemeye. Ana diye, baba diye, yavrım diye… Elinde bir gitarı eksik. Ama hayır. Gitar olmadı. Çünkü genç adam bu ellerle gitar çalamaz. Sağ elinin parmakları olabildiğince açık ve dirseğinden kıvrılmış, sağ yanına dönük. Sol elinin parmakları ha keza, o da sol tarafa dönük. Sol ayağı sağlam. Sağa doğru dönük duruyor. Hayır, genç adam merdivenlerden çıkmaya çalışıyor; sağa dönük olan, sağ ayağı. Yavrım diye-e-e…

Şehre geldiğimizde ilk durağımızdı Şazibey Camii. Yeni Camii derlerdi o zamanlar. Allah’ın her mescidi, her camisi güzeldir ama Şazibey daha güzeldir. Bizim için yarım köy sayılır. Saçlarımızın arasında, şalvarımızın paçasında ve ayakkabılarımızın üzerinde köyden getirdiğimiz toz dökülmüştü çünkü o caminin etrafına. Elimizdeki yüzümüzdeki tozları şadırvanın suyu alıp gitmiş olsa da üzerimizden dökülenler oralarda bir yerlerde kalmıştı sanki. O avluya köyden getirdiğimiz koku sinmişti. Ve köyden beraber geldiğimiz, vakitli vakitsiz kaybettiğimiz dostlarımızın kokuları… Yıllardır çarşıya çıkan köylünün ilk uğrak yeridir orası. Buluşma noktası, nirengi noktasıdır. Kaybettiği yitiğidir. Yitiğini aradığı yerdir. Temizlendiği, kirini yuduğu… Şadırvan. Yeni Camii Şadırvanı.

Ali Ustanın kebapçı dükkânında çalışıyordum. Ortaokul ikideyim aynı zamanda. Orta Haldeydi çalıştığımız dükkân. Orta Halin Gazi Ortaokulu’na bakan tarafında. Koç Kebap evi ismi. Ali Ustaydı sahibi. Soyadını bilmiyorum. Gerçi soyadına ne gerek var, Usta'dan daha güzel bir soyadı mı olur. Vefat etmiş. Mekânı cennet olsun iyi bir adamdı. Okula gittiğim halde beni dükkânında çalıştırırdı.

Kış günüydü. Hava yeni kararmıştı. Sokakbaşı’ndan et almadan geliyordum. Usta et almaya beni göndermişti o akşam Sokakbaşı’ndaki kasaba. Sabaha bayramdı. Kasap, bayram sonu dükkânda yapılacak olan yemekler için hazırlamış olduğu kocaman bir parça eti, getirdiğim siniye koyup, üzerini yağlı kasap kâğıdıyla kapatıp, kucakta taşınamayacak kadar geniş olan siniyi simitçiler gibi kafama koymuştu. Ustama da selam söylemişti.

Şazibey Camiini geçmiştim ki, birden ayağım kaydı ve yere düştüm. Sini bir tarafa ben bir tarafa. Üstüm başım ve et çamura bulandı. Kendimi toparladım, çamura bulanmış olan eti siniye koyup camiye geldim. Şadırvanda önce üstümü başımı yıkadım. Sonra da eti. Kasabın yaptığı gibi siniyi tekrar kafama almaya çalışırken, ıslak sinideki et tekrar yere düştü. Aynı şekilde tekrar yıkadım. Camideydim, şadırvanın başındaydım. Çok dua ettim.

Dükkâna girer girmez hemen üst kata çıktım ve siniyi tezgâhın üzerine bıraktım. Usta benim telaşımdan şüphelenmiş olmalı ki arkamdan çıkıp ete baktı. Doğruyu söylersem dövmeyeceğini söyledi. Doğruyu söyledim. Her yerin çamur olduğunu ve ayağımdaki lastik ayakkabımın içine bile girdiğini dedim. Ayakkabım ters dönmeseydi düşmezdim dedim.

Dualarım kabul olmuş ki, Usta beni dövmedi, babamı çağırıp eti de ödettirmedi. Her cami gariplerin, fakirlerin, meczupların sığınağıdır ama Şazibey Camii; daha gariplerin, daha fakirlerin ve daha meczupların sığınağıdır. Dualarının kabul olduğu ve hatta karınlarının doyduğu yerdir. Her namazda; insanoğlunun dârıdünyaya sarılmak için kullandığı azalarından birkaçı kullanışlı olmayan bir meczup bulunur şadırvanın etrafında; görenlerin kalbini yumuşatan, insanlığını yeniden hatırlatan… Ve her biri gönlünden diline, dilinden şadırvana, kendince virdini doldurur cami avlusuna. 
Ana diye-e-e…

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder