Muhterem Hocam Muzaffer
GÖZÜKARA'nın
Türkü Yazıları isimli manzumesine âcizâne bir şerhtir...
Yüreği ağzına kadar doluydu...
Azık olarak çileyi ve aşkı
almıştı. Hayatı idâme ettirmenin gerek ve yeter şartı, ekmek su gibi katıksız
nimet olan çile ve aşk... "Uzun İnce bir yolda" toza toprağa
belendiği yer Anadoluydu.
Yüreği ağzına kadar doluydu. Bir
kelam, bir nazar, bir şekil mızrap olup ezgilerin sıkıştırdığı yüreğe dokunmuş
olsaydı, ebediyete gerilmiş teller, bir bir kopacaktı. "Bir türkü"
diyordu. Şehâdet makamına bir adım kala, gözlerinde "bir yudum su"
feryadıyla kıvranan bir yaralının sancısıyla, "bir türkü" diyordu.
Kanayan bir yaraydı yürek, bir türküyle dağlanmalıydı. Yumdu gözlerini.
Sırılsıklam sevdalı, tutundu bir allı turnanın kanatlarına.
Adı "ana"ydı kadının.
Yıllar var ki, bir haber alamamıştı Yemen'e yolladığı yavrusundan. Büyütüp
beslemiş, esker eylemişti. Bir döneydi yavrusu elleriyle yedirecekti, tandır
kömbelerini. Kaygana yapacaktı, bir tas da ayran. Öpüp koklayacaktı sonra.
Dönüp gelebilenler, "bir çift potinle bir de fes", bir ağıtlık nefes
getirmişlerdi ondan. Ana, şehâdete duyduğu müebbet ihtiramla yüreğinin ortasına
yerleştirdi acısını. Türkülerin hasını yaktı oğluna. Oğluna ve onun şehit
dostlarına...
Yüreği ağzına kadar doluydu.
Yaranın kanı durmamıştı. "Bir türkü" diyordu, mehterin serhat
boylarında vurduğu. Kılıcının şavkıyla aydınlanan delişmenlik çağlarından arta
kalan türkü. Üzengiye bastı mı eyere yerleşmeden Tuna'yı aştığı zamanların
türküsü. Kadırgaların kalyonlara rampasında denizler çatırdarken bir leventin
dilinde titreyen türkü. "Yiğit olan döne döne dövüşür" diyen türkü...
Kan kesif bir halde akmaktadır.
Serin demir yarayı dağlayamamıştır. "Toprağa basmalıdır deli gönül"
Bazen çöllerde isimsiz bir mezar, bazen sularda kefensiz şehit, bazen çemberde
amansız bir yiğit olmalıdır. Yangınlar içinde uzayan çöle, bir yayla pınarı
gibi akmalıdır kanı. Sarıkamış'ta "Kar Çiçekleri"ne dönüşmelidir; bir
kartal olmalıdır "Dargo"da. Kafkas dağlarını moskof'a zindan
etmelidir. Sonra, yönünü çevirdiğin her sınır cephe olmalıdır. Trablusgarp'tan,
Mısır'dan, Filistin'den, Suriye'den, Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan kan revan
içinde düşmelidir, Anadolu'ya. Anadolu, binyılın kalesi, düşmelidir yeniden
alınmak için...
Bir yiğittir o. "Adı
yiğitlerle okunur". Kıtlığı, seferberlik yıllarını yaşamıştır. Evdeşini
ellerinin kınası kurumadan Allah'a emanet edip düşmüştür yollara. Sırtında
boyundan büyük mavzeri taşımaktan yorgun düşünce, bağdaş kurup bir küflü ekmek
olan tayını yerken "cepheye varmadan şehit olmasam" diye dua
etmiştir. Boynu bükük uçmuştur göllerden sunalar ve dönmemişlerdir. Sonra bir
kara yılan gibi çöreklenmiştir memlekete zulüm. Gâvur Müslüman bellisiz
olduğunda darağaçlarında ıslıklanan rüzgâr garip bir türkü. Gözyaşı bir türkü,
hep yaşlı bir türkü, bir gönül türküsü, bir ayrılık türküsü, bir verem türküsü,
bir tükeniş, bir ölüm türküsüdür...
Yüreği ağzına kadar doluydu. Kan
kesilmek bir yana, şorlamaya durmuştu. "Aman bir türkü" diyordu. Bir
âh türküsü. Varılmak istenen varılamayan, olunmak istenen olunamayan, ölünmek
istenen ölünemeyen bir türkü...
Yetimlerin yoksulların yurdu
olduğu kadar, vurguncuların, yağmacıların da yurdudur Anadolu. "Bir kişiye
tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" düşmüştür. Adı, Müslüman Anadolu
insanının öteden beri yavrularına vurduğu isimlerden bir isimdir. Yapılan
taksimde ona, rızkını el aralıklarında ahır temizleyerek, itilip kakılarak
kazanmak düşmüştür. Ayak yalın baş açık çobanlık yapan kardeşinin kavalında,
anadan yetim, babadan yetim, bayramda eli öpülecek kimsesi olmayan bir türkü
çalar...
Anadolu'nun çehresi değişmiştir.
Drama köprüsü nerdedir bilmez çocuklar ama Hasan'ı tanır. Silahlar oyuncakçıda
satılır, ama Hasan'ın "martini" satılmaz. Tuna'nın inadı kırılmıştır,
artık akmam diyemez. Sivastopol önündeki "Yıkık Minare" ne olmuştur
kimbilir. Kağnılar, Çete Bayramlarında asfalt yollardan geçirilir. Çetelerin,
efelerin, zeybeklerin türkülerinde ezgisi vardır kağnı gıcırtılarının. Koca bir
hüzün medeniyetinden geriye, kala kala türküler kalmıştır. Bu yarayı hem
kanatan, hem dağlayan, hem onacak olan türküler. "Ne şirin dert bu,
dermandan içeri"...
Dün olduğu gibi insan, bizim
insanımız, türkü, bizim türkülerimizdi. Bu sazın telleri hüzne, gurbete,
hasrete, aşka akortluydu. Yani insana özgü değerlere. Ama kan hiç durmadan
akıyordu. Yara belki kurşun yarasıydı, belki sevda yarası, belki yoksulluk,
belki bir söylenmez, adı anılmaz yara. "Bir türkü diyordu."
"Harmanı yanan bir ihtiyarın yoksulluğunca yanan" bir türkü. Köyünden
toprağından kopup üç kuruşluk helal lokma ya da üç kuruşluk tahsil uğruna
şehirlerde yokluk perişanlıkla türlü hastalıkların pençesinde can veren
"Celal oğlanların" türküsü. Kuru yerde yatan, ayağına dikenler batan,
soğuk sularla yunulan bir türkü...
Kan durur gibi olmuştu. Saz
durmamalıydı. "Benim sadık yarim" diyerek toprağa yürümeye
vurmalıydı. Bir mezar türküsü vurmalıydı, üzeri otlar kaplı, bir Fatiha'ya
muhtaç, bir duâya hasret olmanın türküsünü vurmalıydı...
Kan durmuş, yürek yorulmuştu.
Mızrap sazın son telinde Anadolu'yu ve Anadolu insanını anlatıyordu. "Bir
türküyüm ben, adı sanı bilinmeyen, dillere hiç düşmeyen, sazı sözü olmayan, hiç
olmayan bir türkü..."
https://dukkanmektuplari.blogspot.com/
https://dukkanmektuplari.blogspot.com/2019/03/dukkan-mektuplari-9-ismail-gokturk.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder