-Aziz Dost Muharremoğlu Mehmet Yılmaz’a-
-Eee bu işler böyle, boşluk
bırakmayacaksın. İki hafta “savaş var, virüs var” dedik dükkânı boşladık, herifçioğlu
hemen AVM açmış. Hikâye tohumu mu, çekirdeği mi, yok yok, “Hikâye İçi” satıyormuş.
Öyle az aylak da değilmiş firmanın elindeki malzeme, depolar dolusuymuş
anlattıklarına göre. “Vatandaşın işi görülsün” diyormuş. Bizim bir ayda
sattığımız malzemeyi, bir saatte eşantiyon olarak dağıtıyormuş. Marketlerin
indirim günlerine alışkın ev hanımları sıra oluyormuş kapısında. Bedava
dağıtılan şeyin işlerine yaramayacağını görünce de sokrana sokrana geri
dönüyorlarmış. Bu arada hasta yoklamaya, çocuk görmeye götürmek için alan da
oluyormuş tabi. Paketindeki dakikaları dolduramayan Yasin güncü hanımlar,
“gerçek yaşam öyküsü” diye telefonda saatlerce salya sümük birbirlerine
anlatıyorlarmış yeni alış-veriş merkezinin mallarını. Sosyal medya
yıkılıyormuş.
-Yok, efendim yok. Bizim Maraş’ın
adamı böyle, başka yerde yok bu. Birinin bir iş yaptığını gördüler mi hemen yanı
yanına kıyılırlar. Birbirinin ekmek yediğini istemezler.
-Tamamen de öyle düşünmemek lazım
tabi. Hani Gül Ahmet Yiğit diyor ya, “halına göre Hasan ağa” diye; bizim ancak
bu dükkânı çevirmeye aklımız ve sermayemiz yetiyor, adamın AVM açacak variyeti
var. Bizim bir haftada yediğimizi, bir öğünde döşüne döker elin adamı. Elleme
açsın. Bir de rekabet kaliteyi arttırır derler.
-Küresel sistemin ve tembel
esnafların uydurmasından başka bir şey değildir o. Rekabetle kalite artsaydı şu
memlekette dert maraz olmazdı. Evlerimize giren her şey hileli. Yediğimiz
içtiğimiz her şey zehir. Ne kalitesi, gavvurluğun kalitesi arttı memlekette;
köyde, köyde dağın başında adamın ahırında iki ineği var, yanında bir de sağdığı
sütün yağını oracıkta alacak makinesi var. Makine, makine; hemen hemen her
evde. Adam paketin dışına ürün yapımında kullanılan malzemeyi yazmış, “Peynir
altı suyu.” Tamam da, lan sen peyniri de süt tozundan yapmıyor musun? Neyin
suyundan bahsediyorsun? Yarın bir gün iki AVM daha açılsın da gör sen. Televizyon
dizilerine döner sizin işler. Kaliteymiş… Hani kalite?
-Aman abi gözünü seveyim, ileri
gitmeyelim. Sonra, ben o AVM’yi açan arkadaşı tanıyorum. Babasını ve köyünü de
bilirim. Köylü de şehirli de sever onları. Sofralarında tabak tabak yoğurt,
tasla pekmez olur. Ekmeği yenir, sözü dinlenir insanlardır. Hem tanış ve hem de
meslektaş olduğumuza göre hayırlı olsuna da gitmek lâzım. Lâzım da oraya glikoz
şurubu basılmış bir kilo tatlı ile gidilmez. Duur! İnşallah bu hafta köye
gidebilirsem; iyi bir horoz, bir sepet yumurta, gül, nergis ne bulabilirsem toplayıp,
adama inana yakışır hediyelerle Muharrem Emminin Mehmet’ini ziyaret edeyim.
-Yani… İyi olur tabi. Ben zaten
genele konuşuyorum, kimseyi incitmek kırmak istemem. Laf nereden nereye geldi.
Şu senin Şadırvan hikâyeni soracaktım ben.
-O mu? Güzel. Senin kalemine göre
bir hikâye.
-Peki, o zaman buyur şu akçe-i
hikâyeyi.
-Ya Hu bak hele; sen bunu bana
veriyorsun da, belki AVM’de daha ucuza daha kaliteli bir şey alabilirsin ha. Bize
çok uzak sayılmaz birkaç dükkân geride. Yürüyerek varırsın. Araba burada kalabilir.
-Yok, abi öyle şey mi olur? Olmadı
bir de ihale açalım! Tövbe, tövbe. Sen anlat abi ben dinliyorum. Ne AVM’si, ne
Gros’u.
-“Ana diye-e-e… Baba diye-e-e… Yavrım
diye-e-e. Ana, baba ve yavru. Devamı yok hepsi bu. Anlayana bu kadarı da yeter
zaten. Ben mi? Ben nereden anlayayım? Adam, daha doğrusu genç adam pop
şarkıcıları gibi üç kelimeyi tekrar edip duruyor. Kulak kabartıp dinleyince
söylemiyor. Tamam, artık söylemeyecek diye aklından geçirirken de başlıyor
söylemeye. Ana diye, baba diye, yavrım diye… Elinde bir gitarı eksik. Ama
hayır. Gitar olmadı. Çünkü genç adam bu ellerle gitar çalamaz. Sağ elinin
parmakları olabildiğince açık ve dirseğinden kıvrılmış, sağ yanına dönük. Sol
elinin parmakları ha keza, o da sol tarafa dönük. Sol ayağı sağlam. Sağa doğru
dönük duruyor. Hayır, genç adam merdivenlerden çıkmaya çalışıyor; sağa dönük
olan, sağ ayağı. Yavrım diye-e-e…
Şehre geldiğimizde ilk
durağımızdı Şazibey Camii. Yeni Camii derlerdi o zamanlar. Allah’ın her
mescidi, her camisi güzeldir ama Şazibey daha güzeldir. Bizim için yarım köy
sayılır. Saçlarımızın arasında, şalvarımızın paçasında ve ayakkabılarımızın
üzerinde köyden getirdiğimiz toz dökülmüştü çünkü o caminin etrafına.
Elimizdeki yüzümüzdeki tozları şadırvanın suyu alıp gitmiş olsa da üzerimizden
dökülenler oralarda bir yerlerde kalmıştı sanki. O avluya köyden getirdiğimiz
koku sinmişti. Ve köyden beraber geldiğimiz, vakitli vakitsiz kaybettiğimiz dostlarımızın
kokuları… Yıllardır çarşıya çıkan köylünün ilk uğrak yeridir orası. Buluşma
noktası, nirengi noktasıdır. Kaybettiği yitiğidir. Yitiğini aradığı yerdir.
Temizlendiği, kirini yuduğu… Şadırvan. Yeni Camii Şadırvanı.
Ali Ustanın kebapçı dükkânında
çalışıyordum. Ortaokul ikideyim aynı zamanda. Orta Haldeydi çalıştığımız
dükkân. Orta Halin Gazi Ortaokulu’na bakan tarafında. Koç Kebap evi ismi. Ali
Ustaydı sahibi. Soyadını bilmiyorum. Gerçi soyadına ne gerek var, Usta'dan daha
güzel bir soyadı mı olur. Vefat etmiş. Mekânı cennet olsun iyi bir adamdı.
Okula gittiğim halde beni dükkânında çalıştırırdı.
Kış günüydü. Hava yeni
kararmıştı. Sokakbaşı’ndan et almadan geliyordum. Usta et almaya beni
göndermişti o akşam Sokakbaşı’ndaki kasaba. Sabaha bayramdı. Kasap, bayram sonu
dükkânda yapılacak olan yemekler için hazırlamış olduğu kocaman bir parça eti,
getirdiğim siniye koyup, üzerini yağlı kasap kâğıdıyla kapatıp, kucakta
taşınamayacak kadar geniş olan siniyi simitçiler gibi kafama koymuştu. Ustama
da selam söylemişti.
Şazibey Camiini geçmiştim ki,
birden ayağım kaydı ve yere düştüm. Sini bir tarafa ben bir tarafa. Üstüm başım
ve et çamura bulandı. Kendimi toparladım, çamura bulanmış olan eti siniye koyup
camiye geldim. Şadırvanda önce üstümü başımı yıkadım. Sonra da eti. Kasabın
yaptığı gibi siniyi tekrar kafama almaya çalışırken, ıslak sinideki et tekrar
yere düştü. Aynı şekilde tekrar yıkadım. Camideydim, şadırvanın başındaydım.
Çok dua ettim.
Dükkâna girer girmez hemen üst
kata çıktım ve siniyi tezgâhın üzerine bıraktım. Usta benim telaşımdan
şüphelenmiş olmalı ki arkamdan çıkıp ete baktı. Doğruyu söylersem dövmeyeceğini
söyledi. Doğruyu söyledim. Her yerin çamur olduğunu ve ayağımdaki lastik
ayakkabımın içine bile girdiğini dedim. Ayakkabım ters dönmeseydi düşmezdim
dedim.
Dualarım kabul olmuş ki, Usta
beni dövmedi, babamı çağırıp eti de ödettirmedi. Her cami gariplerin,
fakirlerin, meczupların sığınağıdır ama Şazibey Camii; daha gariplerin, daha fakirlerin
ve daha meczupların sığınağıdır. Dualarının kabul olduğu ve hatta karınlarının
doyduğu yerdir. Her namazda; insanoğlunun dârıdünyaya sarılmak için kullandığı
azalarından birkaçı kullanışlı olmayan bir meczup bulunur şadırvanın etrafında;
görenlerin kalbini yumuşatan, insanlığını yeniden hatırlatan… Ve her biri gönlünden
diline, dilinden şadırvana, kendince virdini doldurur cami avlusuna.
Ana diye-e-e…
NOT: Satılan, anlatılan ve
yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası
yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder