“Bu beyaz bir kâğıda yazılmış,
katlanmış ve zarfa konularak postaya verilmiş bir mektuptur.
‘Ey Kentli Şaman!’
Ey bize yüreğimizin olduğunu fark
ettiren, bizi hüzün denizinin kıyılarına götüren, ‘Bir kalbiniz vardır onu
hatırlayınız’ düsturunu dimağlarımıza kazıyan, mağara duvarlarına fikir işleyip
acılar sindiren kıymetli Âbim.
Bu mektup, bir cuma gecesi, Dükkân-ı
Yemen’i düşünerek, içilen çay ve sigaraların verdiği sarhoşlukla, türkü
dinleyip dostlarla bakışarak, ruhumun ait olduğu Mağara’nın eşiğinde kendimden
geçmiş, perişan bir şekilde yazılmıştır.
Kapının eşiğine başım koydum, koydum
ki bir sabah ezanında basıp geçin diye. Eğer fark eder de ‘Bizim Ufuk mu?’ diye
sorarsanız, çok bahtiyar olacağım, ruhumu orda teslim edeceğim.
Bu mektup bir şikâyettir Ahmet Âbi.
Dünyanın kirlerinde boğulmuşken bir dostun elimden tutmasıyla kapınıza geldim,
Fikir Dükkânı’nıza aldınız beni. Adamlığın, dostluğun ne anlama geldiğini
sizden öğrendim ben. ‘Sade vatandaş’lığa taliptim dizinizin dibinde. Şimdi
gurbetteyim, Dükkân’ın gurbetinde, dostların gurbetinde, maişet gurbetinde
garibim. Çok uzaklardayım serhat ellerinde, yabancı ellerde. Bir sınır şehrinde
gurbetlik çekmekteyim. Serhat boylarında bir kaleniz hâlâ ayakta duruyor lâkin
gücüm kalmadı artık ‘Bütün kaleler düşüyor.’ Ahmet Âbi.
Ey Ahmet Âbi!
Gurbetteyim, ‘yüreği yanında’ olmayan
insanlarla dolu her yanım. Bu şehir beni boğuyor. Ne bir dost sohbeti ne bir
çay var fikirli. Artık yemekten sonra tatlı yemeye, iş yerinde çayları sayarak
içmeye başladım. Yalnız türküler kaldı sermayem. Bir de ah! Ki ‘Kim tutar
hüznün nöbetini türkülerden başka.’ Öyle değil mi Ahmet Âbi?
Bu bir şikâyettir Ahmet Âbi.
Maraş’taki dostlar beni unuttu. Aleyhimde bile konuşmaz olmuşlar. Ne arıyorlar
ne soruyorlar. Ne bir mektup geliyor sıladan ne bir telefon mesajı. Mehmet Âbi
elimden tutup ocağınıza getirdi beni şimdi bıraktı elimi. Tam bir buçuk yıl
önce yazdığım mektuba cevap bile vermedi.
Bu bir şikâyettir Ahmet Âbi. Ben
yalnız ne yaparım buralarda, bir dost selâmı olmazsa bu yaban diyarda ne
yaparım? Ölür giderim. Ardımdan ‘Telgrafın direkleri sayılmaz/ Böyle canlar
teneşire koyulmaz’ diye ağıtlar yakar mısınız?
‘Ey Kentli Şaman!’
‘Türkü dinlerken konuşulmaz, dost!
Sadece bakışılır, kıvranılır’ buyurmuştunuz Tahrir Defterinizde. Bakışacak bir
dostum bile yok ben ne yaparım buralarda?
‘Bir şiir olmalı şimdi alıp sana
gelmeliyim’ diyor şâir. Ben ise şiirin vurgunuyla kıyınıza sürüklenmek
istiyorum.
Haddim olmayarak yazdım bu satırları,
hürmet eder ellerinizden öperim.”
Ufuk TÜRK
***
“Şair Ufuk Türk’e;
Ey gurbetlerde feryad eden hüzün ehli dost!
Yüreğimin üstünden geçen bin miligramlık mektubunuzu aldım.
Açmadan önce muhabbet yoldaşı olan fikirli çayı hazır ettim önce.
Sonra bir gurbet türküsü açtım ve türküler eşliğinde hüzünlü mektubunuzu okumaya başladım.
Okudukça yandım ve zaten hücrelerime kadar hüzün dolu ruh ve bedenim dost hüznünden büsbütün cezbeye tutuldu.
Kelimeleriniz bir ayna oldu yüreğime.
Bu aynada kendimi gördüm ve ‘ah!’ dedim.
Gurbete çıkan dostların hâli ne yamandır, dedim.
Fakirin yazgısı böyledir işte.
Dostlarının mağaradan savruluşu yaralar yüreğini.
Gönlüne gam düşer de ‘ah dost!’ diye inler.
Kaç zaman oldu, iki kuşak dostları gurbet ele çıktıklarından bu yana derdmend olup çıktı.
‘Bu da gelir bu da geçer ağlama dost.’
Bu gurbetlikte biter bir gün.
Dostlar birbirine vâsıl olur.
Şikâyetiniz başım üstüne.
Dostluk mahkemesinde gereği düşünülecektir.
Gurbetini ve hüznünü en kalbî ta’zimlerimle kucaklarım.”
Ahmet Doğan İlbey
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder